
Bora’dan…
Güneş henüz doğmamıştı ama sabahın ilk ışıkları ufukta yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. Oda yarı karanlıktı; perde aralığından sızan silik ışıklar, loş bir huzur yayıyordu dört bir yana. Sessizlik, gecenin son nefesiydi sanki. Her şey durmuş gibiydi.
Bora gözlerini araladığında, karşılaştığı ilk şey, hemen yanı başında kıvrılmış hâlde uyuyan Alya’nın silueti oldu. Uzun saçları yastığa dağılmış, dudakları hafifçe aralanmıştı. Soluğu derin ve sakindi. Yüzünde gece boyunca yerleşen bir masumiyet vardı; günlerdir taşınan yüklerin ağırlığını bir anlığına bile olsa bırakmış gibiydi.
Bora, başını hafifçe yana çevirip ona baktı. İçinde adını koyamadığı bir his kıpırdandı. Bu kadar kırılmış, paramparça olmuş birinin hâlâ bu kadar narin ve savunmasız görünebilmesine şaşırdı. Eli istemsizce hareket etti, saçına dokunmak istedi ama durdu. Sınırları biliyordu. Özellikle onun gibi biri için o sınırlar daha da kalındı.
Tam o an, komodinin üzerinde titreşen telefon bu dinginliği bozdu. Ekranda beliren “Acil” yazısı, Bora’nın yüz ifadesini bir anda değiştirdi. Kaşları çatıldı. Başını geri yaslayıp derin bir nefes aldı. Telefonu sessizce açtı, sesi alçak çıkarmaya çalışarak konuştu:
“Ne oldu?”
Karşıdan gelen ses telaşlıydı. Teslimatla ilgili belgelerden biri imzasız şekilde dışarı çıkmıştı. Harekete geçilmesi gerekiyordu. Bora gözlerini kapattı bir an. Sessizlik bir kez daha yerini sorumluluğa bırakıyordu. Hayat, onu bir saniye bile boş bırakmıyordu.
Sessizce doğruldu. Alya’nın uyanmaması için yatağın kenarından dikkatlice kalktı. Adımlarını mümkün olduğunca hafif tuttu. Üzerine hızlıca bir tişört ve pantolon geçirdi. Ceketini koluna alırken bir kez daha Alya’ya döndü. Hâlâ uykudaydı. Yorganın altına yarı gömülmüş bedenine baktı.
Onunla aynı yatağı paylaşmak… Belki başka biri için basit bir şeydi ama Bora için öyle değildi. Bu bir ilk gibiydi. Yalnızca fiziksel yakınlık değil, duygusal bir yakınlık da doğmuştu geceden. Onu korumaya dair hissettiği şey, alıştığı güç dürtüsünden farklıydı. Kırılgan bir şeyi ilk defa tutuyordu elinde ve onu elinden kaçırma korkusu içini yokluyordu.
Bir süre kapının yanında durdu. Gitmek zorundaydı. Ama arkada bırakmak istemediği ilk şeydi Alya. Gözlerini son bir kez onun yüzünde gezdirdi. “Sakın uyanma,” diye mırıldandı içinden. “Uyanırsan her şey kırılır.”
Sonra kapıyı sessizce açtı ve dışarı çıktı. Merdivenlerden inerken, yavaşlayan adımları içindeki ikilemi yansıtıyordu. Arabasına binerken bile zihni evdeydi. Alya’daydı. Her zaman tetikte olan zihni, ilk defa bu kadar meşguldü. Sadece bir sorun çözmeye değil, kendinden kaçmaya da gidiyordu sanki.
Anahtarı çevirdi. Motorun sesi sabahın sessizliğini yırttı. Ve o, zihninin bir köşesindeki kızla birlikte şehrin soğuk gerçeğine doğru yola çıktı.
Alyadan…
Ve biri gelir; hiç beklemediğin bir anda, hayatının ortasında bulursun onu. Bir gülümsemenin arasında yakalarsın ve her şey o an başlar. Gözlerinin içine bakar, ses tonun nefesine karışır, yavaşça kalbine işler. Sanki daha önce kimse ellerine dokunmamış gibi ellerine, kimse gözlerine bakmamış gibi gözlerine dokunur.
Onu gördüğünde hayat bir anlığına durur; her şeyden soyutlanmış bir şekilde nefes almaya başlarsın. İçindeki boşluk ilk kez dolmuş, hayat seni sarıp sarmalamıştır.
Gözlerimi araladığımda, yatakta yalnız olduğumu fark ettim. Odanın tanıdık olmayan ama artık ürkütmeyen havasında gözlerimi gezdirdim. Dünkü o hayranlıkla süzdüğüm detaylara bir kez daha baktım, sanki onları hafızama kazımak ister gibi. Bu oda, kendimi ilk kez bir yerde “güvende” hissettiğim nadir yerlerden biri olmuştu. Fakat o his uzun sürmedi. İçimde dalga dalga bir yalnızlık yükseliyordu.
Perdelerin arasından süzülen güneş ışığı, dışarıda harika bir gün olduğunu müjdeler gibiydi ama benim içim, gökyüzü kadar açık değildi. Ayaklarımı sürüyerek odadan çıktım. Sessizlik, evin her köşesine yayılmıştı. Merdivenleri ağır ağır indim, salona, mutfağa, verandaya baktım. Kimse yoktu. Melek Teyze bile. İçimden “İzinlidir herhalde,” dedim ama bu yalnızlık beni daha da içime kapattı.
Telefonuma baktım. Uraz’ı aramaya elim gitmedi. Onun sesini duymak bile istemiyordum. Bora Bey daha mantıklı gelmişti ama… numarası yoktu. Bir an duraksadım, sonra aklıma gelen fikirle hafifçe gülümsedim. Kapının önünde duran korumada mutlaka vardır.
Kapıyı açtığımda karşıma çıkan adam, dev gibi cüssesiyle bana bakarak,
“Buyurun Alya Hanım, bir isteğiniz mi var?” dedi.
“Kolay gelsin. Rahatsız ediyorum ama Bora Bey’in numarasına ihtiyacım vardı.”
“Bir sorun mu oldu?”
“Hayır, sadece… canım sıkıldı da. Sorun olmazsa aramak istiyorum.”
Adam anlayışla başını salladı, kısa sürede numarayı verdi. O an çocuk gibi sevindim. Sanki bir özgürlük anahtarı geçmişti elime. Ama o sevinç fazla sürmedi. Telefonu elimde evirip çevirirken içimde bir çekinme, bir tedirginlik vardı. En sonunda cesaretimi topladım ve aradım. Birkaç çaldıktan sonra o tanıdık, tok ses duyuldu:
“Kimsin?”
“Benim, Bora Bey. Alya.”
“N’oldu? Bir sorun mu var?”
“Hayır… sadece… canım çok sıkıldı. Biraz dışarı çıkmak istiyorum. Uraz Bey’i rahatsız etmek istemedim, o yüzden sizi aradım.”
“Ev merkeze uzak. Çocuklar seni götürsün.”
“Gerek yok, otobüsle giderim.”
“Beni ikiletme Alya. Tunç’u gönderiyorum. Hazır olunca haber ver.”
Emrivaki bir tonda konuşmuştu. Telefonu kapattığında boğazım düğümlenmişti. Odama gidip üstümü değiştirdim. Bugün baharın o tatlı günlerinden biriydi. Beyaz çiçekli elbiseme uzandım. Yıllar önce, daha gencecik bir kızken almış ama hiç giyememiştim. Babam, diz üstü olduğu için “açık” bulmuştu. O an, içimdeki tüm o karanlık sesi bastırmak ister gibi, elbiseyi düşünmeden üzerime geçirdim. Saçlarımı açık bıraktım, beyaz spor ayakkabılarımı giydim ve çantamı alıp aşağı indim.
Salonda oturan Tunç’u fark ettim. Ayağa kalktı, selam verdi, sessizce kapıya yöneldi. Ne bekliyordum ki? Bora Bey kendine, kendisi gibi birini bulmuştu. Soğuk, disiplinli, duvarsız.
Yolda Tunç’la tek kelime etmeden ilerledik. İstanbul, gri sokaklarına güneşi bırakmıştı ama ben hâlâ içimdeki bulutu dağıtamıyordum. Bir simitçiyi görünce gülümsedim. Simit ve vişne suyu aldım, sahil kenarındaki banklardan birine oturduk. Sessizliği bozarak ona da bir simit uzattım:
“Zorluk çıkarmamı istemiyorsanız, lütfen yiyin.”
Simitimi bitirdim. Sonra mağazaları gezdik, biraz alışveriş yaptım. Küçük bir şeyler almak bile nefes almamı kolaylaştırıyordu. Derken lavabo ihtiyacı hissettim.
“Ben lavaboya gidiyorum, burada bekleyin lütfen.”
“Ama Alya Hanım—”
“İsterseniz lavaboya da benimle gelin,” dedim gözlerimi devirmeden edemeden.
Tunç geride kaldı. Yalnız kalmanın huzuruyla adımlarımı hızlandırdım. AVM büyüktü, koridorlar bir labirent gibiydi. Lavaboyu bulmam zaman aldı. Nihayet tabelayı gördüğümde içimde bir hafifleme oldu. Ama o an…
Sırtımda bir elin varlığını hissettim.
O dokunuş… iliklerime kadar tanıdığım, içimi ürperten, yılların korkusunu bedenime yeniden çakan bir temastı. Donakaldım. Gözlerimi kapattım. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Nefes almakta zorlanıyordum. O el, bana ait geçmişin tüm kirli hatıralarını tek hamlede geri getirmişti.
Yavaşça arkamı döndüm.
Karşımda duruyordu. O adam. Babam.
Gözleri hâlâ aynı soğuklukla bakıyordu. O kahverengi gözler, çocukluğumda nefreti, öfkeyi, çaresizliği öğretmişti bana.
“Kaçtın ha?” dedi boğuk bir sesle.
“B-Baba…” dedim. Dudaklarım titriyordu. Midem bulanıyor, dünya başıma yıkılıyor gibiydi. İçimdeki küçük kız yere çömelmiş, dizlerini karnına çekmiş, titriyordu.
“Senin hâlâ nereye ait olduğunu bilmiyorsun galiba.”
Bir adım geri çekildim. Ayağımın altı boşlukmuş gibi geldi. İnsanlar yanımızdan geçip gidiyordu ama kimse göz göze gelmiyordu. Sanki görünmez bir kafesin içine sıkışmıştım. Sesi yankılandı kulaklarımda:
“Evini unuttun mu?”
“Ben… ben dönmeyeceğim…” dedim kısık bir sesle. Ama o cümleyi ilk kez bu kadar kararlı kurmuştum. Yine de bedenim titriyordu. Gözlerim yaşlarla doluydu. Bu karşılaşmaya hazır değildim. Ne kalbim hazırdı, ne ruhum.
Burası bir AVM değil, geçmişimin mezarı gibiydi. Ve ben, toprağı yeni kazılmış bir korku gibi ayakta duruyordum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.79k Okunma |
1.08k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |