
Diana, 1808
Gözlerim tekrar bağlanmıştı.
Hiçbir şey göremiyordum ama etraftaki rutubet kokusunu alabiliyordum. Bazen de ayaklarım belli belirsiz su çukurlarının içerisine girip çıkıyordu. Kuru olan ayaklarım şimdi sırılsıklamdı. Tenimin ürpermesi ve kemiklerimin buz tutması yetmiyormuş gibi üstüne bir de ıslak ayaklar eklenmişti. Bu sarayda beni öldürmeseler bile zatürreden ölebilirdim.
Bir süre sonra aydınlığa çıkmış olmalıydık. Çünkü göz bandının arkasındaki zifiri karanlık biraz da olsa yumuşadı fakat ben yine de hala hiçbir şey göremiyordum. Acaba ölüme gidiyor olabilir miydim? Bu kadar kolay mıydı? Bir hemşireye kafa tutan herkesi acımasızca öldürüyorlar mıydı? Sanırım Cole’un da dediği gibi kararları o vermiyordu.
Kapılar gıcırdayarak açıldı. Seslerinden büyük, zor açılan kapılar olduklarını anlayabiliyordum. Daha yirmi dört saat geçmeden işitme algım açılmış ve kuvvetlenmişti. İnsan gerçekten içerisinde bulunduğu şartlara göre şekil alıyordu. Kendimi sıvı gibi hissettim. Dümdüz bir sıvı.
Birkaç ayak sesi daha duydum. Yanımda iki kişinin olduğunu ve beni kollarımdan tuttuklarını biliyordum. Fakat birileri daha vardı, hissediyordum. Biri, beni sağ kolumdan tutan adamın yanına geldi ve kulağına bir şeyler fısıldadı. Onlara çok yakın olmama rağmen yine de hiçbir şey duyamadım.
Kanımdaki merak giderek kaynıyordu. Bana ne olacağını, canımın acıyıp, acımayacağını bile bilmiyordum. Birden olur ve biter miydi acaba? Belki de hiçbir şey hissetmezdim.
‘’Merak etmeyin efendim. Emin ellerde.’’
Naif bir kadın sesi duydum. Kalbim heyecandan güm güm atmaya başladı ve adeta boğazıma doğru tırmandı. Korkuydu başımı döndüren. Zemin ayaklarımın altından çekiliyormuş gibi hissettim. Neler oluyordu?
Gözümü karartan bez parçası yavaşça oradan alındı. Başta gözlerimi sımsıkı kapattım ve açmaya korktum. Karşımda neyin olduğunu ve beni neyin beklediğini bilmiyordum sonuçta. Ama korkunun da ecele faydası yoktu.
Yavaşça gözlerimi araladım ve ışığa alışması için onlara biraz zaman tanıdım. Işığa alışıp da her yeri net bir şekilde görmeye başlamamla birlikte yaşadığım şok anlatılamazdı. Olduğum yere çivilendim ve nefesimi tuttum.
Tıpkı kitaplardaki gibiydi.
Duvarlar ışıl ışıldı. Baştan sona çeşitli resimlerin yer aldığı çerçeveler asılıydı. Eski tip bir döşeme koltuk vardı ve üzerine onlarca renkli elbise atılmıştı. Işıklar parlak ve altın rengindeydi. Tam odanın köşesinde duran devasa büyüklükteki gardırop, bu odanın en önemli ögesiymiş gibi parıldayarak duruyordu. Odanın güzelliğine bakarken sarhoş olmuşum gibi hissettim.
Karşımda duran genç kadına baktım ve başıma gelebilecek olan bilmem kaçıncı şokumu yaşadım. Fakat hiçbir şey diyemedim. Bu evrende kimseye gerçeklerden bahsetmemem gerektiğini anlamıştım. Fade bana böyle bir şeyden söz etmemişti ama anlatsam da kimse bana inanmazdı. Şu saatten sonra göreceğim hiçbir şey beni şaşırtamazdı.
Ve işte oradaydı. En az Denise kadar birlikte büyüdüğüm çocukluk arkadaşım Hilary.
Açık buğday teni ve her iki yanağında da yer alan koca gamzeleriyle bana gülümsüyordu. Üzerinde mürdüm rengi, sıkı sıkıya bağlanmış bir korse vardı ve aynı renkte uzun, kabarık bir etek kıyafetini tamamlıyordu. Saçları zarif kelebek tokayla arkadan bağlanmıştı ve perçemleri bukle bukle alnına dökülüyordu. Çok ama çok güzel görünüyordu. Bu renk, yanık tenine çok yakışmıştı. Bana zarifçe el salladı.
‘’Merhaba. Ben Hilary.’’
‘’Biliyorum’’ diye fısıldadım kendi kendime.
‘’Efendim?’’
‘’Hiç, hiçbir şey.’’
Koltuğun üzerinde yer alan elbiselere doğru yöneldi ve sonrasında masanın üzerine yayılmış kumaşlara hızlıca göz attı.
‘’Saray terzisiyim. Genç hanımların kıyafetleriyle ilgilenir ve onları güzelleştiririm.’’
‘’Beni de mi?’’
‘’Evet. Sen de çok güzel, genç bir hanımsın. Yalnızca kirinden arınman gerek o kadar.’’
Eğilip, üzerimdeki kıyafetlere baktım ve sonra tekrar bakışlarımı Hilary’e çevirdim. Anlam veremiyordum. Yaşadığım şeylerin arka arkaya denk gelen anlamsızlıklarıyla baş edemiyordum. ‘Bu ne böyle?’ diye şaşırdığım şeyin hemen ardından daha berbat bir şaşkınlık geliyordu.
‘’İyi ama…Ben bir esirim.’’
Bu cümleme rağmen Hilary’nin gülümsemesi hiç ama hiç solmadı. Yanıma geldi, saçlarındaki kelebek tokayı çıkardı. Beni aynanın karşısına itip, peşimden geldi. Solgun yüzümle şimdi göz gözeydim. Ne kadar kötü görünüyordum öyle. Göz altlarımda belli belirsiz çukurlar oluşmuştu. Biraz da ağlamaktan şişmişlerdi. Betim benzim atmıştı ve yüzümdeki kan resmen gitmişti. Beyaz olan tenim korkularıma yenik düşerek daha da beyazlamıştı. O kadar yorgun görünüyordum ki.
Ben kendimi incelemekle meşgulken, Hilary saçlarımı elleriyle düzeltti ve tamamını arkaya doğru aldı. Elindeki kelebek tokayla nazikçe bir kısmını topladı ve geri kalanların omuzlarıma dökülmesine izin verdi.
‘’Kim demiş?’’
Aynada düzelen ve biraz da olsa eskisine göre daha güzel görünen saçlarıma baktım. Gülümsemeden edemedim. Hilary bana kendimi çok iyi hissettirmişti. Bana bu iyiliği neden yapıyor bilmiyordum ama o ne kadar hatırlamasa da ben onu çok iyi tanıyordum. Tam da böyle bir insandı. Bana her daim yardım eden ve her an yanımda olan gerçek bir dosttu. Hangi evrende karşılaşırsak karşılaşalım, bana böyle davranmaya devam edeceğine emindim.
‘’Teşekkür ederim’’ diye fısıldadım. Gülümsememe karşılık verdi ve omuzlarımı sıvazladı.
‘’Ne demek, benim görevim bu.’’
Beni bakıştığım aynayla baş başa bıraktı ve elbiselere doğru yöneldi. Enerjisi hiç bitmeyecek gibi duruyordu. Benim aksime hayat enerjisi çok yüksekti. Ben de böyleydim diye geçirdim içimden. Ben de eskiden yaşamayı seviyordum.
‘’En sevdiğin renk nedir?’’
Beklemediğim bu soru karşısında kalakaldım. Ölüme gideceğimi zannediyordum fakat tünelin sonundaki ışık beni çok farklı bir yola çıkarmıştı.
‘’Yeşil’’ dedim tereddütle. Bana bunu neden sorduğunu bile anlamadım.
‘’Hmmm’’ diyerek elbiseleri karıştırmaya başladı. ‘’Yeşil sana çok yakışır bence de. Sarı saçlarını da ön plana çıkarır hem.’’
Aynaya sırtımı dönüp, çekingen bir tavırla yanına yaklaştım. Neler döndüğünü anlamak için ona birkaç soru sormak istiyordum fakat bu doğru olur mu diye de düşünmeden edemedim. Sonuçta ben bir esirdim. Kimseye soru soramayacağımı çok net bir şekilde anlamıştım.
‘’Şey’’ diyerek ağzımda geveledim.
‘’Evet?’’ dedi Hilary ve bana döndü. ‘’Sormak istediğin bir şey mi var?’’
‘’Aslında evet.’’
Heyecanla bir elbiseyi yığından çekip, çıkardı. ‘’İşte bu!’’
Elindeki parıltılı yeşil elbiseye baktım. Su yeşilini andıran elbisenin zarif taşlarla donatılmış bir korsesi vardı ve eteği aynı motiflerle donatılarak aşağıya doğru dökülüyordu. Kolları kısaydı ama uçuş uçuştu. Korsenin tam bitiş hizası adeta bir kemer gibi tasarlanmıştı. Bu elbiseden çok hoşlanmıştım. Üzerimde duruşunu hayal etmekten kendimi alıkoyamadım. Elbiseye takım olarak tasarlandığını düşündüğüm uzun eldivenlere baktım. Onlar da en az elbise kadar zarifti.
‘’Bu çok güzel’’ diye mırıldanırken buldum kendimi. Bu sözüme karşılık Hilary’nin gözleri parıldadı. Verdiğim tepkiden oldukça hoşnut görünüyordu.
‘’Değil mi? Ben de tam böyle düşünmüştüm.’’
‘’Bunu sen mi yaptın?’’ diye sordum hayran hayran.
Gururla başını evet anlamında salladı. Mesleğini gerçekten çok seviyor olmalıydı. Bu yetenek bambaşkaydı!
‘’İyi ama’’ dedim çekinerek. ‘’Neden benim için?’’
‘’Neden olmasın? Bu elbiseyi taşıyabilecek en güzel kadının sen olduğunu düşünüyorum.’’
‘’Ama ben…’’
‘’Evet, evet anladım, sen bir esirsin. Ama esir olman böyle şeylerden mahrum kalacağın anlamına gelmez. Hem ben bunun için emir aldım. Seni en güzel şekilde baloya hazırlamalıyım.’’
‘’Balo mu?’’
Yerde duran ayaklı küvete doğru yaklaştı ve suyunu açtı. Su dolmaya başladıkça havaya belli belirsiz buharlar çıkıyordu.
‘’Bence önce temizlenmek istersin.’’ Tatlı tatlı gülümsedi.
Neler olduğunu anlayamıyordum ama içinde bulunduğum şartlar gittikçe iyileşiyor gibi görünüyordu. Bundan mutlu olduğumu saklarsam haksızlık olurdu. Bu yüzden ağzım kulaklarıma varana kadar gülümsedim.
‘’Benim için mi?’’ Sıcak bir banyoya o kadar ihtiyacım vardı ki!
Şaşkınlığımı gizleyemiyordum. Çünkü bundan saatler önce farelerle birlikte bir zindana terk edilmiştim. Fakat şu anda ancak prenseslerin sahip olabileceği bir odada, son derece pahalı görünen elbiseleri giymek için karar vermeye çalışıyor ve küvette sıcak bir duş almaya hazırlanıyordum.
Yemek bile demeye bin şahit isteyecek yiyeceklerle karnımı doyurmaya çalışırken belki de saatler sonra bir ziyafet sofrasına oturacaktım.
Bu oldukça tuhaftı ama ben sorgulamak istemiyordum. Ne olacaksa olsundu. Anı akışına bırakmak belki de beni bu çukurdan çekip, kurtarabilirdi.
‘’Çok teşekkür ederim’’ dedim ve iç güdülerime engel olamayarak Hilary’e sarıldım. Beni azarlayacağını ya da bundan hoşlanmayacak olmasını hiç düşünmedim. En fazla biraz laf yerim diye düşündüm.
Ama düşüncelerim beni yanılttı.
Hilary bana daha sıkı bir şekilde karşılık verdi. Bu saraydaki en iyi insan o olmalıydı. Her ne kadar benim çocukluk arkadaşım olsa da bu evrende değildi. Bu evrende hep olmak istediği mesleğe kavuşan bir saray terzisiydi.
Hilary hep moda tasarımı okumak istemişti fakat buna hiç cesaret edememişti.
Ama işte şu an karşımda duruyordu. Hem de onlarca, mükemmel bir şekilde tasarladığı elbiseleri ile.
‘’Haydi.’’ Dedi beni bırakarak. ‘’Balo bu akşam ve seni o zamana kadar baştan sona hazır etmemiz gerek.’’
Sonrasında korsemi çıkarmama yardım etti. Sırtımdaki ipleri hızla, hiç zorlanmadan çözdü. Elinin buna alışık olduğunu düşündüm. Onun için çocuk oyuncağı olmalıydı.
Eski korseyi ve hırpalanmış eteği çıkararak odanın bir köşesine bıraktım. Üzerimde yalnızca iç çamaşırlarım vardı. Kelebek tokayı nazikçe saçlarımdan çıkardım ve Hilary’e uzattım. Fakat o elimi yavaşça itti.
‘’Sende kalsın.’’
‘’Ama bu çok değerli bir şeye benziyor.’’
‘’Tamam işte. Sen de çok değerli birine benziyorsun.’’
İçten bir şekilde gülümsedim. Son yirmi dört saatte yaşadığım her şeyin üstüne, en yakın arkadaşım (bu onu bilmese de sorun yoktu.) bana ilaç gibi gelmişti.
İç çamaşırlarımı çıkarmadan küvete doğru yaklaştım ve ayağımı usulca içine soktum. Su sıcacıktı! Sıcak bir duşa bu kadar çok ihtiyacım olduğunu bu ana kadar anlayamamıştım. Üzerimdeki is kokusundan ve karanlık zindanda geçirdiğim o histen arınmak için tüm vücudumu suya soktum.
Cennette gibi hissettim. Bu hissi çok ama çok seviyordum. Hala hayal gibi geliyordu ama sanırım tüm bu olanlara alışmaya başlamıştım. Kendimi ölümün pençesinde zannederken burada bulmuştum ve bir baloya katılmak üzereydim.
Bir kraliyet balosuna!
Bu kulağa korkunç derecede saçma geliyordu ama meraktan içim kıpır kıpır oldu. Böyle şeyleri yalnızca kitaplarda okur ve filmlerde izlerdim. Bizzat içinde bulunup, yaşayacak olmam düşüncesi tabi ki de beni heyecanlandırıyordu ve inanılmazdı.
Hilary, ben duşumu alırken beni rahatsız etmemek için odanın diğer tarafına gitmiş, elbisemle ilgileniyordu. Onu çok güzel bir askıya geçirmişti ve odanın ortasında duruyordu. Belli etmeden karşımda duran masanın üzerine göz atmaya çalıştım. Üzerinde şimdiye kadar hiç görmediğim ama makyaj malzemesi olduklarını düşündüğüm malzemeler vardı.
Ne kadar garipti. Hep bu yıllarda kadınlar nasıl makyaj yapıyor diye merak ediyordum. Az sonra öğrenecek olmam harikaydı.
Dakikalarca suyun altında kaldım. Kimse ses etmese sabaha kadar da kalabilirdim ama bir baloya katılmam gerektiğinin farkındaydım. Hem zaten parmaklarım bile suyun içinde kalmaktan buruş buruş olmuştu.
Aklıma Hope geldi. Duşta çok kalmamla alakalı sürekli şakalar yapardı ve parmaklarımın buruşması çok hoşuna giderdi. Şu anda burada olsaydı eminim bana bunun hakkında bir şeyler söylüyor olurdu.
Ama yoktu. Acı acı gülümsedim ve sudan çıkma vaktinin geldiğini anladım.
Hilary’nin yardımıyla sehpanın üzerinde duran havluya ulaştım ve vücuduma sıkıca sardım. Bana arkasında giyinebileceğim bir giysi paravanı gösterdi ve temiz iç çamaşırları uzattı.
‘’Önce bunlarla başla. Sonrasında elbiseni giydirmek için yanına geleceğim.’’
Başımı salladım ve çamaşırları aldım. Pembe çiçek desenleri olan paravanın arkasına geçtim. Islak olanlardan kurtulup, temiz ve kuru olanları giydim. Eski zamanlarda giyilen iç çamaşırları günümüzdekilerden çok da farklı olmasa da yine de insanı garip hissettiriyordu.
‘’Ben hazırım’’ diyerek Hilary’e seslendim. Saniyeler sonra elindeki yeşil elbiseyle dibimde bitti.
‘’Senden daha heyecanlıyım!’’
İkimiz de kıkırdadık ve ondan destek alarak alt kısımdan elbiseyi vücuduma geçirdim. Başta her şey çok güzeldi. Ta ki Hilary, korsenin iplerini çekmeye başlayana kadar.
Bir an nefes alamayacağımı zannettim. Fakat ben ne kadar böyle hissedersem Hilary ipleri o kadar çok çekti. ‘’Ah’’ dedim. Canım yanmıştı.
‘’Sabret. Unutma, güzellik asla tesadüf değildir. Biraz acılı bir süreç olabilir ama bir bakmışsın tüm gece, tüm gözler senin üzerinde.’’
Bana göz kırptı ve ipleri çekmeye devam etti. Elbisenin dekoltesinden göğüslerim dışarıya fırlayacak zannettim ama böyle bir şey olmayacağını tabi ki biliyordum. Elbisenin üst kısmı tüm dekoltemi aynı zamanda sımsıkı tutuyordu.
Tüm çekiştirme işi bittikten sonra Hilary, ipin ucunu zarif bir kurdele haline getirdi ve beni heyecanla kollarımdan tutup, aynanın karşısına çekiştirdi.
‘’Şuna bir bak! Peri kızı gibi oldun.’’ Peri kelimesini duymak tetiklenmeme sebep oldu ve aklıma yine Fade geldi.
Yansımama bakınca nefesim kesildi. Bu elbise… Tahmin edemeyeceğim kadar güzel olmuştum. Üzerime cuk oturmuştu. Sanki benim için dikilmiş gibiydi. Rengi gözlerimin rengini iyice ortaya çıkarmıştı ve bütün vücudumu sımsıkı sarıyor, hatlarımı en güzel şekilde ortaya çıkarıyordu. Korseyi o kadar çok sıkmıştı ki zaten ince olan belim şimdi yok denecek gibi görünüyordu. Kendime hayran kaldım.
‘’Ben çok kaba bir insanım’’ dedi Hilary ve eliyle alnına vurdu.
‘’Ne oldu?’’ dedim telaşla.
‘’Sana ismini bile sormadım.’’
‘’Ah’’ dedim içim rahatlayarak. ‘’İsmim Diana.’’
‘’Gerçekten ismin gibi oldun Diana. Bir ay parçası gibi görünüyorsun.’’
Bu lakabı duyunca istemsiz bir şekilde gülümsedim ama gülümsememin tam zıttı olarak kalbim acıyla tekledi. Bunu bana hep Hope söylerdi. Bana ‘ay ışığım’ derdi. İçimden bir an önce onu bulabilmeyi diledim.
‘’Teşekkür ederim’’ diye fısıldadım.
Dekoltem gerçekten çok iddialı görünüyordu ama Hilary’e baktığımda aynı dekoltenin onda da olduğunu gördüm. Sanırım bu sarayın kadınlarının olayı buydu. Bu şekilde görünmeleri onların tamamlayıcı parçası, moda anlayışı olmalıydı. Beni rahatsız etmedi.
‘’Eee şimdi ne yapıyoruz?’’ diyerek sorumu yönelttim.
‘’Şimdi sıra saç ve makyajda fakat bu benim ilgi alanıma girmiyor. Bunun için sana Trudy yardımcı olacak. Birazdan burada olur.’’
Demesine kalmadan kapı tıklatıldı ve Hilary içeriye girmesi için komut verdi.
Kanatlı kapı sakince açıldı. İncecik bir kız kapı eşiğinde göründü. Benim belim de inceydi ama daha önce bu kadar ince bir bel hayatımda görmemiştim. O kadar zarif bir kızdı ki güzelliğine hayran kaldım.
‘’Vay canına.’’ Beni görünce kurduğu ilk cümle buydu. ‘’Sonunda Hilary altın değerindeki elbisesini sandıktan çıkarıp, senin üzerine geçirdi öyle mi?’’
‘’Trudy!’’ dedi Hilary şakayla karışık bir sesle.
Trudy, Hilary’e kahkahalarıyla karşılık verdi ve bana dönerek beni selamladı. Kalbinde yer alan samimiyetin ışığı gözlerine yansıyordu. Gülümsediğinde gözleri kayboluyor, ince bir çizgi halini alıyordu.
‘’Ben saray kadınlarının saçları ve makyajlarıyla ilgileniyorum ve seninle tanıştığıma çok memnun oldum Diana. İsmini çoktan duydum. O kaltak hemşireye haddini bildirmişsin.’’
Eliyle ağzını kapatarak, yanlış bir şey söylemiş gibi kıkırdadı. Kendi saray halkından birine kaltak demesi başkaları tarafından tabi ki de hoş karşılanmazdı. Fakat endişe etmesine gerek yoktu. Sırrı benimle güvendeydi.
‘’Ne?’’ dedi Hilary heyecanla. ‘’Tüm olanları neden hep en son ben duyuyorum?’’
‘’Belki de kafanı kumaşlardan kaldırmadığın içindir.’’
İkisinin arasındaki tatlı atışma çok içtendi. Çok yakın arkadaş olduklarını birbirlerine olan bakışlarından bile tahmin edebiliyordum. Her ne kadar Hilary’nin benden başka yakın arkadaşının olduğu düşüncesi beni içten içe rahatsız etse de kendime başka bir evrende olduğumuzu sık sık hatırlattım. Tüm bunları göz önüne getirdiğimde Trudy ile yakın arkadaş olmasında bir sıkıntı göremiyordum. Belki ben de onlara katılabilirim diye geçirdim içimden. Sonuçta daha buradaki ilk günümde bile bana çok dost canlısı davranmışlar ve beni esir olduğum için aşağılamamışlardı.
‘’Çene çalmayı bırakmalıyız’’ dedi Hilary duvardaki guguklu saate bakarak. ‘’Yoksa Diana baloya asla yetişemeyecek ve biz de Sör Cole’dan azar işiteceğiz.’’
Çevresinde varaklı işlemeleri bulunan aynanın karşısına oturdum. Trudy, yanında getirdiği birkaç malzemeyi masanın üzerine serdi. Kurumak üzere olan saçlarımın tümünü arkaya aldı ve yaldızlı tarakla nazikçe taramaya başladı. Sarı saçlarım omuzlarımın üzerinde şimdi ahenkle dans ediyordu.
Hayatımda normal olarak ilk kez gördüğüm iki metal boruyu eline aldı. ‘’Bu nedir?’’ diye sordum merakla.
Trudy, aynada gözlerimle buluştu ve bir yandan yapması gereken işlemi yaparken diğer yandan bana açıklamalarda bulundu.
‘’Buna calamistrum diyoruz. Bu ince olan boruyu görüyor musun?’’ Başımı evet anlamında salladım.
‘’Bu ince boruyu külle dolduruyoruz ve bu gördüğün diğer kalın borunun içerisine yerleştiriyoruz. Sonra da bir miktar saçı kalın olan boruya dolayarak, dalga şeklini almasını sağlıyoruz. Böylelikle saçlarını şekillendirmemiz kolaylaşıyor. Isı etkisi yani.’’
Güldüm. ‘’Bu bildiğin saç maşası.’’
‘’Nasıl yani anlamadım?’’
İçimden geçen şeyi yüksek sesle söylemiştim ve küçük bir pot kırmıştım. Saç maşasını nereden bileceklerdi ki? Bozuntuya vermemeye çalıştım.
‘’Hiç. Yani bana maşayı andırdı, iki boru falan. O yüzden böyle söyledim. Bunu nasıl icat ettiniz?’’ Konuyu değiştirmeye çalıştım.
‘’Biz icat etmedik aslında.’’ Saçımın tutamlarını ayırarak boruya dolamaya başladı. Gerçekten de saç maşası etkisindeydi. Saçım, külün ısısıyla etkileşime geçerek dalga dalga oluyordu.
‘’Antik Yunan zamanında ortaya atılan bir fikir. O zamanlar kadınların saçlarını rahatça şekillendirebilmesi için ortaya çıkmış bir buluş diyebilirim. O zamanlardan bu zamanlara gelmiş. İşimize de yarıyor açıkçası. Saraydaki orta yaşlı, soylu kadınlar genelde peruk takmayı tercih ederler ama genç hanımların saçlarını bu şekilde şekillendiriyoruz.’’
Bukle bukle olan saçlarıma baktım. ‘’Gerçekten çok hoş.’’
Buradaki bilmediğim şeyleri öğrenmenin bir yolunu aradım. Ne desem beni sorgulamadan açıklama yaparlardı? Ya da buradaki şeyleri ilk kez gördüğümü, neyi öne sürerek savunabilirdim? Fakir bir ailenin kızı olsam ve kendi ülkemde hiç görmediğimi söylesem işe yarar mıydı?
‘’Makyaj malzemelerini de anlatır mısın? Çok merak ettim.’’
Hilary ve Trudy anlamsız bakışlarla birbirlerine baktılar. ‘’Nasıl yani?’’ diye sordu Hilary. ‘’Daha önce hiç makyaj malzemesi görmedin mi?’’
Başımı hayır anlamında salladım. ‘’Böylesini görmedim. Çok da varlıklı bir aileye sahip değildim. Bu tarz şeyler bizim eve pek girmezdi.’’
Benim için üzülmüşlerdi. Bunun için kendimi suçlu hissettim. Onlara yalan söylüyordum ve kim bilir kaç tane daha söyleyecektim. Buna mecbur olduğumu biliyorum ama yine de yalanlarımla onları üzmek hoşuma gitmedi. Belki bir gün, bu geceyi sorunsuz atlatabilirsem ve hayatta kalmayı başarabilirsem onlara başka bir evrenden geldiğimi anlatmaya çalışırdım. Acaba bana inanırlar mıydı? Bu sırrımı birileriyle paylaşmaya o kadar çok ihtiyacım vardı ki. Bu kişiler de Hilary ve Trudy’den başkası olamazdı. Tabi bir de Denise.
Denise.
Acaba ona ne olmuştu? Diğer esirlerle birlikte neredeydi? Umarım iyidir diye geçirdim içimden. Umarım iyidir ve onunla en kısa zamanda yeniden karşılaşırım.
‘’Tamam’’ dedi Trudy. Sesindeki hüzün kırıntılarını işitebiliyordum. Masanın üzerindeki makyaj malzemelerini tek tek açıklamaya başladı.
‘’Öncelikle biz İngiliz kadınları için beyaz ten kutsaldır. Ki senin tenin gerçekten de öyle. Kar gibisin. Bu yüzden güneşin altına çıkmadan önce mutlaka yüzümüze yumurta akı süreriz. Bu tenimizin yanmasını engelliyor. Ama bugün senin ihtiyacın yok. Onun yerine…’’
Küçük, bakır kapaklı, yuvarlak kutuyu eline aldı ve kapağını açtı. ‘’Beyaz pudra kullanacağız.’’
Vay be.
Pudraları ne kadar da garipti. Görünüşü hiç benim kullandıklarıma benzemiyordu ama sanırım etkisi aynıydı.
‘’Bunu nasıl elde ediyorsunuz?’’ diye bir soru sordum merakıma yenik düşerek.
Trudy, eline aldığı suluboya fırçasına benzer olan şeyle pudrayı yüzüme sürmeye başladı. Bir yandan da konuşuyordu.
‘’Nişastanın içine biraz arpa ilave edilir ve biraz da su mermeri. Bence en önemlisi su mermeri hatta. Yüzü pürüzsüz hale getiren etki ondan geliyor. Beyaz kurşundan yapılmış olanları da var ama biz genelde bunu kullanıyoruz.’’
Pudrayla işini bitirdikten sonra eline bir sürme aldı. Bunun ne olduğunu bildiğim için sormayacaktım. Sessizce gözümün altına sürüşünü izledim. Gözlerim biraz yanmıştı ama sorun yoktu. Siyah sürme, göz rengimi ortaya çıkarmış, bana bir albeni katmıştı. Bunu sevmiştim. Normal hayatımda çok fazla göz kalemi kullanmazdım ama sağ salim kendi evrenime döndükten sonra daha sık kullanmam gerektiğini aklıma not ettim.
‘’Bu kırmızı toprak boyası. Yanaklarımıza sürüyoruz ve kızarmasını sağlıyoruz. Böylece yüzümüz daha canlı ve renkli görünüyor.’’
Allık diye geçirdim içimden. Kırmızı toprak boyasından allık yapıyorlardı ve güldüm. Şartlar ne olursa olsun kadınlar makyaj yapmaya gerçekten bayılıyorlardı. Hangi yüzyılda olursak olalım makyaj yapmanın bir yolunu gerçekten bulmuştuk.
Yanaklarıma ‘’kırmızı toprak boyası’’ sayesinde renk gelişini seyrettim.
‘’Son olarak’’ dedi Trudy ve eline kaleme benzeyen bir cisim aldı. ‘’Bu da dudaklarını renklendirmek için.’’
Şu anda 1800’lerde kullanılan ruja bakıyordum yüksek ihtimalle. Ya da dudak kalemi desem daha doğru olurdu.
‘’Bunu nasıl yapıyorsunuz?’’
‘’Paris alçısından. Tam olarak nasıl olduğunu ben de bilmiyorum. Bu yüzden bunu daha fazla sorma.’’
Kıkırdadım. Paris alçısı hakkında zamanında bilgilendirici bir yazı okumuştum ve bu yüzden biliyordum aslında. Bunu dudak kalemine dönüştürme fikri acaba kime aitti? Durduk yere ‘Haydi! Paris alçısından ruj yapalım!’ demediklerine emindim.
Nazikçe kalemle dudaklarımı çizişini ve ardından içini doldurmasını bekledim. Makyajımı tamamladıktan sonra tekrardan saçlarıma döndü ve bukle haline getirdiği perçemlerime dokunmadan saçımın iki tutamını arkada birleştirip kelebek tokayla topladı. Saçlarımın alt kısmı omuzlarıma dalga dalga dökülüyor, geri kalan kısmı küçük bir topuz halinde birleşiyordu.
‘’İşte bitti’’ dedi ve aynaya bakmam için müsaade etti.
Nefesim kesildi.
Kendimi daha önce hiç bu kadar güzel ve göz alıcı görmemiştim. Giydiğim elbise, saçlarım… Kendi dünyamda daha fazlasını ve daha kalitelisini kullanmama rağmen makyajım bile hiç olmadığı kadar güzel olmuştu. Yapboz parçaları gibi her biri görünüşümde birleşip, birbirini tamamlıyordu. Bu görünüş resmen bana kişilik katmıştı.
İlk kez böyle bir elbise giymeme rağmen, ilk kez bu çağa uygun bu saç modelini yapmama rağmen ve ilk kez makyajımı bu kadar sade tutmama rağmen çok güzeldim.
Sanki gerçekten buraya aitmişim gibi görünüyordum. Bu evrene aitmişim gibi.
‘’Bu,’’ dedim ağlamamak için kendimi tutarak. ‘’Bu çok güzel oldu Trudy. Hilary’nin elbisesiyle uyum içinde görünüyorum.’’
‘’Sen çok güzel olduğun için hepsini çok iyi taşıdın.’’
‘’Katılıyorum’’ dedi Hilary ve omuzlarımı sıvazladı. ‘’Artık baloya hazırsın.’’
Neden zindanda esir, ölümün ince çizgisinde yürümeye çalışan biriyken şu anda burada baloya hazırlanan kişiye dönüştüğümü bilmiyordum. Tüm esirlere böyle davranıyor olabilirler miydi? Benimle gelen diğer kızlar da böyle bir durumda mıydı? Yoksa yalnızca bana mı özeldi? Ama neden bana özel olsundu ki? Ben özel biri değildim. Hatta ben hariç herkes bu evrene daha uyumluydu. Denise ve Hilary bile yüzyıllardır burada var olmuş gibiydiler.
‘’Beni nasıl bir şeyin beklediğini bilmiyorum’’ dedim çekinerek.
‘’Korkmana gerek yok. Biz de aslında tam olarak oraya neden gideceğini bilmiyoruz ama başına kötü bir şey gelecekse bir baloya gitmezsin. O yüzden sakinleş ve her şeyin senin iyiliğin için olduğunu kabullen. Biz de oralarda bir yerlerde olacağız ve eserimizi izleyeceğiz.’’
Hilary içimi rahatlattı. Ayaklarıma bana uzattığı elbisemle aynı renkte olan babeti geçirdim. Boynuma zarif taşlardan oluşan zümrüt bir kolye taktı ve sırayı ona takım olan küpe izledi. Dört dörtlüktüm.
Bana son dokunuşlar yapılırken kapı gürültüyle çalındı. Trudy kapıya gitti ve usulca dışarıya doğru itti. Sör Cole gelmişti. Doğrusunu söylemek gerekirse ondan hiç ama hiç hoşlanmıyordum. Resmimi aldığını da unutmamıştım.
Beni görünce yüzünü ifadesiz tutmaya çalıştı ama ben saliselik olan o değişimi yakaladım. Donuk bakışlarla beni baştan aşağı süzdü ve görüntümden hoşlandığını düşündüm. Çünkü görüntümden hoşlanmış gibiydi.
‘’Sen…’’ dedi. ‘’Sen çok farklı görünüyorsun.’’ Sabahki halinden eser yok deme şekli hoşuma gitti.
Hafifçe eğildim ve başımla selam verdim. ‘’Teşekkürler lordum.’’
Ağzımdan bu kelime çıkınca kendi kendime güldüm. Bu kelime nereden aklıma gelmişti? Ortama hangi ara bu kadar ayak uydurdum kestiremiyordum ama bu da hoşuma gitti.
‘’Gelişme var. Artık edepsiz davranışlarda bulunmuyorsun.’’
‘’Zaten bulunmamıştım.’’
‘’Hala inatlaşmaya devam edeceksin öyle mi?’’
‘’Bu gece değil.’’
Bu gece yalnızca bir hanımefendi gibi davranacaktım.
Küstah tavrım hoşuna gitmiş gibiydi. Bence bu adam doğaya aykırı davranan herkesi seviyordu. Bunu çok fazla belli etmese de öyleydi. Kendisine karşı gelmeyen ve her dediğini bir koyun gibi yapan kadınlara alışmış olmalıydı. Ben onun için farklı bir simaydım. Hepsi birbirine benziyor olmalıydı.
Bir süre daha bana baktı ve kızlara döndü. ‘’İyi iş hanımlar. Kraliyet adına teşekkür ederim.’’
‘’Görevimiz lordum.’’ İkisi de selam verdi.
‘’Gitmeye hazır mısın?’’
Tereddüt ettim ve vücuduma basan heyecan ile yanaklarım olduğundan daha kırmızı görünmeyi başardı. Kırmızı toprak boyası sürmemize gerek yokmuş diye düşündüm. Bu heyecanla yanaklarım tüm gece kıpkırmızı kalabilirdi.
‘’İyi ama neden?’’ dedim. ‘’Neden ölüme terk edilmiş bir mahkumken şimdi bir baloya götürülüyorum?’’
Yine yüzünü kendini beğenmiş, küstah ifade aldı. Nefret ettiğim adam geri dönmüştü.
‘’Soru sormaya hakkın yok.’’
‘’Biliyorum ama sormak istiyorum.’’
O da tereddütte kaldı. Vereceği cevabı söyleyip söylememek arasında gidip geliyordu ama en sonunda sorgulayıcı bakışlarıma yenik düştü. Boğazını temizledi.
‘’Kraliyet ailesi seninle tanışmak istiyor.’’
Kraliyet ailesi benimle tanışmak mı istiyor? Heyecandan zemin ayaklarımın altından çekildi ve neredeyse dengemi korumak için bir yere tutunmak zorunda kalacaktım.
‘’Ama…’’
‘’Daha fazla soru yok.’’ Diyerek sözümü kesti ve arkama geçerek önden gitmem için bana yol gösterdi. İlerlemeden önce Hilary ve Trudy’e baktım. İkisi de bana doğru gülümsüyordu ve benimle gözleriyle konuştular. İkisinin de ne demek istediğini anladım.
Derin bir nefes aldım ve ilerledim. Kanatlı kapı küçük bir gürültüyle açıldı. Kapının önünde bizi dört muhafız daha bekliyordu. Sör Cole’u görünce hepsi saygı duruşuna geçti.
‘’Gidiyoruz’’ dedi adamlarına ve adamlar ikişerli olarak arkalı önlü bir şekilde yanımıza dizildi. Şimdi dört adamın arasındaydım ve hemen arkamda Cole vardı.
Altın işlemeli ve antik esintiler taşıyan koridorda ilerlemeye başladım ve her adımımda heyecanım daha da arttı. Beni neyin beklediğini ya da neyin beklemediğini hiç bilmiyordum. Ama bu saatten sonra başıma gelebilecek olan her şeye razıydım. Ne olup ne olmayacağı da önemli değildi. Hope’u bulmam bana yetecekti. İyi ya da kötü.
Zafere giden her yol mübahtı.
Yüzüme sahte bir gülümseme yerleştirdim ve titreyen dizlerimi göz ardı ederek zemine daha sağlam bastım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |