
Telefonun kapanma sesi odada yankılanırken Alya’nın kalbi, göğsünün içinde gerçek bir tokat gibi atmaya başladı. Sesin ardından gelen sessizlik, sanki bir ölüm haberinin ardından gelen o garip boşluk gibiydi. Ne bir ağlama sesi vardı, ne de bir çığlık. Sadece kulaklarında uğuldayan bir uğultu ve zihninde çakılı kalan o kelimeler: “Sen bir borcun teminatıydın. Hâlâ öylesin.”
Elindeki telefon ağırlaştı. Parmaklarının arasından neredeyse kayacaktı. Sanki teni, o adamın sesiyle kirlenmişti. Parmakları uyuşmuştu, nefesi kısaydı. Tezgâha yaslanmak istedi, ama dizleri onunla iş birliği yapmıyordu. Çöktü. Kendi iradesiyle değil—bedeni iflas etti, dizlerinin üzerine düştü. O an her şey yerle bir oldu. Tüm korkuları, tüm bastırdığı geçmişi, tüm kaçışları… tek bir telefona sığmıştı.
Gözleri ileriye, ama hiçbir yere bakıyordu. Tezgâhın altı, zemindeki fayans, kapının pervazı… Hepsi bir anda karanlıklaşmıştı. Bir anlamı kalmamıştı mekânın. İnsan bir anda her şeyini yitirebilir miydi? Alya şimdi bunun cevabını içinden değil, tüm hücrelerinden alıyordu.
O sırada salondan gelen adımların farkına bile varmadı. Ayak sesleri yaklaştı, durdu. Sonra hafif bir soluma sesi duyuldu. Tunç’tu. Önce onu gördü, sonra yavaşça eğildi. Alya’nın çökmüş hâlini görünce gözleri kısıldı. Diz çöktü, ona dokunmadan önce kısa bir an bekledi.
“Alya?”
Sesi yavaş ve temkinliydi. Sanki bir cam kırığının üstüne basar gibi.
Cevap gelmedi.
“Elin mi kesildi? Nefesin… normale değil. Ne oldu?”
Yine sessizlik. Alya gözlerini kocaman açmıştı ama içinde hiçbir şey yoktu. Boştu. Sanki içindeki bütün ışık, o yabancının sesiyle çekilip alınmıştı.
Tunç onun önünde otururken bir eliyle Alya’nın titreyen parmaklarını tuttu. Soğuktu. Anormal bir soğukluk. Alya’nın teni, korkunun donuk yüzü gibi. “Telefon mu geldi?” dedi. Gözleri telefona kaydı, sonra tekrar Alya’ya.
Alya sonunda gözlerini kırptı. Ama hâlâ konuşmadı. Sanki ses telleri değil, ruhu tutulmuş gibiydi. Tunç, Alya’nın gözlerindeki o büyük boşluğa bakınca içinde bir yer kırıldı. Onun böylesine sessiz, çaresiz kaldığını daha önce hiç görmemişti. Sessizlik Alya’ya özgüydü belki ama bu başka bir şeydi. Bu, sessizliğin ötesinde bir çöküştü.
Hemen eğildi, Alya’yı kollarına aldı. Tüy gibi hafifti. Ama taşıdığı ağırlık bir insanınkinden fazlaydı. Onun bu kadar hafif hissettirmesi, yaşadığı şeylerin ağırlığını daha da büyütüyordu. Alya, başını onun göğsüne yasladı ama ne sarıldı, ne geri çekildi. Sadece bırakmıştı kendini. Bu teslimiyetin içinde ne güven vardı, ne direnç. Sadece bitmişlik.
Tunç onu yavaşça odasına taşıdı. Yatağın üzerine dikkatlice yatırdı. Üzerine battaniye örtmek istediğinde Alya’nın omuzları hafifçe titredi. Bu bir üşüme değil, iç titremesiydi. Gözleri hâlâ donuktu. Sanki bir görüntüye takılmış, oradan kopamamıştı.
Bir süre Tunç baş ucunda bekledi. Onunla konuşmak istiyordu ama hangi kelimeyi söylerse boğazına saplanacağını bilmiyordu. Alya’nın bu hâline dokunacak hiçbir kelime yeterince hafif değildi.
Sonra yavaşça konuştu:
“Bora yok, biliyorum. Ama ben buradayım. Ve şu an seni korkutan şeyin ne olduğunu bilmem gerek.”
Alya gözlerini tavana dikti. Dudakları kımıldamadı. Ama gözbebeklerinde bir şey titredi. O gözler, Tunç’a dönmeden önce bir an karardı.
“Kim aradı seni?” dedi Tunç yine.
Bu kez Alya’nın dudakları aralandı. Ama ses değil, sadece bir fısıltı çıktı:
“Tanıdığım biri. Ama yabancı.”
Sustu.
“Beni tanıyan biri… beni bekleyen biri.”
Bu cümle Tunç’un omurgasından soğuk bir çizgi gibi geçti. Elini başına götürdü. Saçlarını geri itti. Sinirlendi, ama öfkeyle değil—çaresizlikle.
“Ne dedi?” diye sordu sessizce.
Alya gözlerini ona çevirdi. Bakışlarında sadece bir soru vardı: “Sen zaten biliyorsun, değil mi?”
Tunç, o bakıştan kaçmadı. Uzun süre birbirlerine baktılar. O an Alya ilk kez doğruldu. Yavaşça yataktan kalktı, ayaklarını yere bastı. Ama yer sağlam gelmedi. Gözleri Tunç’a takılı kaldı.
“Sen… ne kadar zamandır biliyorsun?”
“Bildiğimi sanmıyorsun, değil mi?”
Alya başını öne eğdi. Ellerini dizlerinde birleştirdi.
“Sadece korumaya çalışıyordum,” dedi Tunç. “Seni. Onu. Onların senden uzak kalmasını sağlamaya çalışıyordum.”
Alya’nın sesi sonunda geldi.
“Koruyamadın.”
Kısık ama kesindi.
Tunç geri çekildi. Yana döndü. Pencereye yürüdü.
“Sadece bana söyleseydin…” dedi Alya.
“Sana güvenmedim değil, Alya. Ama senin gözlerinin içindeki o sessizlik… bazen insana ne anlatacağını bile unutturur.”
O an bir sessizlik daha düştü aralarına. Ama bu, eski sessizliklere benzemiyordu. Bu sessizlik artık örtü değildi. Bir duvar gibiydi. Kalın, gri, yükselen.
Tunç arkasını döndüğünde Alya ona artık farklı bir ifadeyle bakıyordu.
“Bora nereye gitti biliyor musun?”
Tunç başını eğdi.
“Biliyor gibiyim. Ve eğer düşündüğüm yere gittiyse, bugün sadece sen değil, o da bir gerçekle yüzleşecek.”
Tunç, mutfağın kapısına omzunu yaslamış, karanlık koridoru izliyordu hâlâ Alya uyumamıştı biliyordu. Bu saatte hâlâ uyanık olması garip değildi belki ama… ondaki bu sessizlik artık bildiği sessizliklerden değildi. Alya genellikle susardı, ama bu başka bir şeydi. Bu gece, onun sessizliğinde bir çığlık vardı.
Alya’ya baktığında, içinde ezelden beri tanıdığı bir yara kabarıyordu. Ona hep temkinli, dikkatli ve sessizce yaklaşmıştı. Koruyucu gibiydi ama bir yabancı gibi de mesafeli. Fakat içten içe… Alya ona birini hatırlatıyordu. Adını bile anmak istemediği küçük bir kızı. Çok eskiden, hayatı yüzüne çarpmadan önce omuzuna aldığı birini. Ama kurtaramadığı birini.
Alya’ya baktığında zaman zaman kendi kardeşini görüyordu. Aynı karanlık gözlerin içinde aynı savunmasızlığı, aynı bastırılmış korkuyu. Bu yüzden Alya’yı korumak, onun için bir görev değil, içten gelen bir borçtu. Adını koyamadığı, geçmişe tutunan bir içgüdü. Onun yanında kimse yokken, kimse olmasa bile o vardı.
Ama şu an, Alya’yı yerden kaldırdığı o an gibi… kendini yeterli hissetmiyordu.
“Bu gece, onun gözlerinde bir çocuk değil… bir yük gördüm,” diye düşündü.
“Ve o yükü taşıyan ben değilim artık… Bora.”
Bora…
Onun adını içinden geçirince, kalbinin orta yerinde keskin bir çizgi hissediyordu. Yıllarını vermişti ona. Çocukluğunu, gençliğini, yolunu, hatta kendi doğrularını bile zaman zaman onun için eğmişti. Bora’yı korumak, onun arkasında dimdik durmak, Tunç için bir görev değildi. Bu, kelimelere sığmayan bir sadakatti. Kardeşten öte bir bağ, kan bağı olmayan ama acıyla örülmüş bir yoldaşlıktı.
Tunç, geçmişin kapısını açtı zihninde. O eski, rutubet kokan gecelerden birini. Bora’nın henüz genç bir adamken, babasının gölgesinden sıyrılmak için çırpındığı zamanları. O zamanlarda bile içinde bir öfke taşıyordu Bora. Dünyaya, ailesine, kendine… Ama o öfkenin altında bir yalnızlık yatıyordu. Kimse onu gerçekten tanımıyordu. Ama Tunç tanıyordu. Çünkü o da aynı yalnızlığın çocuğuydu.
Birbirlerine söz vermemişlerdi. “Ben senin arkandayım,” dememişti Tunç hiçbir zaman. Ama her zaman oradaydı. Bora düştüğünde kaldıran oydu. Sustum dediğinde konuşan, yürüyemediğinde omzunu uzatan. Bora’nın tüm yanlışlarında bile, Tunç hep bir adım gerisindeydi—ne destek olmak için ne de eleştirmek için. Sadece yanında durmak için.
O yüzden Alya’nın bu hâli, onu çifte bir sızıya mahkûm ediyordu.
Bir yanda Alya’nın titreyen elleri, boğazına düğümlenen sessizliği.
Diğer yanda ise Bora’nın yokluğu, kaybolduğu yerin bilinmezliği.
Tunç başını yavaşça iki yana salladı.
“Bora, ne yapıyorsun?” diye fısıldadı kendine.
“Yine sessizliğe sığınıyorsun. Yine sırtını dönüyorsun. Ve ben seni savunuyorum, her şeye rağmen.”
Alya’ya baktığında vicdanı konuşuyordu. Ama Bora’yı düşündüğünde içindeki sadakat, vicdanı bastırıyordu.
Alya’nın yaşadığı acıya rağmen… hâlâ onu Bora’dan koruyamıyordu.
Çünkü Tunç biliyordu:
“Bora, susmayı seçiyorsa… bir nedeni vardır.”
Belki Alya’ya anlatamayacağı kadar karanlık. Belki onun da taşıyamayacağı bir geçmişi vardı.
Ve belki… Tunç’un da anlatamayacağı bir sadakati.
Kendi kendine bir koltuğa oturdu. Elleriyle başını ovuşturdu.
“Bora beni sessizliğine ortak etti. Ve Alya beni sessizliğin cezasına mahkûm ediyor.”
Bir gün Alya her şeyi öğrendiğinde… belki onu da affetmeyecekti.
Ama Tunç bunu kabullenmişti. Çünkü seçimini çoktan yapmıştı.
“Ben, önce Bora’nın yanında durmayı seçtim.”
O seçimi bugün sorguluyordu, belki ilk kez. Ama geri adım atmıyordu.
Çünkü bazı sadakatler, ne sevgiye ne de mantığa dayanır.
Onlar, geçmişin derinlerinde sessizce verilen yeminlere tutunur.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.79k Okunma |
1.08k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |