20. Bölüm

BÖLÜM 17

Fulden Becerikli
fuldenbecerikli

Diana, 1808
Hayatım ellerimden kayıp gidiyor ve ben onu tutamıyorum.

Eski çok uzakta değil ama daha dün yaşadığım şeylerden eser yok şimdi. Zihnimin içinden ‘’her şeyi berbat ettim’’ cümlesinin kaç kez geçtiğini sayamıyorum. Ellerim önümde kenetliydi ama hangi ara eteklerimin ucundan tutup, yumruklarımı sıktığımı hatırlamıyorum.

Zaman durmuş gibi ama son hızda aktığını da biliyorum.

Ben ne yaptım?

Bu soruyu kendime bir kez daha soruyorum ve bir kez daha ve bir kez daha.
Kendimden başka cevap alabileceğim kimsem yok.

Kendimden bile alabileceğim bir cevabım yok.

Hope, asil üniformasının içinde, başındaki küçük kırmızı tacı ile tam karşımda duruyordu işte. Benliğime onu nasıl, nerede bulacağım diye sorular yöneltirken, tüm cevaplar kucağıma düşüvermişti. Ya da ben cevapların kucağına düşmüştüm. Ona o kadar uzun süre gözümü kırpmadan bakmıştım ki bunu ancak gözbebeklerim yanmaya başladığında anladım. Başıma, sıktığım dişlerimin sebep olduğu muazzam bir ağrı saplanmıştı. Kalbime saplanan ağrıyı ise hiçbir şekilde ifade edemezdim.

Kendimi birkaç kelime konuşabilmek için zorladım fakat hiçbir şey dökülmedi dudaklarımdan. Adeta lal olmuş, dumura dönmüştüm. Dilim ağzımın içinde hiç var olmamış gibiydi.

Kasvet içerisinde gözlerimi kırpıştırdım ve ağlamamak için çok büyük bir çaba gösterdim. Şimdi, burada olmazdı. Bunu yapacak olmam demek, belki de ölecek olmam demekti.

Zaten ölmemiş miydim?

Yanaklarımdan süzülen ıslaklığı fark edince aceleyle ve biraz da telaşla yumruk yaptığım ellerimi açıp, belli belirsiz gözlerimi sildim. Bunu dikkat çekmeden yapmak için elimden gelen her şeyi yaptım. Derin derin nefesler aldım ve benim için çok zor olsa da gözlerimi Hope’un üzerinden çektim.

Ama bu yalnızca iki saniye sürdü.

Ve tekrar gözlerim onu buldu. Yanına gidip, deliler gibi onu öpmek, ona sarılmak istedim. Bana her şeyin geçeceğini söylemesini istedim. Bir kez saçlarımı öpüp, okşasa ve kulağıma fısıldasa her şey geçecekti.

‘’Bu asla olmayacak’’ diye fısıldadım içimden. ‘’Bu asla olmayacak çünkü sen geri dönülemez bir hata yaptın.’’

Geçmişte yaptığımız hataları telafi edebilir miydik? Geç olsun güç olmasın lafı tüm hatalarımız için geçerli miydi? Peki ya bir şeye hata dememiz için hangi anlamı taşıması gerekiyordu? Bu hayattan çıkarmam gereken çok fazla ders vardı fakat benim için zil çalmak üzereydi.

‘’Bir şey mi dedin?’’

Usulca Trudy’e dönüp, başımı hayır anlamında salladım ve gözüm hemen salonun köşesinde durmuş, keskin bakışlarıyla beni izleyen Sör Cole’a ilişti. Başımı kaldırıp ve kendimi toparlamaya çalışıp dik dik ona baktım. Sinir bozucu bir şekilde bana gülerek, başıyla selam verdi ve beni göz hapsine almaya devam etti.

Hiç oralı olmadan bakışlarımın esiri olan Hope’a bakmaya devam ettim. Yanındaki kadın kimdi? Kendi evrenimdeki anne ve babasını da beraberimde buraya getirmiştim. İşte. Hope’un ölesiye nefret ettiği babası kral olmuş, oğlunun yanında gerinerek duruyordu. Annesi ise her zamanki gibi mutsuz görünüyordu. Buradaki hayatından bile zevk almıyor gibiydi. Bu tam da düşündüğüm gibiyse hiç şaşırmazdım.

Adrian’ın burada olduğuna inanamıyordum. Hem de Hope’un yanı başında. Onunla nasıl bir ilişkisi olduğunu deli gibi merak ettim. Tüm bunlara sebep olan adam oydu aslında. Onunla hiç karşılaşmasaydım belki de bunların hiçbirini yaşamayacaktım. Aklımı karıştırmasaydı belki de...

Zihnimi sinir içerisinde susturdum. Yine yapıyordum işte. Kendi hatalarım için bir başkasını suçluyordum. Sabaha kadar değil bir ömür de başkalarını suçlasam sadece tek bir gerçek vardı. Tüm bu olanların suçlusu bendim. Adrian karşıma kaç kere çıkarsa çıksın aklımı karıştırmasına asla izin vermemem ve ondan uzak durmam gerekiyordu. Gözümü boyayan şeytanlara aldanmamam ve tuzaklarına düşmemem gerekiyordu. Ama düşmüştüm işte. Aldanmıştım da. Bu yüzden her şey benim hatamdı.

Hopu’un herkese karşı nasıl dimdik ve ciddi durduğuna baktım. Gülümsüyordu da fakat bu normal bir gülümseme değildi. Gülümsemesinde bile her şeye ve herkese hâkim olan, vakur bir esinti vardı. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim. O benim için hep canlı, hem rengarenkti. Ama şimdi renkleri solmuş da yerini kara bulutlara bırakmış gibi görünüyordu. Yağan yağmurun ardından çıkan gökkuşağı onun için hiç var olmamış gibiydi.

Belki onu eski haline döndürebilirdim. Ona benliğini hatırlatabilirdim. Burada olmamın bir amacı vardı. Belki de amacım buydu.

‘’Hepiniz hoş geldiniz. Sizleri bir arada görmekten ben ve ailem mutluluk duydu. Bizi onurlandırdınız.’’

Kral tok sesiyle konuşmaya başlayınca adeta yerimden sıçrayıp, düşüncelerimi ellerimin tersiyle itekledim. Sırtımı dikleştirip, sahte bir güçlülük ifadesi takındım. Aaron, hatırladığımdan daha yaşlı görünüyordu. Saçlarına aklar bile düşmüştü. Oysa evrenimde bu kadar yaşlı bir adam değildi.

‘’Saray, sizler var olduğunuz için canlı bir şekilde ayakta duruyor. Bu özel gecede de siz dostlarımızın Kraliyet ailesine eşlik etmesi paha biçilemez.’’

‘’Düşündüğüm şey mi?’’

Hilary’nin yönelttiği soruya karşı dönüp onlara baktım. Bu soru benim için değil, Trudy içindi fakat neler olduğunu deli gibi merak ettiğimden dolayı her şeyi bilmek istiyordum.

‘’Bilmem’’ dedi Trudy ifadesiz sesiyle. Tüm bu olanlarla hiç ilgilenmiyor gibi kayıtsızdı. ‘’Yüksek ihtimal öyledir. Aman ne önemli.’’

‘’Nedir o?’’ dedim merakıma yenik düşerek.

‘’Yine hazinemizi çarçur edecek bir düğün yapacakları için onu ilan etmeye çalışıyorlar.’’

‘’Düğün mü?’’

Kalbim korkuyla tekledi ve boğazıma doğru hızla tırmandı. Şimdi nabzımı en kuvvetli biçimde, tüm damarlarımda hissediyordum. Sanki kanım şarıl şarıl akıyor da tüm vücudumu sarsıntıya uğratıyordu. Ölüm ensemde gibi diken üstünde hissettim ve çığlık atma isteğimi zorla da olsa bastırmaya çalıştım. Aklımdan geçen şeylerin, kulağıma fısıldanan olacakların gerçek olmaması için varlığına inanmayı bırakmak üzere olduğum Tanrı’ya yalvardım.

Hayır, hayır. Düşündüğüm şey olamazdı.

Ses tellerimi sonunda harekete geçirmeyi başardım ve güçlükle sordum. Sesim öyle cılız öyle güçsüz çıkmıştı ki konuşanın ben olduğuna inanamadım.

‘’Kimin düğünü?’’

Hilary, gözlerini Hope’un yanında duran kıza dikmişti ki sorumla bana döndü. Fakat ardından ağzını açmasıyla susması bir oldu. Çünkü kral konuşmak için ondan önce davranmıştı.

‘’Sevgili Prensimiz Hope ve kıymetli nişanlısı, Edwell Prensesi Sienna’nın düğünlerini sizlere ilan etmekten mutluluk duyuyorum.’’

Kalabalıktan coşkulu sesler ve bitmek tükenmek bilmeyen alkışlar kopmaya başladı. Ama hemen sonrasında tüm sesler benim için kesildi. Sanki bu devasa balo salonunda yapayalnız kalmışım gibi etraf sessizlikten buz kesti. Az önce kulaklarıma kadar varan kanımın akışı durdu, nabzımın sesi yok oldu. Kalbimin dahi o an, oracıkta durmasını diledim.

Hayır, hayır, hayır, hayır.
Hayır!

Kalbimde hançerler var! Kalbimde binlerce hançer var. Hayır. Bu olamaz. Bunları işitmiş olamam. Biz birbirimize aitiz.

Nasıl gökyüzünün bulutları varsa, nasıl gecenin yıldızları, sabahın güneşi varsa öyleyiz biz. Biziz, biriz. Hayallerimiz, hayatımız, gerçeğimiz, yalanımız bile bir bizim.

Başka bir kadınla evlenmesini nasıl izlerim? Buna nasıl seyirci kalırım?

Kulaklarımı kökünden kesmek ve bir daha bununla ilgili tek kelime dahi işitmemek istiyorum.

Onu yeni bulmuştum ama hiç bulmamışım meğerse. Benden önce o kadın bulmuş onu. Şu saçlarına bak! Yüzü, fiziği… O kadar güzel ki güzelliğinden ağlamak istiyorum.

Belki de onun yanına benden daha çok yakışmıştır.

Daha fazla dayanamayacağımı anladığımda artık çok geçti. Aldığım derin nefesler yüzünden hızla inip kalkan göğsüme baktım ve son bir hamleyle daha gözlerimi kırpıştırdım. Nafileydi. Bu sefer onlara engel olamayacaktım. Başımı hızla yere eğdim ve gözlerimden sicim gibi düşen gözyaşlarımın ıslaklığıyla karşılaştım. Benden başka kimse bununla karşılaşmamalıydı.

Telaşla ne yapacağımı düşündüm. Adeta bir yağmur gibi yağıp, zeminle buluşan yaşlar her an beni ele verebilirdi. Nefes almam giderek zorlaşıyordu. Belimi sıkan korse sanki boğazıma dolanmış da orayı sıkıyordu şimdi. Etrafımda kahkahalar ve neşeli nidalar yükseldikçe daha da yerin dibine batıyordum. Burada, bu habere benden başka herkes o kadar çok sevinmişti ki bu gerçek iki kat daha fazla canımı yakıyordu. Güçlükle başımı eğdiğim yerden kaldırdım ve Hope’un olduğu tarafa baktım. Çok sevgili nişanlısını elinden tutmuş, halkıyla düğününü kutluyordu.

Onu artık sevmediğimi sanmak en büyük yanılgımdı. Bunu anlayabilmem için onu başka bir kadınla mı görmem gerekiyordu? Onu kaybetmem mi gerekiyordu? Hope, tüm keşkelerimle bana musallat olmuştu. Ben, sonsuza kadar hatalarımın içinde yüzerken, o bana musallat olmaya devam edecekti. Ama o hep bana geri dönmüyor muydu? Nereye giderse gitsin bir gün bana dönmez miydi?

Bu sefer dönmeyecekti. Bir sabah başka bir evrende, başka bir kadının kollarının altında uyanacaktı ve benim varlığımdan bile haberi olmayacaktı. Olsa bile siyah bir giysinin üzerine ilişmiş bir toz taneciği kadar önemsiz olacaktım onun için.

Sevgilim, düğününü ilan ediyordu. Bundan hiç gocunmuyor, mutluluğunu hiç gizlemiyordu. Beni sevdiği gibi mi seviyordu onu?

‘’Nefes…’’ Ellerim istemsizce boğazıma gitti ve o bölgeyi parçalamak istedi.

‘’Nefes alamıyorum’’ Hıçkırıklarım kahkaha seslerine karıştı.

Arkama bile bakmadım. Kalabalığı öyle bir yarıyordum ki beni kim görmüş kim görmemiş dikkat bile etmiyordum. Kim ne düşünür umurumda bile değildi. Buradan derhal çıkmalı ve ciğerlerime temiz hava doldurmalıydım. Benim ortalıkta boğazını tutarak dolaşan deli bir kadın olduğumu düşünenler olabilirdi.

Belki de delirmiştim.

Müzik tekrar başladı. Güçlü alkışlar Prens ve Prenses için salonda yankılandı ve ben arkama bile bakmadan salonu terk ederken belki de ilk dansları için piste çıktılar.

Arkama asla bakmamalıydım.

Ağır kapıyı güçlükle açtıktan sonra kendimi bir hışımla hole attım ve sevinçli kalabalık ile arama görünmez bir perde indirdim. Duvarın dibine zor da olsa ulaştığımda bir elimle tutunma ihtiyacı duydum çünkü düşüp bayılacağımdan korktum.

Aldığım derin nefesler öyle sıklaşmıştı ki astım krizi geçiren insanlara dönüşmüştüm. Balo salonunun kapısında duran iki muhafızdan başka kimse yoktu etrafımda. Onlar da umurumda değildi. Kellemi alsalar bile umurumda olmazdı. Hatta şu an, burada yapsınlar istedim. Bu acıma son vermelerini istedim. Ölmek çok daha kolaydı benim için. Yaşayan bir ölü olmaktansa toprakla kavuşurdum hiç değilse. En azından onunla kavuşurdum.

Hıçkırıklarımın arasından güçlü bir çığlık kopardım. Tüm öfkemi, hıncımı boğazımdan ve ses tellerimden çıkardım. O kadar şiddetli bağırıyor ve ağlıyordum ki kendime hayret ettim.

İçerideki eğlenceden kulakları sağır olan insanlara inat daha da bağırdım. Başka biriyle evlenecekti. Beni hatırlamıyordu ki beni sevsin! Başka birine nasıl dokunuyordu? Bu nasıl bir karmaydı böyle? Bu nasıl bir evrendi!

Bir çığlık daha kopardım.

‘’Ne yapıyorsun sen!’’

Sertçe çekilip, sırtım duvarla buluşunca hazırlıksız yakalandım ve kalbim güm güm attı. Korkudan mı, umutsuzluktan mı, ağlamaktan mı bilmiyordum ama vücudum zangır zangır titriyordu.

Sör Cole’un bal rengi gözleri korkumu daha da arttırdı. Kolumu sıkıyordu.

‘’Ne halt yiyorsun burada böyle?’’

Ona ne söyleyecektim ki. Bana deli derdi. Aklımı kaçırdığımı düşünürdü. Nasıl bir açıklama yapacaktım şimdi?

‘’Konuşsana!’’
Adeta yüzüme kükredi.

‘’Ben…’’ Kekelemekten konuşamıyordum. Yanaklarımdan birkaç damla daha yaş süzüldü ve bunu fark eder etmez aniden kolumu bıraktı ve birkaç adım geriledi. Bana bakışlarında bir şeyler saklıydı. Ne olduğunu tam olarak çözemesem de birden bakışları yumuşadı.

‘’Beni takip et.’’

İtaatkâr bir sesle tüylerimi ürpertti. Hızlıca yüzümü sildim ve üzerime çeki düzen verdim. Beni beklemeden çoktan yürümeye başlamıştı. Devam eden hıçkırıklarım ve akan burnumu çektiğime dair çıkardığım sesler eşliğinde usulca peşine takıldım.

Yalnızca meşalelerle aydınlatılmış dar bir koridora girdiğimizde nefesim iyice daraldı. Burası da neresiydi böyle?

‘’Nereye gidiyoruz?’’

‘’Soru sorman yasak.’’

Başa dönmüştük.

Beş dakikalık sessiz ve hızlı bir yürümenin ardından koridorun sonuna ulaştığımızda bizi küçük, ahşap bir kapı karşıladı. Cole, cebinden minik bir anahtar çıkardı ve nazikçe kapının deliğine soktu. Kapı bir klik sesiyle açıldığında yüzüme temiz bir hava çarptı.

Cole, kapının diğer tarafına geçti ve ne olduğunu anlamadığımı belli eden kalp sesimin eşliğinde onun peşinden gittim. Kapıdan geçtiğimde karşılaştığım manzara adeta nefesimi kesti.

Burası sarayın dışıydı. Beni dışarı çıkarmıştı ve önümde üzerine dolunayın ışığının yansıdığı kocaman bir göl duruyordu. Gökyüzünün her bir zerresi sanki yanı başımdaymış gibi öyle gerçek ve yakındı ki. Gölün çevresindeki yeşillikler ve kayalıklar bir kartpostala bakıyormuşum gibi hissettirdi. Temkinli adımlarla kapıdan iyice uzaklaştım ve yavaşça göle yaklaşıp, elimi suya uzattım. Derin bir nefesle havayı içime çektiğimde ciğerlerim buna sevinçle karşılık verdi. Burası çok güzeldi. Çok huzurlu. Bana bir dakika için bile olsa hala yaşadığımı hatırlattı. Hala hayatta olduğumu.

‘’Beni neden buraya getirdin?’’

Cole deri üniformasının cebinden bir sigara çıkardı ve dudaklarına götürüp, yaktı. Buna şahit olmak beni çok şaşırtmıştı. Sonuçta o koskoca bir muhafızdı. Bir esirin yanında sigara mı içecekti?

‘’Sen de ister misin?’’

Bu soru beni daha da fazla şaşırttı. Başımı usulca evet anlamında salladım ve bir tane de bana uzattı. Dudaklarıma iliştirdim ve yakmasına izin verdim.

‘’Öncelikle bunu yapmam kesinlikle yasak’’ dedi. ‘’O yüzden birine söylemesen iyi edersin yoksa bu son temiz hava soluyuşun olur.’’

İstemsizce güldüm.

‘’Birine söylemek umurumda değil.’’

Sigaradan bir nefes çekti ve yanımdaki kayalığa oturdu. Oturduğunda üzerindeki zırh çınladı.

‘’Neden bu haldesin?’’

Dikkatli bakışlarının üzerimde olduğunu ve her hareketimi en ince ayrıntısına kadar incelediğini biliyordum. Balo salonuna geldiğim andan itibaren bunu yapmaya başlamıştı. Onu fark etmedim zannediyordu fakat bu denli keskin bakışları hissetmemek için salak olmak gerekirdi.

‘’Anlatsam ne olacak?’’

‘’Neden bu halde olduğunu anlamış olacağım.’’

‘’Sonra?’’

Verecek bir cevap düşündü fakat bulamamış olacak ki sessizliğini korudu.

‘’Anlatsam da inanmazsın.’’

Gözlerini gözlerimle buluşturdu ve can alıcı bakışlarıyla bana baktı.

‘’Bırak da buna ben karar vereyim.’’

‘’Üzgünüm ama başımı boynumla birlikte seviyorum.’’

Bu sefer gülümseme sırası ondaydı. ‘’Seni öldürmeyeceğim.’’

‘’Beni öldürsen de bunu hissetmeyeceğim.’’

‘’Neden, hislerin yok mu?’’

‘’Artık yok.’’

Sigarasını yere attı ve küt burunlu botuyla üzerini çiğnedi. Az önce kıvılcımlı bir şekilde yanan sigara şimdi renksiz ve yıpranmış görünüyordu. Eğer bir nesne olsaydım bu sigara olabilirdim.

‘’Kimsin sen?’’ dedi tekrardan benimle bakışarak.

‘’İsmim Diana.’’

Kaşlarını çattı ve dudaklarını düz bir çizgi haline getirdi. Sinirlerini bozuyor, sorularını cevapsız bırakarak yoldan çıkarıyordum. Hiç bu denli kayıtsız, umursamaz olmamıştım. Kıyamet kopsa gülümseyerek sonuma doğru yürüyecektim. Bu saatten sonra tüm bu olanları nasıl toparlayacağımı, kendimi ve en önemlisi de bizi nasıl baştan yaratacağımı bilmiyordum. Evlenmek üzere olan sevgilinizi nasıl geri kazanırdınız?

‘’Benimle dalga geçebilmek için haddinden fazla esirsin Diana. Çok yüreklisin galiba.’’

Omzumu silktim ve dibine yaklaştığım izmariti aynı şekilde yere atıp, babetimin tabanıyla buluşturdum.

‘’Prense nasıl baktığını görmediğimi mi sanıyorsun?’’

‘’Tabi ki gördün. Ben kör değilim Sör Cole.’’

Bir eliyle sakalını sıvazladı ve sarı saçları ay ışığında, rüzgârın eşliğinde dalgalandı. Saçları aslan yelesine benziyordu. Bana bunu çağrıştırmıştı. Sert görünümünün altına sakladığı başka bir ruhu daha olduğunu hissedebiliyordum. Onun da yumuşak bir yanı elbette ki vardı.

‘’Birilerinin ajanı falan mısın sen? Saraya sızman için mi gönderildin?’’

Bu sorusuna da kahkahalarımla cevap verdim. ‘’Bu saçmalık. İngiltere’ye bile ilk kez geldim. Buna inanabilirsin. Çünkü ben gerçekten düşündüğün o kişi değilim.’’

‘’Kimsin o zaman!’’ Sesindeki tını beni biraz korkuttu ve yıpranmış ruhumu birazcık da olsa kenara bırakıp, kendimi aniden toparladım. Tam da dediği gibi yüreklilik yapıyordum fakat bunu yapmam yalnızca benim için büyük zararlarla sonuçlanırdı. Hope’u orada bir prens olarak ve başka bir kadınla gördüğüm için adeta aklımı kaybetmiştim ve hala düşünmeden hareket etmeye devam ediyordum. Bu davranışlarım bana ne kazandıracaktı? Kazandırsa kazandırsa dar bir mezar kazandırırdı.

‘’Özür dilerim Lordum’’ diye mırıldandım ve ay ışığını arkama alarak ayağa kalktım. Birkaç adımla Cole’un dibine yanaştığımda bal rengi gözlerine ayın gölgesi vuruyordu fakat mizacı hala sert, sağlam ve ciddiydi.

Başıma gelenleri Cole’a anlatmamak için kendimle muntazam bir savaşa girdim. Kalbim tüm olanları haykırmamı söylerken, mantığım canımı seviyorsam çenemi kapalı tutmamı tembihliyordu.

Bunları birilerine anlatmazsam delirecektim.

‘’Bir gün’’ dedim gözlerinin içine bakarak. Hiç gerilemedi ve olduğu yerde durmaya, buğulu bakışlarını bana kenetlemeye devam etti. ‘’Bir gün size anlatacağım.’’

‘’Şimdi anlatmanı emrediyorum.’’

‘’Lordum, beni neden bu baloya getirdiniz?’’

Aslında anlamıştım. O resmi çizdiğimde Hope’un prens olduğunu bilmiyordum. Cole, resmi görünce Prens’in resmini nasıl çizdiğime akıl sır erdirememiş olmalıydı. İçindeki merak duygusuna yenilerek resmi almış ve ilk iş olarak Hope’a götürmüştü. Ben zindanda ölüme terk edilmiş bir savaş esiriyken Prens’in resmini çizmem sarayda büyük bir yankı uyandırmış olmalıydı. Sonuçta bir insan, birini hiç görmeden nasıl çizebilirdi öyle değil mi? Kâğıdı ve kalemi nereden bulduğumu sormayacaklar mıydı?

‘’Prensimizin resmini çizdin. Bunun nedenini hepimiz merak ediyoruz ve bu yüzden Kraliyet ailesi seninle tanışmak istedi. Bana açıklayamıyorsun belki ama istesen de istemesen de onlara açıklamak zorundasın.’’

Başımı usulca ve pes etmiş bir şekilde evet anlamında salladım. Tüm gardımı indirdim ve beni karşılamak üzere olan gözyaşlarımı geri iterek güçlükle konuştum.

‘’Onlarla konuşmak için hazırım.’’

O da benim gibi pes etti ve başını salladı. Benden uzaklaştığında zırhının parlaklığı yansıma yaptı ve yüzüme vurdu. Göğsü o kadar büyüktü ve o kadar heybetliydi ki kaç savaş gördüğünü merak ettim. Bu kadar genç olmasına rağmen kaç savaş görmüştü?

‘’Size de anlatacağım Lordum. Fakat biliyor musunuz? İçimden bir ses bana inanmayacağınızı söylüyor. Çünkü siz, kraliyet muhafızısınız. Nasıl olur da bir esirin sözlerine inanırsınız? Sizin için tek gerçek kraliyetin ağzından çıkan cümleler değil midir?’’

‘’Söz veriyorum. Şerefim üzerine.’’

Şaşkınlıkla ona baktım. Hiç beklemediğim anda beni yakaladı ve cevabıyla köşeye kıstırdı. Ben kimdim ki benim için şerefi üzerine sözler veriyordu?

‘’Her savaş esiri ile böyle ilgilenir misiniz Sör Cole?’’

‘’Aslına bakarsan hiçbiriyle ilgilenmem. Ama seninle ilgileneceğim Diana.’’
İsmimi bir yılanmışçasına tıslayarak söyledi.

‘’Neden, neden Lordum? Ben ne ifade ediyorum sizin için? Bana karşı olan bu yaklaşımınızın sebebi nedir?’’

‘’Bir gün’’ dedi beni taklit ederek. ‘’Bir gün sana anlatacağım.’’

Ve küçük ahşap kapıya yönelip, benim için ardına kadar açtı. Gözlerini gözlerimden kaçırdı ve geçmem için bana müsaade etti. Karanlık koridora tekrardan adım attığımda kalbim bir kez daha korkuyla ve acıyla tekledi.

Bu evrende uğraşmam gerekenler gittikçe artıyor ve bir halat gibi boğazıma dolanıyordu. Elimde bir zehir olsaydı, onu hiç düşünmeden içer ve sonsuzluğu kucaklardım.

Sör Cole peşimden girdi ve kapıyı nasıl açtıysa aynı şekilde kilitledi. Bana yürümem için emredici bakışlar attığında sırtımı dikleştirdim ve yola koyuldum.

Kalbime saplanan hançerleri, birileri tek tek söktü. Ne derler bilirsiniz, bir bıçak teninize saplandığında onu olduğu gibi bırakmanız gerekir. Eğer çıkarırsanız daha çok kanar ve sizi ölüme sürükler.

Hançerler çıkmıştı ve boşluklarından oluk oluk kan akıyordu.

Ve bu da beni ölüme sürüklüyordu.

Bölüm : 04.02.2025 20:21 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...