
Cole, 1808
Dakikalardır onu izliyordum.
Kendine has bir tavrı ve duruşu vardı. Tüm bunları görebildiğim gibi tüm vücudunu baştan sona saran o gerginliğini de görebiliyordum. Arada, bir yerlere dalıp gidiyor arada da tüm dikkatini etrafa veriyor ve uzun bir süre, olan biteni gözlemliyordu. Sandığımdan çok daha iyi bir gözlemciydi. Bunu insanların üzerinde oyalanan keskin bakışlarından anlayabiliyordum.
Anlaşılan buradaki ilk gününde hemen uyum sağlamıştı ya da ben öyle zannediyordum. Çünkü etrafa neredeyse hiç renk vermiyordu. Kapalı kapıları olan bir ev gibiydi. Perdelerini bile açmaya niyetli değildi. Ama yine de kendine arkadaşlar edinmişti. Onlara kapılarını açmış olmalıydı. Saray hizmetlileri Hilary ve Trudy ile gayet iyi anlaşmışa benziyordu.
Onu bu sabah ilk kez gördüğümde başına bunların gelebileceğini tahmin edememiştim. Benim için sıradan bir savaş esiriydi. Tabi tüm saray için de öyle. Bana kafa tutmasından etkilenmediğimi söylesem yalan söylemiş olurdum. İlk kez bir kadın gözlerimin içine böyle bir cesaretle bakmıştı ve ilk kez bana karşı gelmişti. Normalde bu davranışını yersiz ve hadsiz bulmam gerekirdi fakat hoşuma gitmesine engel olamamıştım.
İtiraf etmem gerekirse ona vurduğum için de çok pişmandım. Fakat bu benim görevimdi. Bunu yapmak zorundaydım. Her şey değişirdi ama kurallar asla değişmezdi. Çünkü her şeyin tek bir doğrusu vardı. Ben de doğru olanı yapmıştım. Umarım bunun için sonsuza kadar benden nefret etmezdi.
Onu sonsuza kadar göreceğimi de nereden çıkarmıştım?
Bana kafa tutan o kadından eser kalmamıştı. Tozlu ve eski kıyafetleri, dağınık saçları ve bakımsız suratı bir sonsuzluğa karışmıştı. Şimdi karşımda güzeller güzeli ve etrafına ışık saçan genç bir kadın duruyordu. Elbisesi ona çok yakışmış, gözlerinin rengini öne çıkarmıştı. Keskin, deniz mavisi gözlerini salonun bu köşesinden bile görebiliyordum.
O resmi görmeseydim bu gözleri tekrardan asla göremeyeceğimi düşündüm. O resmi görmek bana hayatımın en büyük şoklarından birini yaşatmıştı.
Prensimizi çizmişti.
Ve en şaşırtıcı olanı da çok sevdiği biri olduğunu söylemişti.
İyi de Prens Hope’u hiç görmemişti ki. Onu görmeden nasıl çizebilmiş, nasıl sevebilmişti?
Üstüne üstlük resmi ondan aldığım için bana çok öfkelenmiş ve resmen ağıtlar yakmıştı. Zindanın kalın duvarları bile yakarışlarını duymamı engellememişti ve yoluma devam ederken kaç kez geri dönmeyi düşündüğümü sayamamıştım. Bu çok ilginçti. Bu kadının gerçekte kim olduğunu deli gibi merak etmeye başlamıştım. Aslında tanıdığım ve yüreğimde derin özleminin gömülü olduğu birine de çok benziyordu. Belki de onu merak etmemim nedeni oydu. Onu gördüğüm ilk andan itibaren kalbim sızlıyordu.
Resmi, Prens Hope’a gösterdiğimde vereceği tepkiyi deli gibi merak ediyordum ve ilk işim bunu yapmak oldu. En az benim kadar şaşırmıştı ve resmi çizen kişiyle derhal görüşmek istemişti. Savaş esiri olduğuna onu çok zor ikna ettim. Çünkü o da benim gibi buna bir akıl sır erdirememişti.
Ve işte şimdi buradaydık.
Prens Hope, prens olabilirdi ama aynı zamanda benim dostumdu. Birlikte büyümüştük ve kendi serüveninde her daim ona eşlik etmiştim. Bir keresinde onu ölümün hain pençelerinden çekip aldığım için bana hep bir can borcunun olduğunu söylerdi. Ama benim için önemsizdi. O benim kardeşimdi ve kardeşler arasında böyle şeylerin lafı olmazdı.
Kardeş kelimesi zihnimde yankılanınca göğsümdeki sızı kendini hatırlattı ve gözlerim tekrardan Diana’ya kaydı. Son derece aşağılık bir adam olduğunu düşündüğüm, vasıfsız Kurt ile konuşuyordu. Kral Aaron onu nasıl bu sarayda tutuyor ve balolara katılmasına izin veriyor hiç anlamıyordum. Ben olsam kellesi şu anda sarayın meydanında olurdu.
Ama ben kral değildim. Bu ne cüretti? Bunu nasıl düşünebilirdim? Resmen vatan hainliği yapıyor gibi hissettim. Ben saray muhafızıydım. Kraliyetimizin yeminli muhafızıydım, özellikle de Prens Hope için. Sonsuza kadar da şerefimle bu görevde bulunacaktım.
Kurt’ün suratındaki aptal ifadeye baktım. Birilerine kur yapmaya çalıştığı zaman yüzüne bu aşağılık ifadeyi yerleştirirdi ve ben de kıvırcık saçlarını kökünden koparma isteğiyle dolup taşardım.
İşte şimdi yine yapıyordu ve muhtemelen bundan nasibini alan kişi Diana’nın ta kendisiydi.
İçimdeki öfkeyi bastırmaya çalışarak kendimi olduğum yere adeta çiviledim. Yanlarına gidemezdim. Dikkat çekmemem ve Diana’yı uzaktan izlediğimi belli etmemem gerekiyordu. Bunu Prens Hope istemişti. Hareketlerini takip edecek ve olağandışı bir durum sezersem, bunu ona bildirecektim.
Kurt birkaç dakika daha oyalandıktan sonra genç hanımların yanından ayrıldı ve hanımlar kendi aralarında zevkle gülüştüler. Diana’nın yüzü şimdi gülüyordu.
Kimdi bu kadın?
Gülümseyişleri trompetin yüksek sesiyle yerini gerginliğe bıraktı ve ellerini ovuşturduğunu gördüm. Vereceği tepkileri deli gibi merak ettiğim için gözümü bile kırpmadan ona bakıyordum. En ufak ayrıntıyı bile kaçırmamam gerekiyordu.
Bu devirde böyle yetenekli bir ressam bulmak da çok zormuş. Prens öyle söylemişti. Hep bu denli yetenekli bir saray ressamı olmasını istiyormuş. Bu kişi Diana olabilirmiş. Bir savaş esiri!
Beni ilgilendirmezdi. Sevgili Prensim ne karar verirse ben onu desteklerdim.
Ama yine de aklım almıyordu.
Trompet sustu ve muhafız takdime başladı. Ben gözlerimi ona dikip, nasıl kırpmadan bakıyorsam o da aynısını salonun giriş kapısı için yapıyordu. Ellerini gerginlikle ovuşturarak gözlerini kapıya dikmişti ve oradan girecek olanları resmen pusuda bekliyor gibiydi. Bu kadındaki olağandışı gerginliği yalnızca ben mi fark ediyordum?
Az sonra Kraliyet ailesi kapıdan girince nefesini tuttuğunu hissettim. Bunu öyle belirgin bir şekilde yapmıştı ki nefes alması için yanına gidip, onu sarsmak istedim. Sertçe yutkundu ve bakışlarını takip ettiğimde tek gördüğüm kişi prensti. Ona öyle duygulu bakıyordu ki tüylerim diken diken oldu. Sanki onu tanıyormuş gibi. Sanki onu bekliyormuş gibi.
Ama bu imkansızdı. Onu asla tanıyor olamazdı. Daha önce hayatında bile görmemişti. Nasıl görebilirdi ki? Hiç oluru yoktu. Prensi, birince sınıf insanlar haricinde kimse göremezdi. Rusya’dan gelen bir esir ise hiç göremezdi.
Derin bakışlarını bir an bile prensin üzerinden çekmedi. Donup kalmış bir buz parçası gibiydi. Saniyeler içerisinde bir buz parçasına dönüşmüştü. Çehresine çullanan tüm duygular silinmiş, yerini belli belirsiz duygu kırıntılarına bırakmıştı.
Kimdi? Kimdi bu kadın? Prens’e olan bu tavrı da neyin nesiydi böyle?
Belli belirsiz gözlerinin dolduğunu gördüm. Ağlayacak mıydı? Neden! Neden ağlayacaktı?
Kafayı yemek üzereydim.
Bu sırrı aydınlığa kavuşturmam gerekiyordu. Bu gizemi çözmem gerekiyordu. Onun tam olarak kim olduğunu ve ne istediğini anlamam gerekiyordu.
Onu seyrettiğim saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere dönüşmüş gibi uzayıp gitti ve zihnimin içinde birbirine karışan tehlike iplikleri açılması güçleşen bir düğüm oldu.
Her daim onu izleyecektim. Neler olduğunu anlayana kadar onu izlemeye hep devam edecektim.
En çok da bunu kendim için yapacaktım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |