
Diana, 1808
Kuyruklu piyanonun masalsı sesine kapılmıştım.
Etrafa öyle hoş, öyle rahatlatan bir tını yayıyordu ki büyülenmemek elde değildi. Bir süre bu sese kendimi kaptırdım ve içimi inanılmaz bir rahatlama hissi aldı. Gerginliğim, salonu dolduran melodi ile kendimi ritme kaptırdığım için bir anlığına uçup gitti. Ama yalnızca bir an için.
Beyaz, gösterişli piyanoya bakarken ve notaların çıkardığı sesi dinlerken her şey yolundaydı. Fakat müzik ne zaman bir anlığına kesilse, gerginlik tekrardan tüm vücuduma nüfus ediyor, az sonra yaşayacaklarımdan habersizce sinen bir varlık olduğumu bana hatırlatıyordu.
Piyano çalmayı dokuz yaşımdayken öğrenmiştim. Annem, neye tutkulu bir şekilde bağlanacağımı görmek için elinden geleni yapmıştı. Çünkü günün birinde yalnızca para kazanmak için, mutsuz olduğum bir iş yapmamı istemiyordu. Gerçekten sevdiğim şeyi yapmamı istiyordu. Bu yüzden tutkuyla bağlanacağım alanı bulana kadar bana her şeyi öğretmeye ve sevdirmeye çalıştı. Yazma tutkumu da bu şekilde fark ettim.
Annem aklıma gelince yüzümde buruk bir tebessüm oluştu. Onu şimdiden çok özlemiştim. Eğer yapmam gereken şeyleri zamanında yapmazsam belki de bir daha onu hiç göremeyebilirdim. Sonsuza kadar bu evrende kısılıp kalırsam annemi bir daha asla göremezdim. Kalbimin hızlanmış ve hüzünlü sesi resmen kulaklarıma doldu. Hope ile birbirimizi asla sevmediysek bu, sonsuza kadar burada kalacağım demekti. Önümde duran bardaktan bir yudum su içtim ve kuruyan boğazımı yumuşattım. Bu hissi yaşamayı çoktan hak etmiştim. Sonuç ne olursa olsun bunları yaşamayı gerçekten hak etmiştim. Elimdeki bardağı usulca yerine koydum. Şimdilik bunları düşünmemem gerekiyordu. Öncelik olarak ana odaklanıp, beni bekleyen tüm olacaklara göğüs germeliydim. Kara bulutlu düşüncelerimi zihnimden kovdum.
Bu gece dolunay vardı. Balo salonunun dört duvarında da yer alan devasa büyüklükteki pencerelerden bunu rahatlıkla görebiliyordum. Işıl ışıl parlıyor, etrafına sonsuz bir aydınlık vadediyordu. Bu sabah gökyüzünden gelecek en ufak bir ışık kırıntısına hasretken, şimdi tüm yıldızların varlığına şahitlik edebiliyordum. Hayat çok garip bir yerdi.
Aydan gözümü ayırıp, dikkatlice etrafıma göz gezdirdim. Aslında en büyük amacım gelecekten gelirken yanımda tanıdık başka yüzleri getirip getirmediğimi öğrenmek istememdi. Ama hayır, henüz tanıdığım başka insanlara rastlamamıştım. Duvar dibinde durup, içeceklerini yudumlayan Trudy ve Hilary dışında. Trudy, kırmızı, saten bir elbise giymişti. Eteğinin üst kısmı dar gelirken altlara doğru uçuş uçuş oluyordu. Elbisenin mükemmelliğine bakacak olursam, bunun Hilary’nin elinden çıkan bir şaheser olduğunu kolayca anlayabilirdim.
Hilary de şeftali tonlarında bir elbise giymişti. Kumaşının ne olduğu hakkında herhangi bir bilgim yoktu. Ama gayet hoş görünüyor, güzelliğine güzellik katıyordu. Yanık tenine de çok yakışmıştı. Onları dikkatlice incelerken gözlerini bana çevirdiler ve her şeyin yolunda olup, olmadığına dair bana kaş göz yaptılar. Hafifçe başımı salladım. Buraya geldiğimizden beri kimseye belli etmeden sık sık beni kontrol ediyorlardı.
Salon çok ama çok kalabalıktı. Buraya ilk geldiğimde herkese ve neredeyse her yere hayranlıkla baktım. Tüm her şeyi incelemem oldukça uzun sürmüştü. Öyle ihtişamlı bir salondu ki ne kadar ihtişamlı olduğunu tavanda asılı devasa ve kristalli avize sayesinde bile anlayabilirdiniz. Zemin yeni cilalanmış gibi mükemmel bir şekilde parlaktı. Başta zemine basarken parlaklığına aldanarak kayıp, düşeceğim zannettim. Yerlerdeki ve duvardaki gösterişli işlemeler birbirleriyle uyum içindeydiler. Tıpkı masallardaki gibiydi. İzlediğimiz ve okuduğumuz ‘’kraliyet’’ temalı eserler gibiydi. Bir peri masalı gibiydi.
Kabarık elbiseleri ve devasa büyüklükteki peruklarıyla onlarca kadın vardı ve smokinlerinin içine fırfırlı gömlek giyen, şık beyefendiler onlara eşlik ediyordu. Arada çalan şarkının eşsiz melodisiyle salonun göbeğine çıkıyor ve dans ediyorlardı. Yorulduklarını anladıklarında kenara çekiliyor ama çok geçmeden kendilerini tutamadan tekrardan pistte çıkıyorlardı. Bu bana bir an için sonsuz bir döngü gibi geldi.
Tam da tahmin ettiğim gibi baştan sona dizilen masaların üzerleri bir ziyafet verircesine donatılmıştı. Şimdiye kadar hiç görmediğim yemeklere ve tatlılara baktım. Karnım gerçekten çok açtı ve su içmeye daha fazla dayanamayacaktım. Hemen önümde duran altın rengi, yaldızlı tabaktan bir kurabiye aldım ve usulca ağzıma attım. İlk kez gördüğüm yiyeceklerden yemek için cesaret edemedim.
Korse beni gittikçe daha çok sıkmaya başlamıştı. Ağzımdaki lokmayı güçlükle yuttum ve derin bir nefes almaya çalıştım. Bunun içinde nefes alabilmek neredeyse imkânsız denilecek kadar azdı. Tanrıya bana dayanma gücü vermesi için sessizce yalvardım.
Yardım çığlıklarını andıran bakışlarımla Hilary ve Trudy’nin olduğu tarafa baktım ve tanrıya şükürler olsun ki beni anladılar. Az sonra ikisi de yanımdaydı.
Trudy, ‘’İyi görünmüyorsun’’ diyerek telaşlı bakışlarıyla gözlerini bana dikti.
‘’Korse.’’
‘’Ne oldu korseye?’’
‘’Çok sıkıyor.’’
Hilary, dünyanın en saçma şeyini duymuş gibi gözlerini belerterek bana baktı.
‘’Rusya’da korse giymiyor musunuz?’’
Gözlerimi devirmemek için kendimi zorladım. Bir pislik gibi davranmamaya özen gösteriyordum.
‘’Hayır giymiyoruz. Yani ben giymiyordum. En azından bu kadar sıkısını değil.’’
Neyse ne işte!
Kendimi toparlamaya çalışarak derin bir nefes aldım (almaya çalıştım.)
‘’Güzelliğin tesadüf olmadığını söylemiştim.’’ Dedi Hilary ve gamzelerini göstererek gülümsedi.
‘’Rahatla, alıştıkça daha iyi olacaksın.’’
Başımı usulca sallayarak dediğine katıldım. Başarabilirdim, öyle değil mi?
‘’Böyle güzel hanımlar olduktan sonra bir gece nasıl kötü geçebilir ki?’’
Etkileyici ses kulaklarıma dolar dolmaz sesin geldiği yöne doğru istemsiz bir şekilde döndüm ve korsemin vücuduma resmen enjekte ettiği acıyı kendimden uzaklaştırdım. Karşımda yirmilerinin sonlarında olduğunu düşündüğüm, esmer ve kıvırcık saçlı bir saray beyefendisi duruyordu.
Kim olduğunu anladığımda bir an bile şaşırmadım.
Çünkü onu zaten tanıyordum. ‘Burada ne işi var’ sorusunu sormayı bırakalı da çok uzun zaman olmuştu.
‘’Saraydaki yeni mücevher ile tanışma şerefine nail olduğum için çok memnunum.’’ Usulca elimi aldı ve dudaklarına götürerek nazikçe öptü. Yavaşça elimi ondan geri aldığımda beyaz dişlerini göstererek gülümsedi.
‘’Leydim.’’ Kibar bir reverans yaptı ve ela gözlerini heyecanla bana dikti. ‘’Lütfen adınızı bana bahşeder misiniz?’’
Tereddüt içinde kızlara baktım. Henüz kraliyet ailesi ile tanışmamışken kendimi ifşa etmem sorun yaratır mıydı? Bu saray zırvalıklarında daha çok yeni olduğum için birilerinin yoluma ışık tutmasına ihtiyacım vardı ve şükürler olsun ki yeni arkadaşlarım yanımdaydı.
Aslında tam da yeni sayılmazdı ama bu konu hakkında yorum yapmak istemiyorum.
Bana kalmadan Hilary araya girdi ve içimden ona binlerce kez teşekkür ettim.
‘’Bu güzel hanımefendinin elbette ki bir adı var Lord Kurt.’’
Kurt.
Hiç değişmemişti. Yalnızca biraz yaş almış ve gülümsediğinde kırışan göz çevreleri daha da fazla kırışmıştı o kadar. Gülüşü hala taze, saçları hala can sıkıcı derecede kıvırcıktı. Bir zamanlar bu saçları çok kıskanırdım.
Kurt, benim eski sevgilimdi. Çok ama çok eskiden, çok sevdiğim ve kendimi adadığım bir adamdı. Hatta bir zamanlar ona âşık olduğumu bile size itiraf edebilirim. İlişkimiz çok fazla sürmemişti çünkü Kurt bana beni arkadaş olarak görmeye başladığını söylemişti.
Tıpkı benim Hope’a söylediğim gibi.
Onun için çok fazla acı çekmiştim. Unutmam uzun zaman almıştı ve hep bunun beni olgunlaştırdığını düşünürüm. Çünkü öldürmeyen acı güçlendirir.
Ve işte şimdi karşımdaydı. Nedenini bilmesem de bir türlü çözemesem de buradaydı işte. Bilmem kaç yıl sonra, tam da bu zamanda neden karşıma çıktığını asla anlayamadım ve kavrayamadım. Ama tüm bunları çözecektim. Tüm bunların bir anlamı olmalıydı. Bu benim sınavımsa, bu sınavdan tam not alacaktım. Geleceğimden gelirken yanımda getirdiğim tüm bu insanların burada olmasının elbette ki bir amacı vardı. Kendi amacımı çözüp, doğru olduğundan tamamen emin olduktan sonra onların da neden burada, benimle birlikte olduklarını çözecektim. Belki çok zor olacaktı, belki çok acılı. Çok gözyaşı dökecektim belki de. Ama halledecektim. Hayatımda belki de ilk kez kendime cesaret verip, kendi sırtımı sıvazlıyordum. Bu bile bakıldığında benim için bir başarı sayılırdı.
‘’Nedir o halde?’’ Kurt’ün sesi beni birdenbire düşüncelerimden çekip çıkardı ve yere doğru dalıp giden gözlerimi tekrardan kendininkilerle buluşturdu.
‘’Diana’’ dedim sesimi stabil tutmaya çalışarak.
‘’Kendisi kraliyet ailesi için çok önemlidir Lordum. Lütfen ona karşı kibar olun.’’
Trudy’nin araya giren sesine ve kurduğu cümleye karşılık şaşkınlıkla ona doğru döndüm. Kraliyet ailesi için çok mu önemliydim? Savaş esiri olduğum gizlenecekti yani öyle mi? Onlar için utanç kaynağı olmamdan korkuyor olmalılardı. Trudy’nin pot kırmamam için beni dikkatlice gözleriyle uyardığını hissettim ve çenemi kapalı tuttum. Zorla gülümsedim. Yüzüme yayılan şey gülümsemeden çok acı bir tebessüme benziyordu ama olsun.
‘’Evet’’ dedim istemsizce. Konuşmak zorundaydım, istediğim son şey dikkat çekmekti.
‘’Öyle mi?’’ dedi Kurt büyüleyici ses tonuyla. Beni de sesiyle kandırmıştı zaten. Birden ne kadar ahmak biri olduğu aklıma geldi ve sinirim tepeme çıktı. Burada kalmaya devam edersem onun sık sık canını sıkmam gerektiğini aklıma not ettim. Onunla uğraşacaktım.
‘’Ne bakımdan önemlisiniz Leydim? Konumunuzu gerçekten çok merak ettim.’’
‘’Bu sizi hiç ilgilendirmez Lordum.’’ Hilary’nin son derece kibar ama bir o kadar da iğneleyici ses tonu Kurt’ün suratının kızarmasına yetti de arttı. Surat ifadesini görünce o kadar keyiflendim ki az kalsın eteklerimi tutarak, piste çıkıp dans edecektim.
‘’Bilirsiniz ki’’ diye devam etti Hilary. ‘’Kraliyet ailesinin mevzuları yalnızca kraliyet ailesine özeldir. Diana’nın hangi konumda olduğu ve ne denli önemli olduğu onlar istemediği sürece kimse tarafından bilinemez. Buna yalnızca yüce kralımız, yüce kraliçemiz ve çok sevgili prensimiz karar verebilir. Daha fazla soru yok, öyle değil mi?’’
Kurt’ün yüz ifadesi bozuldukça bozuldu. Hilary’nin ağzından çıkan her bir kelime yüzüne bir tokat gibi çarpmış da yaralar oluşturmuş gibiydi. Dişlerini sıktı ve boynunda bir damar attı. Sinirlendiğinde bunu sık sık yapardı. Nereden biliyorsun diye sormayın.
‘’Bunu bana bir terzi kızı mı söylüyor?’’
Hilary’nin yüzünde en ufak bir mimik oynaması bile olmadı. İğneleyici gülümsemesi asla silinmedi ve gamzeleri oldukları yerde görünmeye devam etti.
‘’Bunu size onurlu bir terzi kızı söylüyor Lordum. Kraliçeyi giydiren ve hazırlayan terzi kızı söylüyor. Çalıp, çırpmayan ve işini hakkıyla yapan terzi kızı söylüyor. Ah, çok özür dilerim. Lordum dedim öyle değil mi? Ağız alışkanlığı.’’
‘’Ben kimseden bir şey çalmadım!’’
‘’Ben size birinden bir şey çaldınız demedim.’’
Kurt’ün sesi ciddi anlamda yüksek çıkmıştı ama neyse ki salondaki müzik oldukça yüksek bir sesle çalmaya devam ediyordu. Aksi taktirde bu ses tonu tüm dikkatleri üzerimize çekebilir ve başım daha şimdiden belaya girebilirdi.
‘’Pekâlâ hanımlar’’ dedi Kurt. Sinirden delirmek üzere olduğunu belli etmemeye çalışıyordu ama bu konuda çok başarısızdı. Kanındaki tüm öfke adeta ses tonuna yansımıştı. Bir hışımla bana döndü.
‘’Sizinle daha sonra bir çay içmek isterim güzel Leydim.’’ Kızlara dik dik baktı. ‘’Yalnız.’’
Eteklerimin ucunu tutarak hafifçe eğildim ve eski sevgilimi selamladım. ‘’Nazik teklifiniz için çok teşekkür ederim. Umarım bir gün.’’ Gülümsedim ve ona gitmesi için fırsat tanıdım. Gözleri birkaç saniye daha üzerimde oyalandıktan sonra sinir küpüne dönmüş bir vaziyette yanımızdan uzaklaştı. O gider gitmez Trudy adeta çığlık atarcasına kahkahalar atmaya başladı.
‘’Bu inanılmazdı Hilary! Ona haddini bildirdin. Yaptığı hırsızlığı yüzüne vurdun resmen!’’
Hilary de aynı şekilde gülüşlerini salona doldurdu. ‘’Az bile söyledim. Küstah adam! Kendine bakmadan bir de kalkmış mesleğimi küçümsüyor!’’
‘’Ne çalmıştı ki?’’ diye sordum merakla.
‘’Çok eskiden’’ dedi Hilary ve biraz daha bana yaklaştı. Sanki biri anlatacaklarını duysun istemiyordu. Zaten bu gürültüde de bir şey duyulması pek mümkün değildi.
‘’Kralın resmen sağ koluydu. Kral, kendi oğlundan çok onunla vakit geçirirdi. Bir gün hazinede ufak ufak da olsa azalmalar olduğu fark edildi. En sonunda da bunun altında yatan sebebin Kurt olduğu anlaşıldı. Cezası ölüm olabilirdi. Bu konuda çok şanslı.’’
‘’Sarayın altınından çalmasına rağmen neden öldürülmedi?’’
‘’Çünkü kralın, Kurt’ün babasına sözü vardı. Kurt’ün babası kralın en yakın arkadaşıydı ve ölmeden önce oğlunu ona emanet etmişti. Bu yüzden onu öldürecek kadar vicdansızlık yapamadı. Bunun yerine unvanını ve neredeyse tüm servetini aldı. Kısacası onu onursuz bıraktı. Arada saraydaki balolara girmesine izin verilir. Bir çocuğa oyun oynatmak gibi düşün.’’
Kıkırdadım. Ama yine de Kurt için üzülmüştüm. Bu evrende bir hırsız olabilirdi ama benim yaşadığım evrende öyle değildi. Yani en azından benim bildiğim buydu.
Sonra kendi derdim başımdan aşkınken ona üzülmeye vaktimin olmadığını kendime hatırlattım. Bu yüzden konuyu geçiştirmeye karar verdim ve beklemenin stresiyle birlikte elim istemsizce ağzıma gitti.
Trudy hızla elime vurdu ve elim pat diye aşağıya düştü.
‘’Hanımefendiler tırnaklarını yemez!’’
‘’Özür dilerim ama çok gerginim.’’
‘’Sakin ol Diana, her şey yolunda gidecek.’’
İçimde öyle bir sıkıntı vardı ki belki de bunu kelimelerle ifade edemezdim. Biraz sonra zelzeleler olacak da tüm saray başıma yıkılacak gibiydi. Tekrardan etrafımda dans edip, mutluluktan ağzı kulaklarına varan insanlara baktım. Şu an belki de bir yerlerde savaşlar oluyor, masum insanlar ölüyordu. Fakat saray halkı burada içkilerini yudumlayıp, dans etmekten ayakkabılarını eskitiyorlardı.
Hayat hiçbir zaman adil bir yer olmamıştı zaten. Nerede hangi kötü varsa hep o kazanmıştı. İşte şimdi burada, bu insanların arasında olduğum şu zamanlarda bunu çok daha iyi anlıyordum. Bu hep olurdu. Masumlar ve yoksullar ölür, zenginler hep yaşamaya devam ederdi. Aptal içkilerini yudumlar, sıcacık yataklarında uyurlar ve kuş sütü bile eksik olmayan sofralarında karınlarını doyururlardı. Bunu düşününce az önce yediğim kurabiyeyi bile geri tükürmek istedim.
Sonra birden aklıma geldi. Ben, Diana olarak bu yılda tekrar var olmuşsam ve geleceğimden, oldukça fazla tanıdığım kişiyi beraberimde getirmişsem belki de ailem de benimle bu evrendeydi. Belki de ben kurtulmuştum fakat ailem o savaşın içinde kalmıştı. Böyle bir şey mümkün müydü? Kanım huzursuzca vücudumda çalkalandı. Bu kâbusun bitmesi için kaç gün saymam gerekecekti? Tanrı beni unutmuş muydu ya da benden ümidini tamamen kesmiş miydi?
‘’Geliyorlar!’’
Yan masamda oturan kızıl saçlı kadına doğru baktım. Öyle heyecanla bağırmıştı ki çalan müziğin sesini bastırıp geçmişti. Ayağa kalktı ve iki elini birbirine kenetleyerek gergince beklemeye başladı. Yanındaki genç adamı artık gözü görmüyordu.
Kızlara döndüm.
‘’Kim geliyor?’’
Viyolonsel ve piyanonun ahenkli seslerinin kulaklarımıza verdiği mükemmel ziyafet birden kesildi ve kulakları sağır edici yükseklikte olan trompet sesleri tüm salonu doldurdu. Kırmızı üniformalı askerler ellerinde tuttukları trompetlere tüm hırslarını çıkarırcasına üflüyordu. Duruşları dikleşmiş ve ciddileşmişti. Kraliyetin armasını taşıyan bayrak artık ön plandaydı.
Tüm salon işittikleri seslere karşılık olarak aceleyle ayaklandı ve eğlenceyi bir kenara bıraktı. Etraftan gelen tüm uğultu kesilmişti ve yerini keskin bir havaya bırakmıştı. Dans edip, kahkahalar atan insanlardan eser kalmamıştı.
Heyecandan avuç içlerim terledi. Bir an için ellerimi nereye koyacağımı bile bilemedim ve en sonunda birbirlerine kenetleyerek önümde tuttum. Kuruyan boğazımı bir yutkunmayla ödüllendirdim ve gözlerimi salonun devasa giriş kapısına diktim. Yemin ederim ki heyecandan küçük dilimi bile yutacaktım. Belki biraz da korku olacaktı buna sebep olan. Üzerimde son derece gösterişli bir elbise ve ona eşlik eden takılar olsa da beni neyin beklediğini hala bilmiyordum. Az sonra kapıdan girecek olan insanların benden ne istediğini ve beni neden buraya getirttiğini bilmiyordum. Bu gece ya her şeyin başlangıcı olacaktı ya da her şeyin sonu. Hangisi olursa canım daha az yanar onu bile bilmiyordum.
Yerimde huzursuzca kıpırdandım ve neden bu kadar uzun sürdüğünü anlayamadım. Trompetler hala susmamıştı ve bu bekleyiş bana bir sonsuzluk gibi geldi.
Düşüncelerimin arasına hapsolmuş bir şekilde kendi kapanıma kısılmışken tüm sesler birdenbire kesildi ve lacivert bir üniforma giyen genç adam gırtlağı yırtılırcasına konuşmaya başladı.
‘’Huzurlarınızda, Yüce Kral Aaron, Kraliçe Aisha, Prens Hope ve Sussex Dükü Adrian.’’
Şu an Dünya’nın tüm gürültüleri içime karışsa bile hiçbir şey duymazdım. Daha önce nefes alamamak ne demek hiç bilmezdim. Az sonra akacağına emin olduğum gözyaşlarım su olsaydı eğer bütün dünyaya yeterdi. Ama sadece benim çiçeklerimi sulamaya yetmezdi. Çünkü çiçeklerim öyle bir solmuştu ki hiçbir su bükülen boyunlarını iyileştiremezdi.
Artık dünyamda her şey tozla kaplıydı. Umutsuzca ruhumu yaslayacak birilerini aradım fakat asla bulamadım. Ruhum, beni terk etmek üzereydi. Ölmek istedim. Ölmek, yaşamak üzere olduğum tüm şeylerden daha az can yakıcı gibi gelmeye başladı.
Güneş herkese aynı doğar ve herkese aynı batar derler. Lakin sanki benim üzerime ışınları hiç düşmüyordu.
Tanrı bunları görmüyor muydu?
Kalbimin adeta yere düşmesine ve üzerinin çiğnenmesine izin verdim. İzin vermekten başka elimden hiçbir şey gelmedi. Adını umutsuzca defalarca haykırmak istedim. Haykırmak ve sonsuzluğa karışmak istedim.
Benim sevgilime ne olmuştu böyle? Gözleri aynı bakmıyordu.
Başındaki tacın ağırlığında ezildim. Dudakları yukarı doğru kıvrılmış ve halinden son derece memnun bir şekilde adeta halkını selamlıyordu.
Halkını! O, kendi halkına sahip olan, refah içinde yaşayan ve belki de günün birinde kendi tahtına sahip olacak bir prensti.
Bir prens olmuştu!
Ben de bu prense köle olmuştum.
Başka bir evrende köle olmuştum.
Sevgilimi bulmuştum işte. Gözleri artık aynı bakmayan, bana tamamen yabancı olan sevgilimi bulmuştum.
Bulmamış olmayı dileyecek miydim?
Dilesem ne yazardı ki? Bulmuştum işte. Hem de dibinde duran ve içime kötü hisler dolduran bir kadın ile bulmuştum.
Neredeyse onu aldatmak üzere olduğum Adrian ile bulmuştum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |