9. Bölüm

BÖLÜM 6

Fulden Becerikli
fuldenbecerikli

Diana, 1808 İngiltere

‘’Yelkenler fora! Yelkenler fora!’’

Gözlerimi korkuyla açtım.

Görüşüm o kadar bulanıktı ki göz kapaklarım onları kırpmama izin bile vermedi ve açtığım gibi geri kapadım. Kulaklarıma dolan güçlü ses beni adeta yerimden sıçratmıştı. Dün gece müzik dinleyerek uyuyup kalmış olmalıydım ve şu anda da muhtemelen kulaklığımda saçma sözlere sahip bir şarkı çalıyordu.

‘’Kalkın!’’

Kalın erkek sesini tekrardan duymamla birlikte ellerim kulaklarıma gitti ve kulaklığı yokladı. Fakat elime hiçbir şey ulaşmadı. Sıkıntıyla ve biraz da tedirginlikle iç çektim ve gözlerimi tekrar araladım.

Mavi ve parlak gökyüzüyle göz göze geldim. Ne kadar da güzeldi. Cam gibiydi ve aydınlığı insanın gözünü alıyordu. Bulutlar üzerine özenle yerleştirilmiş bir ayrıntı gibi bembeyazdı. Uzanıp, onlara dokunmak ve gerçekliklerini sorgulamak istedim. Pas parlak ve açık gökyüzü yüreğimi huzurla doldurdu.

Mutlulukla gülümsedim. Gözlerim biraz yanıyordu. Dün gece çok ağlamış olmalıydım.

Ne istediğimi bilmiyordum.

Gece yastığa kafamı koyduğumda tek haklı benmişim gibi gelmişti ama şu anda göğüs kafesime ağırlık yapan suçluluk duygusunu göz ardı edemiyordum. Aslında çok üzgündüm. Sizin için gaddar, kalpsiz biri gibi görünmüş olabilirim ama bu hayatta her şeyin bir sebebi var. Ben de kendi sebeplerimin esiri olmuştum. Bu saatten sonra neler yapacağım hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.

Ve sonra düşüncelerimin arasında, yüzümdeki gülümseme birdenbire soldu. Zihnimdeki kara bulutları hızlıca savuşturdum.

Mavi ve parlak gökyüzü mü?

İyi de benim odamın tavanı bu şekilde görünmüyordu ki. Birdenbire zaman algımı tamamen kaybedip bulunduğum yeri sorgulamaya başladım. Sanki boynum tutulmuş gibi adeta yerinde sabit kalmaya yemin etmişti.

Kalbimin teklemesiyle yavaşça yerimde doğruldum ve parmaklarımın ucuyla, görüşümün netleşmesi için gözlerimi sildim. Etrafı göremeyecek kadar ağladığıma inanamıyordum. Bu başıma ilk kez geliyordu.

Parmaklarım gözüme değer değmez hafifçe yaktı. Bunu yapmadan önce ellerimi yıkamam gerekirdi. Ama şu anda bunun için zamanım yoktu.

Bu hareketi tekrarlamaya devam ederken sert bir cisim tarafından omzuma bir darbe inmesiyle acıyla istemsiz bir çığlık attım ve yerimden sıçrayıp etrafıma bakındım. Heybetli, gümüş bir kıyafetle donatılmış olan keskin bakışlı adam tam olarak bana bakıyordu ve elinde uzunca, kalın bir sopa vardı. Sarı saç telleri biraz kirden biraz da terden alnına yapışmıştı.

‘’Akşama kadar senin keyfini mi bekleyeceğiz biz? Kalk hadi!’’

Adeta yüzüme kükredi ve korkudan betim benzim soldu. Kalbim korkudan şimdiye kadar hiç atmadığı hızda atıyordu ve omzuma yayılan acı bu hızlı atışa eşlik etmeye başladı. Şok içerisindeydim. İçimde bulunduğum durumu ancak bu cümleyle ifade edebilirdim.

Sahiden bu da neyin nesiydi böyle? Tiyatro dersime gelmiştim de geçici bir hafıza kaybı mı geçirmiştim? Amnezi mi yaşıyordum? Bir trafik kazası geçirmiştim de beş yıldır komada mıydım?

Civara göz gezdirdim.

Bu nasıl mümkün olabilirdi? Kafayı yiyecek gibi oldum. Kendimi zaman paradoksunun içine sıkışmış gibi hissettim. Hayal görüyor olmalıydım fakat bastığım zemin bile gerçekliğiyle beni delirtmeye yeterdi. Hele o parlak gökyüzü… O bile çok gerçekti.

Ben bir gemideydim. Eski tip, yelkenli bir gemi hem de. Hani şu tarih kitaplarında okuduğumuz savaş gemilerinden. Kendi kendime güldüm. Biri bana şaka yapıyor olmalıydı. Sinirlerim tepeme çıktı ve daha fazla gülmeye başladım. Ciddi anlamda sarsıntı geçirmiş gibi hissediyordum.

‘’Ne diye gülüyorsun? Komik bir şey mi söyledim?’’

Karşımdaki adamın bu cümleyi kurarken rüzgarla savrulan sarı saçlarına baktım. Ona aldırış etmedim ve gözlerimi devirerek ayağa kalktım. Onu ciddiye almaya hiç niyetim yoktu.

Tam o sırada dalgayla birlikte çalkalanan gemi hareket edince dengemi kaybettim ve adamın koluna dokundum. Ona değmemle beni geriye doğru ittirmesi bir oldu.

‘’Sakın bana bir daha dokunmaya cüret etme. Aksi taktirde seni balıklara yem yaparım.’’

‘’Kimsin sen? İngiltere Prensi mi? Ne diye sana dokunmayacakmışım?’’ Korkumun yerini alan duygu umursamazlık olmuştu. Tüm bunların gerçek olmasına imkân yoktu. Hepsi bir şakadan ibaretti. Bu adamı ciddiye almıyordum.

Verdiğim cevapla heybetli, geniş omuzlu adamın yüzü daha da sinirli bir hal aldı. Ona aldırış etmemeye devam edecektim. Bana bu şakayı kim yapıyorsa ters tepecekti. Yüzündeki sinirli ifade gözlerinin de içine yansımaya başladı ve kaşlarını nasıl yavaşça çattığına şahit oldum.

Eğilip üzerimdeki kıyafete baktım. Bu nasıl bir şeydi böyle? Uzun, fırfırlı, yırtık pırtık bir etek vardı bacaklarımda. Üzerimde de ondan daha da fazla hasar görmüş eski bir korse. Kahkaha attım. Beş dakika sonra kostüm balosuna gidecekmiş gibi görünüyordum. Cadılar Bayramı falan mıydı?

‘’Bu çirkin şeyi de kim giydirdi bana böyle? Bula bula bunu mu buldunuz?’’

Gülmeye devam ettim ve elimle saçlarımı topladım. Bukle bukle ama bir o kadar da darmadağın olduklarını hissedebiliyordum. Tüm bunlar nasıl oldu ve ben hiçbirini nasıl hatırlamıyorum bilmiyordum ama bu Hope’un işiyse fena halde acısını çıkaracaktım. Aklı sıra benden intikam mı almaya çalışıyordu?

Ayrıca dün geceyi unutmamıştım. Yaptığımız ayrılık konuşmasını ise hiç unutmamıştım. Bu şakaya bir an önce son vermezse olacaklardan da sorumlu olmayacaktım.

Geminin ortasında durup etrafımdaki diğer insanları inceledim. Rollerini o kadar gerçekçi yapıyorlardı ki kendimi bir dizinin baş rolü gibi hissettim. Kaba saba adama benzeyen iki adam daha vardı ve arkama doğru baktığımda tıpkı benim gibi giydirilmiş, üstleri başları toz toprak içinde olan kızları gördüm. Yüzlerindeki acınası, korkmuş ve yıpranmış ifade çok ama çok gerçekçiydi. Bir an için onlara gerçekten üzülecek ve tedirgin ifadelerine acıyacaktım. Fakat onun yerine birinin yanına gidip, ona doğru eğildim.

‘’Okulun tiyatro kolundan mısınız?’’

Kız bana hayatındaki en anlamsız ve saçma cümleyi duymuş gibi baktı ve göz bebekleri şaşkınlık ifadesini taçlandırarak kocaman oldu. Biraz zaman geçip de ağzını açtığında kekeliyordu.

‘’H-hepimizi ö-öldürteceksin.’’

Şimdi anlamsız gözlerle bakma sırası bendeydi. Bu iş çok uzamamış mıydı?

‘’Hadi şu saçmalığı kesin artık!’’ diye bağırdım. ‘’Ayrıca beni buraya nasıl getirdiniz onun hesabını verin.’’

Kolumu sopayla acımasızca dürten adam geldi ve bileklerimden beni sıkıca kavrayarak sarstı. Canım o kadar acımıştı ki bileklerimin beş dakika sonra mosmor olacağını düşündüm. Üstelik oldukça hassas bir tenimin olduğunu varsayarsam daha da kötü bir hal alması olasıydı.

‘’Şu saçmalığı kes artık yoksa seni saraya sunmadan öldürmek zorunda kalacağım. Bu güzel kellen boynunla bir arada kalsın istersin değil mi?’’

Esen rüzgâr daha da arttı ve gemiyi bir kez daha salladı. Tam o sırada bileklerimi sertçe tutan adam beni aniden bıraktı ve yere kapaklandım. Dizlerim sert zemine çarpınca çok acımıştı. Şimdiden çiziklerin dizlerime yerleşip, kanamaya başladıklarını hissedebiliyordum. Adam elindeki sopayla sırtıma büyük bir darbe daha indirdi ve çığlık attım.

Bu şaka olamazdı.

Böyle şaka olur muydu?

Bir darbe daha indirdi.

Gözlerimden istemsiz bir şekilde akmaya başlayan yaşlar geminin zeminini ıslattı ve içgüdüsel olarak kollarımı yüzümü kapattım. Vücudum zonkluyordu. Daha önce kimseden böyle bir şiddet görmemiştim. Babamdan bir tokat dahi yememiştim. Böyle bir acının vücuduma nüfus edişine ilk kez tanıklık ediyordum. Zonklayan bedenime darbeler indikçe daha da çok ağlamaya başladım. Ellerim hala yüzümü örtüyordu ve çığlıklarım kulaklarıma doluyordu.

‘’Lütfen, lütfen durun!’’

Naif ses sopayla aramda duran boşluğa girdi ve üzerime doğru eğildi.

‘’Lütfen daha fazla vurmayın. Acıyın bize. İyi değiliz. Ülkelerimizden koparılıp getirildik. Lütfen, affedin.’’

Yaşanan arbede keskin bir şekilde durdu. Adam bize gerçekten acımış olmalıydı. Acıma duygusu var mıydı ki? Bize neden acıdığını bile bilmiyordum! Bu boktan yerde neden var olduğumu bile bilmiyordum. İçimden dualar ederken, başımı kaldırıp beni koruyan kıza baktığımda ayaklarım resmen yerden kesildi. Az kalsın küçük dilimi yutacaktım. Bu tanıdık siyah saçlar ve iri gözler yaşadığım durumun gerçekliğini iki kat daha fazla sorgulamama sebep oldu.

Naif, ufak tefek kıza doğru eğilip fısıldadım.

‘’Denise?’’

Korku dolu gözlerle bana baktı ve işaret parmağını dudaklarına götürüp, sus işareti yaptı. Bu sefer sorgulamadım ve ellerimin üzerinde emekleyerek köşeye geçtim. Sırtımı geminin duvarına yasladığımda morardığını düşündüğüm yerler zonkladı.

Denise benim çocukluk arkadaşımdı ve şu anda burada durmuş beni korumak için üzerime kapaklanmıştı. Aklımı kaçıracaktım. Çünkü ortada bir şaka falan döndüğü yoktu. Denise bana asla böyle bir şaka yapmazdı. Benim saçımın teline bile zarar gelmesine izin vermezdi.

Tıpkı benim gibi görünüyordu. Tarih kitaplarından fırlamış elbisesi ve dağınık saçlarıyla karşımdaydı. Yüzü kirden kapkara olmuş ve duyguları açık kahve gözlerine yansımıştı.

‘’Bu size son uyarım’’ dedi kaba adam. Elindeki sopayı yanında duran arkadaşına uzattı, sarı sakalını sıvazladı ve konuşmaya devam etti.

‘’Artık kraliyet sınırları içerisinde olduğunuzu unutmayın. Siz birer esirsiniz ve tek yapmanız gereken çenenizi kapatmak.’’

Tanrım, bu hangi kabustu?

Denise yüzündeki naifliği dudaklarına yansıtıp, adama doğru usulca gülümsedi ve geriye dönerek benim gibi sırtını geminin duvarına yasladı. Şimdi tam yanımdaydı. İs ve duman karışımı gibi kokuyordu. Dağılmış, siyah saçlarını kulaklarının arkasına dikkatlice itti ve sonrasında elleriyle yüzünü sıvazladı. Her an ağlayacakmış gibi duruyordu. Korkudan nefes nefese kalmıştı ve sakinleşmeye çalıştı.

Adam biraz bizden uzaklaştığında bir hışımla bana döndü.

‘’Adımı nereden biliyorsun?’’ dedi. Sesi adeta bir fısıltı gibi çıkmıştı.

En kötü yanı da aklımı kaçırmama ramak kalmasıydı. Adımı nereden biliyorsun da nasıl bir soruydu? İlk adımını bile biliyor olabilirdim. Beraber büyümüştük.

‘’Şaka yapıyor olmalısın.’’

‘’Hayır, sen şaka yapıyor olmalısın. Savaş sırasında başına bir darbe almadığına emin misin?’’

‘’Savaş mı?’’

Usulca başını evet anlamında salladı ve iri gözleriyle bana bakmaya devam etti.

‘’Gerçekten hiçbir şey anlamıyorum.’’ Acıyan omzumu ovuşturdum. Aldığım darbelerden dolayı artık tüm vücudum da aynı şekilde acıyordu.

‘’Kısmi bir hafıza kaybı geçiriyor olabilir misin?’’

Boş gözlerle Denise’e baktım. Oldukça ciddi görünüyordu.

‘’Bak’’ dedim ve ellerimi ellerinin üzerine koydum. ‘’Gerçekten şaka yapıyorsanız kızmayacağım. Hilary nerede? O da bu işin içinde mi? Peki ya Hope?’’

Bakışları daha da korkuyla doldu ve bana delirmişim gibi bakmaya devam etti.

Evet. Belki de gerçekten deliriyordum.

‘’Kimlerden bahsettiğin hakkında hiçbir fikrim yok. Seni tanımıyorum bile.’’

‘’Ben senin çocukluk arkadaşınım Denise.’’

‘’Bak, gerçekten artık beni korkutmaya başladın.’’

Sustum. Diğer kızlar da kulak kabartmış merakla bizi duymaya çalışıyorlardı. Yüz ifadelerinden bunu çok iyi anlayabiliyordum.

‘’Üzgünüm’’ diye fısıldadım. Bu konuşmayı şu anda uzatmanın anlamı yoktu. Önce neler olduğunu anlamam gerekiyordu.

‘’Ayağa kalkın!’’

Kaba adamın sesi Denise ile arama girdi. Herkes lafını ikiletmeden denileni yaptı ve ben de Denise’in yardımıyla, ağrılarımı göz ardı etmeye çalışarak ayağa kalktım. Bu sefer onun sözünden çıkmaya hiç niyetim yoktu. O kadar da yürekli değildim. Ayrıca hava buz gibiydi.

‘’Şimdi kulaklarınızı açın ve beni iyi dinleyin.’’

Diğer adamlara gözüyle işaret verdi ve adamlar dibinde bitti.

‘’Biz, sizi saraya getirmekle görevlendirilmiş muhafızlarız. Siz bize zorluk çıkarmazsanız biz size hiç çıkartmayız. Tek yapmanız gereken bir arada kalmanız ve karşı koymamanız. Siz artık kraliyetin esirlerisiniz. Kraliyet ailesi ne isterse onu yapmak zorundasınız. Hizmet edin derlerse hizmet edeceksiniz. Öl derlerse de öleceksiniz.’’

Kalbim korkuyla tekledi. Konu ne ara ölüme gelmişti hiçbir fikrim yoktu. Ben gerçekten hangi cehennemdeydim? En önemlisi Hope hangi cehennemdeydi? İçerisinde bulunduğum durumdan o kadar korkuyordum ki! Şaka bile olsa, sonunda oturup hıçkıra hıçkıra ağlayacaktım. Fakat öyle bir durumdaydım ki Tanrı şahidim artık bana hiç şaka gibi gelmemeye başlamıştı. Hatta yaşadığım dünden çok daha gerçekçiydi.

Sanki bir paralel evrene geçiş yapmış ve onu yaşıyor gibiydim. Her şey son derece ciddi görünüyordu.

Derken geminin karaya yaklaşmaya başlamasıyla birlikte karşımda beliren gösterişli yapıya bakakaldım. Tüylerim diken diken oldu ve şaşkınlıktan sonuna kadar açılmış ağzımı zorla da olsa kapattım.

Bu bir… Saraydı.

Gerçek bir saray.

Yeşilliklerin içine yerleştirilmiş beyaz bir lale gibi görünüyordu. O kadar zarif ama bir o kadar da heybetliydi.

Hayır bu bir şaka değildi. Böyle şaka olmazdı.

Bu tamamen gerçekti!

Devasa, heybetli ve gösterişli bir saray düpedüz karşımda duruyordu. Son derece korunaklı olduğu bin metre öteden anlaşılacak kapısı işte tam oradaydı. Etrafında zırhlarını donanmış onlarca adam duruyordu. Ellerim ve dizlerim titremeye başladı. Neredeyse ağlayacaktım. İçimi tarif edilemez bir korku öyle bir sardı ki düşüp bayılacağım zannettim.

Bir gün nerede olduğunuzu bilmeden uyandığınızı düşünün. Korkunç değil mi? İşte ben tam olarak bu noktadaydım.

Denise koluma dokundu ve sonrasında beni iyice kendine çekti. Ne kadar korktuğumu anlamıştı. Gerçi bunu anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Bir kez gözlerimin içine bakan biri korkudan neredeyse aklımı kaçıracağımı görebilirdi.

Gemi usul usul, tamamen karaya yaklaştı ve kapıdaki muhafızlar, bizi getiren muhafızları selamladı.

‘’Sör Cole.’’ Beni darbelere maruz bırakan adam kaşık çatlarıyla duruşunu hiç bozmuyordu. Adının Cole olduğunu duymuştum.

‘’Asker.’’

‘’Biz de sizleri bekliyorduk efendim. Umarım yolculuğunuz sorunsuz geçmiştir.’’

‘’Bildiğin şeyler. Savaş esirleri ile olan sıradan bir yolculuk.’’

Savaş esirleri.

Biz savaş esiri miydik? İçimden bildiğim duaları etmeye başlayarak tanrıya yalvardım. Bu kâbusun hemen bitmesi için yalvardım. Tüm bunlar bir rüyaydı ve az sonra yatak odamdaki sıcak yatağımda uyanacaktım. 2024 yılında, sarayların olmadığı, sadece yüksek ve gösterişli binaların olduğu kendi dünyamda uyanacaktım.

Sör Cole denilen adam bize döndü.

‘’Burada kalın. Hemşireler sizi sağlık kontrolünden geçirdikten sonra saraya alınacaksınız. Sakın canımı sıkacak bir şey yapmayın.’’

Bunu söylerken özellikle bana bakmıştı. Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum fakat bir sopa daha yememek adına başımı hemen yere indirdim. Ne halt olacaksa bir an önce olsa iyi ederdi. Çünkü artık tek bir sabrım bile kalmamıştı.

Sör Cole gittikten sonra geride kalan iki muhafız bizi geminin içine yönlendirdi. Ahır gibi kokan daracık bir odaya girdiğimizde tek yapmamız gereken burada biraz daha beklemekti. Fırsattan istifade edip Denise’i sorularımla bunaltmaya karar verdim.

‘’Denise.’’ dedim. Yanına gittiğimde telaşla yerinde zıpladı. Sanırım onu biraz korkutuyordum. Haksız da sayılmazdı. Benim aklını kaçıran bir kadın olduğumu düşünmesi de çok normaldi. Başını usulca bana çevirdi.

‘’Evet?’’

‘’Sana birkaç soru sorabilir miyim?’’

Tereddütle etrafına bakındı. Ciddi anlamda biri tarafından cezalandırılmaktan korkuyor olmalıydı. Bir süre daha düşündükten sonra başını olumlu anlamda salladı.

‘’Evet ama lütfen kısa sürsün.’’

Hızla başımı salladım.

‘’Şu anda neler oluyor?’’

‘’Gördüğünden başka olan bir şey yok.’’

Sıkıntıyla iç çektim. Şu an burada durmuş, beni hatırlamayan çocukluk arkadaşıma bu saçma soruları sorduğuma inanamıyordum. Ama oluyordu işte. İnsanın başına bu da geliyordu.

‘’Onu kastetmiyorum. Biz şu an neredeyiz?’’

‘’İngiltere.’’

İngiltere mi! Gözlerim şaşkınlıkla kocaman büyüdü ama bunun için vaktim yoktu. Tüm şaşırmalarımı sonraya saklamam gerekecekti.

‘’Neden buradayız?’’

‘’Çünkü savaş esiriyiz.’’

‘’Nereden geldik?’’

‘’Rusya’dan. İyi olduğuna emin misin?’’

Rusya mı? İnanılmazdı. Bu lanet yerde neler oluyordu? Aklımı kaçırmak üzereydim. Ölmüş müydüm acaba? Ölmüştüm. Yüzde yüz ölmüştüm ve burası öteki dünya denilen cehennemdi.

‘’Deliriyor musun? Tüm bunları zaten biliyor olman gerek.’’

‘’Sanırım gerçekten kafamı çarptım’’ diyerek Denise’i geçiştirdim. Sanırım gerçekten deliriyorum.

Stresten tırnaklarımı yemeye başladım ve ağzıma toprak tadı geldi. Tırnaklarımın içi kirden kapkara olmuştu. Öğürme isteğimle baş etmeye çalıştım. Yıkanmak ve tüm bu pislikten arınmak istiyordum.

‘’Peki Denise kaç yılındayız?’’

Hadi! Bir yerlerden konfeti patlatın. Sürpriz diye bağırın. Şaka olduğunu söyleyin! Doğum günümmüş mesela ve siz bana böyle bir parti düzenlemeye karar vermişsiniz.

İç sesimi bastırdım ve kalbim boğazımda atarken Denise’e baktım.

‘’1808 yılındayız.’’

Ben,

Gerçekten deliriyordum.

Ben delirmiştim ve burası delilerle dolu bir akıl hastanesiydi.

‘’Hope’’ diye mırıldandım. ‘’Hope neredesin?’’

Yere çöktüm ve ağlamaya başladım. Kimin bana baktığı ya da ne düşündüğü umurumda bile değildi. Duygularım bir sel gibi göğüs kafesimden taşmak üzereydi ve ben onları daha fazla durduramayacaktım. İstesem de olmazdı. Bu nasıl bir sabahtı böyle? Cehennemde gibi hissediyordum. Hiç ateş yoktu ama ben cayır cayır yanıyordum. Canım yanıyordu ve beynim tüm fonksiyonlarını yitirmiş gibiydi. Keşke Hope burada olsaydı ve beni bu durumdan çekip çıkarsaydı. Her zaman yaptığı gibi kara bulutlarımı alıp gitseydi. O bunu hep yapardı. Beni her zaman, kötü olan her şeyden kurtarırdı.

‘’Yardım et’’ diye fısıldadım.

Fakat bana bu saatten sonra yalnızca tanrı yardım edebilirdi.

Belki o bile edemezdi.

Bana. Kimse. Yardım. Edemezdi.

Hele ki 1808 yılında asla.

Bölüm : 11.01.2025 18:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...