
O günden sonra Bora Bey’le pek konuşmamıştık. Sözlerimiz susmuştu belki ama o gece yaşananlar, o sessizlik… her şey hâlâ aramızda asılı duruyordu. Sanki konuşursak gerçek olacak, sessiz kalırsak unutabilecektik. Bir tür anlaşmaydı bu; görünmeyen ama hissedilen, yazılmamış ama geçerliliği olan bir anlaşma. Kırılgan bir huzur gibiydi. Adını koyamadığım bir bağ. Belki de ikimiz de duygularımızı fazla derine gömmüştük. Kim bilir.
Zaman… işte o akıp gidiyordu. Kimseye acımadan, kimseye beklemeden. Ve ne kadar zengin, güçlü ya da kararlı olursan ol, zamanı satın alamazdın. Paranın hükmü geçmediği tek yerdi zaman. Geri saramaz, ileri alamazdın. Sadece akardı ve yanında ne varsa sürüklerdi. Bize kalan tek şey, o anların içinde ayakta kalmaktı. Belki de Bora Bey bunu herkesten iyi biliyordu. Çünkü onun gözlerinde, durmaksızın geçen zamanın ağırlığı vardı.
O gün… her şeyin dönüm noktası olduğu o günün ardından, evin içinde sessizlik daha da yoğunlaşmıştı. Uraz Bey artık neredeyse hiç görünmüyordu. Gelip geçiyor, bazen günlerce eve uğramıyordu. Uğradığında ise… sanki ben bu evin bir parçası değilmişim gibi davranıyor, göz göze gelmemek için yönünü değiştiriyor, yanımdan geçerken nefes bile almıyordu. O ilk günlerdeki ilgisinin, bana değer verir gibi duran bakışlarının yerinde şimdi kocaman bir boşluk vardı. Ve o boşluk her geçen gün içimde biraz daha genişliyordu.
Bir yanım, onun bu mesafeli tavırlarına karşı duyarsız kalmaya çalışıyordu. “Bu seni ilgilendirmez, zaten hiçbir şey vaat etmedi” diyordu aklım. Ama kalbim… kalbim işte, onun geçerken bile bakmamasını bile incelikle hissediyordu. Kendime kızıyordum. Bu kadar kolay etkilendiğim, basit bir sıcaklıkla hayaller kurduğum için.
Bora Bey’le ise daha farklı bir durum vardı. O da konuşmaz olmuştu benimle. Ama onun sessizliği, Uraz’ınkinden farklıydı. Soğuk değildi. Kırıcı hiç değildi. Sadece… yorgundu. Sanki çok şey düşünüyordu da, kelimeleri bir araya getirecek hâli kalmamış gibiydi. Bazen koridorda karşılaşıyorduk, bazen mutfakta. Göz göze geldiğimizde başını hafifçe eğiyor, yorgun bir tebessümle selam veriyordu. Ama ne bir kelime fazla, ne bir adım ileri…
O gün, hava biraz daha serindi. Hafif bir rüzgâr perdeyi aralayıp içeriye doluyor, odanın içini yasemin gibi kokutuyordu. Elime bir kitap almış, balkona oturmuştum. Görünürde kitap okuyordum ama aklım o sayfalarda değildi. Sayfalar önümden akıp gidiyordu ama ben hâlâ aynı cümlede takılı kalmıştım. Düşünceler, bir bataklık gibi içine çekiyordu beni. Gözüm gün batımına kaydı. Gökyüzü, kan kırmızısına dönmüştü. Ufuk çizgisi, sanki ağır ağır kanayan bir yara gibiydi. İçimdeki karmaşaya benziyordu manzara. Ne kadar bakarsam bakayım, huzur bulamıyordum. Tüm dünya susuyordu sanki, bir tek zihnim konuşuyordu durmadan.
Kitabı usulca kapatıp içeri döndüm. Koridordan geçerken gözüm salona ilişti. Bora Bey koltuğun ucuna oturmuş, elindeki kalın dosyalara dalmıştı. Parmaklarıyla sayfaları çeviriyor, bazen alnını ovalıyor, bazense düşünceli bir şekilde uzaklara bakıyordu. Gözlerinin altı çökmüştü. Sanki günlerdir uyumamış gibiydi. O güçlü, her şeyi kontrol altında tutan adam gitmiş, yerine yük altında ezilen biri gelmişti. Ne olduğunu bilmiyordum ama belli ki içini kemiren bir şey vardı.
Ona baktığımı fark etmiş olmalı ki başını kaldırdı. Göz göze geldik. Yorulmuş bir bakışla, çatılmış kaşlarını hafifçe düzeltti. Sonra alçak, neredeyse fısıltı gibi bir sesle konuştu:
“Alya… bana bir kahve yapar mısın? Sert olsun.”
Başımı usulca sallayarak mutfağa yöneldim. Halinden anlayabiliyordum; uykusuzluk, sinir, bıkkınlık hepsi yüzüne sinmişti. Sert bir kahve iyi gelirdi. Espresso yapmaya karar verdim. Küçük fincanı dikkatlice tepsiye yerleştirip yavaş adımlarla salona döndüm. Tepsiyi masanın kenarına bırakıp sessizce arkamı dönmek üzereyken, o tanıdık ama bu defa daha gergin bir sesle durdurdu beni:
“Alya… bir dakika. Seninle konuşmam gereken bazı şeyler var. Lütfen, otur.”
Sanki biri kalbimin tam ortasına dokunmuştu. O tonda söylenen bir cümle, kötü bir haberin habercisi gibiydi. Omuzlarımda görünmeyen bir ağırlık hissettim. Yavaşça, dikkatle yanına oturdum. Aramızda biraz mesafe bıraktım. Sessizlik birkaç saniye sürdü. O, düşüncelerini toparlamaya çalışıyordu. Ben ise kalbimin düzensiz atışlarını bastırmaya.
“Alya…” dedi boğuk bir sesle, “Bu eve geldiğin günden beri seni korumak istedim. Ama artık bazı şeyleri senden saklayamam. Uraz’ın son zamanlardaki değişiminin nedeni… eski nişanlısı.”
İçim ürperdi. Cümle ağırdı ama bir parçası zaten böyle bir şey olduğunu seziyordu.
“Yıllar önce ayrıldılar,” diye devam etti Bora. **“Büyük bir hata yapmıştı Uraz. O kızı hâlâ sevdiğini düşünüyorum. Ama işin en çarpıcı yanı… sen ona
Bu cümle dudaklarından dökülürken gözlerini kaçırdı. Göz göze gelmek istemiyordu. Ya da belki benim tepkimden korkuyordu. Kendi içimde bir şeyler çatırdamaya başlamıştı. Kalbim, midemin tam ortasına oturmuş gibiydi. Boğazımda bir yumru… Gözlerim donmuş bir halde, Bora Bey’in yüzüne bakıyordum. O ise devam etti, artık söylememek gibi bir seçeneği kalmamışçasına:
“Sadece yüz hatların değil… yürüyüşün, mimiklerin, bakışların bile aynı. O gün seni ilk gördüğümde… gerçekten bir anlığına onu sandım. Uraz da öyle. Seni görünce şok oldu. Gözleri dolmuştu ama yüzünde öyle bir donukluk vardı ki… ne hissettiğini anlayamamıştım. Sonra bana geldi. Sakin olmaya çalışıyordu ama elleri titriyordu. ‘Bu kadar benzerlik nasıl mümkün olabilir?’ dedi. Ve… senden bahsetti. Senin hakkında araştırma yapmamı istedi.”
Bir anda içimde bir buz kütlesi oluştu. Uraz… bana güvenmemişti. Gelip bir şey sormamıştı, benimle bir cümle bile kurmamıştı. Onun yerine gizlice araştırmamı istemişti. Güvenmek şöyle dursun, adımı bile merak etmişti ama bana sormaya tenezzül etmemişti. İçimde bir öfke kabarmaya başlamıştı. Ama Bora Bey’in sesi tekrar duyuldu ve içimdeki öfke yerini daha da büyük bir şoka bıraktı:
“Dün öğrendim…” dedi, sesi çatallaşmıştı. “Senin adın Alya. Onun adı Arya. Ve siz… çift yumurta ikizisiniz.”
Dünya durdu.
Gerçekten… durdu.
Zihnim cümleyi tekrarladı. Defalarca. Ama her tekrar edişte daha da soyutlaştı anlamı. Kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Ellerim titredi, avuç içlerim terledi. Vücudumun içinde uğuldayan kanın sesini duyabiliyordum. Başımı hafifçe yana eğdim. Ne demekti bu? Benim… ikizim mi vardı?
“N-nasıl olur…” dedim. Sesim bana ait değilmiş gibiydi. Boğuk, çatlamış bir fısıltıydı. Sanki başkasının ağzından çıkmıştı o kelimeler.
Gözlerim doldu. Düşünceler zihnimde oradan oraya çarpıyor, bir yere tutunamıyordu. Her şey bir anda karmaşaya dönmüştü. Zaten yeterince yaralıyken şimdi içime yepyeni, ağır bir yük yüklenmişti.
“Alya… seni küçükken ayırmışlar,” dedi Bora, sesi daha da alçalarak. “Kimin neden böyle bir karar verdiğini hâlâ bilmiyoruz. Ama belgelerde görünen o ki… aileniz ikiye ayrılmış. Biri Arya’yı almış, diğeri seni. Ve sen… tamamen unutulmuşsun. Görünüşe göre seni büyüten adam—” sesi burada biraz duraksadı, “—o adam, sana babalık eden değil, seni satın alan biriymiş.”
Yüreğimin tam ortasında bir ağrı oluştu. Bildiğim ama duymaya cesaret edemediğim şeyleri söylüyordu Bora. Gözlerimden birkaç damla yaş aktı. Durduramadım. Bir ses çıkarmaya çalıştım ama boğazımdaki düğüm buna izin vermedi.
“Benim… bir ikizim mi var?” dedim sonunda. “Ve o… Uraz’ın eski nişanlısı mı?”
Bora Bey başını eğdi. Cevap vermedi. Vermemesine gerek yoktu. Gözlerindeki sessiz onay, sözlerden daha yüksek sesle bağırıyordu.
İçimde garip bir kırılma oldu. Uraz’ın bana olan uzaklığı, o gün yüzüme bile bakmadan gitmesi, her şey anlam kazanıyordu. Ben sandığı kişi olmadığım için… çünkü ben sadece bir “gölgeydim.” Arya’nın yedeği gibi… onun hayaleti gibi… sadece hatırlatıcı bir kopyaydım belki de onun için.
“Yani ben… onun hâlâ sevdiği kadının bir kopyasıyım…” dedim, kendime daha çok. “O yüzden benden uzaklaştı. O yüzden baştan beri hiçbir şey gerçek değildi…”
Bora gözlerime baktı. İlk kez sesi biraz yükseldi:
“Hayır, öyle deme. Sen bir gölge değilsin Alya. Sen gerçek bir insansın. Yaşadıkların, hissettiklerin, acıların, duyguların… hepsi gerçek. Uraz’ın ne hissettiğini bilmiyorum ama senin varlığın başlı başına bir anlam taşıyor. Sakın kendini onun geçmişiyle kıyaslama.”
Ama nasıl kıyaslamayayım?
Bir ikizim vardı… ve o, sevilen kişiydi. Benimse varlığımdan haberdar bile olunmamıştı. Karanlıkta bırakılmıştım. Sevilmeden, korunmadan, yalnız… Ve şimdi, sadece benzemem yüzünden biri beni sevmekten kaçıyordu.
İçimdeki boşluk büyüdü. Hiçbir yere ait hissetmiyordum artık. Ne bu eve, ne bu hayata, ne geçmişime… Belki sadece balkonun ucundaki o kızıllığa aittim. Gün batımına, kaybolan zamana… Ve tek bir soru yankılanıyordu içimde, durmadan, acıta acıta:
“Ben kimim?”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.79k Okunma |
1.08k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |