31. Bölüm

Tutunamıyorum

Fâhte
faahte

“Bazen bir ölüm, yalnızca bir son değil, yıllar sonra başlayacak bir arayışın ilk işaretidir.”

-Bu bölümün şarkısı Tan Taşçı- Tutunamıyorum-

İlk adımı ben attım; arabanın üstünden bir avuç kar aldım, elimde sıktım.

Minik bir kar topu yapıp Eymen'e doğru fırlattım.

Kar topu tam göğsüne çarptı.

Eymen önce şaşkınlıkla bakakaldı, sonra gözlerinde o tanıdık kıvılcım belirdi.

Gülerek eğildi, elleriyle karı toparlamaya başladı. “Bak,” dedi, sesi ciddi ama yüzü gülüyordu, “Sana bir dakika veriyorum cephaneni hazırla. Sonra yok gücümüz eşit değil, yok şu, yok bu... anlamam.” Parmağını sallayarak beni uyardı, sonra da başını öne eğip hızla kar toplamaya koyuldu.

Gözlerimi büyüterek, dramatik bir şekilde elimi kalbime götürdüm.

“Bu ne acımasız bir savaş ilanı!” dedim gülerek.

Eymen, kar topunu avuçlarının arasında daha da sıkıştırıp göz kırptı.

“Kar savaşında merhamet yoktur Rana Hanım. Bir dakikan var, başlıyorum saymaya!”

Geriye doğru birkaç adım attı, elleri ceplerinde, sahte bir ciddiyetle etrafı izliyordu.

Ben de hızlıca arabanın arkasına çömeldim, iki elimle karları toparlamaya başladım.

Avuç içlerim soğuktan kızarırken, zamanla yarışıyordum.

Eymen yavaş yavaş yaklaşarak, kısık bir sesle sayı sayıyordu.

“Beş... dört... üç... iki... bir... Veee savaş başladı!”

İlk kar topunu hafifçe fırlattı.

Ben son anda eğilerek kurtuldum, kahkahalarla başka bir arabanın arkasına sığındım.

Kar topu arabaya çarpıp patladı, beyaz tozlar havaya karıştı.

Eymen, attığı kar topunun boşa gitmesine kahkahayla karşılık verdi.

“Kaçamazsın, teslim ol!” diye bağırdı.

Ben kafamı arabanın arkasından hafifçe uzattım, göz göze geldik.

“Hem kaçacağım hem de seni yeneceğim!” dedim.

Kendi yaptığım kar topunu hemen fırlattım, Eymen son anda yana sıyrıldı.

“İşte böyle olmaz ama,” dedi alaycı bir sesle.

Adımlarını hızlandırarak başka bir arabanın yanına geçti.

İkimiz de arabaları siper yapmış, köşe kapmaca oynuyorduk.

Nefes alışlarımız hızlanmış, ellerimiz iyice üşümüş ama yüzümüzdeki gülümseme hiç eksilmemişti.

Bir an yaklaştığını fark ettim, kaçacak başka yerim kalmamıştı.

Karı hızlıca avuçlayıp gelişi güzel Eymen'e doğru savurdum.

Üstüne yağan kar parçacıklarıyla gülerek geriye çekildi.

“Bu ne? Kardan çığ mı indirmeye çalışıyorsun?” dedi.

O sırada bana doğru iki kar topunu art arda attı, biri dizime biri omzuma çarptı.

Çığlık atıp kahkahayla uzaklaştım o sırada daha kaldırımda sadece yer yer ayak izi olan kardan ayağım kayınca kendimi yerde buldum.

Birkaç saniye boyunca yerde hareketsiz kaldım, karla kaplı zemin vücudumun her yerini soğukla sararken, etrafımda sessizlik vardı.

Eymen birkaç adım attı, ardından yavaşça yere çöktü, gülerek başımı kaldırdı. “İyi misin?” dedi.

Gözlerimi kısarak, hafifçe gülümsedim. “Evet.” Ona doğru hafifçe uzandım, ama hemen toparlanmak için hareket ettim. Eymen, ellerini karın içine sokup beni nazikçe kaldırmaya çalıştı, ama gözlerinde o tanıdık eğlenceli ifade kaybolmamıştı. “Gerçekten iyi misin?” diye sordu, ama bu sefer gülümsemesi daha sakin ve dikkatliydi.

Hızla karı avuçladım ve Eymen’e doğru fırlattım. Kar topu, tam yüzüne çarptı.

Eymen önce şaşkın bir şekilde bana baktı, ama ben durmadım. Gözlerimdeki kararlılıkla, ona başka bir kar topu fırlattım, bu sefer yanından sıyrılıp kayboldu. “Savaş bitti,” dedim ve keyifle geri çekildim.

Göz göze geldiğimiz an, kar taneleri yavaş yavaş üzerimize düşüyordu. “Yenildin.” Dedim. Hemen kafasını salladı ona verdiğim kırmızı bere kafasından düştü, berenin düşüşünü izlerken “Yenildim.” Dedi.

Artık üşüdüğümüz için eve çıktık. Sıcak bir kahve yaptım onları içerken dün ulaştığım adli tıp raporunu ve daha önce arşivden aldığımı Eymen’e göstermiştim.

Oğuz'u düşünmeden edemiyordum. Ona ulaşmam gerekiyordu. Derin bir nefes alıp telefonumu aldım ve Oğuz'un numarasını çevirdim.

Çaldı... Birkaç saniye sonra Oğuz'un sesi geldi. “Alo? Rana abla?”

İçimde garip bir sıcaklık yayıldı. O artık sadece bir akraba değildi; benim kardeşimdi. Ama o bunu henüz bilmiyordu.

Sesimi olabildiğince normal tutmaya çalışarak cevap verdim. “Merhaba Oğuz. Nasılsın?”

“İyiyim, evdeyim işte, kar yüzünden evdeyim,” dedi, sesi biraz sıkılmış gibiydi. Bir an duraksadım. İçimde ona her şeyi anlatmak, “Sen benim kardeşimsin,” demek istedim. Ama doğru zaman değildi. Telefonun diğer ucunda, hayatından habersiz küçük bir çocuk gibi konuşuyordu.

“İyi ki aradın,” dedi Oğuz. “Seni aramak istedim ama çok utanıyorum.” Telefonu daha sıkı tuttum, sanki yanımdaymış gibi.

Yumuşak bir sesle, “Oğuz,” dedim. “Bunda senin utanacağın hiçbir şey yok. Hiçbir şey.”

Oğuz bir şey demedi. Sessizliği, içini dökemeyen bir çocuğun sessizliğiydi. “Sen hiçbir yanlış yapmadın,” diye fısıldadım. “Ne olursa olsun, benim için değişmeyeceksin hatta hayatımda farklı bir yerin var.”

Gözlerimi kapattım. İçimdeki bütün kırgınlıklar, geçmişin yükü, bir anlığına bile olsa hafifledi.

“Yollar açılınca bana gelebilirsin. Seni görmüş olurum.” Dedim bunu söylerken heyecanlanmıştım. Telefonun ucunda hafif bir gülüş duyuldu. “Haberleşiriz.”

O an anladım ki, geçmişin karanlığı ne kadar büyük olursa olsun, sevgiyle aralanabilecek kapılar hâlâ vardı. Oğuz’u hiçbir şey için suçlamıyordum; zaten onun suçlu olduğu bir taraf yoktu.

Gerçekleri bir gün öğrenince, acaba bana nasıl bakacaktı?

Telefonu kapattıktan sonra bir süre öylece kaldım.

Sessizliği Eymen bozdu cebinden telefonunu çıkararak bir şeyler arattı.

Sonra bana ekranı uzattı. “Bak,” dedi. “O zamanlar raporu yazan doktor... Şu anda adli tıp kurumunda üst düzey bir pozisyonda.”

Ekrana baktım. Doktorun ismi ve şimdiki görevi yazıyordu.

İçimde tuhaf bir his oluştu. Sert bir şekilde gülümsedim ve başımı salladım.

“Mükâfatını almış,” dedim sessizce.

Eymen başını eğip bana baktı, ne demek istediğimi anlamıştı.

Bazı gerçeklerin üzeri örtüldüğünde, ödül bazen terfi oluyordu.

“Bir şey daha var,” dedim tereddütle. “Sana henüz anlatmadım.”

Eymen dikkatle dinliyordu. “Babamın günlüğünde bir isim geçiyor,” dedim. “Banu.”

“Kim o?” diye sordu.

Bir an duraksadım. “Tuncay’ın sekreteri,” dedim. “Ama günlüğe göre... Banu aslında çok daha fazlası. Kalemi sanırım annemler kaybolduğunda o gece adliyede yanımdaydı. Babam ona çok güveniyordu.”

Elini çenesine koyup bir an duraksadı.

“İstersen bir iki soruştururum,” dedi. “Şu anda ne yapıyor, nerede... öğrenebiliriz.”

Zaman geçmişti, insanlar yollarına devam etmişti… ama bazı izler hâlâ bizimle kalmıştı.

“Bir şeyi merak ediyorum,” dedi. “Oğuz'un nasıl Tuncay’ın eline geçtiği... Tuncay’ın bunu nasıl başardığını merak ediyorum,” diye devam etti Eymen. “Oğuz’u, yeni doğmuş bir bebeği dedene ne söyleyerek kabul ettirdi?”

Tuncay’ın bu işin içinde nasıl bu kadar rahat hareket edebildiğini çözmek zordu. Ama, bir şey vardı…

Eymen’in sorusu tam da düşündüğüm gibi, her şeyin çözülmesi için anahtarı bulmama yaklaştırıyordu.

“Benim dedem...” dedim, bir an tereddütle. “bu konuda mutlaka bir şeyler biliyor olmalı. Bir şekilde bilmesi gerekiyor,” dedim.

Eymen, düşünceli bir şekilde başını salladı, ama gözlerinde bir belirsizlik vardı. “İkisi arasında işler nasıl dönüyor bilmem, o dönemlerde Tuncay’ın babasıyla olan ilişkisi neydi nasıldı bilmiyorum ama şu an deden Tuncay’ı sattı. Bence tek bildiği bunlar değil ve içini rahatlatır mıyım yoksa daha mı karartırım bilmiyorum ama…” dedikten sonra söyleyip söylememek arasında kaldı yüzüme baktı. “Önce babanı sonra anneni Tuncay öldürmüş olsa neden kardeşini alıp kendi çocuğu gibi baksın?”

O an, hem içimdeki belirsizliklerin yavaşça çözülmeye başladığını hem de geçmişin o karanlık köşelerinden birer birer aydınlanmaya başladığını hissettim.

Eymen, gözlerini bana dikerek yavaşça konuştu. “Rana, senin için ne kadar zor olsa da hukuki olarak her şeyin netleşmesi gerekiyor. Hâlâ Oğuz’dan nasıl haberin oldu bilmiyorum ama emin olmak için test yaptır ve bunu hukuken kanıtlarsak annenin adli tıp raporunu kanıtlamakla kalmayız babanın raporunu geçersiz kılar soruşturmanın doktorlardan tut olay yer incelemeye kadar herkes yeniden sorgulanır.”

“Eymen,” dedim, bir an tereddütle. “Bunu yapmak zor, çok zor.” Her şey Oğuz’un kardeşim olduğunu kanıtlamaktan geçiyordu ama sorun buydu ben yalnızlığa alışmıştım

Oğuz'u nasıl bu kadar net bir şekilde test ettirip, her şeyi hukuka uygun yapabilirim?” kafamı iki yana salladım, “Ama... eğer Oğuz bunu kabul etmezse? Yani, eğer Tuncay’a olan bağlılığından vazgeçmezse.”

Eymen, sakin ama kararlı bir şekilde başını salladı. “Oğuz'a dürüst olman gerektiğini düşünüyorum. Bu onun hakkı ve kararını kendisi verir.”

Bunlar, içimde kaynayan bir öfke ve kararsızlıkla harmanlanmıştı.

Bir süre sustum, Eymen’in söylediklerini sindirmeye çalıştım. Oğuz’un hayatındaki bu belirsizliğin hem onun hem de benim hayatımı nasıl şekillendireceğini bir türlü tahmin edemiyordum. Sonra, derin bir nefes alarak başımı eğdim. “Oğuz gerçekten kardeşim çıkarsa o…” masanın üstündeki adli tıp raporunu gösterdim. “Yalan çıkınca babamınki de gerçekliği yansıtmayacak ne bir fotoğraf ne başka bir şey görmeden inanmayacağım ve tekrar en başa bilinmeze döneceğim. Elim boş katil yok. Ölen öldüğüyle kaldı sebebi yok. Ortada bizden çalınan bir yirmi yıl var.”

“Bu raporun gerçekliği de tek başına her şeyi kanıtlamaz. Ama bu, gerçeği ortaya çıkarmanın ilk adımı,” dedi.

“Gerçek,” dedim, içimden yükselen bir öfkeyle. “Hangi gerçek? Eğer bu test ve bu rapor bile beni Oğuz’a bağlamıyorsa, eğer her şey bir yalanla örtülmüşse neyi kanıtlıyoruz? Babam öldü, annem öldü, ama geriye kalan bir boşluk var. Oğuz'un hayatı, Tuncay'ın ellerinde bir oyuncak mıydı? Bu boşlukta ne bulacağız? Çete gibi çalışmışlar nedeni belli değil. Neyin altına baksam bir şey çıkıyor.”

Eymen gözlerini sıkıca kapadı, düşüncelerini toparlarken. “Belki de en büyük sorun, senin geçmişi ve Oğuz’un geçmişini birlikte, aynı anda temizlemeye çalışmak. Sırasıyla önce annen ve babanın neden öldürüldüğü, sonrasında senin neden bir gecede buradan gönderildiğin hatta bunun öncesinde neden tanıdığın bir yüzle ama hiç tanımadığın bir kadınla gittiğin mevzuları öncelikli. Sıranın en sonunda Oğuz var.”

Eymen’in söyledikleri içimdeki belirsizliğe yeni bir boyut ekledi. Her şey birbirine bağlıydı ve hepsi de tek bir anahtarı bekliyordu: doğru zaman. “Senin de dediğin gibi,” dedim, yavaşça. “Her şey bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı.”

Eymen başını sallayarak onayladı. Sesindeki kararlılık duyduğum her kelimeden daha netti. “Rana,” dedi, derin bir nefes alarak, “Her şey senin hayatındaki boşluklardan, kayıplardan başlıyor. Annen ve babanın öldürülmesinin ardındaki gerçekleri çözmek, senin buradan gönderilmenin nedenlerini öğrenmek, her şeyin temelini oluşturacak. Sonra, sıra Oğuz’a gelecek.”

Adli Tıp Kurumu'nun gri cephesi önümüzde bir duvar gibi yükseliyordu. Eymen, gözlerini binaya çevirdikten sonra yavaşça bana döndü. Sesinde hem kararlılık hem de bir parça endişe vardı.

“Rana,” dedi. “Hazır mısın?”

Başımı hafifçe salladım. Hazır olup olmamamın artık bir önemi yoktu. Gerçek, tüm çıplaklığıyla oradaydı ve yüzleşmek zorundaydım.

Elimde dosyaların bir kopyası yanımda Eymen, gelecek bir savcı ve tanımadığım bir hâkimin gelmesini beklemeden koridorlardan geçtik. Bilmediğim bir yer tanımadığım insanlardan oluşan bir yerdeydim.

İçeri girerken ayak seslerimiz koridorda yankılandı. Asansör yerine merdiven kullandık bana çok uzun geldi bu süre. Bir kapının önüne geldiğimizde Doktor Ülkü Aslım adını Eymen kapıyı çalıp girene kadar dört kere okudum.

“Girebilir miyiz?” dedi Eymen’in sesi, içeriden yankılandı. Karşısındaki ses “Gel,” dedi kısaca.

İçeri girdiğimizde odayı hafif bir loşluk karşılamıştı. Masa düzenliydi ama köşelerde yığılmış dosyalar, duvardaki birkaç tablo, kitap raflarının dizilişi... her şey bir düzenin içinde, ama alışılmadık bir biçimdeydi. O an onu ilk kez gördüm.

Kalkıp bize doğru yöneldi. Gözleri bir doktordan beklenmeyecek kadar yumuşaktı ama duruşunda sorgulanamaz bir disiplin vardı. Eymen hâlâ aynı mesafedeydi ama onda bile dikkatli bir duruş vardı. Fazla düz, fazla kontrollü. Ama hayat bize düz yollarla gelmiyordu, bilirdim.

Birkaç saniye sessizlik oldu. Göz göze geldiklerinde Eymen’in yüzünde belli belirsiz bir dikkat belirdi. “Ülkü… tanıştırayım,” dedi, bana dönerek. “Bu Rana.”

Sonra Ülkü’ye baktı, gözlerinde biraz resmiyet, biraz da ölçülü bir yakınlık vardı.

Eymen’in beni tanıtma biçimi kısa ama kesindi. Sanki içeri girdiğimiz andan beri görünmeyen bir mesafeyi adımlarla değil, kelimelerle kapatmaya çalışıyordu.

“Memnun oldum,” dedim, sesi olabildiğince nötr tutarak.

“Ben de.” dedi.

Bana, geçmişte Eymen'in tanıdığı bir kadından daha fazlası gibi geldi. Belki bir zamanlar kıyısından dönülen bir ihtimal. Belki sadece zamansız bir dostluk. Ama bir şey vardı.

“Nasılsınız?” diye sordu Ülkü.

Sorunun hedefi ikimizdi ama gözleri önce Eymen’e, sonra bana kaydı. “İyiyiz,” dedim, ama kelimeler ağzımdan fazla hızlı çıktı. Biraz fazla net, biraz fazla hızlı. İçimdeki kıskançlıkla harmanlanmış bir şekilde.

Ülkü beni gözlerken hafifçe gülümsedi. “İyi duyduğuma sevindim.”

Eymen, hala temkinli bir şekilde otururken, Ülkü oturacakken yanındaki sandalyeyi gösterdi. “Rahat edin, lütfen,” dedi.

Ben de gözlerimi Eymen’e çevirdim. Sandalyeyi itti ve yanına oturdum. Ama biraz aralıklı oturdum, biraz fazla dikkatli. Oda birdenbire sıkışmış gibi geldi.

Ülkü sandalyeyi çekip oturduğunda, “Ne içersiniz?” diye sordu sesi yine yumuşak ama oldukça mesafeli bir tınıda.

Eymen, gözlerini Ülkü’ye yönlendirdi, sonra bana döndü. Gözlerinde bir rahatlık vardı ama bir yandan da beni test eder gibi bir bakış vardı.

“Bir su alabilirim,” dedim, sesimi biraz daha sakinleştirerek.

Ülkü bir an duraksadı, sonra başını hafifçe eğdi. “Size sade Türk kahvesi değil mi, savcım?” dedi Eymen’e doğru.

Gözlerim bir anda Eymen’in üzerinde kaydı. “Nereden tanışıyorsunuz?” diye sordum, sesimde farkında olmadan bir merak belirerek gözlerim hala Eymen’deydi ama zihnim, biraz daha fazla bilgiye aç bir şekilde Ülkü’nün her hareketini takip ediyordu.

O an, kapı sert bir şekilde çaldı. Herkesin başı o yöne döndü, ardından kapı yavaşça açıldı. Yiğit, başını hafifçe eğip odaya adımını attı. Gözleri odadaki üç kişiyi taradı ve ardından sakin bir şekilde, gülümsedi. O anda, Ülkü’nün gözleri, Yiğit’in girmesiyle bir anda daha dikkatli bir hale geldi. Bu anı dikkatle izleyen ben, her şeyin daha da karmaşıklaştığını hissedebiliyordum.

Yiğit, Ülkü’ye doğru yöneldi ve ona küçük bir baş selamı verdi. “Naber?” diye sordu, sesinde çok fazla rahatlık ve samimiyet vardı. Ülkü, hafifçe gülümsedi “İyi,” dedi “Sen nasılsın?”

Yiğit, ellerini cebine sokarak biraz daha geriye yaslandı. “İyiyim,” dedi sonra başını hafifçe eğerek bana yöneldi. “Burası pek hareketliymiş,” diye ekledi ve karşımıza oturdu. “Sen nasılsın Rana?” dedi, “Duydum ki birkaç hafta hareketli geçmiş.”

Son cümlesini söylerken hafifçe gülümsedi. “Gerçi sende olay hiç eksik olmazdı, değil mi?” Geçmişten bir iz taşıyordu sesi. Demek o da hatırlıyordu.

“Geçmiş olsun.” Dediğinde kafamı salladım niyeti kötü değildi.

O an Eymen hafifçe yerinden doğruldu, bakışlarını önce Ülkü’ye, sonra Yiğit’e çevirdi.

“Siz tanışıyorsunuz zaten ama… bir ek yapayım,” dedi sonra bana döndü. “Yiğit, Ülkü’nün nişanlısı.” Gözlerim bir anda Yiğit’le Ülkü arasında gidip geldi. Boğazıma bir şey düğümlendi. Sonra, bunun ne kadar anlamsız ve yakışıksız olduğunu düşününce yüzümde istemsiz bir sıcaklık hissettim. Kendi içimde utandım. Hem ondan hem kendimden. Resmen aralarında bir şey olduğunu düşünüyordum.

Eymen’e belli etmemeye çalışarak gözlerimi kaçırdım, ellerimi dizlerimin üzerinde kenetledim. Gülümsemeye çalıştım ama ne kadar başarabildim, bilmiyorum.

Tam o sırada gözüm Yiğit’e kaydı. Bakışları üzerimdeydi. Yüzünde hafif bir şaşkınlık vardı, sanki tepkimi okumuştu ya da hissettiklerimin ucunu yakalamış gibiydi. Göz göze gelmemiz bir saniyeden uzun sürmedi ama o saniye, içimde bir şeyleri yüzeye çıkardı.

Sonra bakışlarını tekrar bana çevirdi. “Uzun zaman oldu, değil mi?” dedi.

“Evet…” dedim sadece, kelimeler boğazıma düğümlenmişti. “Baya oldu en son Eymen yüzünden çalıntı araçla aranıyordun.” Dediğinde kendi kendine gülmüştü.

Ülkü, ikimizin arasında geçen bu kısa diyalogda çok şey olduğunu hissetmiş gibi başını hafifçe yana çevirdi. “Siz nereden tanışıyorsunuz?”

Yiğit, eliyle işaret verdiğinde anlatmak istediğim kadarını Ülkü’ye aktardım. “Eymen’in odasında bir yanlış anlaşılma sonucunda tanıştık, sonra.” Dedim ve önce yanımda oturan Eymen’e döndüm sonra Yiğit’e baktım. “Arama kararım vardı.” Dediğimde Eymen “Ben çıkarttırdım.” Dedi ve omuzlarını silkti. “Bizim işler biraz karışık Ülkü.” Diye devam etti.

Ülkü’nün kafasında bir şeyler şekillenmeye başlamıştı. Bakışlarını bir an için benden, Yiğit’e çevirdi. Yiğit, hafifçe omuzlarını silkerek cevap verdi bakışları, her şeyi çözmeye çalışan birinin dikkatli ve derin gözlemleriyle bizim aramızda gidip geliyordu.

Ülkü, gözlerini bir an için bizden alıp odanın her köşesine bakarken, nihayet sözünü söyledi.

“Başlayalım mı?” dedi, sesi daha net ve odaklanmıştı.

İçimdeki huzursuzlukla sehpanın üzerine bıraktığım dosyayı açtım. Ellerim biraz titriyor, biraz zorlanıyordu ama raporları bir şekilde Ülkü’ye uzatmam gerekti.

Sesimi olabildiğince sakin tutmaya çalışarak “Burada dört adet farklı rapor var.” Dediğimde Eymen elime uzandı.

Ülkü, dosyayı eline alıp hızlıca gözden geçirmeye başladı. Yüzündeki ifade, dikkatli ama kayıtsız bir şekilde raporlara odaklanmıştı. Birkaç saniye boyunca hiç konuşmadan sayfaları çevirdi, her sayfada birkaç kelime okuduktan sonra kafasını kaldırarak bana bakmaya başladı.

Ülkü’nün bakışları raporların üzerinde gezdikçe, içimdeki gerginlik daha da arttı. Sessizliğin içinde her kelimenin, her cümlenin anlamı daha ağırlaşıyor gibiydi. Eymen, yanımda bir adım daha yaklaşıp dosyayı elimden alırken, ben de nefesimi tutarak Ülkü'nün tepkisini bekliyordum.

Gözlerini kaldırıp bana baktı, ardından Eymen’e, gözlerini bizden ayırmadan konuştu. “Bu, bambaşka bir şeyin başlangıcı olabilir,” dedi, tonda bir belirsizlik vardı. “Ama hangi yöne gideriz, o da belli değil.”

Birden, odadaki tüm hava değişti. O an ne düşündüğümü ne de hissettiğimi anlayabiliyordum. Ama hiçbir şey söyleyemedim.

Ülkü, gözlerini tekrar raporlara çevirdi, bu sefer daha derinlemesine bir inceleme yapıyordu. Sayfalar arasında gezinen parmakları, bir anlam bulma çabası gibi görünüyordu. Birkaç dakika daha geçti, sessizlik her geçen an daha da yoğunlaşıyordu.

“Yazılmak için yazılmış raporlar.” Dedi sertçe. İlk cümlesi bu oldu. Eliyle açık kağıtları gösterdi sonra direkt gözlerimin içine baktı, “Olay yerinde keşif yaparız. İlk bulguları savcıya iletiriz.” Ülkü, sesini yavaşlatarak devam etti. (Keşif, bir adli olayın nasıl meydana geldiğini anlamak için yapılan incelemedir.) “Keşif sırasında, olay yerindeki her şeyin yeri değiştirilmeyip fotoğrafları çekilir, krokisi yapılır en sonunda tutanak tutulur. Eğer bir otopsi gerekirse, keşif sonunda bu belirtilmesi gerekir.”

“Her şey, mümkün olan en doğru şekilde kaydedilir. Keşif sırasında bulgular çok önemli; kan lekeleri, biyolojik izler, kıllar... Bunlar laboratuvara gönderilmeli.” Tekrar kağıtlara bakıp kafasını kaldırdı. “Rana bunların hiçbiri yapılmamış, neden kimse doğrusunu istememiş?” dediğinde bu kez baktığı kişiler Eymen ve Yiğit oldu. “Neden davaya bakan savcı bunları atlamış?” Ülkü’nün gözleri, sorgulayan bir şekilde Eymen ve Yiğit’in üzerinde gezdi. Sözleri, oda içinde keskin bir şekilde yankılandı. “Asli gibidir ibaresi var ama asli olan hiçbir şey yok diyebilirim. Beril Hanım için konuşacağım önce.” Dediğinde nefesimi tuttum.

“Ası adı verdiğimiz intihar vakalarında önceliğimiz kişinin kendini öldürmesidir birinin buna sebebiyet vermesi üzerinden değerlendirmeyiz. Cinayet gözüyle bakılmaz. Bu tür vakalarda her şey incelenir, tavan yüksekliği, ipin geçirilmesi bağlanması, neye çıkarak intihar eylemi gerçekleştirilmiş onlara bakarız. Boyun cildinde oluşan hasar ip kalınlığı aklına gelebilecek her şeye bakılmalı.” Dedi.

“Ama yapılmamış.” Dedim karşılığında kaç kere okumuştum raporu, annemin ölümü intihar diye öylesine yazılmış hikayeden uydurma bir şeyle kapatılmıştı. “Yapılmamış, fotoğraflara ulaşamadınız mı?”

Ülkü'nün sesindeki sertlik, odadaki havayı daha da ağırlaştırıyordu. İçimdeki öfke ve umutsuzluk birbirine karışmıştı.

Ülkü, derin bir nefes aldı, bir süre sessiz kaldı. Ardından, konuşmasını sürdürebilmek için toparlanarak, “Evet, fotoğraflara ulaşılmamış. Ama bu sadece bir parçası, eksik olan birçok şey var. Olayın incelenmesi gereken yönleri atlanmış ve bu, başlı başına bir kayıp. O zaman doğru değerlendirme nasıl yapılacak?”

Bir an için kimse ne söyleyeceğini bilmez gibi sessizdi. Yiğit’in ise yüzü, hiç olmadığı kadar kararmıştı, ama ağzından tek bir kelime bile çıkmıyordu. Ülkü, durumu anlatırken, her şeyin ne kadar önemli olduğunu vurgulayan bir yavaşlıkla konuşuyordu.

“Diğer rapora gelince kadının yaş aralığı gebe kalmak için uygunsa buna da bakarız atlamayız. Tam otopsi yaparız yanımızda gerekirse bir doğum uzmanı olur, yeni sonlanmış bir gebelik varsa sebebinin ne olduğuna bakarız. Toksikolojik ve histopatolojik iki önemli husus var.” Artık ona nasıl bakıyorsam bir süre duraksadı devam etmek için kafasını salladı ama etmesini istemedim.

Bana çıkış yolu olmadığını söylüyordu resmen. Onlar öleli yirmi yıl olmuştu ölümlerinin peşine düşen olmadığı için kimse işini doğru dürüst yapmamıştı.

Ülkü’nün sessizce ve soğukkanlılıkla ortaya koyduğu gerçekler beni adım adım uçuruma sürüklüyordu.

Yerimde kıpırdandım, Eymen’in elini çekmek zorunda kaldım. Başımda bir ağrı oluştu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Ülkü'nün söyledikleri, bana bilmediğim şeyleri anlatmakla kalmamış, yapılması gerekenleri de ortaya koymuştu. Ama bunun bir önemi yoktu. Bu yoldan dönülür müydü? Bunu bana anlatmalıydı.

Ayağa kalktım, bir şey demeden odanın içindeki her şeye bakmaya başladım. Her şey çok fazla, çok karışıktı. Ne hissettiğimi bile bilmiyordum, ama içimde bir şeyler çırpınıyor gibiydi.

Ülkü’nün masasına doğru eğilip anneme ait iki raporu elime aldım. Farklı gördüğüm ne varsa sormaya başladım. “Doğumun orijini? Bu ifadeyi açar mısınız?” dedim. Ayakta duruyordum odada adımlamaya başladım.

“Orijin, yani doğumun başlangıç nedeni. Spontan mıydı, bir zorlanmayla mı gerçekleşti, kürtaj mıydı, doğum eylemi mi tamamdı... Bunları anlamamız gerekiyor. Ayrıca iç ve dış genital bölgede lezyonlar incelenmiş. Zorlamaya dair kesin kanıt yok ama dış travma şüphesi mevcut.” (Orijin: akla gelen ilk durum, sebep.)

“Zorlama olabilir mi?” diye sordu Eymen, Ülkü kafasını bilmiyorum dercesine salladı. “Toksikolojik incelemede eğer uterus kasılmasını tetikleyecek ilaçlar çıkarsa bu ihtimal güçlenebilir.”

“Ya bebek yaşasaydı?” diye sordum. Ülkü derin bir nefes alarak düşünürken Yiğit ilk defa bir şey söyledi. “Eğer gebelik 28. haftayı geçtiyse, yasal olarak da farklı yükümlülükler doğar.”

“Yani?” dediğimde Eymen’e bakıyordum. “Eğer canlı doğum gerçekleştiyse ve bu belgelenmemişse, o çocuk kayıp sayılır. Ve o doğum, planlı bir saklama ya da kaçırma amacıyla gerçekleştirilirse... cinayetle bağlantılı olur.”

“Çocuk kayıp ve birisi cinayetle bağlantısı olmasın diye adli tıp raporunu değiştiriyor.” Söylemesi benim için çok zordu ama ağzımdan çıktı duraksamadım bile bahsettiğim kişinin annem ve Oğuz olduğunda inanmam çok zor geliyordu. “Buradan dönülür mü? Bir şey kanıtlar mıyım?”

“Çok karmaşık bir durum. Ne yazık ki, elimizde kesin bir bilgi yok. Net bir şey söylemek çok zor. Ben sadece olması gerekeni söyleyebilirim. Söylediklerim sadece varsayım Rana hiçbir şeyi değiştiremem.” Ülkü’nün yüzündeki ifadeyi görebiliyordum. Bana acıyordu.

“Bu konu insan ticaretine kadar gidebilir. Kaybolan bir bebek dahil olsa birey olarak bakarız ama ortada kaybolan bir bebek yok” Dedi Yiğit.

Daha neler duyacaktım. Cevap veremedim. “Bir dur... Bir dur,” diye mırıldandım nefesimi bıraktığımda Eymen’in kalkıp yanıma geldiğini gördüm. “Otur şöyle.”

“Bunu kaldıramıyorum…” dedim, sesi titreyerek. Nereden bulduklarını bilmediğim bir şişe Eymen tarafından uzatıldı. “Bir yudum al, biraz rahatla. Sakinleşmeni istiyorum, Rana,” dedi, ama onun sesinden bile bunların bir sonu olmadığını anlıyordum.

“Ortada bir bebek var.” Cümlemin ağırlığı, odadaki havayı bir anda değiştiriyordu. Başımı kaldırıp Yiğit’e baktım. “Var,” dedim ve hemen sonra Eymen’in gözlerine bakarak söyledim. “Bunu kanıtlarsam? Bebeğin yaşadığını ve kardeşim olduğunu kanıtlarsam ne olur?”

Bu, sadece kayıp bir çocuk olayı değil, çok daha büyük bir şeyin başlangıcı olabilir.”

Ülkü sessizdi, ama gözleri endişeyle bana bakıyordu. O anda içimden bir şey kopmak üzereydi. Hangi adımı atmam gerektiğini bilmiyordum, ama bildiğim tek şey, her şeyin çok karmaşık olduğuydu. Kanıtlar, belgeler, olasılıklar… Bunların hepsi sanki koca bir bulmacanın parçasıydı ve her bir parça yerinden kayıyordu.

Yiğit sonunda konuştu, sesi sert ama bir o kadar da kararlıydı. “Eğer bunu kanıtlarsan, o zaman sorumluluk her yöne dağılacak. Bu, sadece kaybolmuş bir çocuğun bulunması değil. Bu, suçla bağlantılı bir soruşturma, belki de bir suç örgütüyle yüzleşmek demek.”

“Ne söylemeye çalışıyorsun sen?” diye sert çıktığımda elimden ne zaman alındığını bilmediğim kağıtları aradım. “Ortada bir örgüt var diye vaz mı geçeyim?”

Yiğit, gözlerini benden ayırmadan derin bir nefes aldı. “Hayır, Rana,” dedi, sesi sabırlı ama yine de kararlıydı. “Ama bu, kolay bir şey değil. Bu, sadece bir kayıp bebek vakası değil, koca bir bulmaca. Toprağı kazdıkça o gün orada olan savcısını, doktorunu, olay yeri memurunu, hatta önce bu adli tıp raporuna göz yuman akrabalarını sorgulaman gerekiyor.”

Kafam karışıktı, vücudumda bir boşluk hissi vardı. “O zaman, ne yapmam gerektiğini söyle,” dedim, biraz da öfkeyle. “Beni bu kadar zor durumda bırakmak, hiç kolay değil, Yiğit. Bu kadar karmaşık bir şeyin içinde boğulmamı mı istiyorsunuz?”

Eymen, sessizce araya girdi. “Herkesin endişesi ortak. Sana zarar vermek değil, Rana.”

“Kaç hâkim kaç savcı tanıyorsun burada? Kaç kişiye gözün kapalı güveniyorsun? Yirmi yıl önce bunları yapan adamlar şimdi neler yapıyorlardır düşünmüyor musun? Görmüyor musun, tek senin gücün yetmez bunları çözmeye bu işi bitirmeye!”

Yiğit'in bu sert çıkışı, odada bir an Eymen’in de ona karşı sert çıkmasına sebep oldu ama sözleri, içimde yankılanarak beni sarsmıştı. Gözlerimi Eymen'in, Ülkü'nün, sonra da Yiğit'in yüzüne çevirdim. Yavaşça içimden bir nefes alarak, gözlerimi kapattım.

“Çok haklısın.” Dedim yavaşça. Söyleyecek başka bir şeyim yoktu onlar olaya eşelenmemesi gereken her zaman gördükleri işlerinin bir parçası olarak görüyordu ama bu öyle değildi bu benim hayatımdı benden alınan yıllarımdı.

Yiğit derin bir nefes aldı, ama gözlerinde bir yumuşama vardı. “Rana, tek başına değilsin ama bu kadar büyük bir şeyin altına girmek kolay değil, bugün gel sen savcı ol yanında yine bizden başka yanındayız diyen çok az insan olacak. Herkesin ailesi var eşi var çocuğu var.” Dediğinde Ülkü’ye baktı çok kısa bir an. “Kimse balıklama atlamaz böyle bir işe.”

Tek başıma, bu kadar büyük bir yükün altına girebilir miydim? Ailem, kardeşim, bunlar hep bir araya gelip daha da karmaşıklaşacak mıydı? İsterdim ki her şey düzelsin, isterdim ki bir çıkış yolu bulayım. Ama her adımda, her kararımda, arkamda bu kadar ağır bir gölgeyle nasıl ilerleyebilirdim?

Bırakıp hayatıma devam edebilir miydim? Kim bu katil korkusuyla yaşayabilir miydim? Her adımımda peşimde olan bu insanlardan kaçabilir miydim?

“Sor.” dedi Yiğit, sesi keskin bir şekilde, her kelimesi ağır bir yüke sahipti irkilip kafamı kaldırdım. “Sor Rana, Eymen’e sor böyle bir davayı sana rağmen almak ister mi, sor.”

İçimdeki sessiz boşlukta, bu sorunun yankısı büyüdü. Eymen’in adının geçtiği bir dava… Herkesin güvenliği, hayatı, aileleri... Bunu gerçekten ister miydi? Kendi başını derde sokar mıydı?

“Senin arkadaşın değilim,” dedi Yiğit, sesindeki sertlik iyice belirginleşmişti. Ardından Eymen’e baktı. “Sevgilin değilim, beni ilgilendirmez zaten bunlar ama savcıyım ve sana olacakları hiçbir güzelleme yapmadan söylüyorum. İster mesleğimi say, güven ister abi olarak bir büyük olarak say. Bu iş seni, beni, bizi aşar.”

Eymen, hiç tereddüt etmeden araya girdi. “Yiğit yeter.”

O an, içimden bir şey kesildi. Eymen’in bu kadar sert bir şekilde müdahale etmesi, içinde bulunduğumuz durumun ne kadar geri dönülemez olabileceğini gösteriyordu.

Yiğit, Ülkü’nün uyarısından sonra bir an sessiz kaldı.

Eymen, derin bir nefes aldı ve gözlerinde bir kararlılık belirdi. “Bu işin sonu, senin söylediklerin gibi karanlık ve belirsiz değil. Eğer Rana istiyorsa, bu işi sonuna kadar araştırırız, ama tek başına değil.”

Gözlerini bana çevirdi ve “Birimizin kör kaldığını diğeri görür. Birlikte her şeyi çözebiliriz, yeter ki kararını ver,” dedi Eymen.

Yiğit kafasını iki yana salladı ve seslice ofladı. “Günü geldiğinde elimizde senin adli tıp raporun, arkanda bu adamı böyle belirsiz şu anki halinden kötü bir şekilde bıraktığını görmek yerine şimdiden önleyebileceksem, varsın bizim Eymen’le aramız kötü olsun.”

Yiğit’in gözlerinde hala bir öfke vardı ama artık daha fazla bir şey söylemeye gerek görmedi. Derin bir nefes alıp, kendini toparladı ve başını eğdi ağzından birkaç telafi sözcükleri çıktı ama ben ona bu konuda minnettardım. Gözümün açılmasında yardımcı olmuştu.

Eymen, sessizliğin bozulmasının ardından, her zamanki yumuşak sesiyle konuştu. “Bu işin sonu nerede biter, kimse bilmiyor ama doğru bildiğimiz yolda ilerlemekten başka şansımız yok.”

Ben de derin bir nefes alıp, gözlerimi Ülkü’ye çevirdim. “Tanıştığımıza memnun oldum, Ülkü,” dedim, gülümsedim. “Gerçekten, her şey bu kadar karmaşıkken, senin gibi biriyle tanışmak büyük bir şans. Yardımın çok değerli, teşekkür ederim.”

Boğazımdaki düğümle baş edemeyince ayağa kalktım. Çantama uzandım Ülkü gideceğimi anlayıp kağıtları toplayıp uzatınca aldım. Çıkarken ne Yiğit'e baktım ne Eymen’e. Sadece yürüdüm. Dışarı çıktığımda hava serindi karlar erimemiş ayağımın altında çıtırdıyordu rüzgâr yanaklarıma değdiğinde ancak fark ettim ne kadar sıcakladığımı içeride. Derin bir nefes aldım.

Eymen’in arabasının yanına yürüdüm. Ellerimi ceketimin cebine soktum, arabanın önünde dikildim. Eymen’i bekliyordum. Çok geçmeden binanın kapısında bir hareketlilik oldu geldiğini gördüm, uzaktan arabanın kapılarını açtı onu beklemeden bindim hava soğuktu zaten.

Eve geldikten sonra ilk işim birkaç zarf çıkartıp geç olmadan yazmam gerekenleri düşünmeye başlamak oldu.

Benim hiçbir zaman bir kardeşim yoktu bu yüzden bir kardeşe sahip olmak nasıldı bilmiyordum ona nasıl yaklaşırdım bilmiyordum. Nasıl davranırım bilmiyorum dertlerimiz asla farklı değildi ben ne kadar olayın merkezindeysem Oğuz da o kadar merkezindeydi. Belki ailemi tanımadığı için yoklukları ona o kadar koymuyordu ama ben yaşayamıyordum, bu kadar beceriksiz olmayı kaldıramıyordum.

Çok acı çekiyordum. Ruhsal bir acıydı. Evet yaşıyordum, evim ve arabam vardı hatta bir kardeşim bile vardı, en azından sevildiğime emin olduğum insanlar vardı ama yaşayamıyordum günün birinde bunlar bana, eşime ve çocuğuma yaşatılacak korkusuyla yaşayamazdım. Her güne uyanışım acı içindeydi. Her güne gözlerimi açtığım ilk beş saniye neler olduğu aklıma dolarken ruhum acı içindeydi. Her aynadan kendime baktığımda annemin benim yaşlarımdaki yüzü aklıma geliyordu o kadar benziyordum ki ona, yerine geçip ölmedim desem inanacaklar insanlar vardı. Çok benziyordum anneme. Kaderimiz benzemesindi tek dileğim ve isteğim buydu. Gerçekten katil bulunsaydı kim olduğunu bilsem yeterdi kimler olduğunu bulsam ve bilsem yeterdi artık tek derdim onlardan kendimi ailemi nasıl korurdum buydu, bilmiyorum ve bilinmezlik içerisinde çürüyordum.

Oğuz dünyaya nasıl, nerede gelmişti? Kaç kiloydu annem oğlunu görmüş müydü? Onu emzirebilmiş miydi? Kokusunu almış mıydı? Adını kim koymuştu? Oğuz nasıl amcasına oğlun diye verilmişti, bu kadar yıl başkasına nasıl baba demişti bazı geceler düşündüğümde ne midem alıyordu ne de kafam o kadar düşünüp hiçbir çıkış yolu bulamıyordum ki geceyi hep sarhoş sonlandırıyordum çünkü biliyordum ki bunu yapmazsam bir zamanlar dediğim gibi sabaha sağ çıkmazdım. Ne Eymen için ne Oğuz için sağ çıkamazdım biliyordum ki yaşamak zaten beni adım adım öldüren bir şeydi. Bu belirsizlik gitgide canıma kıyıyordu yavaş ve acı bir şekilde bunu hissediyordum ben tükeniyordum. Ben çok sevdiğim ailemi kendimce yaşattığım mesleğimi yapmıyordum. Ben daha avukat olamamıştım ama olduktan sonra okunuyorsa Avukat Rana Soner olarak tükeniyordum ve fazla vaktim kalmamıştı. Bazı anlar oluyor saatlerce düşünüp işin içinden çıkamıyorum kimse bilmiyor ama o geceyi ayık atlatamıyorum kimse bilmiyor ama düşünmeyi durduramazsam kendimi öldüreceğim. Yazdığım şey seni korkutmasın henüz o raddeye gelemedim ama hissediyorum bazen çok az kaldı. Aklıma geliyorsun sonra etten kemikten birisi diyorum ne farkımız var? Annem babam bir sıkımlık kurşuna gitmemiş mi o nasıl olacak?

Zamanın silgisi diyorum bu kez bizi es geçer mi?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 02.05.2025 00:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...