
Sessizlik… Bu evdeki tek gerçek arkadaşı olmuştu Alya’nın.
Uraz’ın yokluğu başta soğuk bir boşluk gibi gelmişti, ama zamanla o boşluk, kendi sesiyle dolmaya başlamıştı. Günler birbirine benziyordu ama her gün, Alya’nın içine ufak bir kırıntı bırakıyordu. Umut değil, mutluluk da değil… Sadece var olabilme gücü.
Sabahları erkenden uyanıyordu artık. Perdeleri aralıyor, güneşin duvara vuran sarı ışığını izliyordu. Sessizce. Hiç konuşmadan. Bazen sadece nefes alıp vererek… Ama o nefes, artık daha düzenliydi. Daha güçlü.
Mutfağa gidiyor, kendine sade bir kahve hazırlıyor, birkaç parça tost ya da peynirle kahvaltısını yapıyordu. Önceleri iştahsızlıkla geçen öğünler, şimdi küçük de olsa bir rutine dönüşmüştü. Kendi kendine konuşmayı bırakmıştı, çünkü artık kendiyle kavga etmiyordu.
Bir sabah Melek Teyze geldi. Elinde pazardan aldığı taze elmalar, bir kavanoz reçel ve eski kokan bir şal vardı. Kapıyı açtığında yüzündeki tebessüm Alya’nın içini bir anlık da olsa ısıttı.
“Ev sessiz, sen suskunsun, ama gözlerin kıpır kıpır,” dedi Melek Teyze.
Alya hafifçe gülümsedi. İlk defa içinden gelerek…
Melek Teyze, haftada birkaç kez uğrar oldu. Çorba getirirdi bazen, bazen sadece bir fincan çay eşliğinde susardı onunla birlikte. İyileşmenin en sessiz haliydi bu; biriyle sessizliğe bile tahammül edebilecek kadar rahat olmak…
Balkonda oturdukları bir akşam Melek Teyze sordu:
“Rüyalarında hâlâ o eski evi görüyor musun?”
Alya başını eğdi.
“Bazen,” dedi.
“Uyandığında ne hissediyorsun?”
“Yorgun değilim artık. Sadece… boş.”
“Boşluk bazen iyidir,” dedi kadın. “Kendini yeniden kurabileceğin bir alan yaratır.”
O günden sonra Alya, odasını düzenlemeye başladı. Fazlalıkları attı, yatak başına küçük bir masa koydu. Üzerine eski bir defter yerleştirdi. Başlarda yazamadı ama sonra küçük cümleler geldi.
“Bugün yağmur yağdı. Kokusu çocukluğumu hatırlattı.”
“Uyandığımda kalbim sakin çarpıyordu. Uzun zamandır böyle değildi.”
“Birini affetmek, onun için değil, kendim içinmiş.”
Bu defter, Alya’nın iç dünyasının aynası haline geldi.
Bir gece, uyumadan önce balkona çıktı. Hava serin, gökyüzü açıktı. Yıldızlara baktı.
Hiç dilek dilemedi. Çünkü artık dileklere değil, adımlara inanıyordu.
Yavaş, sabırlı, kırık ama kararlı adımlar…
Ve o an fark etti: İyileşmek, bir gün tamamen unutmak değilmiş.
İyileşmek, o acıyla yaşamayı öğrenmekmiş.
Ve Alya, artık öğrenmeye başlamıştı.
Evde Uraz Bey’in yokluğu artık sıradanlaşmıştı. Günler geçmişti… belki de haftalar. Onun ayak sesleri, evin kapısını açışı, sert sesi, artık duyulmuyordu. Ve ilginç olan, Alya artık bunu beklemiyordu da. Uraz bir daha hiç dönmese bile eksikliğini hissetmiyor, en azından yüzeyde hissetmiyordu.
Bu evde kalmasının tek nedeni güvenlikti. Dışarısı, geçmişiyle dolu karanlık bir oyuk gibiydi. Oysa bu ev, her ne kadar Uraz’ın dünyasına ait olsa da, onun için bir sığınaktı. Belki gönülsüz bir sığınak, ama yine de korunaklıydı.
Uraz’a karşı içindeki öfke hâlâ canlıydı. Yaptığı her şey, söylediği her söz hâlâ zihninde yankılanıyordu. Kırgınlığı, gözyaşlarına dönüşmese de içinde bir yangın gibi büyümüş, kabuğu kalın bir yara haline gelmişti. Ama zaman, acıyı yontuyordu.
Alya’nın içinde yavaş yavaş değişen bir şey vardı. Bu, özlem değildi. Uraz’ı aramıyordu, onun yolunu gözlemiyordu. Ama nefretin kör edici keskinliği azalmıştı. Geriye bir tür kabul kalmıştı. Belki de affetmeye yakın bir sessizlik…
O akşam her şey sıradan başladı. Kitabının son sayfasını çevirdi. Pencereden dışarı baktı. Kasım ayı neredeyse sona ermişti. Soğuk iyice bastırmıştı, kar yağması an meselesiydi. Ellerini ovuşturarak odadan çıktı. Üzerinde ayıcık desenli pijamaları vardı.
Mutfağa geçti. Karnı çok aç olmasa da, bir şeyler yemek iyi gelirdi belki. Buzdolabını açtı, gözleri hemen çilek tabağına takıldı. Renkleri o kadar canlıydı ki… Dayanamadı, tabağı alıp mutfak tezgâhına oturdu. Sessizce mırıldanarak çilekleri yemeye başladı.
Tam tabağı kaldırmak üzereyken, arkasından bir ses duyuldu:
“Sen kimsin?”
Elindeki tabak yere düştü, cam parçaları her yana saçıldı. Kalbi yerinden fırlayacak gibi çarpmaya başladı. Hızla arkasına döndü. Karşısında, uzun boylu, ürkütücü bakışlara sahip bir adam duruyordu.
“Hey, sana diyorum! Dilsiz misin?”
Alya gözlerini kırpmadan ona baktı.
“Asıl siz kimsiniz? Bu evde ne işiniz var?”
Adam onu baştan ayağa süzdü. Küçümseyici bir şekilde gülümsedi.
“Beni tanımıyor musun? Ne garip,” dedi.
Alya’nın aklı karmakarışıktı. Kimdi bu adam?
O anda bir başka ses duyuldu. Alya istemsizce o yöne döndü.
Uraz Bey…
Uzun zamandır ilk kez bu evdeydi.
Görünce kalbi sıkıştı mı, yoksa sadece donup kaldı mı, ayırt edemedi. Onun gelişini günlerdir beklemiyordu. Hatta geri dönmeyeceğini bile düşünüyordu. Ama şimdi oradaydı. Ve sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu.
“Abi, kusura bakma. O bizim çalışanımız,” dedi Uraz, yanındaki adama.
Alya’nın gözleri büyüdü. “Abi” mi? Bu adam Uraz Bey’in abisi miydi?
İçinde tarifsiz bir tedirginlik oluştu. Adamın bakışları hâlâ üzerindeydi, sanki düşüncelerini delip geçiyordu. Öylesine sert, öylesine tehditkâr…
“Tamam, sen işine bak,” dedi Uraz soğukça. “Gel abi, biz içeri geçelim.”
O an… Alya, ne olduğunu tam anlayamadan, sadece olduğu yere çakılıp kaldı. Uraz’ın gözlerinde bir duygu aradı ama boşlukla karşılaştı. Sanki bir yabancıydı artık onun için. Belki de hep öyleydi.
Adam gözlerini ondan çektikten sonra Uraz’ın peşinden gitti. Alya ise elinde kalan boşlukla baş başa kaldı.
Yere çömeldi, cam kırıklarını toplamaya başladı. Ama ellerinden biri kanamaya başladı. Ne zaman kesildiğini fark etmemişti bile. Öfkeyle bastırdı cama, bilerek değil ama farkında olmadan… Bu öfkenin çıkış noktası neydi? Uraz’ın gelişi mü, yoksa bu evde hâlâ kalıyor oluşu mu?
Siniri, gözyaşına dönüşmedi. Ama içten içe bir kırılma vardı.
Tam o anda tekrar o adamın sesi duyuldu.
“Hey, napıyorsun? Böyle kan kaybıyla öleceğini sanıyorsan… çok beklersin. Ama denemek istiyorsan, sen bilirsin.”
Kafasını kaldırdığında yine oradaydı. Yaklaşmıştı bile. Elinde bir peçeteyle yarasına uzandı. Parmakları yumuşacıktı. Sanki tenine değil, içine dokunuyordu.
Alya donup kaldı. Kafasında sorular çığ gibi büyürken, bir yandan o hissi bastıramıyordu:
Tanımıyordu bu adamı. Ama bir şey vardı. İçinde bir yer, tuhaf bir şekilde… tetikteydi.
Ve işte o an, Uraz’ın gelişi bile önemini yitirmişti. Çünkü asıl soru şu olmuştu:
“Bu adam da kimdi?”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.79k Okunma |
1.08k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |