40. Bölüm

Zamanın Silgisi Bizi Es Geçer mi?

Fâhte
faahte

“Ne içindeyim zamanın,

Ne de büsbütün dışında;

Yekpare, geniş bir anın

Parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle

Uyuşmuş gibi her şekil,

Rüzgârda uçan tüy bile

Benim kadar hafif değil…”

İçimin hiç rahat etmediği uykuda geçirdiğim birkaç saati Gülay teyzenin ve Melek babaannenin sesleri bölmüştü. Yatakta sırtüstü yatıyordum; ayağımın altına koyduğumuz yastık yatağın diğer ucuna kaymış, battaniye dizlerime kadar toplanmıştı.

Birinin mutfakta dolandığını, bardakların birbirine çarpan hafif sesinden anladım.

Yorgundum. Fazlasıyla yorgundum bugün, daha gözlerim tam anlamıyla açılmıyordu ama içim içimi yiyordu. Komodine uzanıp Eymen’den oraya koymasını istediğim ekranı kırık telefonumu alarak çalıştığını umarak ekranı açtım. Dedeyi kameralardan kontrol etmeye devam ediyordum ve çatı katında duruyordu. Kaçmamıştı ama yine de rahat edemiyordum.

Ona yine de güvenemiyordum. Eşinin ihanetini bize yıkması kafama yatmıyordu böyle ucuz bir sebep olamazdı. Bütün yaşadıklarımın sebebi bu olamazdı, olmamasını içten içe diliyordum; çünkü çok basit bir sebepti.

Gözlerim yavaşça dolmaya başladı. İçimde biriken tüm sıkıntı, kırgınlık ve çaresizlik, bedenimi sarmaya başlamıştı. Sırtüstü yattığım yatakta, sessizce ağlıyordum. Gözyaşlarım yavaşça yanaklarımdan süzülürken, içimde kopan fırtına bir türlü dinmiyordu.

“Bunu hak etmiyorum,” diye fısıldadım kendi kendime, boğuk bir sesle. “Bütün bu acılar, bütün bu yıkımlar... Nasıl bu kadar anlamsız olabilir?”

Bir yandan kendimi suçluyor, bir yandan da umutsuzluğa teslim oluyordum. Eymen’in varlığı, o sessiz destek, biraz olsun dayanma gücü veriyordu ama yetmiyordu. Dedeye olan şüphelerim, geçmişten kalan yaralarım, yıkılan hayallerim; hepsi bir araya gelip nefesimi kesiyordu.

Yastığın içine gömülmek, ağlamak ve bir an olsun her şeyi bırakmak istiyordum. Fakat biliyordum ki, bu gece de rahat uyuyamayacaktım. İçimdeki sarsıntı, uykumun ötesinde bir fırtına gibiydi.

Gözlerimi silip, derin bir nefes aldım.

Tam o sıralarda kapı sessizce aralandı. Başımı yavaşça çevirdim; Eymen girmişti içeri. Yorgun, biraz çekingen bir bakışla bana doğru yaklaştı. Gözleri endişeyle doluydu.

Benim ağladığımı, gözlerimdeki ıslaklığı görünce durdu, birkaç saniye tereddüt etti. “Ayağın hâlâ mı ağrıyor?” diye sordu,

“Evet.” diye fısıldadım, sesim kırık çıktı. “Hem ağrıyor hem de... başka şeyler var içimde, kötü bir şey olacak gibi hissediyorum.”

Birden boğazım düğümlendi, gözlerim tekrar doldu. Dizlerimin üstüne çektiğim battaniyenin içine gömülmek istedim.

Eymen yavaşça yanıma yaklaştı, “Bazen dışarıdan bir el, bir yol gösterici, o yükü biraz hafifletebilir… bana anlatamıyorsan bile ne bileyim, birlikte yürüyebileceğimiz başka bir yola bakmak... bize iyi gelebilir. Profesyonel biriyle konuşmak, içindeki o ağır yükü biraz hafifletmeye yardım edebilir.”

Cümlesini bitirdiğinde, gözlerimi kaçırdım. İçimde kopan fırtınayı kelimelere dökmek hâlâ imkansızdı.

“Evde kim var?” dedim aniden, sesim biraz boğuktu. “Gülay teyze mi? Onun sesi gibi geldi…”

Eymen duraksadı. Gözlerini üzerimde tuttu ama sözüme saygı duyar gibi geri çekildi.

“Evet,” dedi alçak sesle. “Babaannem ile gelmişler. Mutfaktalar.”

“Ben… kalkayım,” dedim. Eymen hemen toparlandı, kolunu uzattı. Ayağımı yavaşça yatağın kenarına sarkıttım, hâlâ ağrıyordu ama dayanılmaz değildi.

“Yavaş,” dedi Eymen, dikkatlice yanımda durarak. “İstersen ben-”

“Yok, iyiyim… bir iki adım atınca alışırım acısına.” dedim. Ama alışamadım, ilk birkaç adımda yüzüm acıyla buruştu. Yine de mutfağa yürüdüm, adımlarımı ayağımı tamamen yere değdirmeden atıyordum.

İçeri girdiğimde Gülay Teyze başını kaldırdı, Melek Hanım tezgâha bir şey bırakıyordu. Beni görünce ikisi birden döndü.

“Rana?” dedi Gülay Teyze, sesi hem şaşkın hem yumuşaktı. “Kızım, kalkmamalıydın.”

Gözlerim dolmaya hazır bir hâlde ama yüzümde hafif bir tebessümle ona yürüdüm. Gülay Teyze hemen kollarını açtı, ben de kendimi fazla düşünmeden onun sarılışına bıraktım.

Bana sıkı sıkı sarıldı, başımı omzuna koyduğumda bir elini saçlarıma götürdü.

“Geçmiş olsun kuzum,” dedi. “Çok korktuk… Çok, çok.”

İçimde tuttuğum şeyler onun bu yumuşacık sesinde çözülmeye başladı. Derin bir nefes aldım.

Derin bir nefes aldım. O anda içimde bir şey çözülmedi belki ama gevşedi. Gülay Teyze’nin kokusu, ellerinin sıcaklığı, sesindeki titrek şefkat… içimdeki sıkılığı bir parça gevşetti.

“Yani…” dedim usulca, omzunda kalmışken, sesimi hafifçe alaycılaştırarak, “Bir şey de benim başıma gelmese olmaz Gülay teyze. Hep ben hep ben…”

Gülay Teyze bir an sustu, sonra kısık bir gülümsemeyle başını geri çekti. “Yine de gülüyorsan iyi,” dedi.

“Başka ne yapabilirim?” dedim omuz silkerek.

Gülay Teyze beni sandalyeye oturttu, ayağımı diğer boştaki sandalyeye destek koyarak uzattım. Küçük, sessiz bir şefkat töreni gibi sürdü bunlar.

Sonrasında Melek Babaanne yerinden yavaşça doğruldu, ellerini hafifçe dizlerine bastırarak yanıma yaklaştı. Bir an durdu önümde, sanki nasıl yaklaşacağını tartıyordu. Sonra eğilmeden, beni ürkütmeden elini omzuma koydu.

“Geçmiş olsun, yavrum,” dedi.

Sesi beklediğimden çok daha yumuşaktı. Yaşına rağmen sesinde bir kırılganlık değil, aksine sakince süzülen bir şefkat vardı. “Çok korktuk, ama sen iyisin ya… gerisi geçer. Canın sağ olsun. Biz buradayız.”

Başımı hafifçe kaldırdım, göz göze geldik. İlk defa, o bakışta gerçekten bir “babaannelik” gördüm. Bildiğim, alıştığım, bana öğretilen kalıpların dışında bir sıcaklık. Kırık dökük geçmişin içinden hâlâ uzanabilen bir el gibiydi.

Eymen de mutfağın kapısında tekrar belirdi ama içeri girmedi. Beni orada, onların arasında görünce olduğu yerde kaldı. Göz göze geldik, hafifçe başını sağa eğdi. Yorgun görünüyordu gece uyumamıştı. Neredeyse öğlen olmuştu ve uyumamıştı. Birazcık kapıya doğru kayıp “Gidip uyu biraz.” Diye fısıldadım.

Eymen hafifçe gülümsedi ama o yorgun bakışın arkasında hâlâ bir tetikte duruş vardı. Sanki bir gözü hep bende, bir kulağı hep dışarıdaydı. “Birazdan,” dedi sadece.

Kafamı kapıdan mutfağa tekrar çevirdiğimde burnuma tanıdık bir koku çarptı. Derin, hafif ekşimsi ama iç ısıtan… Gözüm tezgâha doğru kaydı. Üzerine örtü serilmiş tencereden hafifçe buhar yükseliyordu. “Sarma mı yaptınız?”

Gülay teyze hemen güldü. “Daha yapıyoruz. Yaprakları haşlıyoruz.” Dedi.

“Ayağın böyleyken sen mutfağa girme dedik ama olmadı, hemen kalkıp geldin.” Melek babaanneye çevirdim gözlerimi.

“Ben de sarayım mı?” diye sordum, hafif tebessümle, içimdeki küçük isteği fark ederek.

Melek Babaannenin yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi, gözlerini kırptı. “Olmaz mı? Tabii ki.”

İçime hiç beklenmedik bir sıcaklık yayıldı; sarma sarmak, belki de uzun zamandır kaybettiğim bir huzur anının habercisiydi.

Gülay Teyze, tencerenin kapağını dikkatle kapatıp ocaktan aldı, “Bu kadar salça yeter, başka gerekmez,” dedi, sesinde tecrübeyle karışık bir kesinlik vardı.

Melek Babaannenin kaşları hafifçe çatıldı, “Az geldi bana yine de.” diye mırıldandı. “Daha koyu olması lazım ki tadı tam olsun.”

Ben onları sessizce izliyordum, ellerim dizlerimde, hafifçe hafifçe çevirerek bir ona bir ona bakıyordum.

“Keşke evde lahanamız da olsaydı,” diye mırıldandım, Melek Babaanne hafifçe gülümsedi, “Şimdilik yaprak sarmasıyla idare edeceğiz canım.” Dedi.

Sardığım sarmayı dikkatlice elime aldım, hafifçe yukarı kaldırdım birazcık küçük ve kalın olmuştu. Sonra ağzıma doğru götürdüm, hafifçe ısırdım.

Gülay Teyze parmağını kaldırıp gülümseyerek, “Rana, yeme artık. Pişirince yersin.” Dedi ama karşılığında bir tane daha yedim. “Tamam tamam.” Dedim hemen.

Tabii ki onlar kadar hızlı ve aynı orantıda saramıyordum. En son ne zaman bunu yaptığımı hatırlamıyordum bile. İçimden kendime biraz kızdım; ama Türkiye’ye dönüp evleneceğimi ve bir gün kendimi sarma sarmaya çalışırken bulacağımı hiç düşünmemiştim.

Hayatın tuhaf dönemeçlerinde, en beklemediğin anlarda kendini yeni rollerin içinde buluyorsun demek ki.

Bir yandan bu basit, eski alışkanlıklar bana ne kadar da yabancı geliyordu; bir yandan da sarmaları sararken hissettiğim o sıcaklık ve aidiyet duygusu içimi ısıtıyordu.

Gözlerimi Gülay Teyze ve Melek Babaanne’ye çevirdim. Hem konuşup hem iş yapan ikiliye bakakaldığımda Melek Babaanne kafasını kaldırıp gülümseyerek bana baktı. “Canının istediği bir şey varsa söyleyebilirsin canım.” Dediğinde kafamı hayır anlamında iki yana salladım hızlıca.

“Yok, teşekkür ederim.”

Aslında babaanneye Eymen hakkında sormak istediklerim vardı ama çekiniyordum, sonraya erteledim merakımı. Eymen’den öğrendiklerimi sormak istediklerimle birleştirip merak ettiklerimi sorardım. Onun çocukluğuna dair ne kadar şey bildiğimi düşününce, aslında pek az şey olduğunu fark ettim. Şimdi, torununu hiç tanımıyor gibi gözükmek istediğim bir şey değildi.

Babaanne’nin sıcak bakışları üzerimdeydi ama ben yine de sesimi çıkaramadım “Bundan sonra ne yapacaksın, düşündün mü? Büro açmayı planlıyor musun yoksa başka bir şey mi var aklında?” diye sordu bana.

Sanki sadece geleceğimi değil, içimde gizlediğim tüm kararsızlıkları da anlamak ister gibiydi. Ben cevap vermekte tereddüt ettim, gözlerimi yere indirdim ve sonra ağır ağır söyledim

“Büro açacak kadar bir çevreye sahip değilim, daha erken olduğunu söyleyebilirim.”

Gülay Teyze, söze girdi, her zamanki tatlılığıyla “Yeşim’le birlikte çalışırsınız, o bebek olunca sen yönetirsin büroyu, ne olacak iş diye düşünüp duruyor.”

Güldüm, başımı hafifçe ona çevirdim. Ama yüzümdeki gülümsemenin arkasında bir kararlılık vardı.

“Yok teyze,” dedim, sesi fazla yükseltmeden ama net. “Onun kendi bürosu. Dedenin mahkemesi görülsün, ben bir yolunu bulurum.”

Cümleyi kurarken içimde beliren his, ilk defa bana kendimi gerçekten bir avukat gibi hissettirdi. Kendi yolumu çizmek, kendi kararlarımı almak… Her şeye rağmen, ayakta durabilmek istiyordum.

Gözüm bir süredir ara ara kapıya kayıyordu ama seslenmeyecektim. Uyuduğunu düşünüyordum; Oğuz’un nerede olduğunu soracaktım ama rahatsız etmeden usluca oturmaya devam ettim.

Oturduğum sandalyede iyice sessizleşmiştim. Sohbet dağılmış, mutfakta başka tıkırtılar başlamıştı. “Ben biraz uzanayım,” dedim sessizce.

Melek Babaanne başıyla onayladı, “Dinlen canım, biz buradayız.” Dedi. Gülay Teyze hemen döndü, “Odana götüreyim mi?” dediğinde onu reddettim.

Odamızın kapısını yavaşça araladım. İçerideki serinlik yüzüme vurdu. Gözlerim yatağın kenarına takıldı. Eymen... yatağın bir yanında yan dönmüş uyuyordu. Tişörtü hafif yukarı kıvrılmıştı, bir kolu başının altında, saçları dağınıktı.

Bir an durdum, içimde hem huzur hem de tarifsiz bir yorgunluk vardı. Adımlarımı dikkatle attım, ayağımı sürümemeye çalışarak yatağın diğer yanına doğru kıvrıldım. Eymen hâlâ derin uykudaydı, yüzündeki huzur beni biraz olsun rahatlattı.

Nefesi hafifçe yüzüme dokundu, yavaşça gözlerimi kapattım.

Bir kuş sesiyle uyanmış gibi oldu. Gözlerini açtığında her şey yumuşaktı. Güneş, perdeyi aralayan ince bir çizgide odaya sızıyordu. Duvarlar krem rengi, yerde örgü bir halı. Rüya olduğunu bilmiyordu henüz, sadece huzurluydu.

Yatakta küçük bir kıpırtı hissetti. Yanına dönünce minik bir kız çocuğu gördü. Gördüklerine anlam vermeye çalışırken kendi çocukluğuna benzetti. Kızın saçları kıvırcık dalgalar hâlinde omuzlarına dökülüyordu, hafifçe dağılmış ama bir o kadar da doğal. Gözleri kahverengiydi ama sıradan bir kahverengi değil içinde bal rengi parıltılar gezinen, neredeyse kehribara çalan bir ton. Beyaz teni, sabah ışığında porselen gibi parlıyordu. Üzerinde kahverengi ayıcık desenleri olan bir pijama takımı vardı…

Çocukluğundaki kendisini izliyormuş gibi hissetti. Elinde bir oyuncak ayı vardı, dişlerinin arasından peltek bir fısıltıyla mırıldanıyordu:

“Anne... su…”

Rana, yavaşça kalktı, adımlarını dikkatli atarak yanındaki küçük kızın istediği suyu almak için mutfağa yöneldi. Mutfağın serinliğinde elini musluğun altında yıkadıktan sonra, bardağı doldurdu ve tekrar odaya döndü.

Minik kız çocuğu bardağı sevinçle aldı, usulca dudağına götürdü. Gözlerini ona dikmiş Rana, kalbinde tarifsiz bir sıcaklık hissetti; rüyanın sınırları içinde bile olsa, bu an ona gerçeklikten bir kaçış sunuyordu.

“Cansu,” dedi içinden.

Çocuk birkaç yudum alıp gözlerini açmadan yastığa gömüldü. Ağzından kaçan kıkırtılar yaşam gibi hissettiriyordu.

Sonra sahne sessizce değişti.

Kahvaltı sofrası. Üç kişilik masa.

Pencerenin dışında salkım salkım mor çiçekler, yerde bir bisiklet duruyor. Küçük kız sandalyesinde oturmuş, elinde bir zeytin tutuyordu. Tabağında haşlanmış yumurta, domates, incecik kesilmiş salatalık dilimleri vardı. Küçük bir ekmek parçasını sütüne batırdıktan sonra zeytin çekirdeklerinin üstüne koydu.

Rana, onu izlerken zamanın yavaşladığını hissetti. “Dedemin saçları…”

İçinden bir cümle aktı, düşünce gibi, sitem gibi üzerine fazla düşünmeden… bugüne kadar babasının lafı kiminle geçtiyse herkese gösterdiği kırgınlık ve kızgınlıkla cevapladı; “Babamın saçları beyaz değildi…”

Alışmışlık içindeki hislerin en deriniydi ama bir yabancılık vardı.

O anda masadaki sıcaklık kırıldı.

Küçük kız başını çevirip Rana’ya baktı. Gözleri biraz büyümüştü. Ardından bir ses geldi… arka plandan, belli belirsiz. Baston sesi gibi. Tahta zemine vuran kuru bir ses.

Rana yerinden kalkamadı. Sadece gözlerini kapattı. Ama ses daha da yaklaştı. Bir ayak sesiyle birleşti, sonra nefesle.

“Rana,” dedi tanıdık, çok eski bir ses. Öyle yumuşak değil; zamanla çatallanmış, taşlaşmış bir tını.

Birden, küçük kızın sandalyesi boşaldı. Çiçeklerin rengi soldu, bisikletin tekerleği dönmeyi bıraktı. Süt soğudu. Ayak sesi her şeyin önüne geçti; o kuru, bastona yaslanan ritim artık sadece bir zeminden değil, Rana’nın göğsünden geçiyor gibiydi.

Bir adım daha.

O son adımla birlikte gözlerini açtı.

Masanın başında oturan dedesiydi. Bastonunu dizine dayamış, gözlerini kısıp ona bakıyordu.

Rana’nın içi çekildi. Huzurun altından bir titreme geçti. “Hiç mutlu olmadın,” dedi yaşlı adam, gözlerini ondan ayırmadan. “Olmayı hiç denemedin.”

Gerçek dünyada hiç bu kadar berrak konuşmamıştı dede. Bu kadar dingin, bu kadar kesin. “Bıraksaydın, öldükleri kalsalardı,” dedi yine, aynı sessiz kesinlikle. “Her şeyi öğrendin de ne oldu?”

Rana titreyen sesiyle cevap verdi, ama ağzından çıkan kelime kendi kulağına yabancı geldi:

“Doğru olanı yaptım…”

Kız çocuğu, Rana'nın eteğine sarılmıştı şimdi. Rana ise hareket edemiyordu. Boğazına bir düğüm oturmuştu sanki.

“Doğru mu?” Dede hafifçe eğildi, sesi alçaldı. “Kimi kurtardın?”

Rana gözlerini kaçırdı. Kız çocuğu ortada yoktu artık. “Cansu?” dedi tedirgince, ardı ardına seslendi.

Masa, çiçekler, bisiklet… Hepsi erimişti. Sadece o bakış vardı şimdi, dede ve sorular.

“Beni mi kurtardın, kendini mi?”

Rana’nın yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı. Rüyada bile acıydı bu. Kırgınlığı, yıllardır içini oyan boşlukla birleşti.

Küçük Cansu’nun minik elleri kendine sarılıydı; sanki dünyadaki tüm korkularını oraya bırakarak güvende kalmaya çalışıyordu. Rana, o an kendini koruması gereken biri olarak değil, korunan biri olarak gördü.

Dede son kez konuştu. “Geçmişi kazdın. Ama toprak sadece cesetleri saklamaz… Kazdığın yerde sadece geçmiş değil, üzerine basmaya çekindiğin şeyler de olur.”

Rana, dedenin son sözleri yankılanırken ağır ağır gözlerini açtı. Gözlerinin önünde hâlâ rüyanın kırılgan siluetleri vardı; küçük Cansu’nun bakışı, kahvaltı masası, çiçekler, dedenin soğuk sesi…

Bir nefes aldı, ama göğsü hala dar geliyordu. Sanki o toprak, o kazılan yer, üzerine basmaktan çekindiği yükler, odanın içinde dolanıyordu.

“Ne kurtardım ne bıraktım… bilmiyorum artık.” diye mırıldandı kendi kendine. O günün devamında rüyasının içinden hiç çıkamadı ve kimseye anlatamadı.

“Birlikte hiç normal bir vakit geçirmedik.”

Başka şeyler yapmak istiyordum. Daha günlük şeyler yapmak istiyordum. Biraz olsun Soner olmanın bedellerini ödediğim şu hayattan uzaklaşmak istiyordum.

Sürekli benim hayatımın önünü alamadığım problemleri bunların önünde yer alıyordu.

Eymen karşımda yemek masasının yanındaki kitaplığın çoğunluğu boş kalan yerlere kendi evinden getirdiği kitapları yerleştiriyordu ve elindeki incecik kitabı hiçbir kitap arasına sıkıştırmadan bana dönüp baktı.

“Ne yapmak istiyorsun, aşkım?”

“Artık dışarı çıkmak istiyorum.”

“Evde sıkıldığın için normal bir şey arıyor olmayasın?” dedi ve elindekini yerleştirmeye devam etti.

“Hayır…” sonrasında ofladım biraz tekrar dönüp baktı. “Sıkıldım ama senin normal kavramınla benim normal kavramım farklı herhalde?”

“Bence tartışmadığımız her an zaten normal bir vakit içindeyiz.” Dedi ve devam etti. “Film izliyoruz, yemekleri bana yaptırıyorsun…” dediğinde güldüm.

“Ayağım böyle diye üçüncü günden şikayet ediyorsun.”

“Senden güzel olmasın ama iyi yemek yapıyorum.” Hemen birkaç adımda yılbaşı ağacımızın yanına giderek tepesindeki yıldızı işaret etti. “Bunu ben koydum…” önceden yarısının boş kaldığı yeri gösterdi. “Süsleri hallettik.”

Ne istediğimi söylemeden önce uzanıp ayağımın altındaki küçük kırlenti düzelttim. Ayağımın altına koyduğumuz yastık artık sadece alışkanlıktan oradaydı. Şişlik yok denecek kadar azdı ama hâlâ bir parça tedirgindim.

“Bundan bahsetmiyorum. Hiç sinemaya gitmedik. Düğünü ya da nişanı olan yok mu, evlenen arkadaşın yok mu?” sorumun ardından çok kısa bir an düşündü ve beni onayladı. “Var ama gitmek isteyeceğin hiç aklıma gelmedi.”

Sırtımı dikleştirip biraz yerimi değiştirdim. “Neden? Belki ben de senden düğün isteyeceğim gidip görmem lazım.”

Eymen’in yüzü bir anlık ciddiyetle gerildi, sonra kaşlarını kaldırdı.

“Demek öyle…” dedi usulca. “Düğünlere bakarak karar vereceksen bizim işimiz zor.”

Kitabı elinden bıraktı, yanıma gelip koltuğun kenarına ilişti.

“Tabii ki bakarak karar vereceğim. Kolay mı hemen nikah masasına oturttum, oh her şey bitti demek. Gördüm ben damadın annesi gelinin avucuna altın koyuyordu. Yeşim’in kınasına gelseydim keşke daha önce bunları görmüş olurdum… işin bana karşı çok kolaydı.”

Düşündüğüm ilk zamanda bile keyfimi yerine getiren şeyi yavaşça dillendirdim. “Anneni hayal ettim. Keyiflendim…”

Eymen’in gözleri bir anlığına kısıldı, o ciddiyetin altında belli belirsiz bir gülümseme belirdi ama hemen ardından başını öne eğip kaşlarını çatmaya başladı.

“Sen… annemi kına gecesinde hayal ettin yani?” dedi yavaşça, sesi gülmekle hayret etmek arasında bir yerdeydi.

“Evet,” dedim başımı dikleştirerek, “Sonra gelip elime altın koyuyor ama tabii suratında hâlâ o ‘ben demiştim’ bakışı.”

Eymen sonunda güldü. Başını iki yana sallayıp, “Benim annemden kına gecesi kadını çıkmaz,” dedi.

Ben de gülümsedim. “Zaten…”

Eymen bir an durdu, sonra sesi hafifçe ciddileşti. “Ama sen bu görüntüyü cidden istiyor musun? Yani… bizim öyle bir düğünümüz olmadı. Bu eksiklik gibi mi geliyor sana?”

Başımı yavaşça ona çevirdim. “Eksiklik değil. Ama hayal gibi... bazen insan yaşamadığı şeyleri hayal eder ya. Gerçekten ister mi bilmez ama bir yanın orada kalır. İçine oturmaz ama içini de geçmez.”

Eymen sessizleşti. Eli yavaşça elime kaydı, parmaklarını parmaklarımın arasına geçirdi.

“Ben sana gerçek olanı verebilirim,” dedi. “Kına gecesi, düğün, nikah masası... hatta istersen annem de altın koysun. İstiyorsan yaparız.”

“Bilmiyorum,” dedim. “Bir masayı dolduracak çevrem yok. Hepsi Yeşim’le gelen bir çevre ve o sizin gelininiz.”

Eymen hiç tereddüt etmeden duraksamadan anında “Sen de öylesin.” Dedi unuttuğum bir gerçekliğe beni geri döndürerek. “O masa... dolu olmasa da olur,” dedi alçak sesle. “Ama sen öyle hissetme diye uğraşırım.”

Bir şey söylemedim hemen. İçimde biriken o tuhaf, belirsiz sızıyı bastırmaya çalışırken, kelimeler boğazıma kadar geldi ama dökülmediler. Yalnızlık bazen bir kalabalığın ortasında bile gelip yerleşiyordu ya, işte tam öyle hissediyordum.

“Yakın arkadaşın Yiğit mi? Serkan mı? Başka var mı? Üniversiteden falan.” Diye sordum bu da merak ettiklerim arasındaydı.

“İlker vardı.” Dedi ve çok kısa durdu belli ki uzun zamandır aklına gelmemişti. “Hâlâ var burada noterlik yapacak sanıyorduk, master yaptı, birine âşık oldu, evlendi. İngiltere’ye yerleşti. Ama o eski samimiyet... geçti işte.”

“Yiğit başka,” diye devam etti sonra. “Onu ayırırım. Dostun en acı söyleyenidir. Bazen insan duymak istemez.” Diye cümleyi bitirdiğinde kafamı salladım.

“Deneyimlerim arasında. Peki söyledin mi?” dedim anlamayarak baktı “İlker’e evlendiğini.”

Eymen başını hafifçe eğdi, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi. “Yani fırsatım oldu ama dümdüz evlendim demedim. O kadar karmaşanın içinde, ne diyeceğimi de bilemedim açıkçası bilmiyorum, sahici gelmedi.”

Sonra bana döndü, gözleri dikkatle baktı.

“Ama şimdi söylerim. Seni anlatırım.”

“Ne anlatırsın?” dedim merak içinde.

Eymen gözlerini bir an ayırmadan baktı bana. “Beni oyuna getiriyorsun.” Dedi anında. “Bunları kafanda kurdun…”

“Ya hayır. Dümdüz soruyorum üstelik ilk sen söyledin ben beni anlattın mı dedim?”

Eymen gülümsedi, sonra gözlerini devirdi ama o gülümseme yerinden oynamadı.

“Peki tamam…” dedi, sesi yavaşça yumuşadı. “Sana karşı koyamıyorum zaten.”

Biraz daha döndü bana doğru, bakışları ciddileşti.

“Ne anlatırım biliyor musun?” dedi sonra, sesi alçak ama netti. “Öncelikle sen benim karımsın, İlker’e sadece evlendim der geçerim, gördüğümüz yok herifi zaten.”

“Her şeye rağmen inatla içinde tutmaya çalıştığın o güvenme isteğini… Kendinden sakladığın inceliklerini. Mesela bazı sabahlar gözlerinin altı daha koyu oluyor, ama hâlâ ayakta kalmaya çalışıyorsun ya onu.”

Sustum. Bir an için kendimi gözlerinin aynasında gördüm gibi oldu.

Gözlerimi kaçırmak istedim ama başaramadım.

“Bunları mı söylersin?” dedim kısık sesle.

“Bunları,” dedi kesin bir ifadeyle. “Daha fazlasını. Sen beni oyuna getirmiyorsun ben seni anlatmaya hevesliyim ama kendini bilmediğini düşünmüyorum ve en yakın zamanda işinin başında göreceğim. Evin önünde bana söylediklerini unutmuyorum.”

Dalıp gittiğimde şu birkaç günü içimden değerlendirdim. Evden çıkmıyordum ve dedeyi tamamen gözden çıkarmıştım. Sadece aklıma geldiği sıralar telefondan bakıyordum; onun dışında ne yemeği ne suyu ne ilaçları hiçbir şey umurumda değildi. Mahkeme günü bugün ya da yarın verilecekti; orada kendi kendine ölse miydi yoksa mahkemeye mi çıkmalıydı, bilmiyordum.

“Evin önündeyken karşımda duran araştırmamı engelleyen bir adamdın,” dedim.

Eymen kaşlarını hafifçe çattı, “Asıl sen işimi yapmamı engelleyen, yol yordam bilmeyen biriydin,” diye karşılık verdi, ardından biraz daha yumuşadı. “Ama işin hukuki boyutu daha karmaşıktı ve bilmiyordun.”

Cevap vermeden durdurduğumda tamamen vücudunu bana çevirdi.

“Hayatımızı alt üst eden her şey… dedenin mahkeme gününde bitecek,” dedi, sesi yavaş ama netti. “Tuncay tanık olarak dinlendiğinde deden neler söyleyeceğini bilemeyecek. Telaş yapacak, açık verir. İlk kez kendini kontrol edemeyecek çünkü artık o oyunun hâkimi değil.”

Sustum. Gözüm kitaplığa, yılbaşı süslerine, masadaki boş çay bardağına takıldı. Ama sesine kulak veriyordum. Her kelime, içimde bir düğümü çözer gibi yankılanıyordu.

“Yaşından ve hastalıklarından dolayı ceza indirimi alması mümkün. Evet. Ama bu basit bir dosya değil. Bu dosyada iki hukukçunun ölümü var. Baban, Cumhuriyet Savcısı. Annen, baroya kayıtlı avukat, cezası iki katıyla çarpılacak. Hem mesleki hem siyasi boyutu olacak. Bu yüzden verilecek ceza sadece onun suçu için değil, emsal bir dava olacak.”

Gözlerimi kaçırdım. Ayağımı düzeltmek isterken hafifçe inlediğimde bir şey demeden, dikkatle, uzanıp elinin arasına aldı.

Avuçları, bileğimin çevresini kavradığında gözümün içine baktı.

“Şiş değil artık,” dedi. Sesi yumuşaktı ama içinde neredeyse bir inat vardı. “Bak, gayet iyi. Artık korkmana gerek yok.”

“Şiş birazcık. Rengine bak çürüyor gibiyim.” dedim buruşan burnumla.

Ayağımı geri çekmeye çalıştım ama o, parmaklarımı bile okşar gibi bir dikkatle kavramaya devam etti.

Başını hafifçe eğip mordan dönen renge baktı inceledi. “Çürümek değil o, iyileşmek,” dedi sonunda. “Derinin altındaki morlar geçerken böyle olur. Resmen ayağının dışıyla basmışsın merdivene… yine iyileşmiş bu, eskiden daha kötüydü.”

“Biliyorum.” Dedim sonunu uzatarak. “Kocama naz yapıyorum.”

Eymen gözlerini kısıp gülümsedi, başını hafifçe salladı.

“O zaman bu, tıbbi bir müdahaleden çok, evlilik içi şımartma oluyor,” diye mırıldandı.

“Nazını sevdim. Hep yap.” Dediğinde uzanıp parmağımla şiş yerini işaret ettim. “Bak, araştırdım burası hep böyle kalacakmış şiş.”

O da parmağını hafifçe şişin üstüne koydu, “Demek ki bundan sonra nazın da kalıcı olacak,” dedi gülerek.

“Şikayet ediyorsan…” dedim ve işaret parmağımı uzattım.

“Etmiyorum. Beyanım esastır.”

“Alnıma bakmadın.” Diyerek ilgiyi başka yere çektim.

Birden, usulca üzerime doğru eğildi, hafifçe ağırlığını üzerime vermeden koltuğa yaslandı. Parmakları alnımda gezinirken yüzü çok ciddi bir işle uğraşıyor gibi bir hâl içindeydi.

Konuşmak için ağzını açmıştı ama telefonumun sesiyle sehpaya döndük. Eymen üzerimden kalkıp sehpaya uzandı telefonumu verdi.

“Bilinmeyen numara.”

Anında içimi bir korku kapladı. Gerildim. Numaram sadece çevremde vardı, çağrının Tuncay’dan geldiğini ya da dedenin kaçtığını onlarla alakalı olduğunu düşünerek açtım. Açarken de birazcık sesini kısmıştım.

Telefonun diğer ucundaki ses tanıdıktı, ama beklenmedikti. Kerem’di.

“Rana Hanım, sizi rahatsız ediyorum, biliyorum,” dedi biraz çekingen, biraz resmi bir tonla.

Eymen merakla bakarken ve kafasını kim o, diye sallarken “Dinliyorum Kerem.” Dedim. Kerem’in adını duyunca Eymen’in yüzündeki gerginlik hemen dikkatimi çekti.

“Sizinle bu konuyu konuşmam gerekiyordu umarım beni yanlış anlamazsınız. Uzlaşma talebimizden sizin haberdar olmadığınızı fark ettim.”

“Böyle bir talebimiz olmadı zaten Kerem. Kapanan dosyada ne uzlaşması ne arabuluculuğu yapmaya çalışıyorsun?” Eymen, öfkesini bastırmaya çalışır gibi derin bir nefes aldı, kaşlarını sertçe çattı.

Bir an sessizlik oldu, sonra Kerem dikkatle açıklamaya devam etti. “Evet, o dava görüldü ve müvekkilim Eyşan Hanım’ın avukatı o gün ben değildim. Bu süreçte farklı bir temsilci vardı. Ancak yeni bir dosya açıldı ve ben bu yeni süreçte müvekkilimin avukatlığını üstlendim.”

Günler önce gördüğüm tablonun bir kısmı şu an kulağıma fısıldanıyordu. “Eymen’in uzlaşmaya sıcak bakmadığımızı söylediğini biliyorum Kerem. Uzlaşabileceğimiz bir konu kalmadı zaten. Müvekkiliniz ile davamız görüldü ve kapandı.” Dedim.

Mahkeme görüldükten sonra ceza aldıktan sonra tek yapacağı cezaya itiraz olurdu bu konuda beni ilgilendiren bir şey kalmamıştı.

“Sizin için öyle. Peki ya Savcı Eymen için?” dedi ben sessiz kaldığımda konuşmaya devam etti. “Eyşan Hanım’ın düğünden sonra…” telefonu kulağımdan çekerek hoparlöre aldım. “Geçirdiği kötü günlerle ilgili kafa karıştırıcı bir söylemi varmış. Savcılığın tanığı Eymen Savcı ve Cihat Başsavcıymış.”

“Benimle bir alaka göremedim?” dedim olabildiğince az asabi olmaya çalışarak. “O günlerde burada bile değildim.”

Kerem’in sesi, bir an tereddüt edip sonra kararlılıkla devam etti:

“Yeni dosyada asıl konu, burada hiç bulunmamanız. Rana Hanım avukatlık ruhsatı, denklik ve mülakat süreciyle ilgili şüphelerimiz var. Denklik olmadan mülakatla avukatlık ruhsatı alması üzerine bazı itirazlarımız mevcut. Müvekkilim, bu sürecin usulsüz olduğu iddiasıyla süreci araştırıyor. Bu nedenle dosya tekrar açılabilir.”

Eymen, Kerem’in sözleriyle birlikte sıkıca tutulan yumruğunu hafifçe gevşetti ama yüzündeki gerilim azalmadı.

“Tabii ki, açabilirsiniz.” dedim hiç beklemeden. “Hâkime Hanım’ın şüpheleri için bütün işi gücü bırakıp bu davalara yöneleceğimizden asıl sizin hiç şüpheniz olmasın Kerem. Adalet için gece gündüz çalışan birinin isteğini nasıl geri çevirebiliriz ki?”

Telefonun ucundan birkaç saniye ses gelmediğinde boğazımı temizledim.

“Davayı açacağız o hâlde.” Dedi.

“Bu davayı açtığınızda karşınıza alacağınız sadece ben olmayacağım, Kerem,” dedim netçe. “Elif İpek Yaşar’a da dava açmış olacaksınız.”

Kerem’in sesinde kısa bir sendeleme oldu. Cümlesini toparlamadan önce birkaç saniyelik bir duraksama yaşandı.

“Bunu... göz önünde bulunduracağız elbette,” dedi temkinli bir tonda. “Ama bizim derdimiz şahıslarla değil, sürecin kendisiyle. Usulde bir hata varsa-”

Eymen, bu kez daha fazla susamadı. “Usulde bir hata varsa, o mülakat heyetini ve ruhsatı veren kurumu karşınıza alırsınız, Kerem,” dedi sesi buz gibi, ama içten içe öfkeyle titreyerek. “Karımı değil. Eğer o sürecin altında baronun, üniversitenin ya da kuruldan bir imza varsa, hukuka uygunluğu da vardır. Eyşan Hanım için adalet arıyorsanız, önce onun siciline bakın.”

Tek hamlede uzanıp telefondaki aramayıp kapattı.

Ekrana kısa bir süre baktım, sonra elimden yavaşça bıraktım. Sehpanın cam yüzeyine düşen telefonun sesi odadaki sessizliği kesmedi, sadece biraz daha derinleştirdi.

Kendini tam karşıma konumlandırdı. Sehpaya kendini yasladığında hemen hemen gözlerimiz birbirine denkti.

Eymen gözlerini benden kaçırdı, dudaklarını birbirine bastırdı. Birkaç saniye boyunca konuşmadı. Sanki kendini dizginlemeye çalışıyordu. “Ne oldu, sor hadi. İçinden ‘neden bana söylemedin’ demek geçiyor ama kavga etmek istemiyorum.”

O an gülmemek için kendimi zor tuttum. “Kavga mı edeceğiz sandın gerçekten?” dedim. Omuzlarımı silktiğimde “Yalan değil. Torpille oldu sayılır. Elif Hanım’ın erkek kardeşiyle evimiz yan yanaydı.”

Gözlerinde ne öfke ne hayal kırıklığı vardı; sadece bir şeyleri anlamaya çalışan, çekingen bir ifade oluştu. “Demek... bu şekilde oldu?” dedi yavaşça.

“Ya ne sanıyordun? Bunu yapmasam Haziran’a kadar altı ay bekliyor olacaktım. Yaptım yalan mı söyleyeyim ama mülakat kendi bileğimin hakkıydı ben yolu biraz kısalttım.”

Eymen bir süre başını eğip oturduğu yerde ellerini dizine koydu.

“Peki bana niye hiç söylemedin?”

Cevabım gecikmedi.

“İki farklı, birbirinden uzak hayatımız vardı. Sonrasında da konusu geçmedi. Senden sakladığım bir durum değil. Yapıp yapamayacaklarını sordum. Yaptılar.”

Bir süre sessiz kaldı. O sessizlikte nefesini tuttuğunu fark ettim. Sonra yavaşça sordu:

“Peki şimdi vicdanın rahat mı?”

“Hukukta her doğruyu yazamıyoruz, her yanlışı da susturamıyoruz. Kimi zaman çürük bir sistemde ayakta kalmak için başka çürümelere yaslanmak zorunda kalıyoruz. Ben sadece bir baro kartı aldım. Kimsenin hakkını çiğnemediğimi düşünmüyorum, önüne gelen avukat zaten.”

Eymen başını iki yana salladığında şaşkınlıkla ona bakakaldım.

“Eymen... anayasa mahkemesindesiniz. Yol bazen düzleşir. Önün açılır. Bunu yaptım diye birini öldürmedim ya. Ben hâlâ ceza muhakemesini baştan sona okuyamamış biriyim. Bu işin kitabını ezbere bilmiyorum…”

“Neyse, uzatmayalım. Kavga etmeyelim demiştik.” Diyerek ekledim hemen ama içimde şunu daha fazla tutamadım. “Üstelik bunlar az da olsa başıma senin yüzünden geliyor, normalde bu usulü kimse sorgulamayacaktı.” Gözlerimi Eymen’e dikerek, “Gözüne bir ben mi battım, Hâkime Hanım neler yapmış, nezarethane duvarlarında yankılanıyor.” Dedim sesimdeki imayı gizlemeden.

Eymen bir an sustu, sonra hafifçe başını salladı. Gözlerindeki sertlik biraz yumuşamıştı artık. “Biliyorum,” dedi sessizce, “Eyşan yüzünden işler karıştı ama bundan sonrasında böyle bir olayda birlikte anılacağımızı unutma.”

“Tamam da bana yardımcı olan sen değildin. Soyadın da olmadı. Sen bu tür hiçbir konuda bana yardımcı olmadın,” elimle yeri işaret ettim “Arabamı bile aylar sonra alabildim bir suçum mu vardı?” kafamı iki yana doğru salladığımda sırtını dikleştirdi. “Günlerce kiralık bir arabam vardı. O zaman ben maddi manevi tazminat davası açacağım. Sen ve amcan şahitlik etmekten çekilmeyeceğin için bir mahkeme daha bizi bekliyor.”

Eymen derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırmadan “Biliyorum, bu yük benim yüzümden sırtına bindi. Tamamen doğrudan değil ama dolaylı olarak ben sebep oldum. Kabul ediyorum ve diyorum ki; bir dahasına fırsat verme.”

“Bunu yapmandan nefret ediyorum.” Dedim. “Benimle Eyşan yüzünden tartışmandan nefret ediyorum. O kadın her ne yapıyorsa beni ilgilendirmiyor. Buraya onun için gelmedim, seninle onun için evlenmediğim gibi mülakat istediğimi de ona dert olsun diye yapmadım. Burada suçlu bulunacağım bir eylem yok Eymen… bütün bunları dışında tutacak olursak evet, senin yüzünden bu kadınla uğraşıyorum. O zamanlar birlikte değildik kimse seni bunun için suçlamayacak korkma o kadar. Ben de hayatımızın devamında yaptığım her işte savcı unvanını ve soyadını uzak tutacağım. Merak etme.”

“Rana.”

Elimi kaldırdığımda sustu zaten susmasını istiyordum. “Sabah adliyeye birlikte gidelim, Savcı Ahmet’le bir şey konuşacağım.”

Kalkmak için önce ayağımı koltuktan indirip yere koyduğumda ayağa kalkıp bir elini dizimin altına, diğerini sırtımın arkasına yerleştirip nazik bir hareketle beni kucağına aldı.

“Özür dilerim.” Dedi birkaç adımdan sonra. Henüz kollarımı boynuna sarmamıştım. “Sen böyle devam edersek daha çok özür dilersin. Çıkmayacak mı tayini, o işlere bakan bir tanıdığım olsaydı emin ol seni yine dinlemezdim ve cadıya süpürgesini verir yollardım.”

Kendini tutamayıp gülmesini önce göğüs hareketinden sonrasında da sesinden anladım. “Cadıya süpürgesini vermek…” diye mırıldandı.

Kapının eşiğinde, beni bırakacakmış gibi durdu ama gözleri hâlâ üzerimdeydi. Eli odanın kapısına doğru gittiğinde düşmeyi istemediğim için kollarımı boynuna sardım.

“Yanlış anlama,” dedim hafifçe gülümseyerek, “düşmeyeyim diye, yoksa biraz sinirlendirdin beni.”

Eymen, beni yavaşça yatağa bırakırken gözlerini üzerimden ayırmadı. “Seni odaya taşımasaydım konuşmayacaktın o zaman?”

Bilmiyorum dercesine omuzlarımı silktim arkamdaki yastığı elimle düzeltip sırtımı yatak başlığına yasladım. “Yürürdüm…”

Ben bunları yaparken Eymen dönüp odanın kapısını tekrar kapattı. “Saat erken sen uyuyacak mısın?” dediğinde dizlerinin üzerinde yanıma kadar ilerledi. Kafamı çevirip baktığımda anlamamazlıktan gelerek yüzüne baktım.

“Uyuyacak mısın gerçekten?” diye fısıldadı.

“Saatte çok erken.” Dediğimde elini yavaşça yüzüme doğru uzattı, parmak uçları hafifçe yanaklarımı okşadı.

“Hemen uyuyacağız diye bir şey yok tabii.” Dediğinde güldüm, “Yok tabii.”

Daha öncesinde benim Tuncay’dan öğrenip Savcı Ahmet’e verdiğim bilgiler doğrultusunda şu an dedenin evi aranıyordu. Oğuz, evi bilen tek kişi olarak özel eşyaların yerlerini neyin ne olabileceğini söylüyordu.

Onunla tam bir abla-kardeş ilişkisine kavuşacağıma inanmıyordum. Birlikte büyümediğimiz için çok normaldi ve sadece aile bağı değil akraba bağı olarak kalan bir şey olacaktı yine de kardeşim olduğunun bilinmesini nüfusta öyle görünmesini istiyordum.

Ahmet Savcı elindeki dosyayı açarak bana baktı. “Adli tıptan gelen arşiv raporuyla karaciğerinin iflasıyla çoklu organ yetmezliğinden öldüğü yazıyor.” Dedi

Savcı dosyayı kapattı, yanında duran polis memuruna kısa bir bakış attı. “Evde başka ne çıktı?” diye sordu. Memur eğilip fısıldadı; başıyla bir şeyleri işaret etti. Ardından odanın köşesinden, yarısı sararmış birkaç fotoğraf getirildi.

Ahmet Savcıya doğru eğilip baktığımda fotoğraftaki kadını tanıdım. Fotoğraflar yere yayılmadı, elinde yerlerini değiştirmeye başladı. Elinde tuttuğu karede, dedem gençti. Yanında bir kadın vardı. “Anneannem Songül.” Dedim tanır tanımaz. Onların bir bağı vardı. Hiçbir bağı olmayan bizdik; Oğuz ve bendim.

Dedenin söylediğiyle uyuşan bu detay tüm bilinmezliği açıklıyordu. Babam: Tarık Soner, Ali Soner’in oğlu değildi.

“Halan ya da başka bir akraba olarak çıkmadı.” Dediğinde kafamı salladım aklıma asıl ihanetin en büyüğü geliyordu ama dillendirmekten çekiniyordum. “Savcım ben diyorum ki; ailemin eski evindeki gizli odanın yerini biliyordu ve Eymen Savcıyla bulduğumuz başından vurulan kadın fotoğrafını dede yerleştirdi.”

Ahmet Savcı, söylediklerimi sessizce dinledi. “Bakmadınız mı Eymen Savcıyla odanın içine?” dediğinde kafamı sağa sola salladım. “Sadece göz gezdirdik. Detaylı kriminal inceleme yapılmadı.” Elindeki fotoğraflara bir kez daha göz gezdirdi. Gözleri, Songül’ün silik bakışlarında kısa süre takılı kaldı. Ardından başını hafifçe eğerek, “Bu fotoğrafları delil olarak alacağız,” dedi. “Dedenin geçmiş bağlantılarını detaylıca incelememiz gerekecek. Var mı çocukluğundan, gençliğinden kalan dostu arkadaşı?”

“Bilgim yok savcım.”

Ahmet Savcı kafasını bu kez Oğuz’a çevirdi. “Senin gözüne takılan birisi var mı? Eve gelen giden telefonla konuştuğu…” dedikten sonra saniyelik bana baktı. Telefonunu sormuştu ama bilmediğimi söylemiştim günlerdir bendeydi, sadece telefonu olsa iyiydi Ali Soner elimdeydi.

Savcı, Oğuz’a sorular sormaya devam ederken çantamdan telefonu çıkarttım. Şifresini bilmediğim için dedeyi çok iyi tanımadığım için hiçbir şifre aklıma gelmediği için açamadığım telefonu utanarak “Savcım.” Dediken sonra uzattım.

Avucumda tutarken bir süre konuşamadım. “Bu… dedenin telefonu.”

Savcı kaşlarını hafifçe kaldırdı. “Açıp bakabilirim sanmıştım ama açamadım.”

“Delil sakladınız?”

Emin olmak için mi tekrar ediyordu yoksa beni daha çok yerin dibine sokmak için miydi, bilememiştim.

“Şifreyi biliyorum.” Dedi Oğuz anında. Şaşkınlıkla ona baktığımda neden daha önce telefonun bende olduğunu söylemediğimi düşündüm. Oğuz, savcının elindeki telefona uzanıp şifreyi girdikten sonra tekrar Ahmet Savcıya verdi. Savcı içine bakmadan telefonu geri kapatıp birine delil olarak koyması için uzattığında sıkıntılı bir sesle “Peki Ali Soner, o nerede Avukat Hanım?” dedi.

Dudaklarım birbirine bastı. Gözlerimi yere indirdim.

Savcı tekrar sordu, bu sefer sesi biraz daha yükselmişti:

“Ali Soner nerede?”

Yutkundum. Her şeyin başladığı yerin, belki de her şeyin biteceği yere dönüşeceğini söylemek, düşündüğüm kadar kolay değildi. Ama artık zamanıydı.

“Babama ait bir evde.” dedim. “Yani oraya kalıyordu. Evde.”

Yanındaki polis memuruna başıyla bir işaret verdi.

“Adres?”

Derin bir nefes aldım. Sırtımda bir yük vardı ve her adımda daha çok bastırıyordu. “Oğuz sokak…” diye başlayıp adresi tarif ettiğimde başını salladı.

“Oraya gidiyoruz.”

O an Oğuz’un yüzüne baktım. Gerginlik içinde başını çevirmişti ama bir şey diyemedi. Arabalara doğru yürürken içimde bastıramadığım bir endişe büyüyordu.

Savcı olabildiğinde acele ettiğinde “Dedeni çoktan tutuklamam lazımdı. Sana güvendim. Suçsuz olabilir, dedin. Sana ve kocana güvendim.” Diyerek arabasına yöneldiğinde durdum.

Eymen’in dün akşam söylediği şey çınladı kulaklarımda.

Savcı arabasına binmek üzereyken gözümü kaçırmadan, biraz da sesim titreyerek, “Ben kimseyi korumaya çalışmadım. Sadece bir cevap bekledim,” dedim.

Savcı döndü. Bakışlarında hiçbir değişiklik olmadı. “Siz sadece onun cezasını başka türlü vermek istediniz!”

Bir cevap vermedim. Veremedim. Çünkü haklıydı.

Belki de tüm bu zaman boyunca ceza dediğim şeyin ne olduğuna karar verememiştim. Tutuklanması mıydı? Ölüme terk edilmesi mi? Yüzleşmemiz mi, yoksa yüzüme bile bakamayacak hâle gelmesi mi?

Ama hiçbirinin yetmediğini biliyordum. Hiçbir cezanın, bir çocuğun içinden sökülmüş aidiyet duygusunu yerine koyamayacağını da…

Savcı arabasına binmeden önce sadece bindi. Polis araçları ardı sıra hareketlenmeye başladı.

Arabama binerken içimde büyüyen o endişe artık tanıdık bir şeye dönüşüyordu: Korku.

Evin sokağına geldiğimizde arabalar durdu. Polis memurlarından biri hızla indi, telsizine bir şeyler söyledi. Savcı arabanın kapısını açarken arkasından ben de indim.

Kapının anahtarını uzattığımda elimdeki titremeyi saklayamadım.

Sanki sadece bir kapıyı değil, içimde gömülü kalmış yılların acısını da açacaktım.

Polis memuru anahtarı aldı, kısa bir “Teşekkürler” bakışıyla yüzüme baktıktan sonra kilide taktı ve taktığı an kapı hiçbir güç uygulanmamasına rağmen açıldı.

Savcı içeriye ilk adımı attı, arkasından diğerleri.

Kaçmıştı.

Ayakkabılarımın altındaki toprak çamura dönmüştü ama içimdeki korku, bundan daha kaygan bir zemindi.

Sonra içeri girdim.

Ev sessizdi.

Fazla sessiz.

Herkes odalara yöneldi; ben ise evin içinde gözlerimle onu arıyordum.

Ama bir ses, bir kıpırtı, bir varlık belirtisi yoktu.

Bir polis sesi yükseldi hemen ardından:

“Savcım, içeride kimse yok!”

Savcı bana döndü. “Burada kalıyordu dediniz.”

Başımı öne eğdim. “Kalması gerekiyordu…”

Savcı sinirli bir şekilde dışarıya döndü. Ama gözleriyle beni çok rahatsız ediyordu her detaya incelikle bakıyordu. Şu an dede bu evde bulunmuş olsaydı her odayı tek tek gezecekti ve çok büyük ihtimalle bana ‘kişiyi hürriyetinden yoksun kılmadan dava açacaktı. Ama şansım mı yoksa şanssızlığım mı bilemedim dede yoktu.

“Tüm çıkış yolları kontrol edilsin. Sokağı tarayın.”

Telsizler çalışmaya başladı. Kapı önüne çıkan polisler sağa sola dağıldı.

Ben ise içeri dönüp birkaç gün önce düştüğüm merdivenlere baktım. Oğuz gözleri dolu bir şekilde bana bakıyordu. “Oğuz sokak.” Dedi.

“Maalesef.” Dediğimde hiçbir teselli cümlesi bulamadım çünkü yoktu.

“Neden?” dediğinde dişlerini sıktığını gördüm.

“Oğuz sonra. Önce onu bulmamız lazım. Sonrasında sorarsın neden diye.”

Kabanımın cebine koyduğum telefonumu hemen çıkarttım ve arabaya doğru ilerlerken Eymen’i aradım. Çok kısa telefonu bir an açmamasını diledim ama açıldı ve sesini duydum.

“Söyle güzelim.” Dediğinde arabaya biniyordum.

“Eymen, dede kaçmış. Her yerde onu arıyoruz. Ahmet Savcı çok sinirli o yüzden sen mezarlığa bir ekip yollayabilir misin? Ben eski eve gidiyorum.”

Telefonun diğer ucunda Eymen’in sesi keskinleşti:

“Hayır.” Dedi “Senlik bir iş yok. Bu kolluğun görevi onlar bulup getirirler. Nereden kaçmış? Huzurevinde değil miydi?” dediğinde sokaktan çıkıyordum.

Sustuğum saniyelerde “Rana?” dedi gerginlikle.

“Orada değildi ama burada da yok!” diye başladım ama sesim titriyordu, kararlılığımı saklayamadım. “Değildi ben eve bakmaya gidiyorum.”

“O eve gitmiyorsun!”

“Gidiyorum.”

“Gitmeyeceksin! Rana, bir kez daha söylüyorum, gitmene izin vermiyorum. Bu iş bizim işimiz değil.”

Önümdeki ev hâlâ ayakta duruyordu ama içindeki her şey çoktan yıkılmıştı. Dış cephesi soyulmuş bir duvar gibi; neyi saklamaya çalıştığını bile unutmuş gibiydi.

Bu eve son kez bakıyordum. Bahçesindeki yasemin çiçeği solmuştu, yaprakları kupkuru. Ağaçları kışa uygun örtüsünü üzerine geçirmiş… rüzgar oldukça sert esiyordu.

Burası artık bizim değildi. Ama bana kalmıştı. İçindeki yalnızlık kokusundan nefret ediyordum. İçinde yıllardır hayat olmayan bu evden nefret ediyordum. O rutubetli kokusundan içine her girdiğimde daha yaralı bir şekilde çıkmaktan nefret ediyordum. İçinde bulunan ruhsuz eşyalardan, yıllardır ayak basılmadığı için gıcırdayan parkelerinden, kapanmayan kapısından, kırık dökük camlarından ve en önemlisi içini boş bırakan bu adamdan ve hepsinden nefret ediyordum.

Eymen’in gelmesini bekleyecektim.

Telefonumu elime aldım ama aramadım. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki, parmaklarımı sabit tutamıyordum. O an içimden bir ses “Bekle,” dedi. Diğeri “Geç kalma,” diye bağırdı. Aralarında sıkıştım.

Dakikalar geçti. Ya da saniyelerdi sadece, bilemiyorum. Ama daha fazla duramadım.

Bahçe kapısını açtım. Adımlarım beni kendi rızam dışında o kapıya götürdü. Kapının kolunu ittirdiğimde, aralık olduğunu fark ettim.

Zaten buraya saklanmak için gelmemişti. Beni bekliyordu.

İçeri girdim.

Ev aynıydı ama havası farklıydı. İçerisi hem geçmişle doluydu hem ölümlerle.

İç geçirdim. Kendi içimde, boğazımın en derinine bastırdığım bir öfkeyi dizginlemeye çalıştım.

“Neredesin?” diye bağırdığımda çıt çıkmayan evden onun sesi duyuldu.

“Sesime gel.”

Sesini duyduğum an kalbim sıkıştı. O tanıdık, yaşlı ama hâlâ buyurgan tonda bir şey vardı.

Koridorun ucundaki odaya yaklaştım. Ve onu gördüm.

Otuyordu. Sandalyede. Elleri dizlerinde. Üzerindeki gömlek, günlerdir belki haftalardır değiştirilmemişti. Saçı sakalı birbirine karışmıştı; beyaz teller kulaklarının arkasından taşmış, çenesindeki sakallar sağa sola dağılmıştı. Yüzü solgundu. Başını kaldırıp bana baktı. Ne şaşkınlık ne pişmanlık. Sadece o tanıdık, buz gibi bakış.

“Gelmeni biliyordum.”

Bir anlık sessizlik oldu.

Ben de bakışlarımı kaçırmadan cevap verdim. “Ben de burada olacağını biliyordum.”

“Ne bilmek istiyorsun? Herkesin bildiğini mi? Yoksa kimsenin anlatmaya cesaret edemediğini mi?”

“Ben zaten her şeyi biliyorum.” dedim. “Sadece... senin inkâr etmeyişini duymak istiyorum. İlk defa.”

Öleceğini ya şu saatten sonra hayatının normal devam etmeyeceğini bilmesine rağmen çok sakindi.

Boğazı gıcık tutmuş gibi art arda öksürdü. “Nereden başlayalım?” dedi.

Hava kararmamıştı daha vardı birkaç saat vardı ama bu yaşlı adamın içi dışarıda kararacak havadan daha karanlıktı.

Bir yanım dondu, bir yanım alev aldı. Gözlerim dolmuştu ama ağlamadım, soracağım bir sürü şey vardı ama bundan keyif alacaktı biliyordum. Sessiz kaldığımda nefes aldı ve verdi.

“Songül senin anneannen değildi. Beril tek çocuktu ve ailesiyle çok sık görüşmemesi buradan gitmen için yeterdi. Yetti de.”

Yüksek sesle olabildiğince hızlı bir şekilde anlatıyordu nefesi ve gücü yettiğince var oldukça canımı yakıyordu.

“Songül…” dedim, yutkunarak. “Kimdi?”

“Sadece Songül’e benzettiğimiz bir kadın…”

“Neyin oluyor? Neyin!” diye bağırdığımda kaşlarını çattı.

Eskisi gibi o her şeyi bilen, her şeyi kontrol eden adam yoktu artık. Yorgundu. Gücü azalıyordu ama hâlâ sakladığı şeylerin sahibi gibiydi.

“Ne yapacaksın öğrenince?” dedi. “Ruhunu rahatlatsın diye mi yoksa beni suçlamanı kolaylaştırsın diye mi?”

Bir an başım döndü. O evin duvarları üstüme yıkılıyor gibiydi.

“Yani o kadın... bir yabancıydı. Beni büyüten kadın?”

“Sen zaten benim torunum değilsin.” dedi aniden. Gözlerimle onu delip geçmek istercesine baktım. “Yeter!” dedim.

Ama o durmadı. “Soruyorsun anlatıyorum Rana.” Kimi zaman kelimeler ağzından değil de göğsünden zorlukla kopup geliyordu.

Derin bir nefes aldım, yutkundum. “Annemden ne istedin? Beni neden öldürmedin? Oğuz’a nasıl bunca yıl baktın?”

“Seni öldürmek... kolay olurdu,” dedi. Şu an yüzü bana dünyanın en pis insanı gibi geliyordu. Kapkara içinin karası yüzüne vurmuştu. “Ayak bağı olacağını bilsem öldürürdüm.”

Bir yerlere tutunma ihtiyacı hissettim. Ona bakarken gözlerimden hafif bir damla süzüldü ama hemen sildiğim için fark etmediğini sandım. Nefesim kesiliyordu, ellerim titriyordu. “Peki neden?” diye fısıldadım, sesim kırıldı.

Kâbus gibi bakıyordu, uzun bir sessizlik oldu. Ama içimde kopan fırtına dinmemişti; hâlâ cevaplar istiyordum. “Oğuz’a nasıl baktın?” diye sordum, yıkılmamak için kendimi zorlayarak.

“Neden annemi bırakmadın? Neden bizimle yaşamasına izin vermedin?”

“Annen gibi seni de öldürüp atmalıydım!”

Kalbim hızla çarpıyordu. Dede, yüzündeki gölgelerle beraber adeta çökmüş, çaresizce bana bakıyordu. “Yeter artık,” diye fısıldadım, sesim keskinleşti.

Nefesini tutar gibi boğazına sarıldım. O an yaşanacaklar çok hızlı gelişti; dedenin direnişi zayıftı ama inadı vardı. Ellerimle sıktım boğazını, gözlerine baktım; artık kaçacak yeri yoktu. Geriye doğru sendelediği zaman biri beni kollarımdan hızla çekti nefes nefeseydim, göz göze geldik. “Rana! Bırak onu!” diye bağırdı.

O sesle irkildim, başımı çevirdiğimde Eymen’in gözlerinde endişe, öfke ve biraz da korku karışımı bir ifade gördüm. “Nefes al!” dedi. Kollarımdan tuttu, ellerim titriyordu hâlâ.

Derin bir nefes aldım, geri çekildim. Kafamı çevirip baktığımda dede yere uzanmış yatıyordu.

Eymen yanımda diz çöktü, hafifçe dedenin yüzüne dokundu nabzını kontrol etti, “Hala yaşıyor, ama senin bu yaptığın...” dedi, sesi kırıldı. “Ne sikime böyle bir şey yapıyorsun?”

Yavaşça gözlerimi kapattım; içimde binlerce soru, binlerce acı vardı. Ama artık kaçış yoktu, her şeyiyle yüzleşmek zorundaydım.

Eymen, dedenin kafasına daha çok eğildi. Boğazını ne kadar sıkıp sıkmadığımdan emin olamadım. Ölmüş müydü?

“Ölmüş mü?” dedim kalbim çok hızlı atıyordu. Yanına eğilip oturduğumda Eymen bu kez dedenin bileğinden nabzına bakıyordu. “Öldü mü?” diye sordum bir kez daha. Ne yapacağımı elimi nereye koyacağımı bilemedim.

“Ölmemiş.” Dedi.

Yüzümü ellerinin arasına aldığında “Ölmedi yaşıyor.” Dedi bir kez daha.

Henüz nefesimi toparlayamadan, arkamızdan ani bir hareket geldi. Eymen’in eli refleksle beline giderken bir polis memuru koşar adımlarla yanımıza geldi. Kapıya doğru seslendikten sonra dedenin başına eğilip nabzını kontrol etti. Eymen’le göz göze geldiklerinde telsizine doğru yöneldi elleri. “Çok acil belirli adrese bir ambulans!”

Gözlerimi kapattım, kalbim sanki patlayacak gibiydi. Ahmet Savcı içeriye girer girmez delirmiş yüz ifadesiyle bize baktı.

“Siz ne yapıyorsunuz Allah aşkına?”

Eymen hızla ayağa kalktı, sesi sert ama kontrolündeydi. “Kafasını vurmuş, yaşıyor ama!”

Ben hala nefes nefese, yıkılmış halde, yerde oturuyordum. Ahmet Savcı bakışlarını sertçe bana çevirdi. “Öfkeni kontrol edemeyip bir kişinin canına kastettin. Bu bir suç ve bir savcı olarak,” dediğinde Eymen’e bakarak devam etti, “böyle bir suçu görmezden gelmem mümkün değil.”

Sonra Eymen’e döndü, sesi kesin ve sertti:

“Eymen Savcı, burada en ufak bir ihmalkarlık ya da olayı gizleme durumu görürsem sizin açınızdan da yasal sonuçlar doğuracak. Bu durumu yetkili makamlara bildireceğim. Hemen buradan çıkın!”

Eymen kolumdan tutup dışarı çektiğinde, bedenim hâlâ titriyordu. Bahçeye baktığımda yanımda Eymen, evin bahçesi polis kaynıyordu dejavu yaşıyordum.

Gözlerim tüm bahçeyi incelerken sokağa adım attık. Gözlerim biraz olsun gerçek dünyaya alışmaya çalışıyordu. Arabaya doğru yürürken, nefesim kesilmiş, kalbim deli gibi atıyordu. Onun ölmesini her şeyden çok istediğimi sanıyordum ama onu öldürebilecek olanın ben olabilme düşüncesiyle çok kötü hissetmiştim.

Gözlerim karardığında koluna tutundum. Nefesim daralıyordu. Eymen hemen destek olmak için kolumu tuttu. Bir anlık baygınlık hissiyle sarsılırken, arkasını döndü ve polise doğru konuştu.

“Su var mı?”

Polise seslendiği o anda, keskin bir patlama sesi yankılandı.

Bir sıcaklık yayıldı vücuduma, ardından sadece nefesim gerçekten kesildiğinde bir şey hissetmedim.

Tam yere doğru savrulurken, ikinci bir silah sesi daha yankılandı daha yakın, daha korkutucu, daha acı vericiydi.

Üçüncüsü yabancı gelmeyen ses bir kez daha yankılandı.

Vurulduktan sonra yere yığılmam belki üç, en fazla beş saniye sürdü ama zihnimde her şey yavaşlamıştı. Ne olduğunu anlamam, olan biteni kavramam sanki uzun uzun beş dakika sürdü. Eymen üzerime doğru eğildiğinde hem bana hem karşıya bakıyordu.

“Rana!” diye seslendi, sesi korku ve çaresizlikle titriyordu.

İlk acı ani, keskin ve kısa süreliydi, sonra geçtiğini düşündüğümde ikiye katlandığında hayatımda böyle bir acı hissetmemiştim.

Ama asıl kötüsü saniyeler sonra nefes alamamam oldu. Nefes almak için çırpınıyordum ama olmuyordu. Yavaş yavaş boğuluyordum.

“Rana, lütfen! Ambulans nerede?!”

“Eymen…” diye düşündüm içimden, “Sana yük oluyorum ama sen… sen benim tek dayanağımsın.”

İçimde tuhaf bir sakinlik vardı; sanki her şey yavaşça kapanıyor, son perdeyi izliyordum. Kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki, atışlarını duyabiliyordum. Belki de bu sondu.

Bir yandan da içimde bir umut kıvılcımı yanıyordu: “Belki… belki kurtulurum. Belki seninle daha çok zamanımız olur.”

Ama o an, hayatın tüm ağırlığı omuzlarımda ve bedenim giderek daha da ağırlaşırken, gerçeklik ile hayal arasındaki ince çizgide yürüyordum.

Eymen’in sesi artık yankılanmıyordu, gözlerim kapanıyordu.

Ölüm korkusu yavaş yavaş üzerime çökmüştü. Göğsümün içinde bıçak saplanmışçasına bir ağırlık vardı; nefes alamamanın verdiği korku yavaş yavaş sarıyordu bedenimi. Her an her şey bitebilir, her nefesim son nefesim olabilirdi. İçimde yükselen ölüm korkusuyla bir gün söylediğim cümlenin ağırlığıyla daha çok ezildim. “Ölümümün bu kadar kolay olmasını istemedim.”

Peki şimdi, bu an mı kolaydı? Acı içinde, nefesim kesilirken, kanın acı tadını damağımda hissettiğim bu an mı? Düşüncelerim birbirine karışıyordu. Ölüm kolay olabilir miydi hiç? Belki de en zoru buydu; korkunun, acının ve çaresizliğin içinde yavaş yavaş kaybolmaktı…

“Başım sükutu öğüten

Uçsuz bucaksız değirmen;

İçim muradına ermiş

Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık

Olmuş dünya sezmekteyim,

Mavi, masmavi bir ışık

Ortasında yüzmekteyim.” Ahmet Hamdi TANPINAR

Geçmişi içimizden taşır ve geleceğe ulaştırırız. Ne geçmişe aitim ne geleceğe... rüzgârda tüy gibi hafiflemek şimdiki zamanın ağırlığı. Bu zamanı aşılınca tüy gibi hafifler mi insan? Huzura ulaşmak; insanın tek huzurlu olduğu yer: anne karnı. O huzuru o güvenli yer hep bilinmeden arzulanır. Masmavi bir ışık. Sonsuzluk. İç dinginlik huzura kavuşmak. Kökü bende bir sarmaşık... artık zaman ve dünya üzerimde egemen değil.

 

 

 

 

 

Bölüm : 02.07.2025 01:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...