
Vazo…
Sanki yalnızca camdan bir eşya değil, içimde tutunmaya çalıştığım tüm umutlar da onunla birlikte yere çakılmıştı. Çıtırdayarak dağılan cam kırıkları gibi, ben de parça parça olmuştum. Zaman o anda yavaşlamış, nefes bile alamaz olmuştum. Her şey bulanık, her şey karışıktı. Gözlerim açık olmasına rağmen bir şey seçemiyordum. Sesler uzaktan, yankılanarak geliyordu. Tüm bedenim, her nefes alışımda isyan eden bir feryat gibi bağırıyordu ama dışarı çıkan tek şey, boğuk ve cılız bir inleme oldu. Gücüm kalmamıştı. Sanki bir hayaletten ibarettim artık.
Adam… o yabancı… beni bir çöp torbası gibi kolumdan yakalayıp cama fırlatmıştı. Bir insan, başka bir insanı bu kadar kolay nasıl silerdi? Ben orada can çekişirken içindeki öfkeyi dindirememiş olacak ki, ardından bir tekmeyle karnımı delip geçmişti sanki. Yerde iki büklüm yatarken, ayaklarını bedenimde hissedip, üstümden geçerek gitmişti. Ardında yalnızca cam kırıkları ve kan izleri bırakmıştı. Ama asıl kırılan şey içimdeydi. İnsanlığıma dair ne varsa… ezip geçmişti. Acı sadece fiziksel değildi artık; ruhum da kanıyordu.
Bir süre sonra etrafımdaki uğultular arasında bir ses daha seçilir gibi oldu. Zorladım kendimi… göz kapaklarım ağır, görüşüm bulanıktı. Ama başımın üstünde bir silüet beliriyordu. Işık sırtından vuruyordu, yüzünü seçemiyordum. Fakat ses… o sesi tanıyordum.
“Alya… sakin ol. Hadi, nefes almaya çalış.”
Bora Bey’di bu. Yüzünde kaygı ve öfke iç içe geçmişti. Nefes alamıyordum. Ciğerlerim yanıyor, göğsümde bir taş varmış gibi hissediyordum. Başımı hafifçe sallayabildim sadece. Dudaklarımdan zorlukla dökülen kelimeler fısıltıdan da hafifti:
“Y-yapamıyorum…”
O an hiçbir şey söylemeden beni dikkatlice kucağına aldı. Sanki bir parça kırık porseleni tutar gibi hassastı. Omzuma düşen saçlarımı usulca geriye itti. Gözlerimin içine baktı. Gözlerindeki ifade, ilk kez bu kadar… insaniydi.
“Tamam, buradayım. Nefes alıyoruz şimdi. Bak bana… al… ver… güzel, bir daha… al… ver…”
Zor da olsa onu dinlemeye başladım. Sanki sesi, kırık dökük zihnime sızıyor, içimdeki fırtınayı bir nebze olsun dindiriyordu. Ama içimde öyle çok korku birikmişti ki, rahatladığım anda gözyaşlarım daha da hızlandı. Bastırmaya çalıştığım hıçkırıklar boğazımı düğümlüyordu. Kendimi küçük, savunmasız, bir çocuğun kabusundan uyanamayışı gibi hissettim. Bora, kollarını biraz daha sıktı etrafımda. Sanki parçalanmamı engellemeye çalışır gibiydi.
“İşte böyle… Güzelim, yanımdasın artık. Güvendesin. Kimse sana dokunamaz.”
Yutkunarak, titreyen sesimle konuştum:
“B-ben… bir şey yapmadım… yemin ederim…”
“Biliyorum, Alya. Hiçbir şey yapmadığını biliyorum. Ama şimdi konuşma… sadece sakinleş. Önce seni toparlayalım. Kanayan yerlerine bakalım.”
Konuşurken merdivenlere yöneldi. Beni hâlâ kucağında taşıyordu. Her adımı yavaş, dikkatliydi. En küçük sarsıntıda canım yanıyordu. Vücudumun her yerinde kesikler vardı. Cildim alev alev yanıyor, dokunduğu her yerimde sızı artıyordu. Giysilerim hafifti, inceliklerinden dolayı bedenimdeki yaraları daha da belirginleştiriyordu. Göbeği açık, kısa bir üst… şort… her yerim camla doluydu.
Titrek bir sesle sordum:
“Uraz Bey nerede?”
Bora’nın yüzü aniden gerildi. Sesi, gözlerindeki ifadeyle birebir uyuşuyordu.
“Bunu yapan o şerefsizin peşinden gitti.”
Sözleri, kalbimde yankılandı. Uraz. İçimden bir şey kopmuş gibi hissettim. Yutkundum, zorla kelimeleri döküyorum ağzımdan:
“Ben… sadece uykum kaçmıştı. Biraz televizyon izlemek istedim. Sonra… karşı odadan bir şey geçti sanki. Bir gölge…”
Daha cümlemi bitiremeden Bora’nın yüzü alev aldı:
“Ve sen de merak ettin, gidivereyim dedin! Bu kadar mı aptalsın?! Bu evde ben varım, Uraz var! Neden bize haber vermedin?! Hiç mi düşünmedin başına bir şey gelebileceğini?!”
Sözleri tokat gibi yüzüme çarptı. Ağzımı açtım ama kelimeler boğazıma dizildi. Evet… haklıydı. Tam da öyle olmuştu. Bir gölge, bir merak, bir adım… Ve sonuç? Yine acı. Yine şiddet. Yine korku. İçimdeki panik tekrar yükseldi. Gözlerim doldu, bu kez korkudan değil… çaresizlikten.
“Bora Bey… ne olur… yemin ederim o adamla hiçbir ilgim yok. Lütfen… bir daha olmaz. Odamdan bile çıkmam. Söz veriyorum…”
Birden suskunlaştı. Gözlerini kaçırmadı benden. Sesindeki ton yumuşadı.
“Şşşt… Alya… Kimse sana zarar vermeyecek. Tamam mı? Bitti. Geçti.”
“Ama ben… bilmiyorum. Özür dilerim…”
“Artık özür dileme. Hiçbir şey için. Alya… sana bir daha kimse zarar veremeyecek. Söz veriyorum.”
Söz…
İçimde bir boşluk oluştu. “Söz” kelimesi, beni zamanda geri çekti. Uraz da söz vermemiş miydi? “Sana güveniyorum” dememiş miydi? Gözlerimin içine bakarak? Sonra hiçbir açıklama yapmadan, tek bir kelime etmeden beni kapının önüne koydu. Değersiz, ezik, kırık bir eşya gibi.
Sustum. İçimden bir kelime dahi çıkmadı. Ne deseydim ki? Yine hatayı kendimde aramaya başladım. Belki de gerçekten bendeydi. Her zaman bendeydi. Küçücük ilgilere, minicik sözlere dağlar kadar anlam yükleyen, sonra altında ezilen… bendim. Kendime biçtiğim değer, başkalarının bana ayırdığı birkaç kırıntıdan ibaretti. Oysa ben burada… bu evde… sadece beş para etmez bir hizmetçiydim. Ne fazlası… ne de eksiği.
Bora Bey beni dikkatlice yatağın üzerine yerleştirdiğinde, tenimdeki her kesik sanki birer çığlık gibi kendini hissettirdi. İnce kumaş cildime yapışmıştı; yer yer kan kurumuş, bazı yerlerden cam parçaları hâlâ batıyor, bedenimi daha da yakıyordu. Derin nefes almaya çalıştıkça kaburgalarım sızlıyor, içimden yükselen sessiz bir feryat dudaklarımı titretiyordu. Gözlerim kapanmak istiyordu ama kapanamazdı. Güvende miydim, hâlâ anlamıyordum. Gözlerimle etrafa baktım, tanıdık eşyalar… odadaydım. Yatak örtüsünün rengi, lambanın loş ışığı, perdelerin hafifçe kıpırdayışı… evet, Uraz beyin odasıydı.
Birkaç saniye sonra bir kapı gıcırtısı duydum. Bora, elinde bir ilk yardım çantasıyla geri geldi. Yüzü hâlâ gergindi ama elleri… elleri titriyordu. Belki farkında bile değildi. Yavaşça çantayı yatağın yanına bıraktı. Elindeki havluyu bir şişe kolonya ile ıslatırken, dudakları birbirine kenetliydi.
“Biraz canın yanacak, hazırlıklı ol. Ama dikkatli olacağım, söz,” dedi alçak bir sesle.
Söz…
Yine o kelime. Ama bu kez başka bir tınısı vardı. Bir tehdit değil, bir yemin gibi. Başımı hafifçe salladım. Konuşacak gücüm yoktu. Kendimi olduğu gibi bıraktım. Ne savunacak bir sözüm vardı, ne de tutunacak bir cümlem.
Bora önce dizlerinin üstüne çökerek bacağımın yanındaki kesikleri incelemeye başladı. Şortum yukarı sıyrılmıştı. Cildim yer yer çizilmiş, bazı yerlerde cam parçaları hâlâ içerdeydi. O an gözlerini kaçırmadı. Ne iğrendi, ne öfkelendi. Sadece dikkatliydi. Sanki incitmekten korkuyordu.
“Burada birkaç cam parçası var. Önce onları çıkarmam lazım,” dedi.
Eline bir cımbız aldı. Her seferinde bana bakarak, “Hazırsan çıkarıyorum,” dedi. Canım yandıkça gözlerim doldu ama bu kez ağlamadım. Bora, her parçayı çıkarışında temiz bir pamukla bastırıyor, ardından antiseptik sürüyordu. Her temasta cildim yanıyor, vücudum hafifçe titriyordu. Ama o hiç acele etmedi. Her hareketi, yıllardır tanıdığı birini incitmemeye çalışan biri gibiydi.
Yavaşça diğer bacağa geçti. Sonra karnıma baktı. Kıyafetim, tekmeyle yırtılmıştı. Gözleri bir an dondu. Yumruğunu sıktı. O an ağzından istemsizce döküldü kelimeler:
“Seni o halde gördüğüm an… beynim durdu Alya. O herifi ellerimle… Parçalayacağım.”
Başımı hafifçe yana çevirdim. Gözlerim doluydu ama bu kez korkudan değil. Şaşkındım. Hayatımda ilk kez biri… öfkesiyle değil, acım için öfkeliydi. Benim için öfkelenmişti. Bu bana yabancı bir duyguydu. Alışık değildim.
Bora ellerini dikkatlice kaldırdı, üstümdeki giysiyi biraz sıyırdı ama ne bir taciz vardı ne de bir rahatsızlık. Hatta neredeyse gözlerini kaçırdı.
“Giysiyi kesmem gerekebilir. Acıtmak istemem. Uygun mu?”
Uygun mu…
Biri… bana ilk kez sordu. “Yapıyorum” demedi, “yapabilir miyim?” dedi. Sadece başımı onaylar şekilde sallayabildim.
Küçük bir makasla üstümü dikkatlice keserek çıkardı. Tenimdeki yara izleri ortaya çıktıkça, Bora’nın bakışları daha da kararıyordu. Sol göğsümün altında büyükçe bir morluk… karnımda çizikler… kaburgalarımda şişlik… Yüzünü elleriyle kapatıp bir an gözlerini yumdu. Sonra kendini toparlayıp tekrar yanıma döndü. Her bir bölgeye dikkatle pansuman yaptı. Sanki içimdeki acıyı kendi içinden atmaya çalışır gibi.
Yaralar temizlenip bantlar yapıştırıldığında, üzerime ince bir battaniye örttü. Sonra da yere oturdu. Kucağında elleri, başını eğmiş, susuyordu. Ben ise onun sessizliğini izliyordum. O güne kadar sert, soğuk, hatta acımasız biri olarak tanımıştım onu. Ama şu an yanımda oturan adam… başkaydı.
“Alya…” diye fısıldadı. “Sana zarar verildiği her an için kendimi suçlu hissediyorum. Sen burada güvende olmalıydın. Sen… bu kadar acı çekmemeliydin.”
“Ben… kendim sebep oldum gibi hissediyorum,” dedim kısık bir sesle.
Gözlerini kaldırdı, göz göze geldik.
“Hayır. Bu senin suçun değil. Bir insanın merak etmesi ya da hareket etmesi suç değildir. Suç, bunu fırsata çeviren hayvanlara aittir.”
İçimde bir şey çözüldü. Boğazımda düğümlenen kelimeler serbest kaldı. Ama sadece bir kelime döküldü dudaklarımdan:
“Teşekkür ederim.”
Bora, başını salladı. Sessizce.
Aramızda bir süre sessizlik oldu. Ama bu, rahatsız edici bir sessizlik değildi. Aksine, bir güven duygusu gibi yayılıyordu odaya. İlk kez… ilk kez birinin yanındayken korkmuyordum. Belki hâlâ güvende sayılmazdım. Belki yarın her şey değişirdi. Ama şu an… bu an… gerçekti.
Ve bazen bir anlık güven bile, bütün hayatını toparlamana yeterdi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.79k Okunma |
1.08k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |