
Diana, 1808 İngiltere
Gerçeklik algısı.
Bu çok önemli iki kelimeyi yitirmek berbat bir duyguydu. En kötüsü de etrafımda anlatacaklarıma inanacak tek bir kişi bile yoktu. Benim aklımı yitirdiğimi düşünürler ve beni idam ederlerdi. Keşke yanımda bunu kanıtlayabileceğim bir şey olsaydı diye geçirdim içimden. ‘Bakın, ben gelecekten geliyorum! Bu da benim akıllı telefonum!’’
Ama yoktu.
Güneş bu sabah benim için aydınlık doğmamıştı sanki. Tutulma yaşanıyor gibi biraz puslu ve karanlıktı. Ne yapacağımı bilmiyor, tüm bu karmaşaya ne kadar daha katlanabileceğimi kestiremiyordum. Halbuki her şey daha yeni başlamıştı. Yeni vizyona girecek bir filmin fragmanı gibiydi her şey. Asıl film henüz başlamamıştı, bunu biliyordum, aptal değildim ya.
Ölmeden toprağa girmiş gibi hissediyordum. Ölmediğimi herkese haykırmak istiyor fakat yerin altından sesimi ulaştıramıyordum ve onlar toprak atmaya devam edip, mesafeyi daha da çoğaltıyorlardı.
Bunun üstesinden gelebilirdim.
Şimdiye kadar hayatımın iplerini kendi başıma tutmak için fazla hevesli olmamıştım. Hep başkalarının yardımına ihtiyaç duymuş, sığınacak bir liman aramıştım. Ama görünen oydu ki burada yapayalnızdım. Gerçekliğini sorguladığım ve ne olduğundan asla emin olamadığım bu yerde sanırım tek başıma savaşacaktım. En yakın arkadaşım bile beni tanımıyordu. Kime ne anlatacaktım ki?
Önce neler olduğunu anlamam gerekiyordu.
Yaklaşık bir saat geçmişti ve biz hala ahır gibi kokan dar odada hemşirenin gelmesini bekliyorduk. Benim değişimle kaba adam ama aslen Sör Cole, bize bu emri vermişti. Muayene edilmek için hemşireyi beklemek!
Benim muayene edilmek için hiçbir sebebim yoktu. Hastalıklı mıydım sanki? Daha önce bu kadar onur kırıcı çok az şey duymuştum. Ama ben de tüm bunlara kafa tutacak o yürek yoktu.
Var mıydı?
Kapı gıcırdayarak açıldı ve neredeyse uyuklamak üzere olan tüm kızlar birden dirildi. Beyazlar içinde elbisesiyle genç bir kadın kapıdan içeri girdi. Omuzlarına dökülen, bakımlı, siyah saçları vardı ve gözleri adeta bir kedininki gibiydi. Durumumuza bakacak olursam bizden bin kat daha iyi görünüyordu. Bu kızların hepsi buraya gelmeden önce onun gibiydi diye geçirdim içimden. Elinde takım çantalarına benzeyen metal bir kutu tutuyordu. Bize hiç bakmadan metal kutuyu yere koydu ve çökerek kapağını açtı. İçinden adını bilmediğim çeşitli aletler çıkarttı. Sanırım başlıyorduk ve ben başıma neler geleceğini asla bilmiyordum. Tahmin etmesi de bu şartlar altında çok zordu.
Beyaz elbiseli kadın sonunda bizimle konuşmaya karar verdi.
‘’Ben saray hemşiresiyim ve sizi muayene etmekle görevlendirildim. Emir kuluyum. Lütfen bana zorluk çıkartmayın.’’ Sesindeki bayıltıcı ton tüylerimi diken diken etti. Buradaki herkes çok kabaydı!
Malzemeleri sedyenin yanındaki ahşap masaya dizişini izledim ve sonrasında biraz daha yakınımıza doğru yürüdü. Yüzünde bize acıdığını belli eden bir ifade vardı. Hemen hemen aynı yaşlarda olduğumuzu düşündüm.
‘’İlk kim gelmek ister?’’ Bunu sorarak lütfetmişti. Burada düşüncelerimize önem veriliyor muydu? Vay be.
Kimseden çıt çıkmadı. Sanki biri onu ahır gibi kokan bir odaya sokup, muayene etmek istese gönüllü olacaktı!
‘’Dediğim gibi zorluk çıkartmayın.’’
İçimdeki öfke giderek kaynamaya başlıyordu ve herkesin ne kadar sindirildiğini gördükten sonra daha da arttı. Bu genç kadınlar bu şekilde aşağılanmayı hak etmiyorlardı. Burada ne halt döndüğünü bilmesem de tanrının unuttuğu bir yılda olduğumuzu düşünsem de hiçbir şekilde ezilmemeliydik. Şartlar ne olursa olsun biz de insandık. En önemlisi de kadındık. Bu tarihte kadınlar önemsiz birer varlık olabilirdi ama nerede olursam olayım benim için asla böyle olmayacaktı.
‘’Kaç yaşındasın?’’ ağzımdan birdenbire bu cümle çıkıverdi.
Hemşire bana anlamsız gözlerle baktı.
‘’Benimle konuşman ve bana soru sorman yasak.’’
‘’Nefes almamı da yönetmeye çalışacak mısınız?’’
Omuz silkti ve acımasızca gülümsedi. Tavrı sinir hücrelerimin kaynamasına sebep olmuştu. İçimden onun da bir gün savaş esiri olarak bilmediği bir yere, bilmediği bir yıla gitmesini diledim ve sonrasında hemen tüm bunları kabullenerek dua etmeye başladığımın farkına vardım.
Kabullenmiş olmam başıma gelmiş olan her şeyden daha kötüydü.
Sorum da cevapsız kalmıştı. Israrcı olmakta kararlıydım.
‘’Sen de genç bir kadınsın. Sana bir hayvanmışsın gibi davrandılar mı hiç?’’
Aynı boş bakışı suratına yerleştirmeye yemin etmiş gibiydi. Ne kadar duygusuz biri diye düşündüm. Sanki tüm duyguları alınmış gibiydi.
‘’Neden davransınlar? Ben tahsisli, donanımlı genç bir kadınım. Bu ülkenin benim gibilere ihtiyacı var. Bana zulmetmezler. Ancak yüceltirler. Peki siz nesiniz?’’
Denise, elini sırtıma koydu ve daha fazla konuşmamam için bana mesaj vermeye çalıştı. Ama onu dinlemeyecektim. Madem böyle bir durumun içine düşmüştüm hepten her şey batabilirdi.
‘’Sizin gibi katil değiliz en azından.’’ Bu dönemde hangi savaş yapılıyor onu bile bilmiyordum. Ne diye konuşmuştum ki sanki! Keşke zamanında Hope’un okuduğu kitaplara biraz da olsa baksaydım. En azından şu anda yaşanan şeyler hakkında bir fikrim olurdu.
Beyaz elbiseli kadını sanırım bu sefer kızdırmıştım. Yüzünün kızardığını ve parmaklarını gerginlikle açıp kapadığını görebiliyordum. Gözlerini sertçe bana dikmiş, bir an bile kırpmıyordu.
‘’Sen bunu söylemeye nasıl cüret edersin? Konumunun farkında mısın?’’
Bu cümleleri o kadar sinirli kurmuştu ki konuşurken tükürükleri etrafa saçıldı.
Sanki bir tek onun ülkesi ve onun onuru vardı.
Biz gerçekten savaşın içinden geliyorsak bizim ülkemiz ne olacaktı? Oradaki masum insanlar ne olacaktı?
‘’Önce sen geleceksin’’ dedi ve yanıma yaklaşıp, sertçe kolumdan tuttu. Sör Cole’un sıktığı yerden tutmuştu ve orada yer edinmiş morarmanın acısını hissettim.
‘’Sakın meydan okumaya kalkma! Başına geleceklerden yalnızca sen sorumlu olursun.’’
Kolunu silkeleyip, kendimden uzaklaştırmak istedim ama bunu yapmama engel olacağını biliyordum. Sonuçlarının daha da kötü olacağını biliyordum. Beni peşinde sürüklemesine izin vermek zorunda kaldım ve eskimiş sedyeye götürüldüm.
Kolumu bırakıp, beni savurduğunda düşmemek için güç bela bir yere tutundum.
‘’Yat’’ diye sert bir emir verdi. Sorgulamadan dediğini yaptım. Karşı koysam elime ne geçecekti ki? Alet çantasına benzettiğim ve artık nefret etmek üzere olduğum kutudan daha önce hiç görmediğim ama oldukça korkunç görünen bir alet çıkarttı. Korkudan yutkunamadım.
‘’Bacaklarını arala’’
Hışımla yattığım yerden doğruldum. Sinirden kızarma sırası bendeydi.
‘’Ne dedin?’’
‘’Bacaklarını arala dedim.’’ Ukala tavrı giderek daha sinir bozucu bir hal alıyordu.
‘’O nedenmiş?’’
Umarsızca gözlerini devirdi. Elinde bir kılıç olsa başımı kesecekmiş gibi görünüyordu. Ondan gerçekten nefret etmiştim. Sinsi gülümsemesi midemi bulandırıyordu.
‘’Bu şekilde saraya girebileceğini mi sandın? Hastalıklı mısın değil misin bakmam lazım.’’ Sustu ve biraz düşündü. Sonrasında yüzüne iğrenç bir gülümseme yerleştirip, tekrar konuştu.
‘’Yoksa iffetsiz misin? Ha?’’
Bu cümleyi kurarken o kadar keyif aldı ki şaşkınlık içerisinde ona bakakaldım.
‘’Yat dedim!’’
Sedyeye doğru beni sertçe ittirdi ve zorla bacaklarımı açmaya çalıştı. İstemsizce çığlık atmaya başladım ve bağırmalarımla birlikte daha da hırslandı. Sertçe ellerini tutup geriye doğru ittirdim. Anlık bir şok geçirerek afalladı ve sonrasında hemen toparlandı. Aynısını o da bana yaptı. Birbirimizi ittirerek alt etmeye çalışıyorduk.
‘’Bunu bana yapmana asla izin vermem! Ben insanım, insan!’’
Cevap vermiyor, gücünü yalnızca beni alt etmek için kullanıyordu. Etrafa hızlıca göz gezdirdiğimde kızların şok olmuş ve son derece korkmuş bir biçimde bizi izlediklerini gördüm.
Onlara müdahale etmedikleri için kızmıyordum. Kızamazdım. Onlar da benim gibiydi ve kendi canlarını düşünmek zorundaydılar. Hiçbirimiz birbirimizden farklı değildik. Aslında tam olarak birbirimize muhtaçtık. Belki anne ve babalarını kaybetmişlerdi. Belki de kardeşlerini, sevdikleri adamları.
Ya ben kimi kaybetmiştim?
Hope’u. Ailemi. Arkadaşlarımı.
En çok da kendimi. En çok da kendimi kaybetmiştim.
Bu andan nefret ettim. Karşımdaki genç kadına direnirken istemsizce, çığlık çığlığa ağlamaya başladım. Öyle çok bağırıyordum ki ses tellerim yırtılmak üzereymiş gibi hissettim. Sanki bağırdıkça acım hafifleyecek gibiydi. Sanki bağırdıkça zaman ileriye akacak ve ben kendi dünyama geri dönecektim.
Kadının ellerini sıkmaktan kendi ellerim mosmor olmuş, kan akışı kesilmişti. Ama bunun farkına çok sonra vardım. İçimden yalnızca ağlamak geliyor, bağırmaya devam ediyordum.
Evim neredeydi?
Evimi şimdiden çok özlemiştim.
Ortam öyle buz kesmişti ki etrafta yalnızca benim çığlıklarım vardı. Tek duyduğum kendi haykırışlarımdı.
Tam kendimi iyice kaybettiğim sırada kadın zorla da olsa ellerini benden kurtardı ve bana okkalı bir tokat attı. Öyle sertti ki başım istemsizce başka bir yana doğru savruldu.
Sesim birdenbire kesildi. Hatta öyle hızlı kesildi ki etrafı adeta bir ölüm sessizliği kapladı.
Ellerimle acıyan yanağımı tutmak ve ağlamaya devam etmek istedim. Fakat elimden hiçbir şey gelmedi. Başım savrulduğu yönde durmaya, gözyaşlarım da sessizce akmaya devam etti.
Hemşirenin sinirle alıp verdiği nefes sesini duyabiliyordum. Gözlerini üzerime dikmiş, öfkeyle bana baktığını görmesem de hissedebiliyordum.
Öleceğimi de hissediyordum.
Sanki az sonra beni dar ağacına götürecekler gibiydi.
Elimden de dilimden de hiçbir şey gelmedi. Artık dua edecek halim de kalmamıştı. Bir saat içinde aldığım darbeler karşısında kendime sarılmak ve teselli etmek istedim. Ama onu bile yapamadım.
‘’Sen öldün!’’
Hiddetli sesi kulaklarıma doldu. Korkarak ve usulca başımı ona doğru çevirdim. Yüzümün kıpkırmızı olduğunu sezebiliyordum. Beş parmağının izi yanağımda yer etmiş olmalıydı.
Şimdi onunla yeniden göz gözeydim.
‘’Senin işin bitti. Duyuyor musun beni?’’
Dalga geçer gibi kafamı evet anlamında salladım. Fakat amacım asla bu değildi. Tek amacım tüm olanları kabullendiğimi göstermekti. Teslim olduğumu göstermekti.
Çünkü haklıydı. Benim işim bitmişti.
Beni bu durumdan ancak ölümün soğuk nefesi kurtarabilirdi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |