42. Bölüm

Yüreği Soğuyanın Savaşı Biter/Final/İlk Yarı

Fâhte
faahte

“Saçlarım tutuştu önce,

gözlerim yandı kavruldu.

Bir avuç kül oluverdim,

külüm havaya savruldu.”

Eymen sakinleştireceğini düşünerek arkasındaki memura döndü. “Su var mı?” diye seslendiği anda, bahçede konuşlanmış polislerden biri telsizle uğraşıyor, diğeri çevreyi kontrol ediyordu. Bir memur, Rana’nın solgun yüzüne bakarken gözlerini kıstı.

Herkes sıradan bir prosedürün içindeydi.

Sonra...

Keskin bir patlama sesi yankılandı. Bahçedeki kuşlar bir anda havalandı. Polislerden biri refleksle yere çöktü, diğeri silahını çekti.

Rana’nın bedeni bir anda sarsıldı. Eymen’in gözleri büyüdü. Önüne döndüğünde Rana’nın sendelediğini gördü. Bir şey olmuştu ve bunu anında anlayabildiği için pişman oldu.

“Rana!”

Eymen’in gözleri çevreyi taradı. Bir adam. Silah. Göz göze geldiler. Hemen tanıdı kim olduğunu; düğünde görmüştü.

Rana’nın dizleri çözüldü, gözleri boşluğa kaydı. Eymen bir adım attı, onu tuttu. Tam o anda ikinci kurşun sesi yankılandı bu kez daha yakın, daha keskin, daha ölümcüldü.

Rana’nın vücudu Eymen’in kollarında ağırlaştı.

“Rana, lütfen! Ambulans nerede?!”

Eymen Rana’yı yere yatırırken, gözleri çevreyi taradı. Silahına hemen uzanamadı hem Rana’nın başı hâlâ dizindeydi hem de elleriyle kanı durdurmaya çalışıyordu.

Ama o an, bir polis çoktan pozisyon almıştı ve karşılık verdiğinde saldırganı kolundan vurdu. Adam acıyla geri çekildiğinde silahı yere düştü ve yakalanmış oldu.

“Yaralı var! Kadın vuruldu!” diye bağırdı birisi.

İçeriden sesleri duyan Ahmet Savcı, kapıdan dışarı fırladığında gözleri bir anlığına dondu. Bahçede yerde yatan Rana, başında kanlı elleriyle çökmüş Eymen. Polisler çevreyi siper almış, biri hâlâ silahını saldırganın üzerine doğrultuyordu. Saldırganın kolu kan içindeydi, yere düşen silahı bir memur ayağıyla uzaklaştırıyordu.

Eymen’in yanına koştu, yüzünde derin bir endişe vardı.

“Hemen ambulans çağırın!”

Eymen, titreyen elleriyle Rana’nın başını hafifçe kaldırmaya çalıştı. Ahmet Savcı diz çökerek Rana’nın nabzını kontrol etti, hâlâ atıyordu.

Eymen, gözlerini Rana’dan ayıramıyor, her nefeste onunla konuşmaya çalışıyordu.

Günler sonra geldiğim apartmana giremeden durdum birkaç saniye. Bizim daire hariç genel olarak evlerin ışıkları yanıyordu.

Vaktim azdı. Hastaneye geri dönmek için yolda geçecek zamanı düşündüm ve adımlarımı binaya doğru hızlandırdım merdivenler ikişer üçer çıktım.

Kapının önündeyken üst kattan sesler geldi. Rana, torunları olan bir çiftin oturduğunu ve çocukla tanıştığını anlatmıştı onun dışında sadece girip çıkarken gördüğümde selamlaştığımız kişilerdi.

“Eymen Bey?” diyerek adım seslenildiğinde anahtarla kapıyı açmıştım.

Sesin sahibi merdiven boşluğundan bana doğru eğilmişti. Yukarıdan gelen loş ışığın altında yüzünü seçmekte zorlandım.

“Efendim?” dedim, vaktim yoktu. Vaktim yoktu Rana’nın yanına gitmeliydim.

Kadın birkaç basamak indi, elinde bir tabak vardı.

“Rahatsızlık verdim ama…”

Tamamen kadına döndüğümde kapıyı arkamdan çektim. Sabırsızca yerimde sallandığımda “Televizyonda gördük. Numaranız yoktu eve de gelmediniz. Rana Hanım iyi mi?”

Yutkundum. O an cevabım boğazımda takılı kaldı. İyi mi? Neye göre, kime göre?

“İyi olacak…” dedim, ama sanki kendime söylüyordum bunu.

Kadın başını hafifçe eğdi, tabağı uzattı.

“Bu sabah sardım. Belki yersiniz,” dedi.

Teşekkür bile edemeden aldım, ellerim hâlâ biraz titriyordu.

Kadın bir an duraksadı. Gözleri dolmuş gibiydi. “Allah yardımcınız olsun evladım,” dedi, sesi yumuşak ve içtendi. “Dualarımızda. İnşallah tez zamanda kalkar yatağından.”

Başımı hafifçe eğdim. “Eksik olmayın,” diyebildim. Kadın dönerken “Kapımız açık, bir şeye ihtiyaç olursa çekinmeyin,” dedi.

Geri dönüp kapıyı tekrar açtığımda ev...

Bir yabancı gibi karşıladı beni.

Buraya Rana ile ilk geldiğim zaman hissettiğim yabancılıktan ve geç kalmış bir yabancılıktan çok başkasıydı şu an hissettiğim. Daha farklıydı. Ait olmamak olabilirdi.

Kapıyı arkamdan kapatınca sessizlik üstüme yığıldı. Kimsesiz değildim kendimi Rana ile kıyaslarsam öyle olmadığımı düşünürdüm. Ama düşündüğüm gibi değildi. Çevremde sadece bana acıyan insanlar vardı. Annem ve babam bu insanlara dahildi. “Demek yıllarca böyle yaşamış…” diye mırıldandım.

Oyalanacak vakit değildi. Hemen elimdeki tabağı mutfağa koyup hayatımdaki en hızlı alabildiğim duşun ardından ne giydiğime bakmadan bir şeyler ayarlayıp daha sonrasında Rana uyandığında ihtiyacı olabileceği birkaç şey almaya başladım.

Yeşim söylemişti hatta gelip kendisi yapmak istemişti ama kimseyi eve katmak istememiştim. Cümleyi içimde tekrarlayarak aklıma gelen şeyleri aldım.

Bir işi yapıyorsam saniyesinde telefonuma dönüp bakıyordum. Sesi açıktı ama her an bir aramayı bir bildirimi kaçıracakmışım gibi geliyordu.

Çantayı omzuma taktım, kapıyı çektim. Anahtarı çevirmeyi bile unutmuşum, tekrar geri dönüp kilitledim. Hastaneye geri döndüğümde çıkmadan önce gidin dediklerimi tekrar burada buldum. Babaannem dua okuyordu geçen günlerde olduğu gibi.

Yeşim hamileydi ama ısrarla gitmiyordu. Gülay Teyze, Mete Bey ilk günden beri buradalardı. Tuncay… O da buradaydı. Ali Soner’in davası görüldükten sonra Tuncay, beraat etmişti.

Amcamla gözlerimiz kesiştiğinde yanıma gelmek için hareket etti ama elimde durdurdum. “Yüzüme bakmayacaksın!” dedim soğukça. “Utancından yüzüme bakmayacaksın sen!”

Yüzüne bakmak istemiyordum. Pişmanlığını kahroluşunu görmek istemiyordum. Öfkeli sesimi babaannemin uyarı niteliği taşıyan hafif yükselen sesi oldu. Duasını bitirmeden bana bir şey diyemeyecekti. Demek ki daha vaktim vardı.

“Burada durmana gerek yok. Neyi bekliyorsun?” kafamı iki yana salladığımda ayağa kalktım. Elimi kaldırıp öylesine savurdum. “Neyi bekliyorsun? Uyandıramıyoruz işte.”

Furkan “Eymen.” Diyerek beni tuttuğunda sertçe kolunu tutup üzerimden çektim. “Ona sordum.” Hiddetle kafamı amcama çevirdiğimde “Bu adamı araştırdın mı, dedim. “İki kere sordum! Onlar benim fakülte arkadaşlarım bu boynumun borcu dediğin olayı sadece gündem olmak için aldın!”

İki elimi birbirine sertçe vurduğumda “Boynunun borcu boğazına oturdu mu?” dedim peşinden babaannemin otoriter sesi duyuldu.

“Yeter oğlum!”

Babaannemin sesi koridorda yankılanırken, gözlerim amcama sabitlenmişti.

“Yeter!” dediğinde, sözleriyle hem beni hem beni tutmaya çalışan Furkan’ı durdurdu.

Bir an sessizlik çöktü aramıza. “Gitsin buradan.” Dedim.

Babam sadece olan biteni izliyordu ama ben gitsin diye uzatınca kalkıp yanıma geldi. “Yürü.” Dedi sadece, adım atmadığımda eliyle koluma uzandı ne çok meraklılardı dokunup durdurmaya.

İstemeye istemeye yürümeye başladığımda arkamdan sadece dedemin “Yarası çok yeni. Taze.” Dediğini duydum arkama dönüp tekrar kovacağım sırada babam omzumda olan elini sıkılaştırdı.

Sırtımı oturduğum bankın metaline yasladığımda soğuk içime işledi. Ama o an içimdeki öfke, soğuktan daha keskin, daha yakıcıydı.

Yanımda oturan babam hiçbir şey söylemedi önce. Elini omzumdan çekmemişti, ama parmaklarını gevşekçe bırakmıştı; sanki neyi tutup neyi bırakması gerektiğini bilmiyormuş gibi.

“Ben seni hiç böyle görmedim,” dedi sonunda.

“Onun hatası.” Dedim burnumdan soluyordum, karşımdaki üstüm değil başkası olsaydı çoktan ilk yumruğumu yemiş olacaktı. “Onun yüzünden oldu.” Dediğimde, kendime bir suçlu aradığımı ilk kez kendi ağzımdan dolaylı olarak söylemiş oldum.

Omzumdaki elini çekti, ceketinin iç cebine uzandı. İçinden buruşmuş bir sigara paketi çıkardı. Babam susmaya devam ettiğinde bundan bahsetmediğini biliyordum.

“Görüşmeyeli epey oldu,” dedi alçak sesle, paketi bana uzatırken. Baktım. Aldım. Dudaklarıma yerleştirirken ellerimin titrediğini fark ettim. Çakmağı da o yaktı, elleriyle rüzgârı kesti. Kafamı çevirip baktığımda tıpa tıp olmasa bile birbirimizi andırdığımız adama bile sinirliydim.

Bir süre sustuğumuzda sigaramın yarısındaydım.

“Leyla Moran kendine bir marka yaratırken, çocukluğum babaannemin evinde geçerken, büyürken... şu anki yalnızlığımı hayatımın hiçbir zamanında yaşamadım.”

Sigarayı içime çektikten sonra tekrar babama döndüm. “Bunu duymak istiyorsan eğer.” dedim. Madem bayadır görüşmemiştik bunları duymak istiyordu herhalde.

“Her şeyi anlat,” dedi ve kafasını salladı. “Öfkeyle yanında olan insanlara saldıracağına bana anlat.”

“Saldırmıyorum!” derken bile sesim yüksek ve sert çıkmıştı.

“Annem çalışıyordu da babaannem çalışmıyor muydu? Aile diye gösterdiğiniz şey bir sikim değilmiş. Huzurum vardı.” Dedim sesim isyan eder gibi çıkıyordu ama Rana’ya değildi. “Dört dörtlük bir evlilik değil ama geçer diye düşünüyordum. Bu mahkeme bittikten sonra hallederiz her şeyi aşarız diye düşünüyordum. Baba sevgi hiçbir şeyi halletmiyormuş.” Dediğimde sona doğru sesim titredi.

“Eymen yerine sen geç öl deseler öleceğim bir sevgi ama üç gün oldu.”

Babam başını eğdi. Sigaranın ucunu yere çevirdi, külünü silkeledi ama söyleyecek bir şey bulamadı. Onun suskunluğu daha da öfkelendirdi beni.

“Ben size ait hissetmedim kendimi hiçbir zaman,” dedim hem sustuğu için sinirlenmiştim hem de anlat demişti anlatıyordum işte bir şey demeliydi. “Ne çocukken ne büyürken. Ne o evde ne öbüründe. Sadece kendime ait olmadığımı biliyordum. Hep bir yere bırakıldım, hep bir şey eksikti... ama geçti sanmıştım. Rana’yla bunu aştım sanıyordum.” Babam bizden kopuk bir adamdı. Evle ilgilendiğinde bizimle de ilgilendiğini sanan babalardandı. Annem evi ve aileyi birleştiren bir kadın değildi. Annem yapamıyorsa babam neden yapmıyor diye düşündüğüm zamanların sadece onların suçu olmadığını anladığımda evle bir bağım kalmamıştı.

Elimden gelen, yapabileceğim hiçbir şeyin pişmanlığını yaşamak istemiyordum. Geç olsa bile anladığım bir şeydi ama şu an bizim için ne kadar geçti?

Bundandı Rana’ya sabrım bundandı sabırsızlığım.

Bir nefes daha çektim sigaradan. Gözüm yanıyordu, o yüzden başka tarafa baktım.

“Sadece bir suçlu arıyorum. Bunu da merak ediyorsan…” dönüp baktım, tekrar babam başını kaldırdı, yüzüme baktı.

“Üç gündür herkese delirmiş gibi sataşıyorum. Biz neden bunu yaşıyoruz?”

Başımı ellerimin arasına aldım, saçlarımın kökleri acıyana kadar sıktım. “Şimdi... uyanmazsa? Ben ne yapacağım?”

“Karım ölüyor, hiçbir şey yapamıyorum.”

Bu sözler ağzımdan çıkarken sadece ciğerimdeki dumanı değil, yılların öfkesini, çaresizliğini de dışarı verdim. Sesim kırıldı, ama toparlamadım. Artık güçlü görünmeye çalışacak hâlim kalmamıştı.

“Eymen...” diye başladı, sesi hafifçe titriyordu ama içinde bir şeyleri kabul etmek zorunda kalmış gibiydi. “Ne söylersem söyleyeyim, sana bir faydam olmaz artık, oğlum. Hayat bazen böyle, biz elimizden geleni yaparız ama hayat devam ediyor, geçmeyecek olsa üç gün geçmezdi. Biz devam etmek zorundayız. Uyanmazsa da o ne olursa olsun, sen yaşamak zorundasın.”

Ayağa kalktım aniden, babamın biten cümlesini duymadan.

“Kimseyi kaybetmediğin için böyle diyorsun, baba...” dedim, sesim titreyerek yükselirken. “Aylardır Rana’ya bunu yaptım. Küçümsediğin için söylemediğini biliyorum. Kimseyi kaybetmediğin için yapıyorsun ama yapma …”

Babamın yüzü dondu, gözlerini kaçırdı. “Anlıyorum.”

“Baba, anlayamazsın...” dedim, kelimeler boğazımda düğümlenirken, “Anlaman mümkün değil biz kimseyi kaybetmemişiz, sana kendi ailemi kaybetmek üzere olduğumu söylüyorum anlaman mümkün değil. Biz kimseyi kaybetmedik baba… otuzlarımın başındayım şükürler olsun babaannem dedem elden ayaktan düşmeden yaşıyorlar,”

O anda, babamın yüzüne bakmadan arkamı döndüm. “Allah hepinize uzun ömürler versin.” Girişe doğru yürüdüm, ayaklarım ağır olsa da gitmem gerekiyordu.

Tekrar gözlerim tanıdık insanlara değdiğinde bir masayı doldurabileceğini fark ettim. Burada duruyorlardı bekliyorlardı. Bunun tüm sebebi ben değildim. Oydu.

Çok kısa kafamı geriye yaslayıp gözlerimi kapattım.

Yeşim yanımda belirdi. “Eymen...” dedi, Başımı kaldırdım, yüzüne baktım.

Yeşim’in sesi titriyordu ama içinde bir inanç vardı. “Uyanacak,” dedi. Sanki kendini ikna etmeye çalışmıyordu; beni tutmaya çalışıyordu.

Gözlerim onun gözyaşlarına takıldı. Bir şey demedim. Başımı hafifçe eğdim. O da yanıma oturdu. Koridorda Yiğit ve abimi gördüm. Tuncay, Oğuz’un koluna girmiş yürümesine yardımcı oluyordu. Annem, durmadan ağlayan Gülay Teyzenin yanındaydı ilk gün kavga edip bugün bu şekilde gördüğüme şaşırdım.

Oğuz göz göze gelmemek için başını eğmişti. Ama ben baktım. İlk defa, gerçekten baktım. Belki Rana doğru zamanda doğru karar verememişti ama ben Oğuz’u görmezden gelmemeliydim. Evlendiğimiz ilk günden beri adını anmak dışında bir şey yapmamıştık ama yapmalıydım.

Ve o da durdu. Bir an, sadece durdu. Sonra kolunu Tuncay’dan çekti, bana doğru birkaç adım attı. Gözleri doluydu.

“Eymen...” dedi. Sesi çatladı. “Abi...”

Oğuz bir adım daha attı. Durmadım. Ayağa kalktım omzundan tuttuğum gibi kendime çektim. “Ablamı istiyorum.” Dedi çocuk gibi.

Sanki içindeki her şey o iki kelimeye sıkışmıştı: Ablamı istiyorum.

Çocukluğunda hiç kuramadığı bir cümleydi bu. Yıllarca susmuş, yıllarca kaçmış, ama o gün, koridorun orta yerinde ilk defa yüksek sesle istedi.

“Tamam.” Dedim. “Tamam. Öyle olacak…” neye tamam dediğimi bile bilmiyordum.

Oğuz bana isteklerinden bahsederken kendimde güç bulabildikçe ablasını anlattım. Bazen abla kardeş arasındaki sert ilişkiyi gözlemleme fırsatı bulan abim söze giriyordu, bizim çocukluğumuzdan bahsederek kıyaslama yapmasını istiyordu ama onların arasında kıyaslanacak bir ilişki yoktu.

Yiğit, Rana ile tanışmasını anlattı. İlk günlerde Ülkü gelmişti. Yardımcı olabileceği herhangi bir şeyi sorar sormaz hemen Oğuz ve Rana’nın kardeş olduğunu ispatlamam için yardım istemiştim. Dava dilekçesi sonraki işti. Sonraki günlerde ise dedenin tam kapsamlı bir sorgusu yapılmıştı bundan mütevellit aynı testi Rana ve dedesi için istemiştim.

Ne kadar daha kafamın içinde son günleri evirip çevirdim bilgim yoktu ama günlerdir beklediğim o cümle kurulduğunda ne yapacağımı bilemedim.

“Rana Hanım uyandı.”

Bir cümle. Sadece bu.

Ama içimde bir şey...

O kadar uzun süredir bu cümleyi bekliyordum ki, şimdi duyduğumda ne yapacağımı bilemedim.

Hastane koridorları, kaç kez yürüdüğüm adımladığım o koridor... bu sefer ayaklarım yere basmıyordu sanki.

Arkamdan öncelikli olarak Oğuz ve Tuncay geliyordu.

Kapının önünde durduğumda gözüm içerideki ışıklara takıldı. Bir hemşire yana çekildi, doktor başını çevirdi gerekli bütün şeyleri anlattı. Önce isterse Oğuz’un girebileceğini söyledim ama içimden geçen bu değildi.

Hemşire, “girebilirsiniz” dedi adımlarım önce durdu. İçeriye yalnız girmemi istediler. Kalabalık yasaktı. Steril önlük… üzerime geçirdiğimde nefesim daraldı üstümde çok bir etkisini hissetmedim incecik bir şeydi ama bu kumaş, içimdeki telaşın üzerine yorgan gibi serilmişti.

Yoğun bakımın kapısı açıldığında… arkamda kalan bütün sesler durdu.

Rana, gözleri aralık. Beni görünce hareket etmek istemiş ama vücudu izin vermemişti belli ki. Göz bebekleriyle yakaladı beni. Konuşmak istedi. Maskenin ardından bir fısıltı geldi, ama kelimeler değil, sadece ses: yaşadığını söyleyen o ince, hayatı içinde tutan ses.

Yaklaştım. Doktor içeri girdiğinde hâlâ elini tutuyordum. Buz gibiydi parmakları. Uyandı. Gerçekten uyandı. Gözleri yarı aralıktı, göz bebekleri bir noktayı bulmuştu artık.

“Ben geldim,” dedim. “Uyandın…”

Çok kısa gözlerini kapatıp çektiği acının dinmesini bekledi sonra nefes alabildiğinde bana gözlerini çevirip şimdiye kadar ki tek fısıltısı “dede?” oldu. Buna bile şükrettim.

Doktor başucuna yaklaştı. “Rana Hanım, beni duyabiliyor musunuz?” dedi.

Rana gözleriyle belli belirsiz bir hareket yaptı. Tekrar gözlerini usulca kapattığında cevabımı duymaya hazır olmadığını hissettim.

“Beni.” Dedikten sonra tekrar duraksadı sol eli göğsünün altını bulduğunda sanki bir şey yapabilecekmiş elimden bir şey geliyormuş gibi tedirgince elini sıktım.

Doktor onunla konuşmaya başladı. “Size ne olduğunu anlatacağım,” dedi. “Yavaş yavaş, kafanızı yormadan.”

“İki kurşun yarası vardı,” dedi doktor. “Biri göğüs boşluğuna isabet etmiş. Akciğer dokusuna zarar verdiği için vurulduğunuz ilk anda solunum durdu, iç kanama başladı. Pnömotoraks oluşmuştu, o yüzden göğsüne tüp yerleştirdik.”

Cümleler birer tırmık gibi içime işliyordu ama hepsini tekrar duymak zorundaydım. O duysun diye ben de dinliyordum.

“Diğer kurşun daha yüzeysel ama kas dokusunda zedelenme yaptı. Şu an durumunuz stabil. İlk 48 saat kritikti ama atlattık.”

Bir an göz göze geldik. Baktı bana. Soruyordu. ‘Ölecek miyim?’ demiyordu ama ben onu duyuyordum.

“Enfeksiyon riski hâlâ var. İç kanama tekrarlayabilir. Ama müdahale zamanında yapıldı. Vücut iyi tepki verdi. Şanslıyız.”

Allah’ın adı geçmedi ama ben içimden bin kere söyledim. Yeminler ettim. O odada bütün inançlarım karmakarışıktı ama tek bir şeye net inandım: Rana yaşıyordu.

Yaşayacaktı.

Rana maskenin ardından bir şeyler mırıldandı. “Dede?”

Kimse anlamadı ama ben anladım. Sesini tanıdım. “Bir şey söyleme,” dedim. “Konuşma… yaşıyor o.”

Doktor gözleriyle monitörü kontrol etti.

“Şimdi dinlenmeniz gerek,” dedi. Rana’nın gözlerinden yaş süzüldü. Bir şeyler söyledi ama ses anlaşılmadı. “Kim?” dedi usulca.

Doktora odadan çıktıktan sonra kafamı salladım.

“Düğünde…” dedim önce, bir nefes bıraktım. “sana bir mesaj getiren adam vardı… hatırlıyor musun?” Gözleri anlamaya çalıştı bana baktı, ama bakışında sadece şaşkınlık değil, içe doğru bir titreme vardı.

O adamı unuttuğumuz hepimiz için bir gerçekti. Özellikle ve öncellikle amcam olacak o adamın suçuydu. Sonrasında benim.

“Ölmedim.” Dediğinde ağzındaki oksijen maskesinden dolayı söylediğini önce çok zor anladım. Yavaş yavaş ağlamaya başladığında “Ağlama.” Dedim telaş içinde “Ağlama dikişlerin açılabilir, ağlama." Kapıya doğru dönüp baktım.

“Ölmedi.” Dedi bu kez.

Artık öncekinden içli içli ağlamaya başladığında odadan çıktım, hemşire ya da doktor biri eşime bakmalıydı. Daha yeni odadan çıkmış hemen nereye kaybolmuştu. Ağladıkça bir şey olacak korkusuyla önüme ilk gelen kişiyi çağırdım.

Sakinleştiricinin etkisiyle uyuyakaldığında kapı çok yavaş bir şekilde çalındı ve açıldı; içeriye tekrar doktor girdi. Göz ucuyla önce Rana’ya baktı, monitöre ardından solunum ritmine göz gezdirdi. Sonra bana döndü.

“Tek başına nefes alabildiğinde normal servise alacağız.”

“Normal servis,” dedi. Sanki bu kelimeyle hayata geçişin ilk adımı atılmıştı. Ama ben hâlâ onu bu ince yatakta gördükçe, hayat dediğimiz şeyin yalnızca kalp atışına bağlı olduğunu hatırlıyordum.

Sol elim göğsüme gidiyor. Tutmuyorum elimin ağırlığı bile fazla can yakıcı. Ama orada bir şey var gibi. Sanki elimi koyarsam geçecekmiş gibi. Geçmiyor.

Göz kapaklarım ağır. Bir şeyin içindeyim… uykuyla uyanıklık arasında.

Sanki biri konuşuyor. Fısıltı gibi sesi seçemiyordum. Oğuz. Sesi çatlıyor konuşurken bir şeyler söylüyor.

“Ablam.” Bu cümle bana dokundu. Ben ona hayat boyu hiçbir zaman “kardeşim” demedim belki. Ama o... ilk kez bana adım attı.

Gözlerimi aralamak için çok uğraştım. Net değil ama ışık var bir gölge… tanıdık bir silüet arkasını dönmüş, çıkıyordu. Neler anlattığını duyamadığım için çok üzüldüm.

Adını söylemek istedim ama boğazımdan bir şey çıkmadı. Sadece gözlerimle takip ettim, kapıyı sessizce kapatıp gitti.

Sessizlikte bir başka ses başlıyor. Ama dışarıdan değil... içimden. Hatırlıyorum. Kurşun. Doktorun sesi yankılanıyor içimde:

"Akciğer hasarı... pnömotoraks... tüp yerleştirdik..."

Demek bu yüzden nefes aldıkça batıyor. Bu yüzden uyandıkça yoruluyorum. Sadece bedensel değil... ruhsal bir darbe bu. Göğsümde iki yara var ama biri zamanla iyileşecek. Diğeri?

Bir şey daha var içimde. Dede.

Vücudumun her yerinde ince ince başlayan bir ton sızı hissediyorum. Ağrım devam ediyor. Ama artık sadece göğsümde değil. Zihnimde. Düşüncede. Seslerde.

Dede nerede? O adam... bana ne yaptı?

Aklım buraya döndüğüm ve yaşadığım kısacık zamanlarla dolduğunda ilk anladığım şey; ilk kez öldürülmeye teşebbüs edilmeyişimdi.

Kapıya bakıyordum yine. Eymen gelmedi. Bekliyorum.

Belki gelince soramam hiçbir şey. Belki sadece göz göze geliriz. Ama onun gelmesi… bu acının biraz daha az görünür olmasını sağlayacak gibi.

Gözlerimi usulca tekrar kapattım. Kapı sesiyle hemen araladığımda Eymen girdi içeriye, yüzü daha aydınlık. Tıraş olmuş gelmiş. Üzerinde açık renk bir kazak vardı. Temiz.

Benim için hazırlanmıştı. Merak ettiğim bir sürü şey vardı. Ama onları soracak ne gücüm vardı ne de zamanım. O anlatmalıydı. Ben sadece bakabilirdim.

Bugünün tarihi neydi?

Dede neredeydi? Sadece yaşıyor demişti. Diğer adam düğünde dededen haber getiren adam beni onun isteğiyle mi vurmuştu?

Songül gerçekten kimdi?

Eymen sandalyeye oturmadan önce biraz yatağa doğru yaklaştırıp öyle oturdu. Başını biraz eğdi. Avuçlarını dizlerinin üzerinde birleştirdi. Konuşmadan önce hafifçe nefes verdi.

“Sana ne diyeceğimi bilmiyorum.” Dediğinde istemeden kaşlarım çatıldı. Ne demekti bu?

“Ne?”

Gözlerimi ona çevirdiğimde, o da bana baktı. İfadesi dağınıktı. Ama içinde bir bütünlük vardı. Devrilmiş ama toparlamış gibi.

“Sen duruşmayı merak ediyorsun. Ama benim derdim o değil, Rana.”

O da haklıydı. Belki benim merak ettiklerimle onun acıları örtüşmüyordu. Gözlerim bir şey aramadı o an. Çünkü onun gözleri doluydu.

“Bu mahkemeyi kazandık mı bilmiyorum. Ama seni kaybettiğimi düşündüğüm o anlar… Hiçbir ifade, hiçbir delil, hiçbir tanık, hiçbir zaman bana geçen günleri unutturamaz.”

Dizlerindeki elleri gevşedi. Başını yeniden eğdi. Ama bu sefer sessizlikle değil, kırılmışlıkla.

“Senin hayatın sana bir ‘intikam’ hikâyesi gibi görünüyor. Ama benimki... sensizliğin hikâyesi oldu. O mahkemede herkes konuştu. Ama ben seni istedim. Sadece seni. İstersen sonuçla hiç ilgilenmediğim için küsebilirsin. Bana çok kızabilirsin…” işaret parmağını bana uzattığında dolu gözlerimi kırpıştırdım.

“Sorgu ve mahkeme boyunca aklım burada sen de olduğu için kavga bile edebiliriz ama bunlarında hiçbirisi sana senden çok kızgın olduğum gerçeğini değiştirmeyecek.”

Eymen bana baktığında, ne kadar kırgın olduğunu gördüm. Kelimesi kelimesine değil ama her sözü birer nokta gibi göğsümde birikti. Ben ona hiçbir şey söylemedim. Çünkü kelimelerim intikama ayrılmıştı. Sevgiye yeteri kadar yer kalmamıştı.

Kendimin onda bu kadar çok olmasına şaşırdım. Bazen ne kadar sabırlı derdim bazen ne kadar sabırsız; mesela evliliğimizin o kadar ani olmasına şaşırırdım. Üzerine uzun uzun düşünmediğim bir meseleydi. En azından hemen nikah masasında bitmesi beklediğim bir şey değildi.

Ama bana karşı pek çok kez sabırlı bulurdum. Canımı tehlikeye attığım zamanların haricinde tüm sorunlarımı sorunu yapmıştı. Bazı ya da birkaç yanlışı yok değildi ama benim de vardı. Sevgisinin derinliğini görememem benim yanlışımdı ve buna rağmen sabırlıydı.

“Bir gün beni affeder misin?” dedim. Hayatıma bu kadar geç başladığım için affedilir miydim?

Ama istiyordum. Nasıl olur bilmiyordum ama böyle olmazdı, bu şekilde devam etmezdi. Edemezdim. Hayatım boyunca savaşarak tutunduğum her şeyin benden kalan herkesi yaraladığını fark ettiğim andı.

Eymen ilk ya söylediğimi anlamadı ya da ne anlama geldiğini. Bana doğru eğildi biraz.

Ben cümleyi yarım bırakmış gibi hissettim. Ama aslında… eksik olan onun cevabıydı.

“Affetmek...” diye tekrarladı kendi kendine. Sonra başını kaldırdı, bana baktı. “Rana, seni affetmek için önce senin kendini bırakman gerekiyor. Savaşı değil... kendini.”

“İstiyorum.” Dedim tek nefeste. “İstiyorum. Can suyu istiyorum.”

O ne demek istediğimi bilmiyordu. Ama ben biliyordum. O çocuğun gözlerinde yaşamak vardı. Ama benim adım onun dilinde saklıydı. Belki ben oydum. Belki hiç olmamış bir ben. Şimdi istiyordum… bana o gözlerle bakılsın istiyordum. O rüya geride kalmasın istiyordum.

Çünkü ben de yeniden doğmak istiyorum. Ama bu kez gerçekten yaşayarak.

Fazla kalabalığı kaldıracak kadar kendimi iyi hissetmiyordum ama görmek istediğim kişiler vardı henüz dile getirmemiştim ama şu ana kadar yani normal odaya alındığımdan beri gördüğüm kişiler Eymen ve sadece çıkarken gördüğüm Oğuz’la sınırlıydı.

Kafamı hafifçe çevirdim. Sol tarafta boş bir sandalye daha vardı. Yanı başımda Eymen. Elinde telefonunu sıkıca tutuyordu.

“Oğuz… gelsin istiyorum.”

Eymen kaşlarını hafifçe çatıp bana döndü. Bunu beklemiyordu belki. Ama bende bir şey vardı. Oğuz'un sessizliği gibi bir eksiklik.

Telefonunu çıkardı. Numarasını çevirdi. Bir süre bekledi. Sonra başını bana çevirdi:

“Açmıyor. Ulaşamıyorum.”

Yüz ifadesi netti.

Sonra ayağa kalktı. Kapıya yöneldi. Çıkmadan önce bana bir kez daha baktı.

“Yine denerim. Gerekirse bulup getiririm.”

Elini kapıya uzatmıştı ki, kapı zaten tıklatılmadan açıldı. İçeriye Yeşim girdi. Heyecanla “Yeşim.” Dediğimde beni gördüğünde hemen gözleri buğulandı, dudakları kımıldadı ama bir şey diyemedi. Eymen, “Ben çıkıyorum,” dedi, sana emanet dercesine.

Yeşim birkaç adım attı, yanımdaki sandalyeye yöneldi ama hemen oturmadı.

“İzin verir misin?” diye sordu.

Başımı hafifçe salladım. İzin bile almasına gerek yoktu.

Oturdu. Ellerini kucağında birleştirmişti ama parmakları sürekli birbirine değip duruyordu. Ne diyeceğini bilmiyordu ya da neyi demeye hakkı olduğunu. Ama gözleri her şeyi söylüyordu.

Ben bir şey demedim. O da bir süre konuşmadı.

Sadece gözlerimle onu izledim.

Sonunda başını eğdi. “Çok korktum,” dedi. Sesi tonu kırıldı kafası eğik olduğundan akmaya hazır burnunu çekti.

“Ben de,” dedim.

Sadece o kadar.

“Sen salaksın.”

Kaşlarımı kaldırdım, dudaklarım kıpırdadı, arsızca güldüm anında canım biraz yandı ama iyi geldi.

“Biliyorum.”

“Cidden. Her şeyi kendin yapmak zorunda değildin. Yani illa ölümden dönmen mi gerekiyordu bunu anlaman için?”

“Demek gerekiyormuş.”

Göz göze geldik. Gülümsemenin arkasında ikimizin de çatlamış kalbi vardı ama bu hâlimiz bize çok tanıdıktı.

Yeşim başını iki yana salladı. “Annem ağlamadan bir saniye geçiremiyor. Seni de ağlatacak diye almıyoruz odaya.” Dediğinde istemeden bir kere daha güldüm. Gerçekten içim eridi sandım.

“Gelsin göreyim, iyiyim. Ağlamasın.” dedim ama sesim titreyince Yeşim başını hafif yana eğdi.

“O senin iyiyim deyişine değil, gözlerine ağlıyor zaten,” dedi.

Bir an sessizlik oldu. Ben gözlerimi tavana diktim, o da sandalyesinde arkasına yaslandı.

“Ben gerçekten iyiyim,” dedim bu sefer daha net.

Yeşim başıyla onayladı ama kaşlarını kaldırarak konuştu. “Kocan almıyor odaya. Uyurken girin, dedi.”

“Başım ağrıyor. Her yerim ağrıyor. Nefes aldıkça kaburgalarım batıyor.”

Yeşim bakışlarını biraz daha uzun tuttu. Ben hâlâ tavana doğru bakıyordum ama onun sesini bekliyordum. Geldi.

Başını bana doğru eğdi. Gözleri dolmamıştı ama tonu sertleşmişti.

“İyi öyleyse aldığın nefesin kıymetini artık daha iyi bilirsin.”

Ben yastığa biraz daha gömülürken “Ofisine ortak olup seni batıracağım.” Dedim.

“Batırmadan önce vergi borcunu ödeyecek gücün var mı?” dedi. “Baro aidatı… TBB keseneği ayrı. Gelir vergisi. Serbest meslek makbuzu kesiyorsan e-defter, e-belge. Beyannameyi geç verirsen ceza. Adres değişikliği bildirimi, işe başlama bildirimi... Bir de muhasebeciye ödeme yapmazsan, defterin eksik çıkar. Ha, bir de... vergi levhası tasdiki. Her yıl.”

Sonra gözlerini bana dikti.

“Sen hâlâ ofise ortak mı olmak istiyorsun?”

Ben battaniyeyi biraz daha üzerime çektim.

“Ben sadece sandalye seçmek istemiştim,” dedim.

Yeşim gözlerini kısıp hafifçe tebessüm etti, “Hangi renk?”

Yeşim hâlâ bekliyordu. “Rana?” dedi usulca. Ben ona bakmadım. Ama başımı hafifçe salladım.

“Kırmızı,” dedim. “Ama kolay kirlenen kumaştan olmasın.”

“Olur.” Dedi hemen. “Kesin batacağım.” Diye eklediğinde gözlerimi kısıp baktım bu sırada kapı açıldı oraya döndük.

Oğuz içeriye sessizce girdi. “Merhaba.” Dedi usulca.

Ellerinde küçük bir kutu vardı. Yeşim, ayaklandığında bana el salladı gözlerimle onayladım onu.

“Sana getirdim,” dedi. “Aile albümü… ve bunu da.” Kutunun içinden küçük, eski bir oyuncak çıktı onu bana doğru uzattı.

Sararmış plastik kısımlarından ve hafifçe açılmış dikiş yerinden yılların geçtiği belliydi. Oyuncağı tanımam birkaç saniyemi aldı.

Gözlerim büyüdü.

“Bu… bu benim tavşanım.”

Tavşanı ellerime aldım. Dokununca çocukluğumun tüm kırılganlığı, korkuları, uykudan önce ona sarılarak uyuduğum geceler geri geldi.

Oğuz kutuyu yatağın kenarına bıraktı, sonra albümü açtı. Sayfalar arasında dolaşmadan, tanıdığı bir yüzü bulur gibi durdu.

“Burada sekiz yaşındasın,” dedi. “Elinde bu oyuncak varmış. Odana girip biraz karıştırdım.” Dedi.

Ben hiç odama girmemiştim. Buna cesaretim olmamıştı.

Küçük bir oyuncağın, albümün sararmış kenarlarının... Hayat kadar kıymetli olabileceğini hissettim.

“Hâlâ benziyor muyum o halime?” diye sordum.

Oğuz, albümdeki fotoğrafı bana doğru çevirdi.

“O hâline benzemiyorsun. Annene benziyorsun.” Bu cümle, nefes almak kadar serin geçti içimden.

“Sen babamıza daha çok benziyorsun.”

Oğuz başını kaldırdı, yüzünde bir duraksama oldu. O hâliyle albümdeki eski fotoğrafa benzemedi. Ama oradaydı işte. O bakış… bizden önce birine aitti.

“Tuncay sana onun gençliğini göstersin."

Oğuz cevap vermeden önce gözleri biraz dalgınlaştı. Ben bekledim. Ama içimde başka bir ses kalktı.

“Tuncay nerede?” dedim. Sesim çıkarken bile eksik gibiydi.

Oğuz albümün sayfasını çevirdiğinde parmakları bir fotoğrafın kenarında durdu. Bana değil, o kareye baktı. Annemin kucağında ağladığım fotoğrafa baktık sol alt köşede sarı turuncu bir fontta tarihi yazılıydı. Sonra usulca konuştu:

“Görmek istiyor musun ki?”

Sesinde yargı yoktu. Ama hafif bir tereddüt vardı.

“İstiyorum.” Dedim söylerken hiç duraksamadım. “Seni bu yaşına getirmiş nasıl yok sayabilirim?”

“Kızgın değil misin?” diye sorduğunda elimde çok sıkı tutmadığım tavşanı kucağıma bırakırken konuştum.

“O başka. Onunla benim aramda olanlar yüzünden senin kızıp arkanı dönmene gerek yok…” alabildiğim kadar derin bir nefes alıp “Seni buna zorladığım için özür dilerim.” Dedim.

“Abla.” Dedi albümü kapatıp bir parmağıyla kaldığı yeri işaretlerken “Diyeceğim haberin olsun.” Diye ekledi.

Gözleri dikkatle yüzümü incelerken ona tebessüm ettim. İlk defa bana adım atan kendisiydi. “İsteyip istemediğini sormayacağım. Yaş olarak büyüksün ya yine ablasın. İstememe gibi bir lüksün yok.”

Kafamı salladım. Gözlerim doldu ama ağlamadım. Ağlamak istemedim. “İstememe gibi bir lüksüm yok.”

Oğuz, ilk defa gülümsedi. Kırık, ama gerçek bir gülümsemeydi.

Oğuz albümü dikkatle kutuya geri koydu. Parmakları sayfanın arasına sıkıştırdığı yerden yavaşça çekilirken, kapının aralığından içeriye bir ses doldu.

“Kızım…”

Gülay Teyze’ydi bu.

Kapıyı tam açmadan, kafasını hafifçe uzattı.

“Gelin.”

Hemen ardından Tunay başını uzattı kapıdan. Mete Amca arkasından eğildi, “Kalabalık etmiyoruzdur umarım?” dedi.

Kerem sessizdi; eşiğin bir adım gerisinde, hâlâ içeri girip girmemeye karar verememiş gibi.

“Yok. Sizi görmek istiyordum zaten.” Dediğimde sırtımı biraz dikleştirme isteğiyle doldum.

Gülay Teyze elindeki çantayı rahatsız olduğuna emin olduğum koltuğa koyup hemen yanıma geldi. Oğuz biraz geriye çekildi.

“Ağrın var mı?” diye sorduğunda tüm odanın daha da odağını üzerimde hissettim.

“Biraz. Yardım eder misin?”

Gülay Teyze anında eğildi. Kolumun altına destek olurken, Oğuz hemen yastığı düzeltti.

Tunay ayakta kalmıştı, gel-git adımlarla pencereye yaklaşıyor, geri dönüyordu. Mete Amca hâlâ kapının kenarındaydı, elleri ceplerinde, gözleri yerde. Kerem hiç konuşmadan arka tarafta durmuş, ellerini önünde kenetlemişti.

Ayağımı biraz uzattığımda, hafif bir acı yüzümden geçti ama bu kez canımı yakmadı.

Aralarından konuşan ilk kişi Tuncay oldu. “Geçmiş olsun.”

Sesinde bir kırılma hissettim. Birbirimizden çekiniyorduk ama yalanım yoktu ona karşı akrabalık bağı hissetmek istiyordum. Bana yaklaşımı kötü olmamıştı sadece geç olmuştu.

“Hayırlı olsun…” dediğimde kafasını salladı.

Geri kalan geçmiş olsun dilekleriyle geçen birkaç dakikanın ardından kapı tekrar açıldığında bu kez içeriye Melek babaanne ve Cihan Bey girdi ve bu kişilerle sınırlı kalmadı.

Günün ilerleyen saatlerinde gece vaktiydi ve uyumamıştım. Mahkemeyi sormamak için direniyordum. Gerçekten Eymen’i anlıyordum ama onun da beni anlaması lazımdı. Bilmek en büyük hakkımdı.

Öğrenmeden ancak bu kadar zaman geçirebilmiştim. Gözlerim tekrar onu bulduğunda ciddiyetle telefonuna bakıyordu. Benim telefonumu verse ben bakacaktım ama vermemişti bu bile kötü şeyler düşünmeme sebep oluyordu.

Telefonu elinde biraz daha oyalandı. Parmakları ekranda gezinirken bir şey okuyor gibiydi ama ben onun neye baktığını değil, neden hâlâ bana bakmadığını düşünüyordum.

“Eymen.”

Sadece adını söyledim. Ne kadar net olursa, o kadar ciddiye alınır sanmıştım.

Başını yavaşça kaldırdı. “Evet?”

“Söyle artık.”

Bana ait olan bilgileri, benden saklıyordu. Belki korumak için, belki zamanı gelmediği için… Ama bazen bir şeyleri saklamak, onları daha da büyütüyordu. Deneyerek fikir sahibi olmuştuk.

Parmakları telefon ekranında hareketsiz kaldı, bakışları hâlâ bana doğru değildi. Sonra ağır ağır konuştu. Sesi kendinden değil, bir belgeyi okuyan birinden geliyordu sanki.

“Dosyadaki suçlar… bildiğinden daha karışık.” Dedi.

Ben beklemedim. O cümlede ‘suçlar’ kelimesi bile yeterince içimi daraltmıştı.

“Anne ve babanın ölümü tasarı, kendi karısının ölümü tasarı ama şu anlık varsayım otopsi yaptırılmamış sadece amcanın ifadesi var. Banu’nun ölümü tasarlayarak onu ve anneni susturmak için öldürmesi bütün bunlar tek tek değerlendirildiğinde birden fazla ağırlaştırılmış neden oluyor. En az dört kez ağırlaştırılmış müebbet demek…”

Anlayacağım kadar sade bir şekilde anlatıyordu.

Eymen sustuktan sonra derin bir nefes aldı ama asıl benim nefese daha çok ihtiyacım vardı.

“İşlediği cinayetlerin nitelikli olarak yapılması…” dedikten sonra araya başka bir bilgiyi sıkıştırdı. “Memnun olacağın bir haber mi vereceğim bilmiyorum Rana ama o senin deden. Nitelikli olarak altsoya karşı yapması, Beril Hanım hamileyken yapması kişiyi hürriyetinden alıkoyması, bebek kaçırması, yakalanmamak amacıyla…”

“Eğer aramızda bir kan bağı varsa Songül’le neden yoktu? O benim gerçekten dedemse annem babam neden öldü?” sesim giderek hiddetlendiğinde ne duyacağımı bilmiyordum.

“Davayı açıp versene.” Dedim direkt. “Görmemem gereken ne var?”

Eymen bir an durdu. Cümleleri sanki ağzında fazlaydı, ama hiçbiri gereksiz değildi. Telefonunu elinden bırakmadı, ama bana doğru baktı bu kez tam olarak.

“Görmemen gereken bir şey yok,” dedi sonunda. “Sadece... hazırlanman gereken çok şey var. Mantıksız gelebilecek çok şey…”

“Neye dayanarak eşinin onu aldattığını düşünmüş peki?”

“Yaktığını söylediği bir mektup.”

Telefon ekranına geri döndüğünde elimi ona doğru uzattım. “Dosyayı ver,” dedim tekrar. “Görmek zorundayım. Hadi. Elim havada mı kalsın?”

Eymen telefonunu verecekken durdu. Parmakları ekranın kenarında sabit kaldı, bir şeye karar veriyordu. Sonra gözlerini bana çevirdi. Bu kez kararlılık değil, koruma vardı.

“Rana… ben sana her şeyi anlatırım. Dosyayı okumana gerek yok. Yeni bir sayfa açmadık mı? Bununla başlama. Sadece üzülürsün.”

Ben başımı hafifçe eğdim. Ama elim hâlâ havadaydı. Ne elimi çektim ne telefonu aldım. “Yaş haddinden cezası azaldı mı?” dediğimde elimi geri çekip tavşanın üzerine koydum. Kirli tüyleri arasında elim gezerken ne olduysa kabul ettiğimi biliyorduk. Neyi sorarsam sorayım neyin cevabını almak için çabalarsam çabalayayım artık bunlar için çok geçti.

Ali Soner, ilk cinayetini Tarık Soner ve Beril Soner’den önce işlemişti. Sonrasında Tuncay’ın anlattığına göre babam işine yaradıkça ona dokunmamıştı. Bunları ilk duyduğumda işi için mi demiştim ama şimdi bana sadece bir mektup yüzünden herkes öldü deniyordu. Öldürülme sebebin bir mektup diyorlardı. Bir günaha kurban gitmek üzere olduğumu söylüyorlardı.

Aklı dengesi yerinde olmayan bir adam evlenmiş ve aile kurmuştu. Önce eşini sonra kendinden olmadığını düşündüğü büyük oğlunu ve gelini öldürmüştü. Ondan bebeğini çalmıştı.

Bunları hazmetmem çok zordu. Ve dede ceza alsa bile benim için hâlâ çok zordu.

Eymen, davayı anlatmaya devam ettiğinde “Banu’nun ailesi mahkemedeydi.” Dedi ama ben onu çok başka bir konuyla bölmüş bulundum.

İçimde bir boşluk vardı ama bunu doldurmanın yolu belki de artık yardım almaktı.

“Belki de artık bir profesyonelden yardım almam gerekiyor,” dedim kendi kendime ama sesim dışarıya çıktı. Eymen, biraz şaşırmış gibi başını kaldırdı ve göz göze geldiğimizde, “İyi olur,” dedi sessizce.

Korktuğum bir diğer şeyi sordum biraz çekiniyordum. “Yaş haddinden dolayı ceza biraz hafifler diye düşündüm,” dedim, “Ev hapsi alabilir sanmıştım…”

“Yaşı büyük... biliyorsun, yetmişlerinde. Normalde bazı suçlarda infaz indirimi olurdu. Ama bunlar öyle suçlardan değil. Tasarlayarak, planlı, canavarca hisle işlenmiş. Mahkeme yaşını değil, niyetini tarttı.”

“İnfaz şekli değişmedi mi?” dediğimde hiçbir şekilde cezasının indirilmiş olmasını duymak istemiyordum.

“Metris’te... R tipi cezaevinde.” Eymen durdu, sonra ekledi.

“Tek kişilik odada. Günde bir saat gökyüzü hakkı var. Psikiyatrist eşliğinde denetim uygulanıyor. Sadece ilaçla değil, gözlemle de.”

“Ama cezası değişmedi. Ağırlaştırılmış müebbet.” Diye tekrar söylediğinde içinden ne umdu da söyledi anlamadım ama bu benim içimi soğutmadı daha büyük bir tepki vermedim.

“Kaç kez müebbet aldı?” diye sorduğumda bunları öğrenmeden önce hayatıma karşı daha olumlu bakıyordum.

Tavşanın kulaklarına döndüğümde sol elimde takılı kaldı gözlerim. Ağlamayacaktım.

“On kez.”

On kez.

Birinin on defa müebbet alması...

On kez. On ayrı kez... Her biri bir beden değil, bir hikâyeydi. Oğlu, gelini, karısı, tanımadığı bir kadın. Herkesin bir adı vardı. Ama onun için sadece susturulması gereken seslerdi.

Benim içinse on kez adaletin uğramadığı yer demekti.

On kez müebbet. Ne demekti bu? On hayatın sökülmesi mi? On nefesin durması mı? Yoksa on parçalı bir sessizliğin boğazıma oturması mı?

Ben affetmeye hazır değildim. Ama bilmeye mecburdum. Çünkü bilmeden yaşadığım yıllar beni eksik bırakmıştı. Ve eksiklikten doğan huzur... sahteydi.

“Annem hamileydi. Oğuz’dan çalınan hayat ne olacak?” Dedim sadece. Soru olarak sordum. Cevap vermesini beklemeden kafamı çevirip başka şeyler sormaya başladım. “Peki ben?” dedim merak içinde.

Eymen biraz geriye yaslandı. Cevap vermek istemiyor değildi ama nasıl söyleyeceğini bilmiyordu.

Gözleri yavaşça bana döndü. “Beni kaç kez öldürmeye çalıştı.” Dediğimde bu benim serzenişimdi ama Eymen bunu da soruyorum sandı ve “Beş kez.” Dedi.

Ben kendime “Ağlamayacağım,” dedim. Ama içimdeki cümle, "Sen zaten ağlıyorsun" oldu.

“Beş kez mi?” demedim. Çünkü beş kez bir insanı öldürmeye çalışmak, beş kez onun varlığına karşı savaş açmak demekti.

Beş. Sayının kendisi küçük ama taşıdığı anlam vücudumu aşıyordu. Benim bildiğim üçtü… üç kez öldürülmeye çalışıldığımı sanmıştım. Ama beş kez? Beş kez bir insanın, varlığımı sonlandırmak istemesi… Beş kez bu hayatta olmamam için karar verilmiş olması. Ve ben hâlâ buradaydım.

“Ressler var. Taksi olayı var en son vurulduğum durum var,” tedirgince Eymen’e döndüğümde gözlerimde ne gördüyse kalkıp yatağın ucuna geldi. “Diğer ikisi ne zaman?”

“Beni yaşatan neydi?” diye devam ettim soruma.

Eymen başını hafifçe geri çekti. Yüzünde bir şey vardı ama kızgınlık değil, ama sıkışmışlık. Sanki gerçeği vermekle beni korumak arasında bir seçim yapmak zorundaydı ve ikisi de kaybettiriyordu.

"Rana..." dedi önce, ama cümle orada bitmedi, sadece askıya alındı. Nefesi burnundan değil, boğazından çıkmış gibiydi.

"Beş kez dedim çünkü beş kez planlanmış. Sen sadece üçünü bildin çünkü diğer ikisi sana yaklaşamadı. Ama yazıldı, çizildi, istendi. Olmadı.”

Neye nasıl tepki vereceğimi bilmiyordum. Bilmemin yetmediği yerlerde hissediyordum. Ve hissetmenin bir haritası yoktu.

“Yeter.” Dedi en sonunda. Sesi yükselmedi. “Yeteri kadar konuştuk bu davayı.”

Elini dizine vurdu, bir şeyin son noktasını koyar gibi.

Tavşanın tüyü arasında parmağımı gezdirdim. O, dokunduğumda yumuşuyor ama ben dokundukça sertleşiyordum. İçimde bir direnç vardı ama adı yoktu. Sadece… kıskanıyordum belki. Eymen’in o sakinliğini, cümlelerinin ardında durabilme gücünü. Bunu düşünerek daha fazla hiçbir şey söyleyemedim. Uzattıkça ben yara alıyordum.

“Ne duyman gerekiyorsa söyledim. Fazlası seni iyileştirmeyecek, beni de. Bunu konuşmak istemiyorum artık. Seni vuran adam 17 yıl hapis cezası aldı. Dede neredeyse onun dört katını aldı. Ne kadar ömrü kaldı bilinmez ama daha fazlası yok.”

Eymen eliyle battaniyeyi düzeltti. Önceden onun elleri bile benim üzerimdeyken bir gerçeği örtemiyordu ama şimdi ben onunla gerçekleri battaniye altına koymayı öğrenecektim.

Tavşanı eline doğru uzattığımda refleks olarak aldı. “Yıkar mısın? Tüyleri çok kirlenmiş.”

Parmakları kumaşın üstünde kısa bir duraksama yaşadı, kirli tüyleri okşar gibi baktı. Sonra başını bana çevirerek yalnızca tek kelime söyledi.

“Yıkarım.”

Hastanede hemen hemen bir haftayı tamamladığımızda artık evimdeydim. Ev, hastane odasının kalabalığından sonra fazla sessizdi. Koltuğa yaslanmış, dizlerimin üzerine örtülen ince battaniyenin sıcaklığını hissediyordum.

Salonda her şey yerli yerindeydi ama bir temizlik geçirmişti.

Eymen rahat bir şeyler giyip geldiğinde odanın her köşesine saniyelik göz gezdirdi.

“Ev, seni bekliyormuş gibi,” dedi Eymen en sonunda göz göze geldiğimizde.

“Bir temizlik geçirmiş. Parmak izim kalmamış olabilir.” Dedim ama biraz sertçe bakmaya başladı. “Ne oldu?” Dedim yüzüne bakakaldığımda.

Sanki söylediğim şey biraz ağır gelmişti.

Ama Eymen’in kaşları çatılı kalmadı. “Hiçbir şey değişmedi aslında,” dedi. Tekrar salona baktığında neyin öncekinden farklı olup olmadığına bakıyordu. “Temizlik yapıldı evet. Ama dokunmadım.” Tekli berjerde oturuyordu öne doğru eğilip “İnan yattığın yastığa bile dokunmadım. En çok kullandığın bardağı da mutfak rafının sağ tarafına koydum.”

Yatak odasına girdiğimde yatağa öylesine attığım pijamalarımı görmüştüm.

Sessizlik çöktü bir süre.

Eymen yerinden kalktı, pencereye doğru yürüdü. Perdeyi hafifçe aralayarak dışarıya baktı ama konuşurken hâlâ bana dönüktü.

“Çalışma masana da dokunmadım.”

Kafamı eğip pijamalarıma baktığımda, hastanede geçirdiğimiz günlerin kesintisiz telaşına karşı, burada zaman durmuş gibi hissettim.

“İlaç saatin geliyor…” diyerek sıkılmamam için televizyonu açtı ve mutfağa gitti.

Salona yayılan sesle kafamı televizyona çevirip yanımda duran kumandadan sesini biraz kıstım. Elim hâlâ dizlerimin üstündeki battaniyeye kıvrılmıştı. Telefonumda açık olan ekran, sıradan bir haber sitesi gibi görünüyordu ama içerik... içerik bana aitti.

"Savcı Eymen Moran’ın eşi, Rana Soner Moran, evlerinin yakınında uğradığı silahlı saldırıyla hastaneye kaldırıldı. Olayın ardından kamuoyunun dikkatini çeken detaylar, Soner ailesine dair geçmişte yaşanan trajik bir cinayet dosyasını yeniden gündeme taşıdı." Cümle dışarıdan bakınca net, sade. Ama benim içimde yankısı eksilmedi.

Sayfayı aşağı kaydırdım. Ve geçmişin gözaltı kayıtları, mahkeme cümleleri karşıma geldi.

“Sessiz Katliam: Savcı Oğul ve Avukat Gelin, Aynı Elden Öldürüldü.”

Sesini kıstığım televizyon hâlâ bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, ama o an sesler değil cümleler yankılanıyordu içimde. “Sessiz Katliam: Savcı Oğul ve Avukat Gelin, Aynı Elden Öldürüldü.”

Yaşananları başka bir gözden okudum. Kendimi okudum. Dedenin mahkemesini bile okudum. Kendi soyadımı okudum. Bir haberin alt başlığında, bir mahkeme dosyasında, bir yorumun satırında… Ben yalnızca kurban olarak geçiyordum. Ama yaşadığım hiçbir şey bu kadar düz anlatılamazdı.

“Ben hayatımı sessiz mi yaşıyorum?” diye bir soru geçti içimden.

Ama artık ne kadar düşünürsem düşüneyim hayatım buydu. Sadece olması gerekenler için yirmi sene gerekmişti.

Eğer dede öncesinde yakalanmış olsaydı, Banu öldürülmemiş olurdu. Oğuz, tekrar Tuncay’a verilir miydi, bilmiyorum. Ben ne olurdum… bilmiyorum. Bazen içten içe keşke hayatıma nefes diye kattığı şeyler dedenin bilgi ağından ziyade başka hayatlar olmasını isterdim.

Geçmişte evim vardı ama evim değildi. Başka insanlar ailem olmak isteseydi ben kabul edebilir miydim? Sadece düşüncelerimde kalan bir şeydi.

Küçükken istemezdim sanırım. Ailemin yerine kimseleri koyamazdım ama şimdi tüm yaşadıklarımı düşününce keşke o şekilde ilerleseydi demekten öteye gidemiyordum ama hayat her zaman istediğimiz şekilde gitmiyordu.

Telefonun ekranını kapattıktan sonra salonun açık kapısına baktım. Mutfağın ışığı yanıyordu oraya gitmek istiyordum ama Eymen’in gelmesi benim gitmemden daha kolay olacaktı. Kafamı hafifçe yastıktan kaldırdım. Sesim net ama yumuşak çıktı:

“Eymen… bir gelir misin?”

Hiç bağırmadım. Mutfaktaki ses durdu. Sonra salona girdi Işığın gölgeleri koltuğun kenarına düşmüştü ama onun bakışı doğrudan banaydı. Beklentiyle yüzüme baktığında yutkunma ihtiyacı hissettim.

“Su içmek istiyorum. Kalksam mutfağa gelsem?” diye sordum. Yalnız kalmak istemiyordum.

Gözleri kısa bir an tereddütle önce mutfağa, sonra tekrar bana döndü.

“Ben getiririm.”

“Yok, ben...”

Kalkmaya çalışırken elimi koltuğun kenarına koydum, hafifçe doğruldum.

Eymen birkaç adımda yanında bitti ama önce kolumdan tutmadı biraz bana alan tanıdı, sadece oradaydı.

“İyiyim,” dedim.

Salon kapısından çıkarken kullanmadığımız şöminenin önüne Eymen hastaneden getirmek istediğim çiçekleri koymuştu. “Toprakları mı değişecek, saksıları mı büyütülmeli ne yapılmalıysa yapalım. Ölmesinler çok üzülürüm.”

“Araştırırım. Nasıl bakmam gerekiyorsa öğrenirim.” Dediğinde başımı salladım ama içimde bir şey daha kıpırdadı.

Çiçekleri kurtarma fikri değil, benim için bir şeyler öğrenmeyi istemesi dokundu bana. “Kökü sağlam olan şeyler yeniden filizlenir,” dedim içimden. “Belki ben de hâlâ o kadar kırılmadım.”

Mutfağa geçtiğimizde sandalyelerden birine oturmadım Eymen bana bardağı uzattığında, “Afiyet olsun,” dedi gülümseyerek.

“Artık daha çok söyleyeceğim…” dediğimde “Neyi?” diye sordu.

“Seni seviyorum.” Dedim bardağı tezgahın üzerine koymadan önce.

Eymen’in yüzü ifadesizdi önce. Sanki bu cümleyi duymaya hakkı yokmuş gibi...

“Bunu bir daha duyamam sanmıştım,” dediğinde dudaklarımı birbirine bastırdım.

Mutfağın küçük ışığı altında, sandalye hâlâ boştu.

“Özür dilerim.”

Çok kısa saçlarını sağ eliyle karıştırıp ocaktaki tencereye döndü. “Dileme.” Dedi sonra usulca. “Sadece yaşa…”

Birkaç hafta geçti, dikişlerim alındı. Ev hâlâ aynıydı haftanın belirli günlerinde gelip ev işlerine yardım eden abla tek farklılığımızdı. Evde kaldıkça çiçeklere baktım suladım biraz büyüttüm, ilaçlarımı düzenli aldım. Sessizlikle konuşmayı, kelimelerden çok bakışlarla anlaşmayı öğrendim.

Eymen her zamanki gibi sabırlıydı. Bense hâlâ kırık ama artık daha az parçaydım.

Psikolojik destek almaya başladım. Tanımadığım birine kendimi açmak ya da her şeyi baştan anlatmak istemedim bu yüzden eski psikoloğumu saat farkına rağmen ikna ettim. Eymen öğrendiğinde bana ilk söylediği şey “onu da hayatına dede kattıysa?” Olmuştu ama değildi. Kendisini bulan bendim bana yardım etmesini isteyen bendim. Bu yüzden tekrar güvenmeyi seçtim ve beni yalnız bırakmadı. Onun gündüz saatleri benim gecelerime denk geliyordu ama bir gece geç yatmam diğer sorunlarımın yanında hiçbir şeydi. Zorlandım, sustum, anlattım, ağladım. Ama bu kez içimdeki hiçbir şeyden kaçmadım.

Geçmişin tamir edilmediğini, sadece üstüne yeni yollar çizildiğini anladım.

Evde geçen günler, birbirinin aynısı gibi geliyordu bazen. Eda ablayla beraber mutfakta akşam yemeğini hazırlıyor kalan zamanda Eymen’in gelmesini bekliyorduk, Eymen geldikten sonra abla gidiyordu.

Kapının açılma sesi geldikten sonra Eymen “Kapı beni seviyor,” dedi içeri girerken. Hemen mutfaktan çıktığımda tam karşısında kalarak “Kapı seni seviyor olabilir... ama ben her gün anahtarsız açılmasını bekliyorum.” Dedim.

Eymen omuzlarını silkerek gülümsedi. “Ama biliyorum, aslında sen de bu bekleyişi seviyorsun.” Yanıma yaklaştı, yanağıma hafifçe dokundu. “Yarın zile basarım.” Diye eklediğinde gülümseyerek, “Eğer basmazsan tam bu dakikalarda kapıyı açmanı beklerim,” dedim.

Eda abla, mutfağın kapısında çantasını toplarken hafifçe gülümseyip, “Size emanet, ben çıkıyorum artık.” Dediğinde ellerini kontrol ettim. Yemekleri birlikte yapıyorduk ama onun kendi evine gitmesi birkaç saati buluyordu, bu yüzden fazla yapıp evine götürmesini istiyordum.

Kapıya kadar eşlik ettikten sonra eve bir sessizlik çöktü. Eymen, bana bakıyordu. Yorgun ama huzurlu bir ifadesi vardı yüzünde.

“Bugün nasıldı iş yerinde?” diye sordum, masada eksik var mı diye bakarken.

O da tam bu sırada sordu. “Bugün nasıldı?”

“Benim için dünle aynıydı senin?”

“Hım. Bugün yarınla aynı olmasın o zaman…” dedi ve kocaman gülümsedi ve “Sana bir sürprizim var,” dedi.

Kaşlarımı hafifçe kaldırdım. “Ne olduğunu sorarsam da söylemeyeceksin, değil mi?”

“Kesinlikle söylemem.”

Eymen ellerini yıkayıp masaya oturduğunda yüzünde belli belirsiz bir heyecan vardı ve bu daha çok meraklanmama sebep oluyordu. Kaşığını çorbanın kenarına bırakmadan önce bana baktı.

 

“Merak ettin mi?”

“Bari ipucu ver,” dedim çorbayı karıştırırken.

“Versem de anlamazsın,” dedi kendine güvenen o ses tonuyla.

Gülümsedim ama artık o kadar da dayanıklı değildim. Çorbayı iki kaşıkta bitirip hemen ana yemeğe geçtim. Eymen de hızlanınca fark ettim: gerçekten heyecanlıydı.

Masayı beraber toplarken sürekli bana bakıyor, yüzündeki o oyunbozan gülümsemeyle hiçbir şey söylemeden duruyordu. Bense daha fazla dayanamayacak gibiydim.

“Elimde patlayacak bir balon gibi hissediyorum, Eymen. Söyle artık ne bu?”

“Elinde patlamayacak, ama kalbinde büyüyebilir,” dedi.

Nereye gideceğimizi hâlâ bilmiyordum ama bu belirsizlik hoşuma gidiyordu. Üşümemem gerektiğini düşünerek dolabın önünde biraz durdum ve öylece kaldığımı gören Eymen “Rahat bir şeyler giy...” diyerek yardımcı oldu.

Üzerime açık gri bir kazak aldım; boğazı fazla kapatmıyordu ama kolları ellerime kadar uzanıyordu. Altına koyu renk kotumu giydim çıkmadan önce salona döndüm.

“Oldu mu?” diye sordum.

O ayağa kalktı, göz ucuyla baştan aşağı baktı ama hiçbir şey demedi. Sonra yaklaşıp sessizce cevap verdi. “Benzemişsin.”

“Neye?” dediğimde beni salonun kapısına döndürdü ve odadan çıkıp ışığı söndürdü. “Hadi gidelim geç kalıyoruz.” Demeyi ihmal etmiyordu, daha da bir şey sormadım söylemiyordu.

O kabanını ben montumu giydiğimde çizmelerimi elime aldım ve kapıyı açıp adımımı dışarı attığımda sensörlü ışık yandı ve ben hayatımda artık şok olmam sanıyorken en büyük şoklardan birini tekrar yaşadım…

Kapının önünde bir puset vardı. Üstü ince bir battaniyeyle örtülmüş, yanına küçük bir not iliştirilmişti.

Bölüm : 21.07.2025 17:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...