
"Gerçekler suskun olduğunda, yalanlar en gür şekilde konuşur."
⚖
Önümde ailemin dava dosyası kapağını aralamam için bekliyordu. Bütün detaylarıyla olayları tüm çıplaklığıyla görebilecek bir göze sahip olarak korkuyordum. Bu yükün altında kalmaktan göreceklerimden çok korkuyordum.
Rüyalarımın devam ettiği bu günlerde hemen dava dosyalarına bakmak istedim burada gözden kaçırdığım bir şey vardı. Şimdiki dosyaların saklanma koşulları değişse de eskilerin dava dosyalarını arşivde bulabilmiştim bulmak için bir günümüzü harcamıştım neredeyse, bir ara bilerek saklandığı imha edildiğini falan düşünmüştüm.
“T.C. İSTANBUL CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI” diye başlıyordu dosya devamında soruşturma numarası, suç, şüpheli diye devam ederken altında ise karar yazıyordu. Derin bir nefes daha aldığımda önceliğim gerekçeli kararı okumak oldu.
Kovuşturmaya yer olmadığına dair karar ve dosyanın zaman aşımına uğramasıyla kapanmıştır ibaresini okuduktan hemen sonra fezlekeyi okumaya geçtim.
Fezleke hukukta soruşturmayı ya da mahkeme kararını özet olarak kısaltıp sunulmasına verilen addır.
Fezleke (17 Mayıs 2002 / Olay Yeri Tespit Raporu)
17 Mayıs 2002 günü İstanbul ili Sarıyer ilçesi, Uskumruköy mevkiinde tek şeritli tali yol bağlantısında terk edilmiş halde bulunan 06 TS 7572 plakalı, BMW marka, 520i model araçta meydana gelen ateşli silah yaralanması sonucunda araç içinde ölü halde bulunmuştur.
Adli Tıp Kurumu tarafından yapılan DNA karşılaştırması sonucunda, cesedin 17 Mayıs 2002 günü kaybolan Tarık Soner isimli şahsa ait olduğu tespit edilmiştir.
Ölüm nedeni vücutta ateşli silah yaralanması olup başka herhangi bir kesici alet veya darp izine rastlanmamıştır.
Araçta şahıs dışında herhangi bir kimseye ait iz, belge veya eşya bulunamamış; olay yeri civarında tanık ya da güvenlik kamerası kaydı tespit edilememiştir.
Mevcut bulgular ışığında şahsın hayattayken ateşli silah yaralanmasına maruz kaldığı yönünde kuvvetli kanaat mevcuttur.
“Kanıt yok mu?” o güne ait bir fotoğraf aradı gözlerim kalın kapaklı dosyaların içinde, bir resim kanıt babamın kendini vurduğunun resmini aradım yoktu.
“Yok.” Dediğimde titreyen ellerimle tekrar dosyaya baktım. Sayfaları hızlıca karıştırdım. “Delil var mı?”
“Yok bu aptal iddianamede neden hiçbir şeyin cevabı yok!”
Dosyayı masadan aşağı ittirdiğimde sert bir sesle yere düştü. Kâğıtlar savruldu. Babama ait belgeler, ölümüne ait soğuk satırlar, kimsenin ilgilenmediği ayrıntılar yere saçıldı. Peşinden kalemler, zımbalar, not defterim, yıllardır tuttuğum sessizlik de yere düştü.
Sandalyemi ittirip masadan kalktım. Yere düşen şeylere basmadan banyoya girdim. Hazmedemiyordum. Bu kadar belirsizliğe inanmıyordum.
Suyu açarak dolmasını beklerken üzerimdekileri çıkarttım. Şimdi bile hiçbir şey çözülmüş değil.O defter...
Babama ait olan o defter...
Oradaki notlar kafamı kurcalıyordu.
“Herkes yerini buldu.”
O cümleyi neden yazdı? Kimi kastetti? Kendini mi? Annemi mi? Beni mi?
Bahsedilen intiharıyla bağlantısı var mıydı? Varsa onu buldukları zamanın neden bir fotoğrafı yoktu neden adli tıp raporu detaylıca verilmemişti. Gerçekten intihar olarak değerlendirildiyse kamuya açılması bir sorun yaratabilirdi ama ya annem, babam kendini öldürdüyse annem neden aylarca yoktu ve ondan sonra ölü bulundu?
Taşan suyun sesiyle oturduğum klozetten kalktım.
Dalgınlıkla suyu bu kadar açık bırakmıştım.
Su, banyoyu fazla dolaşamadan yerdeki paspasa ulaştı. Birini kaldırıp az önce oturduğum yerin üstüne koydum.
Küvete yaklaştıkça ayağım, ilk taşmış fayansla sıcak-soğuk alışverişine girmiş ılımış suya değdi. İstemeden de olsa elimle sıcaklığını kontrol ettim. Zaten değiştirecek hâlim yoktu.
Ben içine girip oturana kadar çoğu, böylece yere akacaktı.
Suya gömülürken bedenim değil, içimde biriken yorgunluk rahatladı sanki.
Ama benim ona sormak istediğim bir soru vardı.
Fısıltım, elimle yüzeyinde daireler çizdiğim suya karıştı “İnsanlara bu kadar güvenmemeyi ne zaman öğrendim?”
Ağustos'un son günlerinden önce, buraya dönmeden önceki hayatımı düşündüm.
Sahte ilişkilerimi, yapmacık huzurlu hayatımı...
Ama kötülük yapmamış anneannemi, beni sevdiğine inandığım adamı, çok severek yaptığım işimi.
Oysa orada kalsaydım, ne dedemi tanırdım, ne Oğuz’u, ne de ailemin karanlığını.
Bu kadar yakınına bile gelemezdim onların.
Şimdi bile çözülmüş sayılmazdı.
Tuncay’a acımam yoktu belki ama iyi niyetle yaklaşan biri olarak bu kadarını kondurmakta zorlanıyordum. Tuncay’a acımam yok belki ama babamın ölümünden bir gün önce yazılmış o cümle, bana asıl ihaneti kimin yaptığını hâlâ göstermiyordu.
Dedem mi?
Amcam mı?
Yoksa… babam mıydı aslında ihaneti eden?
Yine de birini mahvetmek için kendi ailemi örnek göstermek, onlardan kaç kat daha çok kişi harcamam anlamına gelirdi.
Değer miydi? Yapacak olduklarım değecek miydi bu? Ruhum huzur bulacak mıydı? Bilmiyordum.
Tuncay bir annenin oğlu değil miydi?
Peki ya ben?
Ben de bir annenin çocuğu değil miydim?
Oğuz? O da bir annenin çocuğu değil miydi?
Benim annem yaşamıyordu.
Cihat, Eymen, Furkan, Yeşim...
Hepsi bu hayatta kazanmıştı. Ben yalnızken, onların yalnız olmaması canımı yakıyordu.
Bencilsem bencil olayım. Zaten bana bunu öğretecek annem yoktu. Annem acı çekmişti.
Ve ben hâlâ nasıl öldüğünü bilmiyordum bugün bunu öğrenmeye yetecek gücüm yoktu zaten. Hâlâ neden bunları yaşadığımı da anlamıyordum.
Tuncay, defterde tek adı yazan adam şüphelerimin üzerine gidip onunla daha yakın bir ilişkim olmalıydı önce onu tanımalıydım.
Kulaklarım uğuldadı.
Gözlerim, uzun süre kırpmadığım için yanıyordu.
Ciğerlerim de öyle.
Suyun içinden hızlıca çıktım.
Ne kadar yaptım bilmiyorum ama fark ettim; Ne kadar denersem deneyeyim, bu su beni öldürmezdi.
Soğumuş suyun içinde artık üşüyordum.
Çıktım.
Banyonun hali felaketti.
Sarı bornozumu sıkıca bağladım.
Ayağımın kaymamasına dikkat ederek kapıya doğru ilerledim.
Kilidi birkaç kez çevirdim.
Niye bu kadar çok kilitlemiştim, bilmiyorum.
Kapıdan uzaklaşmak üzereydim ki, zili duydum.
Duraksadım.
Sanki bir anda buharlaşan bütün duygularım, yerini bir tetikte bekleyişe bıraktı.
Kim olabilirdi?
Bornozumun kollarını çekiştirerek kapıya doğru ilerledim. Dış kapının deliğinden baktığımda, yüzüme yabancı ama bir o kadar da tanıdık gelen bir genç duruyordu.
Sarışın, ince yapılı, gözlerinde utangaç ama sevimli bir ifade vardı.
Kafamı uzatıp kapıyı açtığımda yerinde sallanmaya devam etti. “Ben yukarıda yaşayan anneannem ve dedemin torunuyum." dedi gözlerini kaçırarak. “Evde yoklar.”
Islak saçlarım omzumdan kayarken, gözlerim karşımdaki çocuğun duruşuna kilitlendi.
Sesindeki tedirginlik dikkatimi çekmişti. Gözlerini kaçırmasının altında basit bir utangaçlık mı vardı, yoksa başka bir şey mi? Hâlâ yerinde sallanmaya devam ediyordu.
“İyi de...” dedim hafifçe kaşlarımı çatıp, sesi duyulmayacak kadar alçak ama içten bir mırıldanmayla. “Evde yoklarsa, sen niye buradasın?”
Omuzlarını silkti. “Ben geldim. Onları bekliyordum ama... şey, üst kattaki dairede ışık yanınca... hani biri evdeyse... belki su alabilirim diye düşündüm.”
Yüzüme tuhaf bir gülümseme yerleşti. Bir yanım hâlâ dolaptaki dosyaların açık ağzından fırlamış soğuk sayfalara gömülüydü. Bir yanım, karşımda çocuk gibi duran bu adamı anlamaya çalışıyordu.
“Su mu?” dedim, biraz şaşkınlıkla.
Hemen kafasını salladı ve “Evet, servisten indim bu kadar kat merdiven çıktım susadım.” Dedi hemen. Eliyle bir işareti yaptı. “Bir bardak su, zahmet olmazsa.”
Kapı aralığında birkaç saniye daha durdum. Ardından geri çekilip, “Gel,” dedim. “Mutfak bu tarafta.”
Üzerinde kısa kollu, açık renkli bir tişört vardı. Ayakkabıları çamurluydu. Ceketi olup olmadığını merak ettim.
“Ama annem yabancıların evine girmemi istemiyor.” Dediğinde kapıyı daha çok araladım. “Annenin numarasını biliyorsan arayıp haber verebilirim zaten deden ve anneannen üst katta oturuyor merdivenlerden çıkarken ayakkabını görürler.”
Bir an tereddüt etti. Gözlerinde hâlâ belirsizlik vardı ama sonra kafasını eğip, sessizce “Tamam” dedi. Hızla cebinden telefonunu çıkarıp ekranda gezinmeye başladı. O an, hala bana yabancı olan bu çocukla aramızda sanki bir mesafe vardı ama bir yandan da garip bir tanıdıklık hissi vardı.
Mutfağa yürürken biraz çekinerek etrafı izledi. Sessizlik içinde dolaptan bir bardak çıkarıp çeşmeden su doldurdum.
Bardağı uzattığımda teşekkür etti. İlk yudumu alırken, o sırada gözleri masanın ucundaki dağılmış kağıtlara, dosyalara takıldı. “Kedim var evde.” Dediğimde daha bir merakla etrafa bakmaya başladı.
Bardağı indirip, dudağını yaladı. “Sen bekle, ben hemen geleceğim,” dedim, ardından hızlıca odama yöneldim. Birkaç saniye içinde dolabımı açıp, bordo bir kazak ve rahat bir kot pantolon seçtim. Günün devamında dedeme gitmeyi düşünüyordum, ama önce bu küçük misafiri halletmeliydim. Üstümü giyindikten sonra tekrar mutfağa döndüğümde bıraktığım gibi buldum. “Neden masaya oturmadın ayakta bekledin?” dediğimde bende tezgâha yaslandım.
"Ben Rana." dedim.
Sanki kendime de söylüyordum.
"Ben de Toprak."
Adını söylerken bir an yüzü güldü, sonra ciddileşti.
“Kaç yaşındasın?” dediğimde önce eliyle on yaptı. “On yaşındaydım.” Dedi.
“Kaçıncı sınıfsın?”
“Dördüncü sınıftayım.”
Sessizce onu izledim. Bazen çekinerek bana bakıyor bazen diğer odada bahsi geçen kediye bakmak istediğini anlıyordum mutfak kapısına bakıp duruyordu. Mutfağın ışığı, dışarıdaki karanlıkla birleşerek biraz daha loş bir hava yaratmıştı. Zihnimdeki düşünceler karıştı. Kedim, dosyalar, merak ve bu tuhaf çekingen çocuk... Her şeyin bir araya gelmesi, içimde beklenmedik bir huzursuzluk yaratıyordu. Yine ve yeniden tuhaf hissediyordum.
Toprak parmak uçlarında hafifçe sallanırken, bir yandan elindeki bardağı çeviriyor, bir yandan da göz ucuyla mutfağın kapısına bakıyordu. Belki gerçekten sadece kediyi merak ediyordu, belki de burada ne kadar kalabileceğini tartıyordu.
“İstersen bakabilirsin,” dedim yavaşça. “Kedim genelde koltuğun altına saklanır ama sesini duyarsa çıkar belki.”
Bu sözümden cesaret almış gibi başını salladı ama yerinden kıpırdamadı. “Hadi.” Diyerek onu cesaretlendirdiğimde bardağı uzattığında alıp tezgaha geri koydum. O önde ben arkada mutfaktan çıktı gözleri hemen dağınıklığa gitti. “Kedi işte.” Dediğimde omzundan tutup salona doğru yönlendirdim.
Eğilip koltukların altına baktı, birkaç kez kedi diye seslendi sormak için bana döndü ama bir şey demedim bir kedi ismi gelmedi aklıma salonda dolandı perdelerin arkasına baktı. Toprak bunları yaparken yere attığım her şeyi topladım.
Kediyi göremeyince dudaklarını büzüp koltuğun yanına çömeldi. “Belki yatağın altındadır,” dedi fısıltıyla. Sanki hayvanı ürkütmemek için değil, kendi varlığını fazla hissettirmemek için sessiz konuşuyordu.
Bu küçük arayış oyunu ona iyi gelmiş gibiydi. Ama bir yandan da içimde bir düğüm büyüyordu.
“Bu kadar merak ettin madem,” dedim sonunda, “adı Çamur.”
Dönüp yüzüme baktı, ardından güldü. İlk defa o anda biraz daha çocuk gibi göründü. “Çamur mu?”
Omuz silktim. “Yağmurlu bir günde bulmuştum. Ayakları çamur içindeydi. O gün bugündür adı o.” Dedikten sonra bir süre dudağımı ısırdım ne güzel yalan söylüyordum.
Kapı zili bir kez daha çaldı. Bu sefer ikimiz de irkildik. Toprak hemen ayağa fırladı, bir an göz göze geldik. Yüzünde yakalanmışlıkla karışık bir rahatlama vardı.
“Anneannemle dedem,” dedi telaşla. Sesindeki ton hem özlemli hem de suçluydu.
Kapıya doğru yöneldim, içimden kısa bir iç geçirdim. Kapıyı açtığımda, merdiven trabzanına yaslanmış yaşlı bir adam ve elindeki anahtarlıkla uğraşan kısa boylu, beyaz saçlı bir kadınla göz göze geldim.
Kadın gözlerini kısarak bana baktı, sonra başını içeri uzattı. Toprak’ı görünce derin bir nefes verdi. “Toprak!”
Toprak başını eğdi. “Susadım, ışık yanıyordu... su istedim.”
Yaşlı adam homurdandı. “Bize de söylemeden gelir mi çocuk böyle?”
Kadın başıyla bana teşekkür eder gibi hafifçe eğildi. “Kusura bakmayın, korktuk.Teşekkür ederiz, siz de zahmet etmişsiniz.”
Ben sadece gülümsedim. “Su içti, biraz da kediyi aradı.”
Adam öne çıktı. Sert bakışlarının ardında biraz yorgunluk ama bolca merak vardı. “Siz yeni taşındınız değil mi?” dedi, hafifçe başını eğerek. “Biz uzun zamandır üst kattayız. Işıkların yandığını görüyoruz ama hemen rahatsız etmeyelim dedik Toprak erken davranmış.”
Toprak dönüp bir kez daha bana baktı ve yanaştı hafifçe, fısıltıyla, “Kediyi göremedim ama...” dedi mahcupça.
Ben de eğilip kulağına, “Belki bir dahaki sefere çıkar,” dedim gülerek.
Bu seferki bakış, minnettarlıkla karışıktı. Sanki söylemek isteyip de içine attığı bir cümle vardı.
“Yine gelmek isterse, çekinmeyin,” dedim hafifçe. “Kedim alışırsa o da çıkar belki.”
Kadın göz kırpar gibi yaptı. “Teşekkür ederiz yavrum. İyi akşamlar.”
Kapı yavaşça kapanırken, arada kalan kısa sessizlikte, bu küçük ziyaretin içimde beklenmedik izler bıraktığını fark ettim.
Daha fazla duramadım ya da bekleyemedim çantama gerekli şeyi alıp evden çıktım. Bu sürede birkaç haftalığına araba kiralamıştım içine biner binmez Oğuz’u arayıp ev adresini aldım.
Ne söyleyeceğimden emin olamadan yerimde kıpırdadım.
Dedem yaptığım kahveyi sessizce içerken Oğuz telefonuna bakıyor ortamdan soyutlanmıştı.
"Konuşmayacak mısın kızım?" Dedemin lafıyla kafamı ona çevirdim. Salon kocamandı ama aramız bu salondan daha açıktı.
“Hastanede sana sert çıktığım için özür dilerim.” Dedim ve hemen devam ettim. “Ama sadece sana sert çıktığım için özür diliyorum ailemin neden öldüğünü araştırmaya devam ediyorum ve edeceğim bunun için hiçbir özür dilenmesini gerekmiyor.”
Dedem kahve fincanını yavaşça tabağa bıraktı. Sesi çıkmadı ama o sessizlik, kelimelerden daha ağırdı.
Oğuz başını telefondan kaldırdı, ama bir şey söylemeden gözlerini kaçırdı.
“Senin için bu kadar kolay mı?” dedi dedem, sesi ne öfkeliydi ne de yumuşak… sadece yorgundu.
Bir anlık duraksama... sonra dedem, ilk defa doğrudan gözlerime baktı.
“Baban her şeyi doğru yaptı sanıyorduk. O geceye kadar...”
Yutkundu.
“Belki senin sorduğun soruların cevabı bizde değil. Ama ne bulacaksan, taşıyabilecek misin, onu bilmiyorum.” Dediğinde bir kere daha anladım bildiği ve sakladığı şeyler vardı bu yaşlı adam fazla şey biliyordu.
“Bir şeyler buldum.” Dedim yerimde dikleşirken birbirimize baktık.
Dedemin gözleri hafifçe kısıldı. Eli fincanın kulpuna gitti ama kaldırmadı.
“Ne buldun?” dedi, sesi bu kez biraz daha sertti.
“Babamın defterini,” dedim. “Kendi el yazısıyla yazılmış. Her şeyi anlatmasa da o günlerde olanları... kimlerle görüştüğünü, nelerden korktuğunu... Hepsi orada.”
Sözlerim havada asılı kaldı. Dedemin yüzü gerildi. Oğuz kıpırdandı ama hâlâ sessizdi.
“Defteri bana ver,” dedi dedem.
Başımı iki yana salladım. “Hayır. Henüz değil.”
“Rana, bu iş”
“Saklamaya devam edemezsiniz,” diye böldüm sözünü. “Ne saklıyorsunuz?”
Sözlerim salona yayıldığında, o koca alan bir anda daraldı. Sanki hava ağırlaştı. Dedem geriye yaslandı, gözlerini tavana kaldırdı.
“Ne saklıyorsunuz?” dedim bir kez daha, sesim bu kez daha yavaş ama daha derindi.
Dedem gözlerini tavandan indirip bana döndürdü. Uzun bir süre sustu, yüzü duvar kadar donuktu.
“Her şeyi bilmen iyi olmayabilir,” dedi sonunda.
“Bunu ben karar veririm,” dedim.
İç geçirdi. “Peki o zaman… defteri getir. Sadece birlikte bakacağız.”
Gözlerimi onunkilerden ayırmadan. “O defteri vermeyeceğim.” Dedim.
Oğuz sessizliğini bozmadı ama vücut diliyle gerildiği belliydi. Ellerini dizlerine koymuş, başını hafifçe eğmişti. Dedem, onu bir an süzdü, sonra tekrar bana döndü.
“Peki,” dedi sonunda, dudaklarının kenarı titreyerek. “O defteri vermezsen… yanlış kişilerin eline geçme ihtimalini nasıl önleyeceksin?”
Artık sinirlendiğimden ve biraz gerildiğim için güldüm. “Defteri sen ben Oğuz biliyor. Kimin eline geçecek?”
Dedem artık konuşmadı. Sadece başını eğdi. Sessizliği bir tür kabul gibiydi ama içinde gizli bir korku da taşıyordu. Oğuz göz ucuyla bana baktı, belki de ilk kez gerçekten beni anladığını düşündüm.
Salonda yine sessizlik vardı.
Ama artık her şey değişmişti.
“Ne saklıyorsun?” burada onu elimden sadece Oğuz alırdı keşke yalnız olsaydık diye geçirdim içimden.
Bana cevap vermeden yerinden kalkıp salondan çıktı aynı zamanda ayağa kalktım nereye kaçıyordu?
“Nereye?” dedim sertçe. “Bekle.” Dedi karşılığında.
Dedem elinde büyük bir kutuyla geldi, yaklaştıkça bunun sandık olduğunu gördüm. Çok büyük değildi ama tek başına taşınmazdı.
Oğuz fırlayarak elinden almak istese de vermedi.
Tam karşıma gelerek hızlıca bana uzattı.
“Ne bu?”
Ben ne göreceğimi bilmiyordum. Gördüklerim bana hiçbir zaman iyilik getirmemişti.
"Aç kızım, ne duruyorsun?”
Sandığı yere koyarak başına oturdum.
"Hani bir şey bilmiyordun?" dedim ellerim titriyordu sandığı açmadan durdum bir süre.
Oturduğum yerden gözlerim üzerindeydi. Sözlerime karşılık yaşlı yüzünde tebessüm oldu.
"Ben katil değilim, Rana."
Yutkunsam da boğazımda duran düğüm gitmiyordu. Az önce bağıran kadın değildim. Şu an gelip beni öldürseler sesim çıkmazdı, hoş, durum bundan farklı değildi.
"Dede sen ne saklıyorsun?"
Oğuz'un sesiyle dedemin gözleri onu buldu, ya da dikenleri. "Sana yıllarca yalan söyledim. Ben katili biliyordum."
Anlatmaya devam ettikçe sessizliğim artıyordu.
"Beril onun için geçti." Kafamı çevirip bir anlık kutuya baktım derin bir nefes aldım, ama bu defa korkum o kadar büyüktü ki nefesim boğazımda düğümlendi.
Kafamı çevirip bir anlık kutuya baktım, ama artık gözlerim o kutudan başka hiçbir şeyi göremiyordu. Her şeyin içinde bu kadar karanlık ve korkunç bir şey mi vardı? Babam, annem, ben… hepimizi içine çekebilecek bir şey.
Ve dedem… dedem katili biliyordu. O çok yakınımda, bana yıllardır güven veren insan… O… katili biliyordu.
Sandığın kapağını kaldırdım. İçinde belli belirsiz fotoğraflar ve üç dört kağıt parçası duruyordu. Fotoğraflardan birisini elime aldım. Cihat ve Tuncay masada oturmuş konuşuyorlardı. Tuncay sandalyesinde geri yaslanmış bir kolunu da sandalyeye koymuştu. Rahattı. Tuncay'ın aksine Cihat öyle rahat değildi. İkisini de gençti. Ve fotoğrafın eski olmasıyla yıllar öncesine ait olduğunu anladım.
Tamam ama bu bir şeyi ifade etmezdi. Ses veya itiraf yoktu. Cihat Bey'in yüzüne daha dikkatlice baktıkça endişeli bir yüz ifadesi görmüştüm. Konuşulan konu neyse rahatsız olduğu belliydi. Arkasına çevirip baktım bir şey yoktu. Onlardan habersiz çekilmiş bir fotoğraftı. Kutuya elimi tekrar attım, bu sefer daha yeni bir fotoğraf geldi elime. Çok değil hatta tanıdık bir zamandı geçmiş haftalarda ben hastanedeyken çekilmişti hastaneden tanıdım.
Tuncay ve Cihat Bey karşılıklı ayakta duruyorlardı. Cihat Bey tekrar rahatsız olduğunu saklamadan yüzüne yansıtmıştı. Az önceki fotoğraftan tek farkı Tuncay rahat değildi. Yüzünde fark edilmesi zor ama imkansız olmayan tedirginlik vardı. Aralarında kesinlikle bir şey vardı ama ortak cinayet olmayacağına emindim. Öyle olsa bana böyle yaklaşmazdı değil mi? Yeğeninin hayatına girmeme izin vermezdi.
Bu sefer kağıtlara bakmaya karar vermiştim. Ama elim onları karşıma çıkartmamıştı.
Şu ana kadar gördüklerim ikisini de olayla bağdaştıramamıştı. Nankörce, Cihat Bey'in suçsuz olmasını istiyordum. İçten içe bunu düşünüyordum.
Bu açıp okuyacağım kağıtlarda bir şeyler çıkarsa gerçekten dediğimi yapmak zorundaydım. Ben ileri gidebilirdim fakat Eymen ne kadar geri gidebilirdi bu merak ettiğim bir şeydi ama yaşamamayı tercih ederdim. Güvenmek istediğim açıktı ama güvenmediğim de ortadaydı.
Ortadan katlı kağıdı iki elim arasına alarak açtım. Tuncay'ın adı ve imzası en altta duruyordu. Okudukça ne olduğunu anladım. Tuncay kara para aklıyordu. Sanıyorum ki bunu da bilmeden imzalamıştı çünkü böyle bir şeye kimse ıslak imzasını atmazdı. Tuncay'la, Cihat'ı bağlayan tek şey Tuncay'ın şu an yönetimde olduğu şirketiydi. Cihat, Savcı olarak çıkacak soruşturmaları, haberleri, gizlilik kararı adı altında engelliyordu.
Dedem tarafından bakınca, Cihat bunda Tuncay'a yardım etmişse başka şeylerde de yardım etmiş olabilirdi. Bir bakıma haklı bir düşünce olsa bile bir bakıma haksızdı. Peki ben niye Cihat'ı içten içe aklama peşindeydim.
Bir sonraki kağıt için elimi sandığa attım. İddianame yazılmıştı. Burada çok savcı tanımıyor olsam da bu isim tanıdık gelmişti. Tuncay'ın tüm işlerle bağlantılı olarak bunları açığa çıkartmak isteyen kardeşini öldürdüğüyle alâkalıydı. Günlükte okuduğum kimliksiz kişi Cihat Moran’dı.
Tuncay ve Cihat yaptığı kirli işler açığa çıkmasındansa babamı, annemi ve beni yakmıştı.
İyi ama bu iddianame burada ne arıyordu? Savcı bu kadar eminse şimdi niye Tuncay dışarıda geziyordu. Tuncay her şeyin başlangıcı olan insandı ve onunla bitmeden, bu iş çözülmeyecekti. İnsanın kendi kardeşine böyle bir şey yapmasını beklemediğimden öylece kalakaldım. Nefesim düzene girene kadar iç çekerek ağladım. Tam tamam düzeldim desem yine bütün olanlar yaşananlar aklıma geliyor ağlamam durmuyordu.
Gözyaşlarım akarken nefes aldım ve kafamı kaldırıp önce dedeme baktım, gördüklerimi ve okuduklarımı reddettim kafamı iki yana salladım tekrar yutkundum.
“Yalan söylüyorsunuz.” Dedim sadece sesim zor çıkmıştı. Kafamı bir daha salladım birkaç kez hıçkırdım.
Oğuz merakla kutuya yaklaştı içindekilere uzanmaya çalıştı, kutuyu ondan çektim babasıydı bunlar delil sayılabilirdi, onları benden almak isteyebilir, zarar verebilir yırtabilirdi.
“Yalan söylüyorsun.” Kalkmaya çalıştığımda önce sendeledim asıl boğazına sarılmam gereken bu yaşlı adamdı.
Bu sefer sesim giderek yükseldi yıllardır susan duygular bir anda dışarı fırladı. Dedem, yıllardır gerçeği saklayan, bir caniyle, bir katille aynı sıralarda yer alıyordu. Tekrar dedeme doğru atıldığımda Oğuz beni ona yaklaştırmadı ama “Sen nasıl beni annemin babamın katiliyle aynı sofraya oturtursun?” Diye bağırdığımda beni tutan eli gevşedi, sesim çıldıran bir fırtına gibi kulaklarımda yankılandı. İçimdeki öfke ve acı, hepsi birleşip bir tek cümlede patladı. “Oğlun oğlunu öldürmüş bunca yıl nasıl sakladın?”
Bütün o yılların yalanları, saklanan gerçekler, bana gösterilen sevgi, bir anda değersizleşti. O kadar derin bir hayal kırıklığı vardı ki, her şeyin gerçek anlamını kaybettiğini düşündüm.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 5.87k Okunma |
1.07k Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |