
Sabah henüz tam doğmamıştı. Loş bir aydınlık, perdenin aralığından sızıp odaya ince bir çizgi gibi düşüyordu. Alya derin bir uykudaydı. Nefesi düzenli, yüzündeki ifade biraz daha sakindi artık. Gece boyu gördüğü kâbusların ardından, nihayet birkaç saatliğine de olsa huzur bulmuş gibiydi.
Bora, yatağın kenarında sessizce oturuyordu. Bir süre Alya’nın yüzüne baktı. Yorgun ve uykulu olmasına rağmen kalkmak istemiyordu. Alya’nın elleri yorganın üstünde, gevşemişti. Artık titremiyordu. Onu o hâlde bırakmak, geçmişin elinden birini çekip almış gibi hissettirmişti. Derin bir nefes aldı. Ardından yavaşça ayağa kalktı, gürültü yapmamak için dikkatli adımlarla kapıya yöneldi. Kapıyı araladı, bir kez daha dönüp baktı Alya’ya. Sonra sessizce dışarı çıktı.
Koridor sessizdi. Evin içi hâlâ geceyle örtülü gibiydi. Bora mutfağa ilerledi. Gün doğmadan bir şeyler yapmak istiyordu—belki biraz kahve, belki de Alya için küçük bir şeyler hazırlamak. O an ne yaptığının çok da önemi yoktu aslında. Önemli olan, hâlâ orada olduğunu göstermekti. Sözle değil, varlıkla.
Mutfağa girdiğinde ışığı yakmadı, sadece pencerenin önündeki gün ışığını yeterli buldu. Tezgâha doğru ilerledi. Dolaptan bir fincan çıkardı. Su ısıtıcısına su koydu. Hareketleri yavaştı ama kararlıydı. İçinde bir tür tuhaf dinginlik vardı. Belki de bu sabah, uzun zamandır ilk kez gerçekten bir işe yaradığını hissettiği bir sabah oluyordu.
Alya ise hâlâ uykudaydı. Ama içgüdüsel bir huzursuzlukla kıpırdandı. Göz kapakları aralandı. Oda sessizdi ama bir eksiklik vardı içinde. Sanki az önce var olan bir şey çekilip alınmıştı. Kafasını yavaşça çevirdi. Yatağın kenarı boştu. Bora yoktu.
Bir an kalbi hızlandı. Gecenin sonunda söyledikleri kulağında çınladı: “Gitmeyeceğim.” Ya sadece o anlık bir teselliyse? Ya şimdi gerçekten gitmişse?
Üzerine geçirdiği ince bir hırkayla yatağından kalktı. Terliklerini giydi. Kapıya doğru ilerledi. Elini kapı koluna uzattığında duraksadı bir an. Kendi odasında böyle sessizce dolaşmak bile tedirgindi hâlâ. Ama içinden bir dürtü, onu o koridora sürükledi.
Mutfağın kapısı açıktı. Hafif buhar yükseliyordu içeriden. İçeri adım attığında Bora’nın sırtını gördü. Üzerinde sade, koyu renk bir tişört vardı. Saçları biraz dağılmıştı. O an, her şey çok sıradan ve aynı anda çok olağandışı görünüyordu Alya’ya. Eline fincanı almış, çayı karıştırıyordu.
Alya sessizce kapının kenarında durdu. Ne seslendi, ne yaklaştı. Ama Bora onu fark etti. Başını çevirdi, bakışları karşılaştı. Yüzünde uykusuzluğun gölgesi vardı ama gözleri sakindi. Ne şaşkınlık, ne de acele… sadece bir kabul.
“Uyandın,” dedi sessizce. “Kahvaltı hazırlıyorum. Çay da var.”
Alya başını hafifçe salladı. İçeri girdi. Masanın kenarındaki sandalyeye oturdu. Ellerini dizlerinde birleştirdi. Bardağın buharı gözlük camı gibi gözlerini bulandırdı.
Bora ona bir fincan uzattı. “Bitki çayı. Rahatlatır,” dedi.
Alya bardağı aldı. Parmakları sıcaklığına tutundu. Gözleri hâlâ yere bakıyordu ama içinde bir yer, ilk kez biraz gevşemişti.
Bir süre hiç konuşulmadı. Sadece sessizliğin sesi vardı odada. Çay kaşığının fincana çarpan sesi, su ısıtıcısının buharı, arada mutfağın camına vuran rüzgâr sesi. Ama bu sessizlik boğucu değildi artık.
Sonunda Alya fısıltıya yakın bir sesle konuştu. “Gece… ilk defa… başka bir şey vardı.”
Bora başını eğdi, gözlerini ondan ayırmadı.
“Çünkü bu defa yalnız değildin,” dedi sade bir sesle.
Alya gözlerini kaldırdı. Kısa bir an. Ama dolu. Gözlerinin içi hâlâ buğuluydu.
“Beni neden önemsiyorsun?” dedi sonra. “Daha tanımıyorsun bile…”
Bora bu defa bakışlarını biraz kaçırdı. Sonra kendini toparlayıp gözlerinin içine baktı.
“Tanımak bazen uzun zaman almaz. Bazı şeyler sadece… görülür. Ne yaşadığını bilmiyorum ama hissettiklerini anlıyorum. O yüzden… yanında olacağım. Eğer izin verirsen.”
Alya başını eğdi. Gözlerinden bir damla yaş sessizce çenesine süzüldü. Bu defa silmedi. Gözyaşları saklanması gereken bir şey gibi gelmiyordu artık.
Bora oturduğu yerden hafifçe öne eğildi. Alya’nın bardağa sarılı ellerine baktı. Bir şey söylemek istedi ama kelimeler o kadar fazlaydı ki, hangisini seçeceğini bilemedi.
Alya o an, kalbinin derin bir yerinde bir şeyin çözülmeye başladığını hissetti. Küçük ama gerçek.
Ve ilk kez, gerçekten ilk kez… sabah bir kabusun devamı değil; yeni bir başlangıç gibi hissettirmişti.
Alya’nın sessizce dökülen gözyaşı masanın üzerine düştüğünde Bora, kısa bir an duraksadı. Yüzünde belirgin bir duygu yoktu. Alışkın olduğu bir sahne değildi bu. Gözyaşı, onun dünyasında zayıflığın simgesiydi. Ama Alya’ya bakarken, o damlanın ne kadar ağır bir geçmişten süzüldüğünü fark ediyordu.
Gözlerini onun ellerinden kaçırdı. Arkasını dönüp tekrar ocağa yöneldi. Hareketleri daha sertti şimdi. Çaydanlığı gereksiz bir hızla kenara koydu. Bir tabak uzattı, üzerinde birkaç sade kurabiye. Kaba saba ama iyi niyetli bir sunuştu.
“Yemeyeceksen kaldırayım,” dedi kısa ve sert bir sesle.
Alya irkildi. Onun bu ani değişimi karşısında ne diyeceğini bilemedi. Ama bu, tanıdık bir tondan çok farklıydı. Korkunç değil; sadece mesafeli. Sanki Bora, bir sınır çekmek zorundaymış gibi davranıyordu.
Bora tekrar sandalyeye oturdu. Ellerini masanın altına aldı. Gözleri boşluğa takıldı. Konuşmadan oturmak onun için daha kolaydı. Ama Alya’ya bakınca, içindeki bir şey kıpırdanıyordu. Sessizce çayından bir yudum aldı. Ardından başını hafifçe Alya’ya çevirdi, sesi bu kez daha düşük ama hâlâ tok ve sertti.
“Zayıf görünmenden rahatsız olma. Herkesin dibi vardır. Önemli olan orada kalmamak.”
Bu sözler onun ağzından çıkması kolay şeyler değildi. Sertlik, ona bir zırh gibiydi. Şefkati ise yalnızca bir sızı gibi—gizlenmesi gereken bir şey.
Alya başını kaldırdı. Göz göze geldiler. Bora’nın gözlerinde hâlâ aynı karanlık vardı ama bu sefer biraz daha yumuşaktı. Tuhaf bir şekilde huzur verici bir bakıştı. Ne tamamen güvenli, ne tamamen tehditkâr. Sadece dürüsttü.
Bora arkasına yaslandı. Kollarını göğsünde birleştirdi. Yüzü ifadesizdi ama sesi tekrar konuştuğunda sertliğin altına gömülü bir kırılganlık vardı.
“Ben sana acımam. Öyle biri değilim. Ama birine dokunulmuşsa, sahip çıkılır. Bunu öğrenerek büyüdüm.”
Sonra başını yana çevirdi. Gözleri duvara takıldı.
“Ben sana üzülmem, Alya. Ama zarar vermelerine de izin vermem. Farkı anlıyor musun?”
Alya bir şey söylemedi. Ama gözlerinde, ilk kez bir anlam belirdi. Bora’nın diliyle değil, varlığıyla konuştuğunu anlamıştı. O sert kabuğun altında bir sıcaklık vardı, ama o sıcaklığa ulaşmak kolay değildi.
Bora ayağa kalktı. Sandalyesini hafifçe itti. Masadan uzaklaşırken, çayını bitirmemişti bile. Eli masanın kenarına dokundu, sonra hızla çekti.
“Dinlen biraz. Bugün dışarı çıkmam lazım. Dönünce… bakarız.”
Bu, bir vedadan çok, bir teminat gibiydi. Geri döneceğini söyleme şekli buydu onun. Açık açık kalırım demezdi. Ama davranışları, kelimelerin önündeydi.
Alya, başını hafifçe salladı. Gözleri hâlâ ondaydı. Bu adam, dünyanın öğüttüğü adamlardan biriydi belki, ama o anda… onun dünyasında tek bir kişi vardı: Alya.
Ve Alya o sabah, ilk kez biri tarafından korunmaya değil, anlaşılmaya çalışıldığını hissetti.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.79k Okunma |
1.08k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |