17. Bölüm

Kaybolmuş Balık

Fatma keskin
fatmakeskin

Alyadan…

Hadi unut, unutabilirsen… Hadi öl, ölebilirsen… Hadi ol, olabilirsen eskisi gibi…”

Kendi iç sesimdi bu. Kimseye değil, kendime söylüyordum. Kendi içimde yankılanıyordu bu cümle. Sanki her nefes alışımda biraz daha kanatıyordu içimi. Yavaşça değil… usulca değil… parçalayıcı bir acıyla. Her harfi, bedenimde görünmeyen ama ilik ilik hissedilen bir yara gibiydi.

Unutabilir miydim? İnsan nasıl unutur çocukluğunu? Gözlerinin önünde dayak yemesini izlediği annesini? Geceleri açlıktan ağlayarak uyumaya çalıştığı ufacık bir odayı? Varlığını parayla satmış bir babayı? Sırtındaki morlukları, ses etmeden sabunla yıkamaya çalıştığı banyoyu? İnsan… unutur mu? Ya da ölmek… keşke bu kadar kolay olsaydı. Ölümün bile fazla görüldüğü bir kaderin içinde, yaşamak en büyük cezaya dönüşmüştü.

Benim içimde bir mezar vardı. Ve ben o mezarın başında, her gün kendimi yeniden gömüyordum.

Bazı şeyler hazmedilmiyor. Midene değil, ruhuna oturuyor. Gözlerinin arkasına yerleşiyor o anılar. Ne kadar kaçarsan kaç, seni bir gölge gibi takip ediyorlar. Saklandığını zannederken birden omzuna dokunuyor geçmişin eli. Yirmi üç yıl boyunca üzerini örttüğün tüm acılar, seni nefessiz bırakacak kadar birikiyor. Ve sen sadece… bakıyorsun. Olanları izliyorsun. Çünkü hiçbir şey yapacak gücün kalmamış. Elin kalkmıyor, dilin dönmüyor. İçinde bir yerde “sus” diyen bir ses var. Her şeyi bastıran, bastırdıkça seni yok eden bir ses.

İşte kader dediğimiz şey bu: Sessizce yanmak. İçinde çığ gibi büyüyen yangına tek başına direnmeye çalışmak. Ve bazen… o yangının seni alıp götürmesine izin vermek. Çünkü artık başka çaren kalmamış.

Benim hayatım da böyleydi. Bir ateşin ortasında kalmış, ama bağırmaya gücü yetmeyen biriydim. Yandım… ama dumansız. Acıdım… ama sessiz. Gözyaşlarım bile sanki içime akıyordu. Boğazımda düğümlenmiş bir çığlık vardı. Çözemedim. Sustum. İçimde o kadar çok şey birikti ki… damarlarım bile taşıyamaz oldu. Gözlerim yanıyordu ama hâlâ bir damla yaş düşmemişti. Ciğerlerim boşlukta çırpınıyor, “nefes al” diye haykırıyordu. Ama ben… alamıyordum.

Yüzüm kıpkırmızıydı, dudaklarım mor. Ellerim uyuşmuştu, kulaklarım dış dünyayı reddetmişti. Hiçbir sesi doğru düzgün algılayamıyordum. Ta ki o ses… o çatallı, boğuk ama tanıdık ses gelene kadar:

“Alya… biliyorum, bunlar kolay kolay kaldırılacak şeyler değil. Ama elimden bir şey gelmiyor…”

Ses… derinlerden geliyordu sanki. Bora’nın sesi. Ama uzak, çok uzak. Belki de sadece hayal ediyordum. Belki de duymak istediğim o acımalı cümleleri zihnim kendi uyduruyordu. Çünkü gerçek hayatta kimse, gerçekten “üzgünüm” demezdi. Gerçek hayatta kimse, senin için hiçbir şey yapamazdı.

Ama Bora oradaydı. Gözleri üzerimdeydi. Ve o gözlerde, ilk kez… çaresizlik gördüm. Sadece kendi çaresizliğim değil. Onunki de vardı. Sanki bir yanıyla beni kurtarmak istiyor ama diğer yanı… bu enkazın neresinden tutacağını bilemiyordu.

O an ilk kez… içimden bağırmak geldi. “Ne olur biri beni duysun!” diye haykırmak istedim. Ama sesim çıkmadı. Dilim damağıma yapışmıştı. Ağlamak istedim. Saatlerce, günlerce ağlamak. Ama bedenim buna bile izin vermedi. Sustum. Yine sustum.

Ben bu hayattan kaçmak için neleri göze almıştım? Kaç gece ağlayarak uyumuştum? Kaç sabah kendimi yok sayarak uyanmıştım? Ve şimdi… kader, bana bir ders verir gibi tüm geçmişimi suratıma çarpmıştı. “Unutamazsın,” der gibi. “Kaçamazsın.” Ve ben… kaçamıyordum.

Ben… okyanusu isteyen ama sığ bir çukurda debelenen bir balıktım. Nefes almaya çalışan ama suyun dışına çıkamayan. Çaresizlik, her yanımı sarmıştı. Varlığım bile fazlaydı bu dünyada.

Bora’ya baktım. Gözlerinin içine… sanki bir cevap arar gibi. “Burası rüya olsun,” dedim içimden. “Ne olur uyanayım ve hiçbirini yaşamamış olayım.” Ama gerçeklik her zamankinden daha keskindi. Bora’nın gözlerinde beni tanıyan, anlayan biri vardı ama bu yetmiyordu. Hiçbir şey… yaşanmışlığı silmeye yetmiyordu.

Ve sonra, Bora’nın yüzü değişti. Sessiz bir çöküş vardı önce. Ardından… öfke. İçinde tutmaya çalıştığı bir öfke değil bu. Sessiz bir yemin gibi. Dudaklarını sıktı, gözleri kıpkırmızı kesildi. Yumrukları gerildi. O kadar yakındı ki… kalp atışları kulaklarıma kadar geliyordu.

Sonra birden… o cümleyi kurdu. Sanki bir yargıç gibi değil, cellat gibi konuştu:

“Sana bu hayatı zindan eden… gözünden bir damla yaş akmasına neden olan… kısacası, senin canını yakan herkesin canını alacağım, Alya!”

İçim titredi. Bu cümle… benim hiçbir zaman kuramadığım cümleydi

Bora uzaklaşırken, bir an durdu, arkasına dönüp bana gözlerini dikti. Sesi soğuk ve kararlıydı:

“Sana bu hayatı zindan edenlerin bazılarını… ufak çaplı bir şekilde zaten hesabını gördüm. Henüz hepsi değil ama, bu daha başlangıç.”

O cümle, bir tehditten öteydi; aynı zamanda bir söz, bir vaatti. Yine de yüzeysel kalıyordu, çünkü arkasında yatan asıl fırtına, o anın sessizliğinde saklıydı. Bora’nın yaptığı intikam, sadece buzdağının görünen kısmıydı; gerisi çok daha karanlıktı.

Ve ben… bu sessiz sözlerin altında, kendi çaresizliğimle yüzleşmeye devam ettim.

 

Bölüm : 27.05.2025 23:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...