19. Bölüm

15, Yaşam Kurşunlardan Ağırdır

Ela
gardenpaeonia

 

 

"Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü.

 

 

Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti.

 

 

Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz,

 

 

Sanki hiç olmamıştı.

 

 

Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu.

 

 

Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar.

 

 

Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların.

 

 

Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek.

 

 

Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken.

 

 

Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti.

 

 

Çünkü iki kişiydik."

 

 

-

 

 

 

 

22 Haziran

 

 

- Ölüm Günü.

 

 

Askeri liseden iki günlüğüne evine gelebilen genç oğlan babasının yoğun ısrarlarıyla yemeğe çıkma tekliflerini kabul etmişti. Ayna karşısında annesinin hevesle ona verdiği beyaz takımı inceliyordu, kendisine en yakıştıramadığı renkti. Fakat yedi aylık hamile, karnı burnunda olduğundan çok da itiraz edememişti. Mutlu bir aile yemeğiydi, oğullarıyla vakit geçirme isteklerini geri çeviremezdi. Açık kahve saçlarına bakındığında telefona gelen bildirimle dikkati o yöne çevrildi, bir çok kızdan gelen mesajı es geçerek arkadaşının sohbetine girdi.

 

 

"Oğlum bizimkiler fena atışıyor yine, moralim bozuk."

 

 

Yan sınıftan Akad'la arada konuşuyorlardı, fazlasıyla sosyal olduğundan herkese aynı anda cevap vermek zorlasa da başarabiliyordu. Şen şakrak kişiliğiyle her anlamda gönülleri feth edebiliyordu, bir gören bir kez daha bakardı. Dudaklarını dişledi hüzünle. Bu çocuğun ailesinin sürekli kavga ettiğini bilmek içten içe üzülmesine sebep olurken aşağıdan gelen seslerle sonra arayacağına dair kısa bir yanıt vererek odadan çıktı.

 

 

Merdivenleri inerken beyaz elbiseler giymiş kızları görünce kocaman gülümsedi. Kardeşine söylenen kızıl kafa bir taraftan kıvırcık saçlarındaki kurdeleye sinir olmakla meşguldü. Birbirlerine sarmalarını bıkkınlıkla karşılıyordu. Genelde yaramaz olan Aşkım'dı, Alçin diye seslenerek etrafı birbirine katıyor, üstelik kelimeleri de tam söyleyemiyordu. Saç başa birbirlerine girseler de fazla zaman geçmeden abla diye sırnaşarak kendini affettiriyor, sıkıca sarılıyordu. Kendinden büyük şeftaliyi yiyen küçüğe ilerledi, Aşkım'ın mavileri abisini fark etmesiyle daha da kocaman olurken ağzından meyvesini çekerek ona koşturdu. Cadıydı. Eğilmesini isteyerek ellerini uzatmış, açıp kapatıyordu. Dizlerini kırarak alnını uzunca öptü Çınar, ardından ateş topu Alçin'in aynadan kendini izlediğini görünce o da kısaca kendine bakındı. Beyaz takım gerçekten iğrençti. Yüzünü buruşturduğunda etrafta babasını aradı fakat yoktu. Bahçeye çıkmaya karar vermişti, kesin arabanın yanındaydı. Şu sıralar durgun, fazlasıyla sessizti. Bu da moralini bozuyordu ama sorgulamıyordu.

 

 

Koca bahçe; Çiçeklerle dolu, renk renk ayrı ruhları taşıyordu. Derince nefes aldı, yanından geçerken mor lavantalara dokundu anlık. En sevdiği koku buydu.

 

 

Telefonla hararetli bir konuşma yapan babasını fark ederek geri adım attı usulca. Rahatsız etmek istemiyordu, içeri tekrardan gireceği esnada duyduğu şeyle ister istemez durdu, "Ben bittim, her şeyin sonu geldi." ağlamaklı ses tonu kaşlarını çatmasına sebep olduğunda orta yaşlı adamla göz göze geldi. Telaşla kapanan telefona kaydı mavileri, eli ayağına dolaşan bedeni inceledi. "Oğlum, gel Çınar'ım." tek kelime etmeden arabanın önüne yürüdü, neler döndüğünü anlayamıyordu. Babasını hiçbir zaman gergin, korku dolu görmemişti. Hatta çoğu zaman fazla cesaretiyle ona örnek olurdu. Omzunu koca el sıkıca kavradı, "Size ne kadar değer verdiğimi biliyorsun değil mi?" başını onaylar şekilde salladı, babalar çocuklarını severlerdi. "Bunu asla unutma olur mu?" en derinine baktı dikkatle, içindeki şüphe artarken dudaklarını araladı. "Neden böyle konuşuyorsun baba?" normalde hep alaylı, neşeli olan Çınar'ı dahi dondurmuştu sözleri. Onların ailesine iş karışmazdı; Huzur, sakinlik, mutluluk ve neşe olurdu. Bu cümleler yabancı kalmalıydı. " Eve döndüğümüzde.." sesi titredi, "Eve döndüğümüzde masamın üzerindeki nota bak." oğlunun tek kelime etmesine izin vermeden arabaya ilerledi. Eşzamanlı olarak kapıdan çıkan annesiyle kardeşleri bağırarak yanlarına koşturuyorlardı. Sirkelendi, kafasına takılan cümleleri susturmalıydı. Annesi koca karnını tutarak paytakça yürüyor, geç kaldıklarına dair söyleniyordu. Düşen ifadesini toparlayarak Alçin'i arabaya itekledi, Aşkım'ın kendi binmesini bekledi.

 

 

Çünkü binemeyecek kadar boyu kısaydı ve her defasında abisinden yardım alıyordu. Bu hâlini sevimli bulan Çınar moralinin düzelmesi adına hiçbir şey yapmadan bekledi. Tahmin ettiği gibi küçük kız ona kollarını uzatarak sevimlice baktığında iki eliyle havaya kaldırarak ortalarına yerleştirdi. Kemerini sıkıca bağladığında ön koltuktan arkaya uzatılan şeftaliyi kaparak ağzına tıkıştırmaya çalışmasını izledi, Alçin'in de kemerini taktığına emin olduğunda bakışlarını camdan dışarıya çevirerek sessizce yola bakınmayı tercih etmişti.

 

 

Yarım saat sonra dağın tepesine yaklaştıklarında arabadaki şarkı sesi sondaydı, bağırarak söylüyorlardı. Mutluluklarını saniyeler sonra sonsuz bir veda bölmüştü, ölüm. Soğuk, dönüşü olmayan. Bir anda kurşunlar camlara sıkılmaya başladığında ilk önce babasının alnının yarıldığını gördü. Kaşının arasından beynine saplanan demir parçası ruhunu ondan almıştı. Kanı yan camı kaplarken ön cam tuzla buz olmuştu. Ardından annesi çığlığı bastı, karnını tutarak eğildiğinde arkadaki çocuklarını korumaya çalışıyordu ki koluna isabet eden mermiyle bilinci kapanmıştı. Fazla telaştan yalnızca bir kaç dakika dayanabilmişti. Çınar ise aceleyle iki kardeşinin üstüne yığıldı, kendini önlerine siper ederken bir saniye düşünmemişti. Gariptir ki silahlar durdu. Üçüne de zarar gelmeden. Ve o anda büyük bir patlama meydana geldi, büyüklü küçüklü ışıklar yanıp söndü, alevin sıcaklığı etleri yaktı. Dağılan araba parçalarının yanı sıra bedeni tanınmayacak halde olan tek kişi ön koltukta oturan adamdı. Maviler kapanmadan son kez göğe baktı Çınar, kolları acıyordu. En son hatırladığı sıkıca çocukları tuttuğuydu. Sonrası hayatının başlangıcıydı, gerçeklerdi.

 

 

 

30 Haziran

 

 

- Gizemli Not.

 

 

Televizyonun kanallarını küfrederek değiştiren Çınar, her haberde ailesinin ismini duyuyordu. Terör örgütünün hedefi Meva ailesinde üç ölü, iki ağır yaralı. Aynı cümleler bir bir tekrar ederken odada delirmek üzereydi, çoğu yeri kırıktı. Fakat tek derdi iyi çalışmayan aklıydı. Kırılan kollarıyla bacaklarının içinde en acıtan yüreğiydi. Tüm ailesi ölmüştü, biri hariç. Küçük kardeşi günlerdir yaşamla mücadelesini sürdürüyordu, patlamada ağır yaralanmıştı.

 

 

"Şehit Askeri Savcı'nın ailesinin içinde bulunduğu araba terör örgütü tarafından önce kurşunlanmış sonra patlatılmıştır. Üç ölü, iki ağır yaralı ile sonuçlanan kazada soruşturma hâlâ devam ediyor. Bu acı haber ve nice şehitlerimizin yasını tutuyoruz. Allah çocuklarına güç, sabır versin. Vatan sağolsun."

 

 

Spikerin biten cümlesiyle ekrana gelen fotoğraflar gözyaşlarına boğulmasına sebep olmuştu. Aynı anda ameliyata sokulduğu ailesinin yaşamdan koptuklarını gözlerini açar açmaz öğrenmişti. Yaşadığı krizlerin sonucunda düzenli olarak sakinleştirici verilerek bedenini ve duygularını uyuşturuyorlardı. Arkadaşları günlerdir ziyarete geliyor, bir an tek bırakmamaya çalışıyorlardı. Kapısının tıklanmasıyla gözyaşlarını dahi silemedi, mavilerinin çevresi kıpkırmızıydı. "Gel." eşikten kafasını uzatan genç çocuğa bakındı. Talip. Elinde bir notla beraber. Bilincini kesik kesik toparladığı ilk anda güvendiği dostuna evlerine gitmesini istemişti, jandarmalar tarafından incelemeye alınacağı haberini duyduğundan acele etmesini söylemişti. Onlardan önce notu bulmalıydı, emindi ki o sözlerle tavırların hiçbiri boşa değildi. Uzatılan kağıda bakındı, kırılan kollarından dolayı açamıyordu.

 

 

Talip kağıdı açarak Çınar'ın göz hizasına getirdikten sonra başını başka tarafa çevirdi. Özellerine dahil olmayacak kadar temiz yürekli bir oğlandı, maviler düzenli yazıların üzerinde gezindi.

 

 

"Çınar'ıma, oğlum'a.

 

 

Sevgili oğlum, eğer bu mektubu okuyorsan bir şeyleri başaramamışım demektir. Hayatımızda işler her zaman istediğimiz gibi gitmeyebiliyor. Ve ben bunun artık cansız olan örneğiyim. Yaptığım hatalar, fazla cesaretim ve gücüm sonumuz oldu. Vatanım için yaşattığım vahşet damarlarımda akan asil kanı kaynatırken, sağlığını kaybeden zihnime hem ceza, hem ödül oldu. Ödül olan kısmı çevremdekilerin, en çok da kendimin yaşadığı gururdu. Ceza olan kısmı ölümdü. İsterdim ki bir baba olarak evladımın gözünde tertemiz kalayım, beni hep iyi bilsin. Fakat olmadı be oğlum, senin baban başaramadı. Çok direndim, çok savaştım.

 

 

En büyük savaşım ailemin bu cehennemin içinden sıyrılmasıydı.

 

 

Şimdi sana itiraf ediyorum.

 

 

Sonunda canlı olarak olmasa da ölü olarak sıyrılmanızı sağlamayı seçtim. Evet, ölümümüzü ben seçtim. Çünkü biliyordum, öylesine büyük bir belaya bulaşmıştım ki her an her şey olabileceğinden korkmaktan akıl sağlığımı kaybettim. Evimize gelen notlar, telefonuma gelen aramalar, arabamın içinde bulduğum kurşunlar. Tehditler asla durmadı, şikayetlerde de bulundum. Özel koruma da aldım. Hep yol aradım, çözüm düşündüm, o kadar fazla düşündüm ki haplarla bile uyuyamaz duruma düştüm. Bana düzenlenen saldırıda sizi de yanıma aldım, iyiliğiniz içindi. Geride kaldığınız takdirde ölmeye yalvaracak duruma sokacaklardı sizi. Yemin ederim sana, sizi düşündüğümden yaptım, arkamda kalırsanız her gün göreceğiniz işkencelerden korktum. Özür dilerim oğlum.

 

 

Bu mektubu yazma sebebim; İhtimaller. Planım işe yaramadıysa, sen, annen ve ya kardeşlerinin can güvenliğini korumak. Mesleğimin etiklerine kendi içimde yaşattığım ihanet kabul edilemez, duygusallık bizim gibiler için düşünülecek son şey dahi olamazken benim için ilk şeydi evladım. Siz. Sizdiniz benim her şeyim. Annen işe dair tek kelime etmemi istemezdi eve, ikimizin kararıydı. Bu yüzden asla bilmediğin şeyleri öğrenme vaktin geldi. Şimdi bana olan tüm nefretinle ne yaptı bu adam diye sorguluyorsundur.

 

 

Büyük bir örgütün tüm sistemini tek başıma alt edip, içimize soktukları bütün hainleri yargılattım.

 

 

Her şeyden önemlisi, çete liderinin küçük kızının ölümünü kendi ellerimle getirdim. Katil oldum.

 

 

Bunun yanı sıra onlara dair çok önemli bilgiler elde ettim, gizli kalması gereken. Fakat hiçbirini devletime teslim edemedim çünkü bu yaptıklarımdan sonra beni yaşatmayacaklarını biliyordum. Kendi canımın önemi yoktu, önemli olan sizdiniz. Başta çok düşündüm, vermem gerektiğinin farkındaydım. Hatta tam bu sebeple yoldayken beklenmedik bir şey oldu. Bardağı taşıran son noktaydı. Alçin'in küçük avuçlarına sıkıştırılan kağıt. Korkuyla feryat figan beni aradığında devlet savcısı olan tarafıma baba olan olan tarafım ağır bastı. Kızımın gözyaşları kör bir urgan misali ruhumu sardı, sardı, sardı. Sonra sıktı, boğdu, kayboldum.

 

 

O gün belgeleri yazlıktaki evimizin kasasına sakladım, kızıma verdikleri kağıttaki numaraya ulaştım. Başka çarem yoktu, yanında korumalar olmasına rağmen çocuğumla başka bir çocuk ile iletişim sağlamışlardı. Her şekilde beni sıkıştırıyorlardı, tıpkı benim onlara yaptığım gibi. Sizin hayatınızı önüme sürüyorlardı. Bu durumda tek seçeneğim vardı. Ben de sizin yaşamınızı garantiledim, anlaşma yaptım. Yapmamam gerekiyordu. Yaptım.

 

 

İlk seçeneğim hepimizin ölmesiydi, onların sözlerine asla güvenmiyordum. Anlaşmaya uymayacaklarına dair şüphelerim vardı ama risk almak zorundaydım. Psikolojik olarak bitik durumdayken bu hâlimden faydalanmayı seçmişlerdi. Yanılmadılar da. Finalde onların avucundaydım. Yazlığımızın kasasında örgüte dair tüm bilgiler var.

 

 

Üyelerinin yaşadıkları konumlar.

 

 

Planlanmış saldırılar.

 

 

İtiraflar.

 

 

Kamera kayıtları.

 

 

Anlaşmalar.

 

 

Bulundukları tüm ortamlar.

 

 

Her birinin aile bilgileri.

 

 

Ülkemiz illerinde askeriyelere soktukları hainler, kendi adamları.

 

 

Ve daha bir çoğu. Risk alarak kumar masasına yattım, anlaşma bozulduğu anda her birinin devlete teslim edileceğini, bunu bilen dört kişi olduğunu söyledim. Oysa bilen iki kişi var, biri sensin. Bu sırrı kendinle beraber mezara kadar götür oğlum, aldığın nefesten baban gibi korkma. Her şey için özür dilerim. Keşkelerim öylesine çok ki, en kötüsü de hiçbirinin önemi yok. Geride nefret kusabileceğin birini bırakmadığım için beni affet. Sırtındaki kambur değil, omuzlarını dik tutan bir baba olmayı dilerdim.

 

 

Artık inanmazsın ama sizi seviyorum, sizi çok seviyorum.

 

 

- Aklı kaybolmuş Baban.

 

 

Mektubun bitişiyle donuk ifadesine bir gözyaşı eşlik etti. Yanağından göğsüne süzüldü. Düştüğü yeri yaktı. On yedisinde gencin sonu oldu, büyümesini sağladı. Bir baba evladına bunu yapabilir mi diye düşündü ilk olarak, kırgınlık hiç başlamadan nefretle doldu içi.

 

 

Öfkesini dışına çıkaramadı, çünkü nefretinin sebebi kemiklerinin kırılmasını sağlayan kişiydi. Onun yüzünden annesi ölmüştü, kardeşleri ölmüştü. Sırf kendi aptallığı yüzünden ailesinin sonunu getiren adamı hiçbir zaman affetmeyecekti. Mezarı dahi olmasın dedi içinden, seni toprak bile kabul etmesin baba. Kanın bayrağımıza ihanet sayılsın, sen hiç varolmamış sayıl. Senin ölün bile ölüme yaklaşmasın.

 

-

 

 

 

Cenaze

 

 

(İki ay sonra)

 

 

Küçük beden abisine iyice sokulurken neler olduğunu anlayabilecek durumda değildi. Önce hastanedeydi, şimdi bir çok insanın arasında. Ölümün ne olduğunu elbet biliyordu, keşke yalnızca bilmekle kalsaydı. Artık ölümü sadece bilmiyor, yaşıyordu. Tıpkı abisi gibi.

 

 

Çınar annesinin, kardeşinin tabutunu omzunda taşımıştı. Babasını ise oradakilere bırakmıştı. Kimse tek söz etmese de bakışlarıyla kınamışlardı, oysa bildikleri hiçbir şey yoktu.

 

 

Dik duruşunun aksine sırtında binbir yara vardı, babasının derin bıçak izi. Dizine sinen çocuğun omuzlarından tuttu, patlayan kameralar onu rahatsız ediyordu. "İndirin şunları!" bağırışıyla titreyen kardeşini kucağına aldı. Yüksek seslerden korkmaya başladığını fark etmişti. Gözündeki güneş gözlüğünü çıkartarak mavilerini küçükle buluşturdu, kızarmış irisleri saklamak istese de Alçin'in güvende hissetmesi için bu fikrinden vazgeçmişti. Çevredeki askerler onlara üzülerek bakıyorlardı, heybetli bedenlerin arkasında derin hüzün kaplıydı. Çenesini dikti, kıvırcıkları okşadı.

 

 

Son dua da okunduğunda bu sefer de göğsüne sinen kızı hafifçe uzaklaştırdı, vedalaşması gerekiyordu. Alçin yavaşca arkasına döndü. Kamaşan gözlerini ovuşturdu önce, sonra gözyaşları süsledi yüzünü. Dişlerini sıktı Çınar, boyu yetmediğinden tabuta yaklaştırdı. On ikisinde olmasına rağmen fazla kısa ve zayıf bir çocuktu. "Hadi abim." konuştukları gibi kısa bir elveda olacaktı. Ağlamak yoktu, güç vardı. Ağlayacaksan sonra, omzumda ağlayacaksın kızım. Kendine engel olamadığından abisinden özür diledi kısık bir sesle, sonra annesinin tabutuna yasladı bedenini. Bayrağa akıttı incilerini, "Annem.." gittikçe artan yaşlara hıçkırıklar da eklendi. Alçin geriye kalan hayatında hiçbir zaman mutlu olamayacağını bilmeden çocukluğuna veda etti. Yirmi iki hazirandan sonra ne anaları vardı, ne babaları. Abisine bakmadan devam etti, "Ben sensiz ne yapacağım.. Hiçbir şey bilmiyorum ki. Çok acıktım, çok üşüyorum ama kimse anlamıyor. Sen olsan anlardın, yoksun." Çınar ağırca yutkundu, görüşünü bulanıklaştıran mavilerini karşıya dikti. Konuşmadı. Sustu. Nasıl yeteceğim diye sordu kendine.

 

 

Nasıl yeteceksin Çınar?

 

 

Bir çocuğu büyütebilecek misin?

 

 

Ne hissettiğini bilebilecek misin?

 

 

Oysa sen de çocuksun Çınar, sen de çocuksun fakat büyümek zorunda kaldın.

 

 

Sen on yedinde baba oldun.

 

 

Sen tüm hayatından kardeşin uğruna vazgeçip, gençliğini yakacaksın. Başını okşayacak tek kişi olmayacak, mücadelen onun yoluna sayılacak. Bir hiç olacaksın, bir yaşam sağlayacaksın.

 

 

Kardeşinin yandaki tabuta uzanan kollarıyla o yöne ilerledi, Aşkım. "Aşkım.." hıçkırıkları büyüdüğünde ortamda duyulan tek şey kızın feryatlarıydı. Çocuk kalbi en safını düşündü, "Şeftali bile alırım sana, istediğin kadar alırım." sarıldı sıkıca, "Ablacım beni bırakma. Nolur, bari sen gitme. Ben seni çok özlerim." dakikaların sonunda babasına gitmek istedi. Saatler geçirse de doyamazdı artık ailesine, yoklardı. Çınar Aşkım'ın tabutunu öptüğünde geriye çekilerek öylece durdu. Alçin'i oraya götürmedi. Babası vedayı hak etmiyordu.

 

 

Askerler bekleyince, "Götürün artık." dedi niyetini belli edercesine. Toprak atılırken dahi yardım etmeyecekti, sağına bakındı. Arkadaşlarının çoğu ailesiyle beraber gelmişti. Eksiklik ilk kez yüzüne çarptı. Derin bir nefes alarak güçlü kalmaya çalıştı, gözüne ilişen Akad'a doğru yürüdü, Leylak Hanım törenden önce yardıma ihtiyaç olursa kendini bulmasını söylemişti. Biraz yalnız kalmak istiyordu. Alçin'i yanına bırakarak aklına yatırdığı plan için ona emanet etti. Hamile olduğundan kucağına verememişti. Kadın hiç itiraz etmeden küçüğü sardı, ağlamaktan kızarmış burnuna dokunduğunda gülümseyerek arabasına götürdü. Başta itiraz etse de sonunda kabul etmişti.

 

 

"Bir şeye ihtiyacın var mı?" Akad'ın sorusuyla başını olumsuz anlamda salladı. Cevdet Binbaşı omzuna iki kez vurdu, destek vermek istercesine. "Ben buradayım, siz artık bize emanetsiniz." cümlesiyle sessiz kaldı, çevrede Tarık Yüzbaşı, Mansur Albay ve bir kaç asker daha vardı. Mansur'u küçüklüğünden beri tanıyordu, askeriyeye her ziyaretinde onunla konuşurdu. O da oğlanı kendi çocuğu misali severdi. Ellerinde büyümüşlerdi. Tarık Yüzbaşı babasının tanıdıklarındandı, bir kaç kere görmüştü. Cevdet'de Akad'ın babasıydı, eşiyle birlikte gelmişti. Babasıyla tanışmışlıkları olup olmadığını bilmiyordu, küçük oğulları da yanlarında yoktu.

 

 

Mansur amcanın gözlerine bakındı, siyah gözleri boşluktu. Baktıkça içine düştüğünü hissediyordu. Belki de babasının adına duyduğu utançtandı, kesinlikle öyleydi. Kara bir lekeydi geride bırakılan; Sizin yaşamınızı garantiledim derken kendi kamburunu kendi çocuğuna teslim etmişti. Bu sevgi değildi, pişmanlık hiç değildi. Bu saf kötülüktü, utançtı, aptallıktı. Günlerdir verdiği savaşın sonunda bir karara varabilmişti, zaten başka seçenek düşünülemezdi. Asla babasına benzemeyecekti. Şimdiye kadar yaptığının aksine. Bu sebeple konuşmak adına başını hafifçe sağa eğdi, mesajı alan adam yüzünde tek mimik oynamadan ayak uydurdu. Çınar'ı tanırdı, dilinin ucunda söylemek istedikleri olduğu belliydi.

 

 

Ortamdan uzaklaştıklarında daha sessiz bir alana geçmişlerdi, kısaca etrafta göz gezdirdi. "Sorun ne evlat?" Mansur'un sorusuyla mavileri siyahlarına karıştı. Nasıl söylenirdi bilemedi, öylesine lanet bir şeydi ki yapılan, kendi babasından bir kez daha utanmıştı. Küçüldükçe küçüldü karşısında, yerin dibine girdi. Utanç duygusu insanda bulunduğu sürece o kişi yanlışlardan kaçınırdı, ne yazık ki insanlarımızın içinde artık utanç duygusu yoktu. Fakat bundan kötüsü vicdan da yoktu; Kadınların, kız çocuklarının, bebeklerin hatta hayvanların katledildiği bir dünyadaydık. Sol göğsünde az insanlık olan biri buna yanardı, kül olurdu. Ses çıkarmak bir yana dursun susuluyordu, konuşulunca da kısa zamanda unutuluyordu. İnsalık buysa vay halimize denecek hâldeydik, yazık. Çınar tırnaklarını avuç içine batırarak bakışlarını yere indirdi, ilk ve son kez birinin önünde başını eğdi. "Ben nasıl söylenir bilmiyorum.." normalde şen şakrak gördüğü oğlanın kısık sesi, mahçup tavırları Mansur'u da rahatsız etmişti. Bacak kadarken dahi sert bakışlı, Hava Harp kazanınca törende gözleriyle ben buradayım diye bağıran bir delikanlıydı. "Kaldır başını oğlum."

 

 

"Özür dilerim." sesi titrediğinde dudaklarını dişledi kanatmak istercesine, kuruyup çatlamış dudakları dayanamayarak istediğini verince ağzına yayılan metalik tat kandan başka bir şey değildi. "Babam adına, özür dilerim." bir çocuğun omzuna babasının hatasının yükünün verilmesi ağır bir şeydi. Ne babalar vardı ki kendi öz çocuklarını bir çok kötü duruma düşüren.. Acıydı. "Açık konuş evlat." sıkıntıyla konuştuğunda çenesinden tutarak başını sertçe kaldırdı. Asker olacak biri başını eğemezdi. "Bunu okuyun." cebinden çıkardığı buruşmuş kağıdı karşısındaki adama uzattı. Mansur kaşlarını çatarak kağıt parçasını kavradığında saniyeler içerisinde okumuştu.

 

 

"Çınar.." cümlesini bitiremeden avuç içlerine bırakılan dosyayla duraksadı. Tüm bilgilerin içinde buldunduğu kalın bir dosyaydı. Sabahtandır açmadığı kabanından çıkarmıştı. "Ben babamın hatasının bir parçası olmayacağım. Devlete ait olan devletindir." göze aldığı riskler öylesine fazlaydı ki, başta kardeşinin canını, sonra kendi canını ortaya koymuştu. Fakat kaybedecek hiçbir şeyi yoktu, Alçin için gerekli korumalar sağlansa yeterdi. Fazlasını istemiyordu. Kardeşini de en iyi vatanı korurdu, karşısındaki adam bunu yapabilecek güce sahipti. Babası kaybolan akıl sağlığı ve yaşadığı tehditlerden dolayı çaresizliğin içinde kaybolmuş olduğundan bunları görememişti. Oysa çözüm gözünün önündeydi, korku insana her şeyi yaptırırdı. Sevgi ise en büyük zaaftı. Ailesini ölüme sürükleyen birinde sevgi bulunur muydu emin değildi. Ama korkak olduğuna kesinlikle emindi.

 

 

Mansur elindeki belgelerle maviler arasında dönüp dolaşan gözlerini sıkıca kapattı. "Neden?" diye sordu dakikalar sonra. Başta verdiği cevap yeterli değildi, hayatlarının garantisiydi kağıtlar. "Vatanıma ihanet etmem." tek cümle, tek anlam. Çenesini dikerek karşısına baktı. Orta yaşlı adamın neler düşündüğünü kestiremiyordu, saniyelik gurur görmüştü gözlerinde.

 

 

"Beni o adamın oğlu olarak görmeyin artık, bunu kesinlikle istemiyorum. Tek ricam kardeşimin canını korumanız." netti, başka söylenecek bir şey yoktu. "Bu dosyayı bana sen vermedin, mektup da yok ortada." ikinci kişiyi bulmak için vereceği çabadan Çınar'a bahsetmeyecekti. Yalnızca delikanlının adını temize çıkaracaktı. Mektup da, belgeler de babasının hain ilan edilmesine sebep olacağından çocuklarına da şüpheyle yaklaşılacaktı. Belgeleri devlete teslim eden oğlanı Mansur Albay dışında kimse anlamazdı, bu yüzden ilk kez yakalarını kirleterek kuralları çiğnemişti. Çınar ona güvenerek onayladığında aralarında geçen sessiz anlaşmanın ardından odadan çıkarak gitmişti. Daha gömülmesi gereken bir ailesi vardı.

 

 

"Abim.." yağmurun ıslattığı toprağın üzerinde usul usul ağlıyordu küçük kız. Kimsenin kaldırmaya gücü yetmemişti, öylece annesinin mezarının üstüne yatmış, toprağına sarılmıştı. Gök bugün onlara ağlıyordu, ölümlerindeki gibi yağıyordu yağmur. Günahlar temizlenmiyordu akanlarla fakat bulanıklaşıyordu. Son toprağı da atmıştı Çınar, sonuncusu Aşkım'ın küçük tabutunun üzerineydi. Sapı sıkarak tüm acısını tahta parçasına vermeyi denemişti, olmamıştı. İnsan annesini gömer miydi, insan kardeşini gömer miydi? Gömermiş diye geçirdi içinden.

 

 

Toprağın altına onlar giremeden kendi girmişti, küreği her indirip kaldırdığında tonlarca ağırlığı bedenlerine fırlatmak yerine canından olmayı dilemişti.

 

 

"Anne korkuyorum.." elindekini yere atarak kardeşinin yanına ilerledi, elbisesi ıslak topraktan dolayı kirlenmişti. Çevredeki insanlar onları izliyor, bazıları ağlıyordu. "Kızım, gel abim güzelim." ince bedeni kucakladığında küçük ellerini soğuk beyaz fayansa yaslayarak çığlık atıyordu, "Bırak! Abi!" en zoru da buydu. O anlardı da Alçin nasıl anlayacaktı bu gidişi? Vedalar zordu. Vedalar çok zordu, üstelik giden kişinin dönmeyeceğine tam anlamıyla emin olunca elden çare de gelmiyordu. Boşluğundan faydalanarak Aşkım'ın mezarına koşan kıza sakince bakındı, yorulmuştu. Hastaneden çıkalı daha bir gün olmuyordu ama birinin sorumluluğunu almak, toparlanamamışken bunu yapmak yıpratıyordu.

 

 

Bir kaç adımla yanına vararak sessizce tuttu küçüğü, ardından saçlarını öptü. "Canım, artık gitmemiz lazım abim. Kapatacaklarmış burayı." yalan bazen bir kaçıştı. Eninde sonunda ortaya çıkacak olsa da anı kurtarmaya yetiyordu. Alçin başını olumsuz anlamda salladı, "Ablalar gitmez, Aşkım üşür." ağırca yutkundu Çınar, gözleri Leylak'a kaydığında yardım için yanlarına gelen kadına bir kez daha minnet doldu. Fakat Alçin onu da dinlemedi, sonunda abisi tarafından kucaklanarak zorla çıkarılıyordu.

 

 

"Babam! Babamla vedalaşacağım, indir."

 

 

"Vaktimiz kalmamış."

 

 

"Bırak beni! Abi bırak."

 

 

"Olmaz, lütfen kızım."

 

 

Mansur Albay duruma müdahele ettiğinde geniş bir arabanın içinde eve gidiyorlardı. Avukatla görüşmeleri vardı, sessizce yolu izleyen Çınar ise durgundu. Artık mutluluk yoktu, büyümüştü.

 

 

 

Bir yıl, iki ay sonra -

 

 

Şehitlik

 

 

Maviler çığlıktı, bakışlar kayboluş. Adım adım ilerlerken yağmur her zamanki yerini koruyordu. Tam olarak bir yıl, iki ay sonra gelebilmişti mezarlarına. Omuzları düşük, göz altları morarmıştı. Her şeyden vazgeçmişti artık, dayanamıyordu. İnsan başında anası olmayınca direnemiyordu, güçsüzdü genç oğlan, acizdi. Yalpalayarak yürüyordu gecenin bu saatinde mezarlığa. Saçı başı ıslanmıştı, soğuk fayansın önünde durduğunda annesinin ismini okudu; Gülhan MEVA. Yanında küçük bir mezar daha, Aşkım MEVA. Ve her ne kadar burada olmasını istemese de bir diğeri. Denizhan MEVA. Gözleri oraya değmeden annesine doğru ilerledi, çekinmeden toprağına uzandı. Sıkıca sarıldı. Titremeleri en yüksek seviyedeydi.

 

 

Su damlaları tüm sertliğiyle bulunduğu yeri sırılsıklam yaparken ıslanan topraktan gelen taşlar yüzüne batıyordu. Küçük ama keskin olanlar suratını hafifçe kestiğinde kanı anasının toprağını süslemişti. İlk defa gözyaşı akıttı o an, ne sorumluluğunda olduğu küçük kız kardeşi, ne de babasının boynuna doladığı urgan değildi sebebi. Yanağını çizen taş parçasıydı.

 

 

Hıçkırıkları gök harlandıkça arttı, öyle ki kendi dahi zor duyuyordu sesini. Çınar buydu; Sesini kendine bile duyuramayan, görülmeyen.

 

 

Saatlerce yüksek seslerle ağladı, küçüldü, yok oldu. O an anladı; Ölüm yalnızca fiziksel olmazdı. Ruh boğulurdu, kalan çırpınırdı. Defalarca keşke demişti gittiklerinden beri, keşke ben de ölseydim, keşke onlar yaşasalardı, fakat imkansızdı. Durgunluğu okuldaki öğretmenlerini de endişelendirir olmuştu, sosyal olan çocuk gitmiş yerine yemeklerini tek başına kuytuda yiyen biri gelmişti. Çoğu zaman yemiyordu da, orası ayrıydı. "Annem.." göğsü hızla inip kalkarken kendine hakim olamıyordu. "Annem çok zor yemin ederim sana, çok kötüyüm." güçlükle geriye kayarak yanağını soğuk fayansa yasladı, gözyaşları durmak bilmiyordu. "Sen gittiğinden beri sanki boğuluyorum annem, her gün ölüyorum." burnunu çekti, ağlaması durulmuş yerini korkutucu bir sakinliğe bırakmıştı. "Çok büyük bir savaş veriyorum sırf yanlış bir şey yapmamak için. Sırf doğru olabilmek.. Doğru olabilmek.." mırıldanmaları duraksadığında cümleleri tam kuramayacak durumdaydı. "Ben özür dilerim, olmuyor benden annem ben buyum." buraya gelme sebebi son kez dünya gözüyle mezarlarını görebilmekti. Çünkü Çınar bitiyordu.

 

 

Geçen zamanın ardından ayaklanarak mezardan uzaklaştı, sokaklarda bir gören bir daha bakıyordu. Yavaşlıkla yürüyen beden etten kemiktendi, hiçbir zaman fazlası olmamıştı ama acının ağırlığı o kadar büyüktü ki onu eziyordu. Ölüm gidenler için değil, geride kalanlar içindi. Bir isim vermiştik gidenlere, yasımız olmuşlardı. Sürecin içindeyken karanlığın uğultusu insanın psikolojisini bozacak dereceye getiriyordu. Karanlığın sesi mi olurmuş demeyin. Öyle bir olur ki, bazen o karanlıkta yasını tuttuklarımızın sesi yankılanır; Suçlarlar bizi, özlerler bizi, nefret ederler bizden, severler bizi. Özletirler kendilerini, yanlarına gideriz biz de.

 

 

Yükselen kahkaha sesleriyle adımları durdu genç oğlanın, başını hafifçe sola çevirdi. Demir yeşil bir kapı ilişti önce gözüne. Üstü kapalı bahçede oturan aile şen şakrak bir sohbetin içindeydi. Yağmuru kimse umursamıyor, damlalar da onları ıslatmıyordu. Anne olan çocuklarından birini göğsüne yaslamış saçlarını seviyordu. Kardeşler gülüşüyordu. Baba olan ise ihanet etmiyordu. Burukça bakındı mutlu aile tablosuna, gözünden usulca bir yaş süzüldü. İç çekti, bir nefesle ilerledi.

 

 

Ölüme gitmeden önce son kez Alçin'in iyiliğinden emin olmak istiyordu, uzun zamandır görmemişti küçük kardeşini. Hoş, bir daha da göremeyecekti. Çınar hayatından vazgeçmişti, yorulmuştu. Yürüye yürüye geldiği koca evin önünde durdu, bir çocuğu sonsuz yalnızlığa sürüklemenin yükü ağırdı. Fakat bir kez olsun bencil olmak istiyordu, her gece göz kapakları ağlamaktan şişerek kapanırken onu düşünmek istemiyordu. Cenazeden sonra usülen yurda verilmesi gerekmişti, kendisi yatılı okuyordu ve reşit değildi. Akrabalar sırtlarını dönmüşlerdi, istenmemişlerdi. Mansur iki çocuğu evlat edinmek istese de bazı sebeplerden ötürü olmamıştı. Vatan kızı göz bebeği misali korurken günlerce aç mıdır susuz mudur diye düşünerek kendini hasta etmişti. Sonunda bir aile Alçin'i istediğinde ilk düşündüğü şey onun rızası olmuştu. Eğer mutlu olacaksa ikinci bir aile ilkinin izlerini silebilirdi, öyle ki öz ailesini unutması için yalvarmıştı Yaradan'a, dualar etmişti. Ardından tanışmış, kızının da aile istediğini anlamıştı. Güvenilir olduklarını düşünüyordu, gönül rahatlığıyla olmasa da izin vermişti. En azından onu kendinden başka seven insanlar vardı. Yokluğu koymazdı. Yine de kalbi aksini söylüyordu, hayatta tek dalı abisiydi.

 

 

Malikanenin içine ilerleyerek merdivenleri çıktı teker teker, kapının önüne geldiğinde zorla gülümseyerek zile bastı. Cebine sakladığı çikolataya bakındı kısaca, ona alabildiği tek şey buydu. Kendine ise hiçbir şey. Emindi ki yaşadığı yerde çok daha iyilerine sahipti fakat elinden bu geliyordu. Hiç düşünmeden üzerine bırakılan tüm mal varlığını reddetmişti, yazlıkları hariç. Oranın anlamı büyüktü.

 

 

Çalışan kapıyı açtığında gördüğü bedenle gülümseyerek onu içeriye aldı, çamurlu botlarına aldırış etmeden geniş salona vardığında sessizce bekledi bir süre. Bu hareketi kuleli de yapsa hocaları, özellikle de Kara Bela Necmi, diş fırçasıyla tüm koridorları fayans araları beyazlayana kadar temizletirdi. Dakikalar birbirini götürürken merdivenlerden telaşla bağıran kadının sesi ortamı inlettiğinde düşüncelerinden sıyrılarak ayaklandı, Alçin'in yaralandığını söylüyordu. O an nasıl koştuğunu anlamadan merdivenleri bitirdi, burkulan bileğine rağmen hızını kesmemişti.

 

 

Siyah kapıyı ittirdiğinde yerde saçları kana karışmış kardeşini gördü.

 

 

Belinden akan kan gölünün içinde uzanıyordu, beyaz üstü artık kırmızıydı. Cam parçaları çevresine saçılmış, kesiği vücudunu süslemişti.

 

 

Dönüşü olmayan izler oluşmuştu. Ve bu izleri kimlerin açacağı hiçbir zaman belli olmazdı, yaralarımız en beklemediğimiz kişilerden bize armağan edilen derslerdi. Acısıyla, hüznüyle. Bedenen, ruhen. Hayat bu kadardı, kimileri erken yaralanırdı, kimileri geç. Ama eninde sonunda başkalarının izlerini her daim bizimle olacak bedenimizde saklardık, belki de en zoru buydu. İstenmeyen anıların tenimize sinmesiydi, kötüydü.

 

 

"Alçin!" yanına koşarak dikkatle sardı küçüğü. Gözleri kapalıydı. Yanakları ıslak.

 

 

Kucağındaki bedenle kapıya koştuğunda ambulans diye yalvarıyordu. "Güzelim, kızım bana bak, nolur kızım." titrek sesiyle yanağını kardeşinin alnına yasladı. Esra Hanım delirmiş bir biçimde etrafta dönüp duruyordu. "Abim ölürüm abim, nolur." ağzından çıkanları idrak edebilecek durumda değildi, yalnızca ileri geri sallanıyordu. "Bir sen varsın, lütfen." kendi kendine konuşuyordu. "Nolur, bir şey olmasın lütfen." başını kaldırarak tavana diktiği bakışlarıyla dudaklarından bir hıçkırık kaçtı. Çalışandan istediği temiz havlu geldiğinde beline bastırdı, kanı bir süre önlemesi gerekiyordu. Yüreği mahşer yeriydi.

 

 

Ölüme gideceği esnada vedalaşacağı çocuğu kaybediyordu. Ona sarılarak beklediği sürecin sonunda gelen ambulansla arkadaki yerini aldı.

 

 

Ferit Bey'in çalıştığı hastaneye geldiklerinde girişte onları korkuyla bekleyen adamla karşılaşmışlardı. Sedyeye yatırılan Alçin'le beraber Çınar'da koşturdu. Bir noktadan sonra alamayacaklarını söylediklerinde geride kalmıştı, o günkü gibi. Hastane koridorlarında. Derince nefes alarak ellerini kısa saçlarından geçirdi, neler döndüğünü anlamıyordu.

 

 

Çevresine bakındı, endişeyle kaplı gözler onunkilerle buluştuğunda kaçınmışlardı. Dişlerini sıkarak kadına doğru ilerledi. "Ne s*kim döndüğünü söyle bana!" tükürürcesine konuştuğunda cevap gelmemişti. Koca elleri kolunu sardı. "Korkuyorsun, sen yaptın değil mi?" bedeni sarsarak duvara ittirdiğinde kadın başını hızla sağa sola sallamıştı. Yalan söylüyordu. Kendi gözleriyle de görmüştü, odadan çıkan oydu ki hemşireler camın başkası tarafından saplandığını tespit etmişlerdi. En son odadan çıkan da, tek göz yaşı akıtmayan da Esra Hanım'dı, tüm oklar onu gösteriyordu.

 

 

Aradaki bağırışıma arttığında onları ayıran personeller de zor duruma girmişlerdi. Esra yapmadığını söylüyordu, Çınar ise tam tersini. Tartışmalarının sonunda kadını koridordan çıkardıklarında abisi iki saate yakın orada beklemişti. Bitkinlikle, nefesi giderek. Yüreği bir yası daha kaldıramazdı, on sekizinde her şeyini kaybedemezdi. O gece ne saatler ilerledi, ne de duygular duruldu. Acı acıyı getirdi, kalp her defasında daha da bedeni kanattı. Yaralar zehirli izler misali ruhu kapladı. Sarmaşıktı. Gün yeniden doğdu, Alçin bir kez daha öldü. Ve hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

 

-

 

 

 

Günümüz -

 

 

Göreve çıkmadan dört ay öncesi.

 

 

Yılların getirisiyle kıdemlenen Mansur, artık Tuğgeneral'di. Yaşına göre asla kaybolmayan dik duruşu ve çatık kaşlarıyla hem düşmana, hem de bazen dosta da korku salıyordu. Verdiği sözlerden geri durmazdı, elini Alçin'in üzerinden bir kez olsun çekmemiş, onun ruhu duymadan göz kulak olmuştu.

 

 

Oğlu olarak gördüğü Çınar'a bir çok konuda destek oluyordu. Fakat bir şey hariç; Alçin'in seçtiği meslek onu düşmanların önüne sürüyordu. Bu durumdan kaynaklı Mansur dahi bir yere kadar koruyabiliyordu. Ama vatanını seven birine engel olamazdı, bunun farkındalığıyla ne Çınar'a ses etmiş, ne de kadının izlediği yolun önüne taş koymuştu. Sessizliği seçerek arkasında gölge olmayı tercih etmişti. Karanlıkta da aydınlıkta da her daim yanımızda gölgeler bulunurdu. Gerek kendimizin, gerek başkasının.

 

 

"B, bilgi ver."

 

 

"Komutanım savcının frenleri kesildi."

 

 

Sıkıntılı bir nefes verdi Mansur, yeraltından olan bu adamı seçmekle doğru bir karar vermişti.

 

 

"Halletiniz mi?"

 

 

"Değiştirildi komutanım. Şu anlık risk bulunmuyor."

 

 

Camdan bakarak ellerini cebine soktu, sisli hava Ankara'nın soğuğunu dışarıdaki insanlara keskin bir şekilde hissettiriyordu. Askerler içtimadalardı, başlarında olan kişi kaçınılmazdı; Bomba Ilgaz. Tek bombayla çete çökerten bu adamın adı bu şekilde yayılmıştı, deliydi. O operasyondan sonra Binbaşı rütbesi alması ise şerefti. Yüzünü kapatan bezle gözleri hızla camı, Mansur'u buldu. Şahin bakışlarıyla kilometrelerce uzaklıkta bile insan bedenini kontrol altına alabiliyordu. Ayrıca fazlasıyla da dikkatli bir askerdi.

 

 

Esas durarak selam verdi, duruşu dikleşen Mansur gülümsedi. Kulağındaki telefonu kapatmadan önce onu el işaretiyle odasına çağırdı.

 

 

"Alçin'e göz kulak ol, dikkat et."

 

 

Ardından parmakları rehberdeki diğer bir numaraya kaydı, Oğlum Çınar. Ekrana basarak açmasını bekledi, o esnada koltuğa kurularak bacak bacak üzerine attı. Hoparlöre vererek masanın üzerine koyduğu telefon ikinci çalışta sustuğunda odanın içini dolduran sesle yüzünde samimi bir ifade yer edindi, "Amcam?" çocukluğu gözleri önüne geldiğinde yüreğini sıcaklık sardı. Babasının aldığı minik askeri formayla bahçede koşar, yemekhaneyi birbirine katardı.

 

 

Boğazını temizledi. "Oğlum, napıyorsun?" kısa bir hışırtının ardından cevapladı, "Evdeyim amcam, izin günüm. Canım sıkkın biraz, sen napıyorsun?" duyduğu cümleyle kaşları çatıldı. "Kim sıktı canını? Söyle alayım canını." yükselen kahkahayla eşzamanlı olarak kapı tıklandığında komut vererek içeri giren Binbaşıya oturması adına koltuğu gösterdi. Cüsseli beden sessizce oturduğunda gözleri istemsiz telefona kaydı. Yutkunarak gülen adamı dinlediğinde Mansur'un manidar bakışlarıyla karşılaştı. Çınar tekrardan kafa girdi, "O zor amcam, Alçin'le tartıştık biraz." devam etti, "Benimkiyle beni gördü el ele, sonrası karışık. Konuşmuyor benimle şu an."

 

 

"Seni mi kıskandı evladım?"

 

 

Kısaca güldü, "Ah be amcam keşke. Nişanlını benden nasıl saklarsın diye azar çekti diyelim."

 

 

"Nişanlandınız mı?" sesinde saklayamadığı bir hayret belirmişti. Binbaşı yerinde rahatsızca kıpırdanarak devamını dinledi.

 

 

"Her şey ani gelişti amcam, kutlama olmadı. Evlilik teklifi henüz."

 

 

Gülümsedi Mansur. "Haklı benim Alçin kızım, sen çok konuşma öyle." oysa Alçin onu tanımıyordu.

 

 

"Amcam sen de iyi cephe alıyorsun bana konu kızın olunca."

 

 

"Günün birinde karşına bir adam çıkardığında göreceğim ben seni evlat."

 

 

Muhtemelen bir şey içtiğinden boğazında kalan Çınar ard arda öksürdü, "Amcam tövbe de, daha küçük benim kızım. Korkutma beni." tahtaya vurma sesi geldiğinde Mansur ufak bir kahkaha attı.

 

 

"Ben anlamam evladım."

 

 

"Amcam.." endişeyle sordu, "Bir şey mi gördün? Biri mi var, kim?" Mansur'un kahkahası devasa bir hâl aldığında sessiz kaldı. Kızın hayatında şimdiye kadar kimseyi görmemişti, bir kaç iş arkadaşı ya da üniversiteden erkeklerle dostca yan yana bulunmuştu ama bunun dışında sevgiye dair bir şeyler yoktu. Olsa da bu deliye söylenmezdi. "Yok oğlum, maalesef yok." Çınar bir şeyler söylenirken Binbaşı maskesini indirdi, kahveleri ekranda geziniyor, hüznünü saklayamıyordu.

 

 

"Neyse amcam, göreve gideceğim ben de."

 

 

"Gitmeden yanıma uğra."

 

 

"Nasıl amcam?"

 

 

"Asker, rütbe!"

 

 

Ciddiyetle, "Anlaşıldı komutanım!" sesi odayı doldurduğunda cevap hızlı geldi.

 

 

"Ben gerekenleri ayarladım, iki saate yanımdasın."

 

 

"Emredersiniz komutanım."

 

 

"Başka bir şey yok. Bekleyeceğim."

 

 

"Anlaşıldı komutanım."

 

 

Kapanan telefonun ardından karşısındaki adama döndü, sorgular gözleri çok daha fazlasını bilmek istese de rütbe gereği saygıyla sessizliğini korudu. Bir kez daha. Mansur arkasına yaslanarak masanın üzerindeki topu avuç içlerine aldı, Binbaşı onun en büyük kozu olacaktı. Çınar'ın riske atacağı hayatına karşılık bir çözüm. Düşman ininden eliyle bulmuş gibi çıkarabilecek tek insan. Gözleri kısıldığında karşısındaki adamı süzdü, işe yarardı. Emindi. Cehennemin ateşini kendi yakacaktı fakat elleriyle söndürmesini de çok iyi biliyordu, sadece biraz zorlu olacaktı.

 

 

 

İki saat sonrası -

 

 

Ankara

 

 

Maviler inişe geçen helikopterle etrafı incelerken sonunda yere değmeleriyle kemerini çözdü, üstünde askeri forması, sırtında kocaman çantası vardı.

 

 

Kapıyı açarak aşağıya indiğinde postalları zemine sert bir vuruşla ses çıkardı. Karşısındaki adamı görmesiyle esas duruşa geçerken ciddiydi.

 

 

Siyah gözler duygudan yoksun gibi gelse de öyle olmadığını çok iyi biliyordu, etrafta Albay, Yarbay ve bir adam daha vardı. Tanıdık simasıyla kaşlarını çattığında gözlerini tekrardan Mansur'a çevirdi.

 

 

"Serbest asker."

 

 

Kollarını açarak gülümsediğinde yaşlanmış bedene bir kaç adım ilerleyerek sarıldı, özlemişti. O günden sonra baba denen kavram yanıp kül olmuş olsa da Mansur alevlerin dahi güzel olduğunu kanıtlar nitelikte canlanmıştı hayatında. Kollarını açarak gülümsedi. Baba vardı. Canlı kanlı kolları arasındaydı, kan bağı gerekmezdi. Bazıları kendi çocuğuna kıyarken, bazıları o çocuğun tek gözyaşına dünyaları çekip çevirebiliyordu. Değerliydi işte. Seviyorlardı birbirlerini.

 

 

"Amcam.."

 

 

"Evladım." sesi titrediğinde geriye çekilerek suratını avuç içleri arasına aldı. Mavilerine bakındı, hassas olduğu tek insandı. Çınar elini öpmek adına hamle yaptığında ensesine şamarı yemişti, "Özür dilerim amcam benim." yiyeceği azarı biliyordu. Kollarını açmak yemdi, önce el öpülür, hürmet gösterilirdi. Mansur söylenmeden özrünü dileyerek bir tür götünü kurtarmıştı, dırdırı çekilmiyordu. Çevresindekilere göz gezdirdi, kahvelere değdiğinde baş selamı verdi. Aynı şekilde karşılık aldığında önüne döndü.

 

 

Dakikaların ardından toplantı odasındalardı. Neler döndüğünü bilmeyen tek kişi Çınar'dı. Binbaşının tam yanında oturmuş, yandan yandan ona bakıyordu. Gerilen omuzları formasından belliydi, ikisinin arasında anlamsız bir gerginlik varken maviler tanıyıp tanımadığı konusunda emin olmak için direkt olarak onu buldu. Yakından bakmıştı. Keskin yüz hatlarının yanı sıra dolgun sayılabilecek yanaklara sahipti, esmer teni hafif kavruktu. Yoğun saçları klasik asker traşı kesimiydi, yaşı yaşına yakın olmalıydı. Kahveler de kendine döndüğünde ne var dercesine göz kırptı. Zayıf hafızası olan biri değildi, bu adamı daha önce görmemişti. Cevaplamadan geri önüne döndüğünde bir süre daha gözler ondan çekilmedi. "Buraya neden geldiğini merak ediyorsundur." Mansur'un sesi aralarındaki havayı böldüğünde Çınar başını olumlu anlamda salladı.

 

 

Rütbede olup olmadığını anlayamıyordu. Bu sebeple, "Evet komutanım." diye de sözlü olarak cevaplandırdı. Öyle bir anda arama gelmişti ki, Verda'nın nazlanmasına sebep olmuştu. Başkası olsa asla açmayacağı telefon amcasından geldiğinde cevaplamak zorunda kalmıştı. Yoksa yanında huysuz yâri olduğu sürece herhangi bir insanla ilgilenmesi imkansızdı, biraz kıskanç bir kadındı. Bazen de fazlasıyla hırçın. Tam o sertliğin yaşandığı dakikalarda telefon sesi dördüncüye kalmadan bölmüştü ikiliyi. Derin bir nefes aldı, şu an evde güzel nişanlısının yanında olması gerekirken üzerinde üniformasıyla adamların yanındaydı. Boynunu sola eğerek çıtlattı, sabır diledi.

 

 

"Rütbede değiliz Çınar, kayıt yok." köşedeki kameralara kaydı bakışları, sonra tekrardan siyah gözlere. Dudaklarını ıslattı, "Sorun ne amca?" canını sıkacak şeyler olduğu ortadaydı.

 

 

"Kardeşin."

 

 

Oturduğu yerde dikleşti, sesli yutkunduğunda, "Anlamadım amca?" diye sordu. Korku vücudunda sinsice gezinirken dişlerini sıktı.

 

 

Kansızlardan değil, ona bir şey olmasından korkuyordu. Alçin'in başına gelecek herhangi bir zarar demek, herkesin başına gelecek büyük sıkıntılar demekti. Adamı yaşatmazdı. Şimdiden mavileri koyulaşırken vücudu ısınıyordu, ihtimali dahi damarlarındaki kanı kaynatıyordu. "Yıllar önce bana gelmiştin hatırlıyor musun? Bir dosyayla, bir canla." unutmak ne mümkündü. Bir dosya kumar, bir can kızıydı. Yanındaki adamlara güvenmesine rağmen şifreli konuşan amcasını onayladı, "Evet."

 

 

"İkinci sözü tutmak gün geçtikçe zorlaşıyor." ayaklandı Çınar duyduğuyla, "O ne demek amca?"

 

 

"2018, Kerkük. Düşman inine sızıp en sağlam adamlarını yakaladığın, geriye kalanları öldürdüğün gün. Ayrıca örgütün önemli binalarını da patlatarak büyük zarara sokmuştun. Hâlâ seninle gurur duyuyorum."

 

 

Ellerini ceplerinden çıkararak geniş demir masaya koydu Mansur, yanına aldığı Albay dosyaları önlerine serdiğinde ayaklanarak odanın ucundaki üstü kapalı tabloya ilerledi. "O operasyonun asıl nedeni; Yeni Üsteğmen olan Acar Acarbay'ı esir düştüğü düşman ininden kurtarmaktı. İki hafta. Onu oradan sen aldın." doğruydu hepsi, ama bunlar bilinen şeylerdi. Nereye gittiğini bilmediği konunun yanı sıra dosyayı aralayarak bizzat kendi yaşadıklarını okudu.

 

 

"Üsteğmen Acar Acarbay operasyon esnasında zorla alıkonulmuştur. Dört ay süren görevlerinin son kısmında yaşanılan beklenmedik gelişmeler ile iki hafta boyunca türlü işkence, bezdirme uygulanmaya çalışılmıştır. Bir Türk askeri olarak vatana ihanet etmemiş, şehadetine kadar sadık kalmıştır." aşağıda sağlık raporu, belgelenen fotoğrafları ve kısa süreli aldığı psikolojik destek de bulunuyordu. O dönemlerde yanında olduğundan fotoğraflarda kısaca göz gezdirdikten sonra geçti. Acar'ın ifadesini okumaya başladı.

 

 

"Sahada, görevin son demlerindeydik. Komut verildiği esnada ortamı kaplayan yoğun sis arasında kaşının ortasından mermiyle vurulan bir asker hatırlıyorum. Müdahele etmek için görevlendirildim, kan çok fazlaydı. Etten duvar oluşturan iki devremin kurşun sesleri hâlâ kulağımda çınlıyor. Fakat aynı anda ikisi de yere yığıldığında köşeye sıkışmıştık. Binbaşımız emirle destek ekip istemişti." ilk görev yeri Van'dı.

 

 

Oldukça sert bir binbaşının timinde bulunmuştu, zor olduğunu yalnızca duyan biri bile tahmin edebilirdi. Tahminlerin çok ötesinde bir zorluktu. Çınar'la o an yeniden tanışmış, sonra bir daha birbirlerini bırakmamışlardı. Geçmişe dayanan basit selamlaşmaları yalnızca o boyutla sınırlı kalmıştı, ama sonrasında Acar'ın yeni görev yeri olan Bingöl'e gelmesiyle dost değil, kardeş olmuşlardı birbirlerine. Mavileri devam etti okumaya.

 

 

"Mermiler tükendiği anda birebir dövüşe girdik, sonrasını hatırlamıyorum. Omzumun üzerinden akan ılık kanım var aklımda belli belirsiz, o kadar. Gözlerimi açtığımda rutubet tutmuş, iğrenç ve karanlık bir odadaydım.." yapılan işkenceleri, zulümleri anlatmıştı kısaca, "Şehadet getirdim, gözlerim kapanmak üzereyken son gördüğüm bir çift mavi gözdü. Benim askerim, benim vatanımın insanıydı." o an zihninde canlanırken gülümsedi, parçalanmış görüntüsünün aksine dudaklarında içten bir ifadeyle teşekkür dökülen adam kardeş olmazdı da ne olurdu? Akad'la aynı askeriyede olmalarına rağmen aralarında istemsiz oluşan mesafe onda hiçbir zaman olmamıştı. Aynı eve çıkmış, birbirlerine her şeylerini anlatmışlardı.

 

 

Biraz romantik olacaktı belki ama.. Çınar ona bağlıydı. Yürekten gelen şekilde.

 

 

Dosyada imzalar, mühürler vardı. Bakışlarını Mansur'a kaldırdı, konunun nereye varacağını merak ediyordu. "Sana yıllar öncesinden zaten garezleri vardı. Fakat o gün beklenmedik bir şey oldu." biten cümleyle Albay çubuğu tahtadaki resimlere vurdu, odağını o yöne çevirdi. İki adam vardı, onları tanımamak ise imkansızdı. Seyhan ve Fehdal. Babasıyla oğlu, kanlar içerisinde. Başlarında, en yukarıda o. Can dostu; Acar.

 

 

Bildiği hikayeyle işaret parmaklarıyla burun direğine bastırdı, bu ikilinin korkulu rüyasıydı. Üsteğmen rütbesini kolay almamıştı, gururla elde etmişti.

 

 

"Acar Acarbay. Önce örgüt lideri Seyhan'ı köşeye sıkıştırdı, sonra boynuna kasaturayı sapladı. Sonra oğlu Fehdal'in iki bacağından ve kollarından mermi yağmuru geçirerek bir süre topal Fehdal lakabını kazanmasını sağladı. Gerisinde leşlerini bıraktığını sanıyordu, anlattığına göre cesetlerini teslim etmek için poşete koyacaktı, binanın en üst katından, en alt katına diğer tim arkadaşlarını çağırmaya gitti. Döndüklerinde onları odada bulamadı." bu gizem hâlâ çözülememişti. Kimse o an, orada ne olduğunu tahmin edemiyordu.

 

 

"İntikam?" Çınar'ın sorusuyla tezi doğrulandı.

 

 

"Evet. Esir düştüğü operasyon tamamen düşmanların planıydı. Ve onlara bu denli zarar veren kişiyi ellerinden kurtaran ise sendin. Anlıyor musun?" sondaki imalı sorusuyla dudaklarını ıslattı.

 

 

Odadakilere bakındıktan sonra ensesini kaşıdı, "Konunun kardeşimle alakası nedir amca?" Mansur başını hafifçe sağa eğdi.

 

 

"Siz çıkın, kapıda durun." Binbaşı ve diğerlerini yollayarak ortamı boşalttığında sandalyeye oturdu. Çınar'da beklemeden kurulduğunda, "Amca anlat artık hadi." dedi sabırsızca. "Senin başın zaten büyük beladaydı. O dosyayı verdiğin andan itibaren." devlete bilgileri teslim etmesinin ardından öylesine büyük şeyler yaşanmıştı ki. Örgütü on yedisinde, hiçbir güç kullanmadan çökertmişti. Oysa en büyük güç cesaretti, fiziksel olarak bir şey yapmasa da doğruluğuyla düşmanları o yaşında dağıtmıştı.

 

 

Üyelerin yaşadıkları konumlara gitmişti askerler, aralarından önemli olanların yeri değiştirilmişti. Koz olarak kullanılanlar ise yakalanmıştı, bu sayede örgüt fazlasıyla azalmıştı. En azından onlar öyle sanıyorlardı.

 

 

Planlı saldırıların yalnızca iki tanesi, yani en büyük olanları değiştirilmişti. Geriye kalanlar engellenmiş, kimseye zarar gelmeden halledilmişti.

 

 

İtiraflar işlerini kolaylaştırmıştı.

 

 

Kamera kayıtlarıyla olası tehditleri öngörerek etkisiz hâle getirmişlerdi.

 

 

Anlaşmalar ile devletin içindeki hainler ortaya çıkmıştı, kendilerini ne kadara sattıkları işin en komik olan kısmıydı. Yazıktı.

 

 

Bulundukları ortamlara teker teker gidilmiş, takıldıkları yerler yakılmıştı. Kül olan yapıları güzel anılarla canlandırmak adına ortamın güvenliği sağlandıktan sonra sevgiyle filizlendirmişlerdi. Okullar, parklar yapılmıştı. Askerlerimiz bir çiçek misali yeniden açtırmışlardı bize ait olan toprakları. Hayran kalınasıydı, hayran olunurdu.

 

 

Düşmanların aile bilgileri pek tat getirmemişti, gereksizdi.

 

 

İçeri sokulan hainlerin anlaşmaları, bilgileri en büyük kanıt niteliğindeydi. Hepsi ansızın arkalarından ters kelepçe yiyerek içeri tıkılmışlardı, hak ettikleri muameleyi ise gördükleri konusunda herkes hemfikirdi. Muhtemelen şimdilerde hepsi ölüydü.

 

 

Olayların bir kısmı hatta çoğunluğu basına yansımıştı. Kimse arkasında kimin olduğunu bilmiyordu, Çınar'ın adı sır gibi saklanıyordu. Fakat karşı tarafın bilmesi yetiyordu, anlaşma yoktu. Yanmıştı, bitmişti, kül olmuştu. Alçin'e en yüksek güvenlikli korumalar verilirken bu yaşına kadar tehlikeleri ruhu duymamıştı. Ama şimdi belli ki vakit gelmişti, karşı tarafın beklediği tek şey kadının sahalara çıkmasıydı. Yanılmamışlardı. Mesleği Alçin'i öne atıyordu, kolayca yem olacak konumdaydı. Hiçbir şeyden haberi olmadığından kendini koruma çabası da yoktu, elden gelen bir şey kalmamıştı.

 

 

"Sen seneler önce yaptığın o hareketinle canınızı hiçe saydın. Yıllar sonra intikam almak istedikleri kişiyi avuçlarından çekerek de bunu ikiye katladın. Tüm bu zamanlar boyunca her daim yem oldun Çınar. Gerek farkında olarak, gerek bilmeden." sorun değildi, konu ne zaman kardeşine gelecekti? Önemli olan kısım orasıydı. Gerisiyle ilgilenmiyordu.

 

 

Lafını böldü dayanamayarak, "Amcam, ben.." devam edemedi. "Seni tanıyorum, umrunda olan tek şey kardeşin. Sorunları seninle ama istedikleri Alçin. Yıllar önce baban onların kızını öldürdü ve.."

 

 

"Onlar da benim kızımı öldürdüler amca, Aşkım yaşıyor mu şu an? Hayır. Benim de kızım öldü! Daha ne istiyorlar?" oysa biliyordu, kansızların sınırı yoktu. Ama konusu kardeşiydi, mantık kalmamıştı.

 

 

"Aşkım senin kızın değildi." her defasında kardeşlerini kendi çocuğu gibi sahiplenmesi Mansur'u üzüyordu. Maviler kedere büründü, "Kardeşlerim benim çocuklarım amca. Bu konuyu açma sakın."

 

 

"Oğlum.."

 

 

Elini kaldırarak mesafesini korumak istediğini belirterek engelledi, "Bana yalnızca kızımdan ne istediklerini söyle. Fazlası olmasın, gerçekten, lütfen." sesi titremişti. Köreltse de içinde hâlâ koca bir yaraydı babası, hakkında konuşmuyor, düşünmüyordu. Yenilgiyle başını olumlu anlamda salladı yaşlı adam, zaten duyacağı şeyler ağır gelecekti. "Onun peşindeler."

 

 

"Nasıl?"

 

 

"Alçin Askeri Savcı olurken bunların yaşanacağını zaten tahmin edebiliyorduk."

 

 

"Amca açık konuş bana."

 

 

"Bekledikleri an geldi, artık Alçin bazen benim bile onu koruyamayacağım bir konumda. Göz önünde. Savunmasız. Daha bu sabah arabanın frenlerini kesmişler Çınar, az kalsın.."

 

 

Bir an devam etmemeyi düşünmüştü, "Hayır, hayır ne diyeceksen de. Söyle ki ben de neyle karşı karşıya olduğumu bileyim."

 

 

"Bunu sürekli yapıyorlar, kaza süsü verecek biçimlerde onu öldürmeye çalışıyorlar. Geçenlerde kızı vurmak üzere olan tetikçi yakalandı, peşinde olan arabanın tekerleri kurşunla patlatıldı. Alçin'i öldürmeye çalışıyorlar."

 

 

"Amca onlara her şeyi yapan benim ben! Kızımdan ne istiyorlar, ben duruyorum burada."

 

 

"Babanın intikamını ve senin örgütlerini çökertme eşiğine getirmenin acısını istiyorlar. Sen sonraki hamlesin, önce sevdiğini almak istiyorlar senden. Her şey çok açık."

 

 

"Amca ben.."

 

 

Elleri titriyordu, yüzünü sertçe ovuşturdu. Çaresizlik her yerdeydi. Yıllar önce babasına kızıyordu, her şey çok açık, çözüm ortada demişti kendi kendine. Oysa şimdi o da aynı durumdaydı. Korku bedeni sarınca, insan sevdiğiyle sınanınca kalakalıyordu.

 

 

"Sakin ol halledeceğiz, beraber." bir planı vardı, riskliydi.

 

 

"Ne gerekirse yapmaya hazırım."

 

 

"Tek başına olmayacaksın."

 

 

"Kim var başka?"

 

 

Siyah gözler kapıya kaydı, "Buraya gel asker!" bağırışıyla ışık hızında tahta kapı aralandı. Binbaşı esas duruşa geçtiğinde Çınar'da ayaklanmıştı. Üstlerine karşılık öylece oturamazdı. Mansur serbest emri verdiğinde ikisi de sandalyelere oturdular.

 

 

"Sorun nedir amca?"

 

 

"Amca derken?" kaşları çatılan Çınar aralarındaki samimiyeti bilmiyordu.

 

 

"Kıskandın mı? Tepkini sevmedim aslan parçası."

 

 

"Döverim seni." ellerini masanın üzerine koyarak ciddiyetle söylemişti bu cümleyi. Sinir olmuştu, dönüşü yoktu. Bir kez uyuz olursa ölümüne nefret ederdi karşısındakinden. Huylu bir adamdı.

 

 

"Gel." mavilerle kahveler birbirine karışırken ayaklanan Çınar'ın koluna dokunan Mansur yerine geri oturttu. Sinirini çıkaracak yer arıyordu, üstü demez saldırırdı. İkisi de birbirinden deliydi, çekemezdi şu an. "Beni dinleyin." elini masaya vurarak tersçe birbirlerine bakan ikiliyi kendine çevirdi.

 

 

"Beraber göreve çıkacaksınız. Anlaşsanız iyi edersiniz."

 

 

"Plan nedir amcam?"

 

 

Sahiplik eki getirerek kur yapmıştı, adamın göz devirdiğini tahmin etmek ise zor değildi.

 

 

"Plan değil, sonuç odaklıyız. Fehdal ve Seyhan'ı getireceksiniz."

 

 

"Ölü? Diri?" Alçin'i kurtarmanın tek yolu buydu.

 

 

"Fark etmez, her türlü ölecekler."

 

 

"Bana uyar."

 

 

Binbaşı araya girdi, "Plan yapmalıyız."

 

 

Bu sefer göz deviren Çınar oldu, aslında haklıydı. Yine de içinden gelmişti.

 

 

Yarım saat süren konuşmalarının sonunda plan hazırdı. Bir taşla iki kuş vuracaklardı. Hem Alçin kurtulacak, hem de büyük bir örgüt çökertilecekti. İki gün sonraki operasyonda ikisinden biri canını öne atarak esir düşecekti, elde ettikleri asker basit biri olmadığından tahminen direkt olarak örgütün başlarına götürülücekti. Ama tahmin edilemeyen şey; Üzerinde saklı bir bomba olacaktı. Her an kendi dahil her birini patlatma ihtimali olan.

 

 

Fakat planın akışını bozan bir şey vardı.. Çınar'ın akşamına göreve çıkıp, bir daha dönmemesiydi.

 

-

 

 

 

Günümüz -

 

 

Askeriye

 

 

Bingöl geldiğimden beri soğuktu. Ben bu şehire geldiğimden beri ben değildim. Değişmiştim. Hem de fazlasıyla. İlk olarak zayıflamıştım, kilolu biri değildim fakat şu an gözüme batacak derecede vücudum erimişti. Düz kullandığım saçlarım kıvırcıktı, yapacak hâlim olmuyordu çoğu zaman. Belki de artık Ahsen ölüyordu, bilmiyorum, düşünecek zamana sahip de değildim. Kendimi öylesine abime kaptırmıştım ki acının içinde kaybolmuştum.

 

 

Her gün rüyalarıma giren kötü şeyler yoktu, çünkü zaten uyumuyordum. Yine de gündelik hayatımda gördüğüm halüsilasyonlar da kaybolmuştu, galiba son zamanlarda yaşadığım tek olumlu şey buydu. Belki abim esir düşmese burada çok daha mutlu olabilirdim. Tam yanımda benimle gökyüzünü izleyen Saadettin'e çevirdim gözlerimi. Artık mesafeli biri değildim. İnsanlara karşı olan ketum tavrım, soğuk ifadem kırılmıştı. İnkar edemezdim, çok güzel dostlar edinmiştim. Bunun için minnettardım, her zaman yanımdalardı. Bir an olsun bırakmıyorlardı.

 

 

Ve işin garip yanı kendi içimde bağlandığım insanların gittikçe artmasıydı.

 

 

Umay'dan sonra arkadaş edinememiştim, yalnızca konuşur geçerdim. Fakat şimdi Saadettin, Burak, Badem, Esin, Dila, G, H, hatta Baran bile vardı. Ne zaman bir kez konuştuğum insanları sevecek kadar kendimi kaptırmıştım? İçimdeki sevgi açlığı burada mı belli ediyordu kendini? Cevaplanması gereken çok soru vardı, doğru zamanda taşlar yerine oturacaktı. Koyu bulutlar huzursuzluğun aksine yaşam gibi hissettiriyordu. Soğuk rüzgarlar, yağmurlar, fırtınalar ve gökyüzü; Hepsi Alçin'di, bendim. Muhtemelen üşüttüğümden dolayı burnumu çektim, "Ne düşünüyorsun?" ciddiyetle karşıyı izliyordu. Sarı saç insanlardaki sert ifadeyi kırsa da onda asla öyle değildi, hatta Saadettin bence esmer olabilecek bir adam değildi. Derin bir nefes aldı, "Çetedeki esmer kadını düşünüyorum." öylesine dertli, sinirli gözükürken verdiği cevap aslında şaşırtıcı olsa da şaşırmadım. Alışmıştım. Bu yüzden, "Hangisini?" diye sorarken de sesim düz çıkmıştı.

 

 

"Adını bilmiyorum."

 

 

Kısaca isimlerini hatırlamaya çalıştım, "Asenat mı?" Mısır kökenliydi, normal şartlarda tanışmış olsak dönüp bir kaç kere bakabileceğim dehşet bir güzelliğe sahipti. Başını olumsuz anlamda salladı, "Fiona mı?" o olsa çok komik olabilirdi. Gözümüzün önünde H'nin suratının tam ortasına tekme atmıştı, üstelik kaslarıyla bir çok erkeği korkuttuğuna emindim. Görünüşlerini aklımdan geçirdim, "Ingrida mı?" dilini damağına vurarak onaylamaz bir ses çıkardı.

 

 

"O sarışın değil miydi?"

 

 

"Doğru, o olmaz."

 

 

Gözlerimi kısarak zihnimde canlanan bedenin adını hatırlamaya çalıştım, dilimin ucundaydı, "Julianus, evet!" gereksiz yükselişime engel olamayarak bir de üstüne omzuna yumruk atmıştım.

 

 

Hiç garipsemedi, "Nasıl unuturum! Evet o!" dedi heyecanla. Bu tepkisine kıkırdamaya başladığımda tekrardan burnumu çektim, bakışları beni bulduğunda kabanının cebinden çıkardığı mendili uzattı, "Al, sümüklü oldun iyice sende." söylenmesine göz devirerek paketten bir tane alarak burnumu sildim, "Hasta mı olacaksın?"

 

 

"Galiba."

 

 

"Salaksın çünkü. Yırttın k*çını başını."

 

 

"Düzgün konuş be." sabahtan beri hayal kuruyordum. Yaşadıklarıma gülecek kadar mutlu olacağım anları dört gözle bekliyordum. Gittiklerinden dakikalar sonra buraya kurulmuştum, sessizce gökyüzünü izliyor abim gelince neler olacağını canlandırmaya çalışıyordum kendimce. Evimizin salonunda ona kazandığım davaları anlatırken küçücük olmak, benimle gurur duyduğunda sevinçle kaplanmak istiyordum. Sıkıca sarılmak da vardı. Saçlarını sevmek, kulağımı göğsüne yaslamak istiyordum. Kalp atışlarını duymak bana çok iyi gelecekti. Bunların yanı sıra düşünmek istemediğim şeyler de vardı.. Abimin her şey için beni suçlaması gibi. Kaybettikleri bebeğinin katili olduğumu onun dilinden duymak beni bitirirdi. Bu ihtimal aklıma geldikçe yüreğimin sızısı vücudumu kasıyordu. Düşünmek için en geriye attığım şeylerin gerçekleşme ihtimali yıkım demekti. Titrek bir nefes aldım havadan, yetmedi. Ateşim büyüdükçe büyüdü, yayıldı. Yaktı.

 

 

Yan tarafımdan, "Alçin." mırıltısı manidar bir biçimde çıktığında düşüncelerimden sıyrılarak bakışlarımı ona çevirdim.

 

 

"Efendim?"

 

 

Onda nadiren gördüğüm ciddi ifade yerindeydi, kaşlarım çatıldı. Gözleri gözlerimde, "Özür dilerim senden." dedi. Böyle bir şeyi beklemediğimden afallasam da, "Sorun değil." diyebildim yalnızca. Olumsuz şeyleri duymak, hatırlamak, bilmek istemiyordum. Yarım saattir mutluluğu hissediyorken uzun zaman sonra yüzümün tekrardan solması kaçındığım bir şeydi. Fakat o durmadı, "Yaptığım yanlıştı, haberin doğruluğundan emin olmalıydım." başını önüne eğdi, bakışlarını kaçırdı.

 

 

"O gün o kadar zordu ki. Kalbin durmuş, öyle dediler yani. Yanına nasıl geldiğimi ben bilirim. Çok pişmanım. Ölebilirdin." duraksayarak, takılarak ve düşünerek teker teker konuştuğunda ondaki mahcubiyetin farkındaydım. Ne tamamen sorumlusuydu, ne de sorumlusu değildi. Çok aradaydı. Ben ise bu durumla ne yapacağımı çözemiyordum. O an derinlerden bir ses, ki bu annemin sesiydi, kalbimi dinlememi söyledi. Zihnimde canlanan anıyla beynimde şimşekler çaktı. Geçmişin tozları bir yaşanmışlığın da üzerinden üflendi. Ne yapacağını bilmediğin zamanlarda yüreğini dinle kızım, cevaplar sende saklı. Küçüğüm, henüz dokuz yaşındayım. Okuldan eve gelmişim, ağlayarak yüzümü yastığa gömmüşüm. O yaşlar için çaresiz sayılacak bir durumdayım, en azından ben öyle düşünüyorum. Akran zorbalığı ilk kez kendini göstermiş, kendimde hayran olduğum şeyden vurmuşlardı. Kıvırcık saçlarımdan. Herkesten farklı olan.

 

 

Benim ailem beni hiçbir insanın görünüşü ve ya herhangi bir şeyiyle dalga geçilmemesi gerektiğini öğreterek büyütmüşken diğer çocukların aileleri belli ki bunu yapmamışlardı. Sınıfın ortasında, o gün hevesle kısa kestirdiğim saçlarıma lakaplar takılarak bir çemberin içine alınmıştım. Çıkmama izin verilmemiş, hakaretlerle boğmuşlardı. Eve gidip kimseyle konuşmadan akşama kadar ağlamıştım, annem davalardan dolayı yoğun. Babam zaten askeriyede. Abimi hatırlamıyorum. Aşkım üç yaşında, küçük adımlarla odama gelmiş herkesin nefretini akıttığı saçlarımı minik elleriyle seviyor. Anlamıyor oysa ne olduğunu ama hissediyor. Tıpkı annemin dediği gibi. Kalbinin sesini dinliyor fakat bilmeyerek yapıyor bunu.

 

 

Sonra oyun istiyor, ben oynamayınca çığlığı kopartıyor. Annem koşarak odaya geliyor ve film orada kopuyor. Önce sakince bana sorular sorduğunu hatırlıyorum, hiçbirine cevap vermemiştim. Şimdi olsa omzuna kafamı gömer saatlerce her sorusunu cevaplardım. Bazı şeyleri kaybetmeden değerini anlayamıyorduk. Sessizliğimden dolayı gerilerek okulu arayıp ortalığı ayağa kaldırmıştı, öğrendiği şeyi de sınıf arkadaşlarımdan sessiz olan bir çocuk söylemişti. Ailelerle iletişime geçmeden beni önceliği yapmıştı.

 

 

Saatlerce saçlarımı sevmiş, öpmüştü. Gözyaşlarımın kaplandığı saçlarımdan nefret söylemlerini kopartmak istercesine her teline içi giderek bakmıştı. İncitmeden, kırmadan okşamıştı. Alçin'im demişti o güzel sesiyle. Yanaklarımı avuçları içine alarak, "Güzel kızım, benim canım." diye mırıldanmış burnumun ucunu öpmüştü. Aramızdaki minik bir sevgi diliydi.

 

 

"Sana bir sır vermemi ister misin?"

 

 

"İsterim."

 

 

"Ben de küçükken çok ağlardım. Hepsinde de anneme koşardım biliyor musun?" asla görmediğim anneannem. O zamanlar aklım ermiyordu, yalandı. Annem hiçbir zaman anne sevgisi görmemişti. Bizi de tüm yaralarına rağmen kusursuzca sevmişti. Sevgiyi bilmeyen bir çocuk, sevgi dolu yuvada yetişen çocuklar büyütmüştü.

 

 

"Neden ağlardın?" burnumu çekiyorum tıpkı şimdi olduğu gibi. Hep de sümüklüydüm tabi.

 

 

"Saçlarımdan dolayı. Sence nasıl gözüküyorlar?"

 

 

Hayranlıkla bakındığım saçlarını alıyorum ellerim arasına, öpüyorum.

 

 

"Çok güzel." diyorum fısıldayarak.

 

 

"Peki ben sana hep ne diyorum?" bizim saçlarımız seninle aynı, çok güzeliz.

 

 

Sanki bir gün bu sorunu yaşayacağımı bilirmişcesine küçüklüğümden beri bana aşılamaya çalıştığı o cümle. Ve artık bir kadın olarak annemi ezen ben.. Her fırsatta düzleştirdiğim saçlarıma gitti elim, içim de gitti. Kabul etmiyorum bir süre, reddediyorum annemi. Dakikalarca dil döküyor, kusurlarımdan seviyor beni. Sonra diyorum ki, ben bir daha nasıl o sınıfa gideceğim? Ne yapacağımı bilmiyorum. Yaşım küçükken yakındığım derdin büyüklüğü altında ezilmiştim. Yetişkin insanların içindeki nefreti bir süre sonra kabullenebilsem de küçücük çocukların bu kadar nefret dolu olmasını hâlâ konduramıyorum mesela. Ama bazı insanlar bu şekilde doğuyorlardı. Kötü, acıtan bir doğru.

 

 

O an bana gülümsüyor, gözleri kısılarak. Elini kalbime atıyor, o cümleyi söylüyor. Yılları deviriyorum, bir bakmışım ben hâlâ o küçük kızım. Yeniden çaresizim. Bu sefer daha büyük dertlerle. Annem artık fiziken değil, aklımda yanımda. Beni yeniden kurtarıyor, yol gösteriyor. Bir bakmışım ben artık büyük bir kadınım, ağlıyorum. Bu sefer yaralarım saçlarımda değil yüreğimde.

 

 

Saadettin'in omzumdaki elini fark etmemle özlem bulutu çevremden dağıldı. Hızla ona sarılarak, "Affettim seni." dedim. Çünkü hayat kısaydı. Bazen bazı sorunları yalnızca görmezden gelmek gerekirdi, sağlıklı değildi. Umrumda da değildi. Bizim yaşamlarımız diğer insanlardan farklıydı, her an ölebilirdik. Aylardır gözümün önünde canlı örnek olarak abim vardı. Ben birini daha kaybederek bunun pişmanlığını yaşamak istemiyordum. Kırgınlıklarım omzumda yük değil, yanımda dersler olarak kalabilirdi. Sonucunda ben üzülebilirdim. Emindim ki üzülmek pişmanlıktan çok daha iyiydi. Sırf bu korkumdan gelecekte yaşayacaklarımdan habersiz onu affettim. Tüm kalbimle.

 

 

"Ağlama lütfen." sırtımı okşadığında geriye çekildim, "Mutlu olmak istiyorum sadece." bitkinliğimin gözlerimi dahi söndürdüğünü biliyordum. Sarıya çalan gözlerini hüzün kapladı, "Sen mutlu olmayı hak ediyorsun." cebinden bir peçete daha çıkararak elime tutuşturdu, "Benim tek arkadaşım mutlu olmalı." dedi gülümseyerek. Tek arkadaşım kelimesiyle üzülsem de gülümsedim.

 

 

"Hiçbir zaman yalnız olmayacaksın." uçuşan saçlarımı kenara ittirdim. Bakışlarımız konuşuyordu, "Senin sayende." başımı onaylar şekilde salladım, "Söz veriyorum." ben verdiğim sözü tutardım, asla çiğnemezdim. Ortamdaki yoğun havayı dağıtmak istercesine ilk tanıştığımız anlardan bahsetti. Israrla benimle onlardan önce tanışmak istediğini çünkü sonrasında ondan nefret edeceğimden endişelendiğini söylemişti, hatta sürekli peşimde olduğundan utandığını ama başka çaresi olmadığını da eklemişti. Yağmurda başıma şemsiye vermediği sitemime kahkaha atmıştı, iş çıkışı önemli bir buluşması olduğundan saçlarının dağılmaması gerekiyormuş. Çapkın olduğu su götürmez bir gerçekti. Şimdi ise konu nasıl buraya gelmişti bilmiyorum fakat benim zor evleneceğimi söylüyordu.

 

 

"Kızım senin abin yüzbaşı anasını satayım, kimse almaz seni korkudan."

 

 

"Seven adam korkmaz bir kere."

 

 

"Hadi seni yine akılsızın birine kakalarız da seninkinin kardeşi ne yapacak?"

 

 

"Benimki kim?"

 

 

Çevreye bakındı, "Komutan, Acar." fısıltısından sonra eliyle ağzını kapattı.

 

 

"Bunu sonra konuşacağız. Hira'dan mı bahsediyorsun?" başını onaylar şekilde salladı.

 

 

"Annesi Albay, babası Yarbay, abileri Yüzbaşı. Üstelik aralarında kocaman yaşlar var." haklıydı. Dudaklarımı dişlediğimde ikimiz de kendimizi tutamayarak gülmüştük. Benim abim böyleyse onu düşünemiyordum. Aşık olacağı kişiye yazıktı.

 

 

Bir kaç dakika boyunca Leylak Hanım'ın kocasından daha kıdemli olmasını konuştuk. Herhangi bir sonuca varamadığımızda sessizliğe bürünmüştük. Çalan telefon ile ortam canlanırken kabanımın cebinden çıkardığım ekranda Umay yazıyordu. Sohbet esnasında onu arayarak her şeyi haber vermiş, buraya gelmesini söylemiştim.

 

 

"En tepedeyiz." onun küçük bedenini net olmasa da görebiliyorduk. Burası çok yüksekti. Söylenmelerine kıkırdadım, "Tamam geliyor." Saadettin'i onu alması için ikna ettiğimde koca alanda tek başımaydım. Ya da ben öyle sanıyordum.

 

 

Adımın söylenmesiyle irkilerek arkama döndüm, bana doğru yürüyen bedenle kaşlarım çatılırken şaşkınlıkla oturduğum yerde dikleştim. Verda, kahverengi kıvırcık havanın etkisiyle dağılmış saçlarıyla yanıma kuruldu. Heyecanla çevreme bakındım, o geldiyse abim de gelmişti. Burnumu silerek, "Abim, geldi mi?" diye sordum heyecanla. "Beni götürmediler." heyecanım sönerken neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Gerçi ben Acar ve tim üyeleri dışında kimseyi görmemiştim. Onun çoktan bindiğini sanıyordum.

 

 

"Son anda iptal edildi. Nedenini bilmiyorum, çok sinirliyim. Beni almadan gittiler, şaka gibi!" homurdanmalarıyla öylece bakındım. Önüme dönerek sessiz kaldım, ona bakacak yüzün var mı dedi sağımdan bir ses. Mahcubiyet bedenimi kapladığında ellerime çevirdim gözlerimi. Keşke gitseydi, şu anda yanımda olmamalıydı. "Sen ağladın mı?" çenemden tutarak yüzüme bakmaya çalıştığında kendimi geriye çektim. Temasını da, şefkatini de istemiyordum. Başımı olumsuz anlamda sallayarak sustum.

 

 

Suratıma bakmaya devam ettiğinin farkındaydım, gerginlikle, "Neden buradasın?" diye sordum. Aşağıda koordinatları ve daha bir çok şeyi inceleyebilirdi. Beni oraya sokmuyorlardı. Gittiklerinden beri baya zaman geçmişti.

 

 

"Senin için, beraber bekleriz diye düşündüm." oturduğu yerden yanıma yaklaşarak rüzgârın esintisiyle kokusunun burnuma gelmesini sağladı. Lavanta kokusu. Annem. Saadettin'in verdiği mendili burnuma bastırarak sildim. Çakan şimşekle ister istemez irkildiğimde kahveleri yeniden bana döndü, "Ben içeri geçeyim.." cümlemi kesen şey onun konuşmasıydı. "Biraz daha duralım, lütfen."

 

 

"Yağmur yağacak."

 

 

"Sevmez misin?"

 

 

"Ne önemi var?" gözlerimi gözleriyle buluşturduğumda içim sızlıyordu. Tekrar çektim bakışlarımı. "Aynı abisi." ağzının içinde gevelediği kelimelere kıkırdadı. "Çok benziyorsunuz." dedi daha sesli bir biçimde. Oysa benzemiyorduk. Göz devirdim, "Alakamız yok."

 

 

"Görünüş olarak evet. Ama kişilik olarak o kadar aynısınız ki, sana baktıkça onu görüyorum."

 

 

"Gerçekten mi?"

 

 

"Gerçekten."

 

 

İçimdeki çocuk kıpırdandı, mutlulukla koşturdu. Ufak şeylerden mutluluğu bulabiliyordum. Hayatımda en sevdiğim insana benzetilmek hoşuma gitmişti, hem de onun en sevdiği insan tarafından. Abimi tanıyordu, beni de tanıyordu. Başkasının söylemesiyle eşdeğer değildi. Değerliydi. "Neden bana bakmıyorsun?" sorusuyla yutkundum. Tırnaklarımın kenarındaki etleri yolmaktan kanatmıştım. Stres altındayken yaptığım davranışlardan biriydi, her hareketimi dikkatle incelediğinden görmüştü. Canım acıyordu. Bir insanın karşısında pişmanlıkla bulunmak zor bir duyguydu, utanmak ise kendi seçeneğimizdi. İkisini de yaşıyordum. Kontrolüm dışında, bilinçsizce sebep olduğum şeyin yükü ağırdı. Çok değil, dört ay önceki kendimi istiyordum. Dik başlı, ketum, duygusuz, kaba. Böyle yaşamak işimi kolaylaştırıyordu.

 

 

Fakat şu an tam tersiydim. Duygusal, çocuk gibi, güçsüz ve biraz da aptal. Tek başıma olmadığım sürece asla gözyaşı akıtmadığım zamanlara geri dönebilseydim başka şehir yazacağıma emindim. Çünkü şu an gözlerim dolu doluydu, dudaklarım titriyordu. Bununla yüzleşmem gerektiğinin farkındaydım. Eninde sonunda olacaktı. Annemi dinledim, kalbimi dinledim, "Neden benden sakladın?" ilk sorum buydu. Suratıma tokat atsa, bebeğimi senin yüzünden kaybettim dese haklıydı, susardım. Benden çıkaracağı tüm nefrete hazır olarak açmıştım konuyu.

 

 

"Neyi?"

 

 

"Verda, her şeyi duydum."

 

 

"Alçin, anlamıyorum. Açık konuşabilir misin?"

 

 

"Düşük yapmışsın." sesim titrediğinde iki kelimeyi bir araya getirmek güçtü. Bütün yaşanmışlıkların yanı sıra o bir kadındı. Abimin nişanlısı olmasını geçtim, bebeğini kaybedip acısını tek başına yaşamıştı. Ne hissedeceğimi çözemiyordum. Bir süre sessiz kaldı. Belli ki o da ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Dakikalar sonra konuştu. "Alçin.. Ben.. Bilmiyorum, söyleyemedim." diye tamamladı kendini.

 

 

"Özür dilerim." kurumaktan soyulmuş dudaklarımı dişledim.

 

 

Ellerimi sıktım, acımı bastırmaya çalıştım. Devam etmem gerekiyormuş gibi hissediyordum, "Sebebi benim. Biliyorum ne desem anlamsız gelecek fakat yemin ederim ki haberim yoktu. Bilsem.." cümleme devam edemeden kendimi sıkıca sarmalanmış olarak buldum. Kolları çevremde, kalbi kalbimde. Birbirinize emanetsiniz demişti abim. Ne o beni, ne de ben onları koruyamamıştım. Başımı omzuna yaslayarak kollarımı ona doladım. Tenimde hissettiğim ıslaklık gözyaşı olmalıydı. Bana ait değildi.

 

 

"Asla kendini suçlama Alçin, asla." birinin ölümü için kendini suçlamanın ağırlığını tatmış gibi gelmişti sesinin tınısı. Titrek, pişman, kısık.

 

 

"Abimi dinlemedik." aynı şekilde konuştuğumda dakikalarca boynumda ağladı. Omzunu sıvazladım, yüklerime yük ekledim. Gözlerim dolsa da ağlamadım. Hakkım yoktu. "Çok korktum." hafifçe geriye çekildim. Yanımızda mendil yoktu, elinin tersiyle yanaklarını silerek derin bir nefes aldı, "Neden?" diye sordum.

 

 

"Ölmenden."

 

 

"Belli ki ortalığı biraz birbirine katmıştım." kendimce espri yapmaya çalıştığımda gülümsese de içten değildi. "Dalga geçme." mırıltısının ardından yanağından boynuna süzülen yaşı daha sertçe sildi.

 

 

"Günlerdir uyumuşum, iyi dinlendim." devam ettiğimde bu sefer sesli güldü. "Sen bir de bize sor." Acar'la ettiğim kavgadan sonra o konuyu açmamıştım. Bu yüzden neler yaşandığını bilmiyordum. Zaman öldürmek adına, kesinlikle sırf bu sebeple, "Ne olmuş olabilir ki?" dedim umursamaz gözükmeye çalışarak. Duygudan duyguya geçtiğimiz bu zaman diliminde kimse ne yaptığını bilmiyordu. Çünkü saatler sonra abim gelecekti, vakit geçmiyordu, heyecanlıydık. Sanki tüm bu konular o gelmeden kapansın, ama aynı zamanda mutlu da olalım istiyorduk. Yarım kalan yüzleşmemizin sonucunda en azından karşımdaki kadına bakacak yüzüm vardı. Sonrasını bilmiyordum. Belki kendini toparladığında benden nefret edebilirdi, her şey belirsizdi. Sohbet etsek de, başta ben olmak üzere şu an askeriyedeki herkesin abimi beklediğine emindim. Ağladığımız dakikalar hislerimizi yansıtırken, kahkaha attığımız dakikalar içimizdeki umudu yansıtıyordu. Karışıklığın sebebi buydu, çözülmezdik.

 

 

"Sana bir şey soracağım, kızmak yok?" soruma cevap vermeden dediği şeyle kaşlarım çatıldı. Merakıma yenik düşerek, "Sor bakalım." dedim.

 

 

"Hoşlandığın biri var mı?" hayatımda ilk kez bu soruyu alıyordum. Aldığım kişi ise abimden sonra en öğrenmemesi gereken kişiydi. Abimin nişanlısı. Omuz silktim, aşkı düşünecek kadar zihnim boşalmamıştı. Tek bildiğim beni hayata döndüren o dudaklar ve sahibiydi. Başkasını değil, yalnızca onu görmem ise cevaptı. Onu arkadaş olarak görmediğimi biliyordum, hoşlanıyordum. Bunu da kendime ilk kez bu denli itiraf ediyordum. Fakat içten içe sinsi bir düşünce kafamı karıştırıyordu. Duygusal boşluğun dibini görmüşken yanında olan tek erkekten etkileniyorsun diyordu sağ tarafım.

 

 

Sol tarafım daha açık sözlüydü.

 

 

Saadettin?

 

 

Burak?

 

 

Talip?

 

 

Pars abi?

 

 

Bunlarda yanında olan erkeklerden yalnızca bir kaçı, onlardan neden etkilenmiyorsun?

 

 

Saçmalama Pars abi abimiz dedi sağ taraf, ardından ekledi, ve gerçekten Talip seçenek mi? Ciddi misin?

 

 

Sol tarafım hızla lafa girdi, Saadettin peki? Tam senin tipin. Sarışın, yakışıklı, esprili. Ama olmuyor işte kalp atmıyor.

 

 

Sağ taraf aptalca cevapladı, Burak'ı kabul etmiyorum. Oyun dışı, arkadaşlarımızı bu işin içine katmayı bırak.

 

 

Arkadaş falan yok, kalp aşık olacağı kişiyi seçer ve sana söz bırakmaz. Seni bilmem ama biz seçtik. Acar'dan devam, sen de şüphelenme kendinden. Dinleme şunu. Sol taraf önce sağa lafını koymuş, ardından yüreğime doğruluğunu saplamıştı. Haklıydı.

 

 

Kazanan belliydi. Sol tarafım.

 

 

Başından beri bulunduğu yer, kalbimin olduğu kısım. O benim solumdu. İlk gördüğüm an anlamasam da tanıştığımızdan itibaren birbirimize çekilmenin yollarını buluyorduk. Eninde sonunda günü beraber bitiriyor, birbirimizi dinliyorduk. Aşkın ne demek olduğunu bilmeyen biri olarak devreye Alçin girdi ve müdahele etti. Mantığımı masaya koyarak zamana bırakmaya karar verdim. Ve tabiki de Umay'a sormaya.

 

 

"Henüz yok." cevabımla inanmayan kahveleri imayla gözlerime karıştı. İçinde bir yerlerde bebeğinin acısını yaşasa da, onun da bunu sadece abimle halledebileceği ortada olan bir gerçekti. Olgun bir kadındı, düşünceleri oturmuştu. Ya da yaşadıkları bunu ona zorunda bırakmıştı.

 

 

"Yeme beni, söylemem abine." omuz attığında canım acımıştı. Asker kadındı tabi, yapılı olmasa da güçlü olduğu aşikardı.

 

 

"Valla yok ya, gerçekten." tövbe.

 

 

"Ben de bir şeyler duymuştum ama yalanmış o zaman.." kelimeleri uzatarak konuştuğunda yandan yandan baktım, "Ne duydun?"

 

 

"Acar'la ilişkiniz olduğunu falan. Önemli değil ya ben şeyden dolayı da kesin gerçek demiştim de neyse." vücudumu ona döndürdüm, "Neyden dolayı?" omuz silkti. "Boşver, aranıza karışmak gibi olsun istemem şimdi." çevresine bakındı, ayaklanacağı esnada bileğinden tuttum.

 

 

"Anlatsana ya, konuşuyoruz şurada. Merak ettim hem." kısaca başını önüne eğdikten sonra dudaklarını dişleyerek geri kaldırmıştı, ciddi durmuyordu. "Senin kalbin durduğunda hastaneyi inletmiş. Odaya bir dalışı varmış, tüm koridorlar sesini duymuş." yerimde kıpırdandım, "Sonra?"

 

 

"Ay bilemedim ki şimdi. Bu kısmı biraz şey.."

 

 

"Hadi hadi devam et, boşver şeyi, açık ol." karnımda beliren hisleri tarif edemiyordum. Sadece onun yanındayken yaşanan şeylerden biriydi. Sanki kasılıyordu ama acıtmadan, mutlulukla. Elim ayağım birbirine dolanmıştı, kalp atışlarımı kulağımda duyabiliyordum. İlk kez tanıştığım hislerle bedenim kontrolüm dışında hareket ediyordu. "Ellerini tutmuş, şakağını öpmüş. Kokunu içine çekmiş, döndün bana demiş. Tabi bunlar yaşanırken ben yoktum ama.."

 

 

"Ney?" dudaklarımı dişleyerek devam etmesini bekledim. "Her dakika yanına gelmeye çalıştığını biliyorum. Sen uyurken camın önünde bekledi her gece, üstüne üstlük odana seni görmeye girdiği anlarda da sıramı beklerken yanağını okşadığını fark eder gibi olmuştum sanki."

 

 

"Gerçekten mi?"

 

 

Ellerim ağzımda, gözlerim kocamandı. Başını olumlu anlamda salladı. "Neyse yine de yanlış anlamışım. Şu Teğmen kız da üzülüyordu Acar senden hoşlandığı için. Ona haber vereyim bari."

 

 

"Hayır. Verme. Kime? Anlamadım?" şaşkınlıkla konuştuğumda devam ettim, "Neden üzülüyormuş, sıkıntısı neymiş?"

 

 

"Aşık bence."

 

 

"Aşık?"

 

 

"Evet."

 

 

Kaşlarım çatıldı, "Şaka mı yapıyorsun?" hiç de öyle gözükmüyordu. "Karşılıksızdı gerçi, olsun yine de üzülmesin kız, yazık, belki adım atar."

 

 

"Atmasın. Olmaz."

 

 

"Neden?"

 

 

"Ya Verda, adam öpmüş diyorsun öpmüş." kelimeleri uzatarak söylediğimde bir yandan elimle olayın büyüklüğünü tarif etmeye çalışıyordum, "Yani eğer benden hoşlanıyorsa, ki tabi ki ben bir şey hissetmiyorum." yalan üstüne yalan, günah üstüne günah, "Yine kıza umut vermek gibi olur, boşver sen. O öyle düşünsün." gayet ikna edici konuşmuştum ve hiçbir şeyi belli etmemiştim. Aferin Alçin, böyle devam.

 

 

Ufak bir kahkaha attığında telefonuma gelen bildirimle ona söylenerek cebimden çıkardım, Umay'dandı. Bakıyorum da yengenle gayet eğleniyorsun, hem de ben beklerken.. Yazıklar olsun, gidiyoruz biz! aynı anda bir mesaj daha düştü. Odana yani. Dürüm söyledik. Ekranın üstünden başka uygulamadan, bu banka hesabımın bulunduğu yerdi, para çekilme bildirisi gelmişti. Sırf beklettiğim için odamdaki çantamdan temassız kartımla dürüm söylemişlerdi! Şerefsizler. Küfür yuvarlayarak ayaklandığımda Verda biraz daha oturacağını söylemişti. Onla vedalaşarak koştur koştur ilerledim.

 

 

Aynı anda Verda'ya bir mesaj geldi, acilen aşağıya inmesi söylenen. Operasyondan canlı görüntüleri izleyecekti, nelerle karşılaşacağından habersiz. Çünkü yaşam buydu; Aniden gelenler, her zaman iz bırakan anılar.

 

 

Bazı izler diğerlerinden farklıydı, hikayelerle kaplı. Deriyle sınırlı kalmayan.

 

 

 

Kerkük -

 

 

Beklenen an.

 

 

"Yaşam ağaçları bence gerçek." Lâl'in mavileri, başını dizlerine uzattığı adamı izliyordu. Suratı parçalanmış, teninde morluklar yer edinmiş olan abisini. Baygın gözleri kardeşinin üzerinde, yavaş attığını hissettiği kalbiyle öylece nefes alıp veriyordu Çınar. Her saniye şehit düşme dileğiyle yanıp tutuşuyordu.

 

 

Lâl onu hayatta tutmak için kendi kendine konuşuyor, bir yandan saçlarını okşuyordu. Küçükken Güven'e hikayeler uydurarak harabenin içinden uzaklaştırmaya çalıştığı günlere dönmüştü. Gözyaşı süzülerek abisinin yüzüne düştü, "Ama çınar ağaçları kadar yaşam veremezler."

 

 

"Çınar.. Çınar ağacı.. Ek.. Mez.."

 

 

Kesik kesik konuşmaya çalıştığı her sefer hüsranla sonuçlanıyordu. Çınar ağacı ek mezarıma. Fayans kırılsın, bedenim bir ağaç olsun. Altında insanlar soluklansın, nefes alsın. Ölümüm başkalarına can olsun. Soluklandığında kırılan kemiklerinin derisine battığını hissediyordu. Her şeye rağmen direnmek güçtü. Adının hakkını veren biriydi. Doğumun temsilcisi olan çınar, yapraklarını geç dökerse kışın geç geleceğini, erken dökerse sert geçeceği inanışını yansıtıyordu. Kış fazlasıyla erken gelmişti, yapraklar dökülmüş, kurumuş, ezilmişlerdi. Fakat inançlar diriydi, öyle ki çocukları doğan aileler bir çınar ağacı dikerek, uzun ömürlü olmalarını dilerlerdi. Gülhan oğluna bu ismi başkalarına yaşam vadetmek için vermişti.

 

 

Çocukluğundan beri askeriye koridorlarında koşan evladına şefkatli gözlerle bakar, ismini yaşatmasını dilerdi.

 

 

Koca adam olduğunda asker olarak topraklarını ve vatanını koruduğunu ise hiçbir zaman görememişti. Bir sürü can kurtarmıştı. Ağacın gölgesinde hayat canlandırmış, mutluluğun filizlendiği bir alan oluşturmuştu. Belki de şimdi gitme vaktiydi, Çınar yorulmuştu. Ağaç ölmek üzereydi, kuruyordu.

 

 

Derin bir nefes aldı, "Kurtulacağız buradan, dayan lütfen." sesi titriyordu. Psikolojik olarak bitmişti, hayatının tamamı mayın tarlasıydı. En ufak anıya basarsa ölürdü fakat basmayınca da ölüyordu. Biri bedenen, biri ruhen. Abisinin aksine bir tık daha sıcak olan bedeniyle onu ısıtmaya çalışıyordu, avuç içlerini dudaklarına götürerek nefesini verdi. Burada nefesler bile soğuktu, burası geride kalanların yeriydi. Verdiği çaba pek bir sonuç getirmese de ellerini yanaklarına dayadı. Avuç içleri kana bulanıyordu, ufak iniltisini duyduğunda aceleyle geri çekti, "Özür dilerim, özür dilerim.." yaraların daha az olduğu boynuna götürdü ellerini.

 

 

Defalarca bakındığı odada yeniden göz gezdirdi, ısınacak hiçbir şey yoktu. Yakılan ateşten kalma küller de muhtemelen soğumuştu.

 

 

Ceketini de en başından çıkartmışlardı, üzerinde neredeyse çoğu yırtılmış eteği, artık tülden ibaret olan külotlu çorabı ve gömleği vardı. Gömleği.. Bir dakika, gömlek işe yarayabilirdi. Bunu bu zamana kadar nasıl düşünememişti! Elleri kumaş parçasının ucunu bulduğunda bir kısmını tüm gücüyle yırttı. Tamamını çıkaramıyordu. Hafifçe eğilerek Çınar'ın soğuktan morarmış ayaklarına sardı.

 

 

Dudakları titreyen adam konuşmak istese de yapamıyordu. Onun yerine mavileri konuştu, minnetle.

 

 

Odanın kapısı sertçe açıldığında içeriye giren Fehdal köpeğiyle bakışmaları kesilmişti. Şimdi iki mavi de nefretle doluydu, dalgaları hırçınlıkla kıyıya vuran, göğü en şiddetli şimşeklerle inleten. "Siz de ne kincisiniz, ekmek bile veriyoruz." bozuk türkçesiyle arada takılsa da cümleleri anlaşılıyordu. Lâl ayaklanmaya çalışan abisinin belinden destek vererek oturmasını sağladı. Yüzü buruşan Çınar tek bir ah etmeden dişlerini sıktı. Acı devasaydı, yine de belli etmeyecekti.

 

 

"S*ktir git it herif." kadının küfürüyle sinirlenen Fehdal bir iki adım ilerlese de buraya gelme sebebini hatırlayarak duraksadı. "Ben diyorum ki, sizinle biraz eğlenelim. Gelen yok, giden yok. Unuttularsa hatırlatalım." Türk Silahlı Kuvvetleri ne askerini, ne de Türk'ü düşman ininde unutmazdı. Bu kansız kaşınıyordu. Tüm yaralarıyla gülümseyen ikili ise onunla alay ediyordu, eminlerdi ki dediği kendine bile mantıklı gelmemişti.

 

 

"Boş konuşma, niye geldin yine?" Lâl'in sınırları zorlamakta üzerine yoktu. Ama son olanlardan sonra dayanamıyordu, eşit şartlarda bulunsalar karşısındaki adamın canını tek eliyle alabilirdi.

 

 

Fehdal'in kahkahası odaya yayıldığında tiz sesiyle yüzleri buruşmuştu. "Diyorum, anlamıyorsunuz. Mesaj ileteceğiz." cebinden çıkardığı çakıyı nasırlı elinin arasında sallarken gözlerinin hedefi Çınar'dı. Yüzük parmağına bakındı, bacaklarını ondan aldı sayılırdı. Parmağı da olmazsa olmazdı. Cesetten farksız olan bedene yürürken korkuyordu, bu hâline rağmen hâlâ tehlike teşkil edebilmek de yalnızca Türk askerine yakışır bir durumdu.

 

 

Patlamadan sonra bacağından topallayan kadın ayaklandığında abisini korumak için hazırdı. Zordu belki, fakat hazırdı.

 

 

Abisinin mırıltısı duymasıyla anlık mavilerini ona çevirdiğinde olan olmuştu. Önce gözlerine biber gazı sıkılmış, sonrasında zarar gören bacağına çakı saplanmıştı. Çıkarılmış, tekrar saplanmıştı. Tekrar, tekrar, tekrar.. Dişlerini sıkmaktan çenesinden ufak bir ses gelirken elini gözlerine attı, yanıyordu. Duvara yapıştırıldığında çevreyi görememek en büyük dezavantajıydı. Fehdal onunla işini bitirdikten sonra arkasına döndüğünde tüm gücüyle ayaklanarak duvara tutunan Çınar'ı görmesiyle gülümsemesi genişledi. Aklınca küçümsüyordu.

 

 

"Senin.. Sonun.. Olacağım.. P*zevenk!" güçlükle konuştuğunda dikkatini yüzüne çekmeyi hedefliyordu ki başarıyordu da. Aynı esnada iç çamaşırının bel kısmına sıkıştırdığı ufak bıçağı çıkarttı. Avucunun içine sakladı. Gülümsemesi kahkahaya dönüşen düşmanın içten içe korktuğunu bilmek kanını kaynatıyordu. Ölecekse, öldürecekti. Kanının son damlasına kadar savaşmak göreviydi.

 

 

Hızla üzerine gelen adamdan önce davranarak bıçağı boynuna saplamayı hedeflese de nefesini kesecek diz hamlesiyle sol kolunu delmişti. Titreyen elleriyle bıçağı çıkararak bu sefer omzunun hafif üzerine saplayabildi.

 

 

Feryat figan bağıran Fehdal'in sesini bastıran bir ses yankılandı.

 

 

Bu öyle bir sesti ki eski binayı sallandırarak deprem etkisi yaratıyordu.

 

 

"Yüksel Türk; Senin için yüksekliğin hududu yoktur!" Talip'in camları kıran desibelli cümlesi. Hava Kuvvetleri askerine yakışır bir karşılamaydı, gökyüzünün yıldızları en yükseklerdelerdi. Çınar anlık afallasa da gülümsedi, gelmişlerdi.

 

 

"Noluyor lan!"

 

 

"Geldiler!" Lâl göz kapaklarını elinin tersiyle silerek bulanık görüşünü toparlamaya çalışıyordu. Bacağından dolayı kıpırdayamıyordu.

 

 

Tahta kapı aralandığında örgütten bir adam eli ayağına dolanmış şekilde anlanmayacak şeyler söylemişti.

 

 

"Bizim olanları almaya geldik!" Acar'ın, kardeşinin sesini duyduğunda gözünden bir yaş süzüldü. Telaşla kıpırdanan Fehdal belindeki silaha davranarak çevresini net göremeyen kadını kolları arasına sıkıştırdı. O kadar sessiz gelmişlerdi ki herhangi bir tehlike sezmemişti. Köşeye sıkışmıştı. İleri yürüyerek odanın kapısını tamamen açtı, henüz içeriye sızmamışlardı. Cama doğru koştu. Bir yandan Lâl'i sıkıca tutuyordu. "Vururum! Öldürürüm!" aşağıda da cesetler doluydu. Havaya kaldırdı bakışlarını, uzaklardan diğer sığınma alanları patlatıldı. Ateşin yaydığı koca dumanlar geceyi süslüyordu. İçini korku kapladığında silahın emniyetini açtı, askerler susturucu takarak ortama vahşet yaşatmışlardı.

 

 

"Bırak.. Onu.." Çınar düşecek gibi olduğunda ileri uzandı, tutmak istercesine. "Boğuluyorum!" Lâl'in çırpınmalarına engel olan tek şey çok yakınında olan adamdı. Ne kadar hareket ederse, o kadar temas ediyordu. Küçüklüğüne döndüğünde korkuyla kıpırdanmayı kesti, sustu. Gözyaşları yanmaktan mı yoksa hüzünden mi akıyor bilmiyordu.

 

 

Tramvalarını durdurmaya çalışarak ağlamayı kesmeyi denedi. Ölecekse dahi son kez abisini net görmeyi istiyordu.

 

 

"Tut şunu götürelim hemen!" üç adam anca Çınar'ı alt edebildiklerinde aceleyle merdivenlerden iniyorlardı. Koridorun sonuna giderek yerin altına ulaşan tünelin kilidini açmış, oraya saklanmışlardı. "Bırak!" Lâl'in çığlığına karşılık suratına yediği okkalı tokatla Çınar kendini zorlayarak kafasını geriye attı. Hemen arkasındaki adamın burnunu kırdığına emindi. Fehdal koştur koştur ilerlerken anlık onlara döndü. "Basın şuna tekmeyi, o zaman hareket edemiyor." denilen yapıldığında nefesi kesilen adam yürümekte zorlanıyordu. Ki yürümek gibi bir çabası da yoktu. Sürüklenerek işlerini yavaşlatıyordu. Öndeki kadına bakındı, bacağındaki derin yara her yeri kana buluyordu. Akan kanı düşünemeyecek kadar telaşlı olan Fehdal arkalarında iz bıraktıklarından birhaberdi. Islanmış ve eskimiş topraktan oluşan tünelin sonunda bir ışık belirdi. Gökyüzü. Örümcek ağları saçlarına yapışırken emin olmasa da gördüğü görüntüyle soluklandı Lâl, cesaret dedi kendi kendine. Abisini kurtaracağına söz vermişti. Bacağındaki sızı artarken normalde güçlü olan yanı şu an en zayıf tarafıydı. Bu sebeple tüm gücünü kollarına vererek yaklaşık iki saniye içerisinde hem Fehdal'in silahını kavradı, hem de çenesine dirseğini sertçe vurdu. Geriye savrulan adamın toparlanması üç saniyesini alırdı. Her saniye bir adamdı.

 

 

Gözünü kırpmadan, abisinin arkasındaki üç adamı da vurdu.

 

 

Üzerine gelen Fehdal'i de az önce bıçağı yediği omzundan vurduktan sonra yaklaşık iki dakikası vardı. Kurtuluş için iki dakika. Az önce geldikleri yolun başından duyulan yüksek ses özel kuvvetlere aitti. Fakat aynı ortamda bulundukları hain her an onları öldürebilirdi. Üzerindeki diğer silah ve çakılar kenardan gözüküyordu. Bekleyecek zaman yoktu. Silahın kurşunları bitmişti, soğuk metali kenara fırlattıktan sonra abisine bakındı. Derin soluklar alan Çınar'ın suratı nefessizlikten morarmıştı.

 

 

Ayaklandırmak için koluna girdi, "Git!" ağzından kan çıkarken onun kaçma şansını elinden almak istemiyordu. Maviler birbirlerine kenetlendi. "Gitmem!" çenesi su gibi akan kızıllıktan dolayı görünmez hâldeydi, "Lütfen git!" gözleri artık tamamen cansız bakıyordu. Yere yığılmadan sırtını ona dönerek önünde eğilen Lâl abisini kucaklamaya çalıştı. Zar zor denese de başaramamıştı. Yere düştüğünde yeniden ayaklandı.

 

 

Son bir kaldı, başar.

 

 

Ya da şehit ol.

 

 

"Alçin için! Verda için! Kalk, çok üzülürler." tüm bedeni titreyen adam bir tek bu ikili uğruna biraz daha direnirdi. Dişlerini sıkarak tırnaklarını toprağa bastırdı Çınar, bir adım attığında yere savruldu. Yürüyemiyordu.

 

 

Sen benim her şeyimsin.

 

 

Tüm ailemsin.

 

 

Kendine dikkat et olur mu abi?

 

 

Sağ salim dön bana.

 

 

Alçin'in sesi.

 

 

Benim başıma gelen en güzel şeysin.

 

 

Sen olmasan ölürdüm.

 

 

İyi ki sen sevgilim.

 

 

Elimi asla bırakma, nolur.

 

 

Verda'nın sesi.

 

 

Boğazından çıkan boğuk hırıltılar eşliğinde süründü. Parçalanmış dirsekleri yumuşak toprağa baskı uyguladı, bedenini taşıdı. Sürünerek tünelin sonuna ulaşmayı hedefledi. Boğazındaki damarlar kalp misali attı, kulakları uğuldadı. Yine de pes etmedi. Onunla aynı hızla yürüyen kadına başını kaldıramadı, arkasına bakınan Lâl ise silahını tutan Fehdal'i gördü. Ayağa kalkmaya çalışıyordu. Tünele son dört adım vardı. Eğilerek abisinin kollarından tuttu ve aceleyle ışığa çekti.

 

 

Çıplak ayakları bir süre sonra toprak yerine soğukla buluşunca irkildi. Avuç içlerindeki elleri de karın üzerine aldı. "Buradayız, yardım edin!" çığlığıyla yeri göğü inletirken ayaklanan kansızın onlara koşturduğunu gördü. Hemen arkasında birileri vardı. Silüet şeklinde, gölgelerdi. Duyduğu silah sesiyle abisini gizlemeye çalıştı. Son gelmişti. Belki de birazdan öleceklerdi. Vakti gelmişti. "Abi.." diye fısıldadı. Onan dönen maviler son demlerindeydi. Gökyüzünden şiddetle yağan kar bile Çınar'ın kanından kızıllaşmış karı silemiyordu. "Yirmi iki haziran.." gözünden bir yaş süzüldü. Karşısındaki adamın kaşları çatıldığında bir yandan tünele bakındı. Yaklaşıyordu. "Trafik kazası, öldüler.. Ailemiz.." burnunu çekti. Titreyen ellerini kaldırarak omzuna götürdü kadın, gömleğini hafifçe indirdiğinde benleri ortadaydı. Küçükken abisinin öptüğü o benler. Dizilmiş siyah noktalar birleşince adeta bir kelebeğin kanadı gibiydi. Hatta ailesinin şaşkınlıkla doktora götürdüğünü hatırlıyordu hayal mayel. Gördüğü görüntüler ve duydukları karşısında ağzı aralandı. Temizinden delirdiğini düşünüyordu Çınar, başka bir açıklaması olamazdı. Dolan gözleriyle kızın suratını inceledi, neden tanıdık geldiğini çözmüştü. Taşlar yerine oturuyordu. Beyninde şimşekler çakarken idrak etmek zordu, gözlerini sıkıca kapattı. Yeniden açtı. Boynunu hafifçe sağa eğdi, gözleri irice açıldı. Bu kızın hayat hikayesini dinlemişti, "Aşkım.." fısıltı olarak çıkan kelime aslında bir çığlıktı. Elini kaldırmaya çalıştı, bu bir tür hayal miydi? Dolgun yanaklara sahip surata dokunduğunda ateşe değmiş gibi geri çekti. Dudakları tekrardan konuşmaya araladığında kurşun sesiyle geri kapandı. Ayaklanan Aşkım abisinin önüne geçerek onlara yaklaşamadan Fehdal'e koşturdu. Askerler gelene dek yem olabilirdi. Ölebilirdi. Fakat abisi kurtulacaktı.

 

 

"Boşuna kaçma Fehdal, oyun bitti!" Acar'ın gür sesiyle sessiz gece, tabi patlamalar dışında, kulakları kanatacak şekilde seslendi. Yemin ederdi ki o adamı en az hasarlı hâliyle getirme talimatı olmasıydı beynini tek kurşunla en uzak mesafeden dağıtabilirdi.

 

 

Aşkım korkusuzca karşısında dimdik durduğunda onu kavgaya sürüklemeyi planlıyordu. Süre ne kadar uzarsa o kadar avantaj demekti. Bu yüzden öne doğru hamle yapmıştı ki soğuktan uyuşan bacağının acısını unutması onu kapana sıkıştırmıştı. Aynı yere yediği kurşunla diz çöktü. Bağırmasına fırsat verilmeden saçlarından tutularak havalandırıldığında şakağına baskı uygulandı. Nefesini tuttu, bakışlarını göğe çıkardı.

 

 

Sen Güven'e dayanacak güç ver Allah'ım.

 

 

Tek dileği buydu. Çünkü biliyordu, ölüm onu dağıtırdı. Ablası zaten çok güçlü bir kadındı, her şeye rağmen gün ışığıyla yarışacak kadar neşeli bir insandı. İçinde yanan yangınları asla dışarı yansıtmazdı. Abisi de belki sahip çıkardı, eğer Alçin öğrenirse o da belki oğlunun elini bırakmazdı.

 

 

Tünelin sonunda tüm heybetiyle özel kuvvetler alana giriş yapmıştı. En önde bez parçasından yalnızca gözleri belli olan Acar bulunuyordu. Hemen yanında ise tanıdık kahvelikler, yani Binbaşı Ilgaz Yavuz. Fehdal korkuyla silahını göğe ateş etti. "Vururum!"

 

 

Metal daha sert bastırıldığında yüzünü buruşturdu. "Kızı bırak!" korkudan titreyen kansız belki bir kurşunla değil fakat yaşadığı yoğun adrenalinden kalpten gidecekti. Aşkım son kez abisini görmek istiyordu, boynunu hafifçe arkaya eğmeye çalıştı. Ama görmeyi beklemediği bir şey olmuştu. Bedeninden akan kanlarla, paramparça vücuduyla ve her şeye rağmen abisi ayakta, dimdik, öldürücü mavileriyle. Gözleri kardeşinden ayrılarak silahı, oradan boynuna dolanan kolu buldu. Olayları idrak edemeden, içgüdüyle ve o an gelen ani güçle beraber koşturarak kızı kolundan çekti. Tüm odağı Acar'da olan Fehdal'in anlık boşluğuyla kadın kaçabilse de silah patlamıştı. Son anda patlayan kurşundan kadının kurtulması mucizeydi. Çünkü kurşunun hedefi şaşmıştı. Kardeşini arkasına çekerek önüne siper olduğu demir vücuduna ilişmişti.

 

 

Kardeşi uğruna göğsüne kurşun yemişti.

 

 

İkinci bir patlama ise Acar'dan gelmişti. Kuralları ezmişti. Adamı özel bölgesinden vurmuştu. Tabanca yeri boylarken yeri göğü inleten Fehdal zemine yığılmış, kısa sürede bayılmıştı. "Çabuk! Müdahele edin, bak buraya!" askerlere komut vererek karı öylesine sert eziyordu ki. Koşarak Çınar'ın yanında eğildi. Ceketini çıkartarak üzerine sardığında boğazı yırtılırcasına bağıran Aşkım bacağına dayanamayarak yere düştü. Sürünerek abisinin yanına ulaştı.

 

 

Çınar'ın gözleri Acar'ınkiler ile buluşmadan çevresine bakındı. Hiçbir şey hissetmiyordu. Binbaşı Fehdal'i ters yatırmış, üzerine tüm ağırlığını vererek bileklerini arkadan sıkıştırıyordu. Diğerleri çevreyi temizliyor, kalan teröristleri alıyorlardı. "Barlas! Burak! Boran!" bağırışıyla gözleri yavaşça arkadaşına döndü. Can dostuna. "Ceketlerinizi verin! Çabuk!" ilk defa bu kadar dağılmış görüyordu. Üstüne bir kaç tane daha ceket atıldı, hiçbirini hissetmedi. Kurşuna müdahele etmeye çalışan, askerler çevresinde pervane olmuşlardı. Kurumuş dudaklarını, kan dolu ağzını araladı, "A..Alçin.." dedi güçlükle, "S..Sahip..Çık.."

 

 

"Kardeşim konuşma, konuşma dur."

 

 

"O.. O.. Dayanamaz.." nefesi kesildiğinde Acar yüzündeki bezi indirdi, sanki kendi de nefes alamıyordu. "Kavuşacaksınız, diren." ellerini saran Aşkım ağlamaktan kendinden geçmişti. "Abi, abi, lütfen!" hıçkırıklara boğulurken alnını öptü. Onun da yavaş yavaş görüşü kararıyordu, soğuktu, çok kan kaybetmişti. Tam olarak abisinin yanına yığıldığında gözlerini açık tutmaya çalışıyordu. "Verda.. Seviyorum.." duraksadı, "Verda'm.." devam edemedi. Kısık sesiyle, "Teşekkür ederim." dedi mavilere bakarak. Bu hem hayatını kurtarmak için savaş veren kardeşine, hem de yıllar öncesinde Acar'a yaptığı bir göndermeydi. Dudaklarında oluşan gülümseme eşliğinde gözünden süzülen yaş ile başı sola düştü. Sesi kesildi.

 

 

"Abi.." tam gözlerinin içine bakan bedenle maviler son kez buluştu. Tıpkı abisi gibi onun da gözleri kapandı.

 

 

"Acele edin!" askerler dikkatle bedenleri sedyeye taşıdıklarında getirilen askeri doktor en azından askeriyeye gidene kadar idarelik de olsa yaşatmalıydı. Diğer helikoptere binen askerlerin aksine Acar doktorun olduğuna binmeyi seçmişti.

 

 

"Burası sende." Binbaşıya doğru konuştuğunda onay aldı. Her şey önceden planladıkları şekildeydi, göreve neden dahil olduğunu bilmediği bu adamla hemen operasyon öncesi tanışmıştı. Üstlerinden gelen yazılı emri sorgulamadan kısaca konuşmuş, Acar'ın geri döneceği, Ilgaz'ın ise örgüt üyeleriyle Bingöl'e iniş yapılmasına karar verilmişti.

 

 

Fakat Binbaşı hızlı adamdı, teröristleri etkisiz hâle getirerek helikoptere tıkmıştı. Bu sebeple aynı anda iniş yapacaklardı.

 

 

"Komutanım, temizledik." Talip'in sesini duymasıyla elini kulağına attı, "Aldık, dönüyoruz."

 

 

"İyi mi komutanım, nasıl Yüzbaşımız?" eskilere dayanan dostunu deli gibi merak ediyordu. Rütbeden çıkmadan konuşup, sakinliğini korumak zor olsa da başka seçenek yoktu. "Durumları ağır." diyebildi yalnızca. "Hepiniz dönüyorsunuz." ardından kulaklığı çıkartarak kenara attı. Doktor ve hemşirelerin müdaheleri devam ederken sessizce izledi. Dayan kardeşim dedi içinden.

 

 

Dayan can dostum.

 

 

Sen yaşa ki; Bu Kerkük'ü o köpeklerin pis kanıyla sulamayayım.

 

 

Sen yaşa ki; Alçin de seninle birlikte ölmesin.

 

 

Bir nefes, bir can. Son nefes, bin ölüm.

 

-

 

 

 

Aynı zamanlarda -

 

 

Askeriye

 

 

"Oğlum bir tane daha söyleseydik keşke be!" Saadettin'in konuşmasıyla göz devirdim. Benim yarım bıraktığım dürümü de yemiş, doymamıştı. Umay da üzerine kahve istemiş, arkasına rahatça yaslanmıştı. Yayıldıkları koltukta oldukça huzurlu gözüküyorlardı, "Param tatlı geldi tabi." başını onaylar şekilde salladı. Bu hareketiyle, "Ya sabır.." dedim ağzımın içinden. Ayaklarını masaya uzatmış ikilinin aksine ben sandalyemde kıpırdanıyordum. Çok saat geçmişti, kimse gelmemişti.

 

 

"Bak bak o saate, sabahtandır gözlerin dolaşıyor orada."

 

 

"Nankör, sohbetimiz yengen kadar sarmamıştır."

 

 

"O kadar da konuşmuştum valla."

 

 

"Boşver tatlım, dürümü gömdük."

 

 

Konuşmaları kulağıma uğultu gibi geliyordu çünkü kalbime çöken yoğun bir ağırlık vardı. Gün bitmiş, yenisinin ışıkları doğuyordu. Oysa bana uzun zamandır hep karanlıktı. Aylar önce abimin esir haberini aldığım andan itibaren hiç kalkmamıştı ama şu an çok belirgindi. Elim gerdanımı kaplarken ayaklandım, aceleyle cama yürüdüm.

 

 

"Alçin?" Umay da benim gibi kalktığında bir kaç adımla yanımda bitmişti. Telaşlı elaları göğsüme bakıyor, tekrardan bir krizde olup olmadığımı sorguluyordu. "Çok stres yaptın yine." Saadettin'de sağ tarafımdaki yerini aldığında iyice nefesim daralıyordu. Gözlerimi gökyüzüne çevirdim, "Bir şeyler oluyor, hissediyorum." içime çöken sıkıntının tarifi yoktu. Belki de ben abartıyordum. Dayanamayarak kapıya doğru ilerledim, ben bu operasyonun savcısıydım. İzlemeye hakkım olmalıydı. Yazılı emre itiraz edebilirdim, ortada mantıklı tek sebep yoktu. Geçirdiğim kriz ve esirin birinci derece yakınım olmasını öne sürmüşlerdi. Soğukkanlı kalabilirdim.

 

 

Merdivenleri inerken peşimden gelen ikilinin söylediklerini dinlemiyordum. Koordinat odasının önüne geldiğimde telaşlı bir ortam hakimdi. Kapıdaki asker sayısı artmış, hararetli bir konuşma döndürüyorlardı. Ayrıca içeriden yükselen sesler de pek güzel değildi. Verda içeride olmalıydı. Bu ses ona aitti.

 

 

Daha hızlı yürüdüm, "Açın kapıyı." esas duruşa geçen askerler böyle bir şeyin mümkün olmadığını söyleseler de dinlemedim. Beni durdurmaya çalışıyorlardı. Kolumu tutan Saadettin'i ittirdim, "İçerde bir şeyler oluyor!" sesim olduğundan yüksek çıktığında hâlâ bariyer misali önümdelerdi.

 

 

"Çınar!"

 

 

Bir çığlık, çaresizce.

 

 

Duyduğum isimle duraksadım, sonra kendimi daha sert öne savurdum. Giremiyordum. "Savcım, lütfen durun!" dinlemedim. "Savcım bize verilen emir bu! Lütfen!" durmadım.

 

 

Ellerimle kapıya dokunmaya, vurmaya çalıştım, "Verda! Duyuyor musun?" ortamdaki sesi bastırmak için bağırdım. Bir şeyler ters gidiyordu. Bu kapının arkasında benim abimin canı gözler önünde son buluyordu. Başka bir ihtimal olmalıydı. Hemen en kötüsünü düşünme Alçin, sakin ol. Sakin ol, nefes al.

 

 

Aldım, olmadı. "Acar bir şey yap!" tekrarlanan feryatla ellerimi saçlarıma geçirdim, komutan neye ne yapacaktı? Arkama döndüm, "Umay, yalvarırım yardım et." tekrar önüme döndüm, "Nolur açın, abime bir şey oldu." asla açamazlardı. Aldıkları komut bu yöndeyken aksini yapmaları kendilerini yakmaları demekti. Mantıklı düşünemiyordum.

 

 

"Şu s*ktiğimin kapısını açın çabuk!" kendimi kaybediyorum. Öfke, üzüntü, telaş, hepsi bir aradaydı. Kollarımdan baskıyla çeken askeri kenara ittiren arkadaşım daha kibarca beni tutmaya çalıştı.

 

 

"Alçin sakin ol, canım bak bana."

 

 

Yüzümü avuçları arasına aldığında geri çekildim. Kulaklarım çınlıyordu. "Ne bu tantana?" duyulan ses ile herkes esas duruşa geçti. Albay koridorun başından bu yana geliyordu. Tüm ciddiyetliyle. Titreyerek dik durdum, görevimin başındaydım. Askeriye sınırları içersindeydim. Fakat deli gibi titrememe engel olamıyordum. Tam karşımda durdu, "Ne yapıyorsun savcı?"

 

 

"Ben.."

 

 

"Sana konuşmanı söylemedim!"

 

 

"Özür.."

 

 

"Sesini kes!"

 

 

Yutkundum, dolu dolu gözlerim yediğim azardan değil korkudandı. Abime neler olduğunu bilmiyordum.

 

 

"Yanlış bir şey yapmadı, ayrıca içeriye girmek onun hakkı."

 

 

Sadece bir avukat değil, aynı zamanda avukatım olarak konuşan Umay beni savunuyordu. "Burası askeriye, görev yerinde bu şekilde davranamaz."

 

 

"Operasyon savcısını her konuda bilgilendirmeniz gerekir."

 

 

"Kendisini tutacak kontrole sahip değil."

 

 

"Onu zorluyorsunuz, hakkını elinden alarak kışkırtıyorsunuz."

 

 

Albayın gözleri beni buldu, "Rahat." komutu verdikten sonra tanıdığım kadına dönüştü. Anne şefkati gözlerindeki yerini alırken konuşmamı işaret etti, "Bir şeyler ters gidiyor, içeriye girmek istiyorum."

 

 

"Sen bekle, ben halledeceğim."

 

 

"Lütfen."

 

 

"Burada kal Alçin kızım, geliyorum."

 

 

"Ben.." dememe kalmadan içeriye giren albayın açtığı kapının araladığından bakmaya çalışsam da bir şey görememiştim. Bitkinlikle karşıdaki sandalyelere oturdum. Umay ile Saadettin de yanıma kurulduklarında sırtımı sıvazlayıp, her şeyin yoluna gireceğine dair bir şeyler söylüyorlardı. Pek anlamıyordum. Çünkü kafam tamamen abimdeydi. Elimle gerdanımı okşarken düz duvarı izledim, ben bir vedaya asla hazır değildim. Ama hayat hazır olmadığımız anların bütünüydü, yaşamak ise baktığımız açılara göre değişen bir süreç. Ben Alçin, yaşadığı süreç boyu hiç mutlu olamayan.

 

 

 

"Sorun nedir?" Leylak'ın sorusuyla tüm gözler ona dönerken ekranın başında, çaresizce duran kadın sesini duymamıştı. Donuk kahveleri, öylece karşısına bakıyordu. "Albayım açıklayabilirim." elini kaldırarak diğer askeri susturdu. "Asker! Bana dön!" gür bir sesle haykırdığında irkilen Verda hemen arkasına dönerek esas duruşa geçmişti. Başı öne eğikti, çenesini dik tutamıyordu. Anlık arkasına dönüp ekrana baksa da yeniden önüne döndü. "Albayım, durum acil." kısık sesiyle dişlerini sıktı.

 

 

"Seni duyamıyorum."

 

 

"Durum acil."

 

 

"Sesini bana duyur."

 

 

"Durum acil." daha sesli konuştuğunda çenesinden tutulan elle başı yukarı kaldırıldı. Sıkıca baskı uygulayan ellerle gözlerini kadına dikti.

 

 

"Türk Askeri başını eğmez. Sesini duyurmak istiyorsan o kafan hep dik duracak, bakışların mermi olacak."

 

 

"Anlaşıldı Albayım." gözünden bir yaş süzülerek yanağını ıslattı.

 

 

Gözyaşını silen Albay çenesini serbest bırakarak koca ekrana döndü. Döndüğü gibi kanlı bir bedenle karşılaştı.

 

 

"Durumu bildir Acarbay."

 

 

"Albayım, iki esirin durumu da ağır. Dönüyoruz."

 

 

"Ilgaz Yavuz Binbaşı, beni duyuyor musun?"

 

 

"Dinlemedeyim Albayım."

 

 

Tuşa basarak ekranı adamın kamerasına çevirdi, bir diziyle altındaki kansızın bedenini eziyordu.

 

 

"Helal olsun size." dedi kendini tutamayarak. Kısaca gidişatın nasıl olacağını anlatmasının ardından tekrar Acar'a bağlandı.

 

 

"Acarbay, esirlerin durumu nedir?"

 

 

"Kadının bacağında yakın temastan kurşun atıldı. Ayrıca bıçak darbeleri de bulunmakta. Soğuktan ve kan kaybından hipotermi krizi geçiriyor. Yoldayız, doktorlar oraya kadar durumu stabil tutmaya çalışıyor. Çınar Yüzbaşımın durumu ağır, vücuduna aldığı darbelerin fazlalığı ve kırılan kemikleri iç kanamalara sebep olmuş. Derisi bir çok kısımda parçalanmış, açlık, susuzluk onu zorlamış. Göğsünün hemen yakınından kurşun yedi. Kan kaybının da eklendiği soğuk onda da hipotermi krizi yaratıyor."

 

 

Ekledi, "Kurtulması mucize olur."

 

 

Bir yandan ekranda onlara yaklaşarak göstermeye çalışıyordu. Hepsi kayıt altındaydı. Verda dayanamayarak olduğu yere düştüğünde dizlerinin bağı çözülmüştü. Sevdiği adamın ölümünü görmüştü. Son kelimesi kendi adıydı. Onlar için direnmiş, sürünerek tünelden çıkmıştı. Seviyorum demişti. Verda'm demişti. Üçüncü bir ölüm daha yaşayamazdı.

 

 

Kardeşi gözü önünde yanmış, kül olmuştu. Gerçek anlamda.

 

 

Annesi gözü önünde bitmiş, kendine kıymıştı.

 

 

Nişanlısı gözü önünde vurulmuş, ölme riski yaşıyordu.

 

 

Albay ambulansa haber verilmesini söyleyerek hastaneyi ayarlamalarını istemişti. Her şey hazır olmalıydı.

 

 

Etrafta koşturan askerlerin arasında eğildi, kadının ellerini tuttu. Kadın kadının kurdu da oldu, yurdu da. "Bana bak, sakin ol lütfen."

 

 

"Korkuyorum."

 

 

"Korkmayacaksın, korkmayacağız."

 

 

"Dayanamam."

 

 

"Dayanırsın, sen çok güçlüsün kızım."

 

 

Kahvelerine baktı, incilerini sildi. Kendi de bu durumu bir çok kez yaşamıştı, kalbi duran kocasının peşinden çığlıklarla ağlamıştı. Sonunda ise beraberlerdi. Şimdi karşısında yıllar öncesinden kendisi vardı, asker olan asker yareni.

 

 

Hayatları ölümün eşiğindeyken sevdayı bulmak zordu. Ya biri ölecekti, ya diğeri. Ya da ikisi. Eninde sonunda ölüm onları bulacaktı. Bu Vatan'dı, uğruna dökülen her kan helaldir.

 

 

 

Gözlerimin buğusu gitmiyordu. Yarım saate yakın süredir düz duvarı izliyordum. Ne ses vardı, ne gelen. Ayağa kalktım en sonunda, kapının önüne gittiğimde askerler derin bir nefes verdiler. Onları zorlamam yanlıştı fakat beni de anlamalılardı. İçerideki adam benim tüm hayatımdı. Abimdi. Canımdı, ailemdi.

 

 

Kapı aralandığında içeriden çıkan Albayın arkasından Verda geldi. Hemen ellerini kavradım, "Neler oluyor?" ıslanmış yanaklarını sildim. "Gel benimle." dedi sakinlikle. Kan donduruyordu.

 

 

Hep beraber en üste, terasa çıktık.

 

 

Helikopter buraya gelecekti. Ve bu sefer içinde benim abim olacaktı. Yemin ediyorum ki olmazsa her yeri yakardım. Hasret yüreğimi deşiyordu.

 

 

Elleri ellerimde, gözleri gözlerimde, dakikalarca neler olduğunu anlatmıştı. Üstü kapalı, gizli saklı. Sadece hazırlıklı olmam için ufak bilgiler vermişti. Eminim ki çok daha fazlası vardı. Ağlayamadım. Duyduklarımla sadece ne zaman geleceklerini sordum. Yarım saat gibi bir sürede burada bulunacaklarını söylemişlerdi.

 

 

Sessizce göğe bakarken ne hissettiğimi bilmiyordum. Tek yapabildiğim babamı aramaktı, Ferit Bey. Tanıdığım en iyi doktordu. Türkiye'ye geldiğini öğrenmiştim. O kadar uzun zamandır konuşmamıştık ki önce şaşırmış sonra ilk uçakla geleceğini söylemişti. Yakın çevredeki ekibini toplayarak buradaki hastanenin başhekimiyle görüşeceğini söylemişti. Bildiğim tüm bilgileri aktarmıştım. Saadettin'de babamın gelişiyle ilgileneceğini söyleyerek tıp ekibini karşılamaya hastaneye gitmişti. Söylenenler kulağımda dönüp duruyordu. Göğsünden kurşun yedi demişti, benim solumda yoğun bir ağrı vardı. O kurşunu ben yemiştim. Canı canımdı.

 

 

Bu süreçte Bilge ve Güven'de buraya gelmişlerdi, "Alçin abla." duyduğum sesle kıpırdamadım, yorgun bakışlarım şehri yağmuruyla süsleyen gökyüzündeydi. Herkeste şemsiye vardı, ben istememiştim. Saçlarım ıslak, üstüm suyla kaplıydı. Soğuk da işlemiyordu artık. Düşüncelerim de bedenim gibi donuktu. Sanki beynim işlevini kaybetmişti, duygularımı hissedemiyordum. Umay'ı sabırsızca haber bekleyen Pars abinin yanına yollamıştım, itiraz etse de içine sinmeyerek gitmek zorunda kalmıştı. Yanımdaki beden buradan bakıldığında gergindi. Oturmasa da dizlerini kırarak yanıma eğildi, "Abla." diye mırıldadı. Güven'in kokusu burnuma doluşuyordu. Bu çocukta en sevmediğim şey babam gibi kokmasıydı. Ve hep de en yanlış zamanlarda dibimde bitiyordu.

 

 

Aileme en ihtiyacım olduğu durumlarda o vardı, babam kokusuyla.

 

 

"Git." dedim yalnızca. Gitmedi. O da ıslanıyordu yağmurdan, "Geliyorlar." Neler olduğunu bilmiyordu. Onlara bilgiler geçilmemişti. Gözleri üzerimdeydi, "Yalnız bırak." dedim yineleyerek. Bırakmadı.

 

 

Dakikalar birbirini götürdü, sonunda helikopterler gözüktü.

 

 

Uzakta herkesin toplandığı alana koşturdum, devasa rüzgârlar çevreyi buza çevirirken nefesimi tuttum. Gelmişti. Buradaydı. Kalbimde hissediyordum. Yakındı bana, abim buradaydı.

 

 

Sağlık çalışanları hazırlardı. Aşağısı ambulans doluydu ve yollar ayarlanmıştı. Herhangi bir trafik ya da yol çalışmasına karşılık nöbet tutuluyordu. Abimi sıfır riskle hastaneye yetiştirmeye çalışacaklardı. Kapı aralandı, ilk komutan çıktı. Ardından diğer helikopterden timin tüm üyeleri. Hepsi esas duruşa geçerek Albay karşısında durduklarında maviler bana değdi. Gözlerimi ondan çekerek bir kaç adım ilerledim, sedyenin ucu gözüktü. Bir kadın çıktı. Kısa kahverengi saçları dağınık, yüzü hafif yara olmuş. Bacağından oluk oluk kan akan. Güven, "Abla!" diye bağırarak koşturduğunda askerler tarafından engellendi.

 

 

Hızlı yürüdüm, diğer bir sedye çıktı. Adımlarım durdu. Abim.

 

 

Yüreğime bir darbe indi, deprem etkisi yarattı. Morarmış ayak uçları, kanla dolu bacakları. Ağrı büyüdü, dizlerimi titretti. Ellerini gördüm, oysa tırnakları bile gözükmüyordu. Genel olarak abim gözükmüyordu. Tutunacak yer aradım, bulamadım, sarsıldım.

 

 

Beynimden mermi yemişe döndüm.

 

 

Fakat onun göğsünde gerçek bir mermi vardı, delinmişti. Sedye tamamen yerle buluştu, yüzünü gördüm. Yüz demeye bin şahit isterdi, her yeri kana bulanmıştı. Nefesim kesildi, ağzımı araladım. Konuşamadım. Soluklandım, olmadı. İçimde bir şeyler gittikçe kabardı, bir lav misali. Harlandı, harlandı, harlandıkça yaktı. Boğazıma ulaştı, çıkmak için can attı. Dizlerim büküldü ama düşmedim, "ABİ!" diye öyle bir bağırdım ki ses tellerimin yırtıldığını hissettim. Yürümek, koşmak, dibinde bitmek istiyordum. Yapamıyordum. Elimden gelen tek şey olduğum yerde bağırmaktı. Sanki yürüyemiyordum. Verda benim aksime sedyeyle birlikte gözünde yaşlarla koşuyordu, ambulansa binmesine izin verilmediğinde yanımdan geçerek aşağıya koşturdu. Güven beni tutmak istese de ablası Bilge tarafından çekiştirilmesiyle buradan ayrılmıştı. Zihnim patlıyordu, çığlıklarım içime içime akıyordu. Saçlarımı yolmak, kendimi bitirmek istiyordum. Yaşamayan kimse şu an nasıl hissettiğimi bilemezdi. Canımdı o benim, canıma nasıl kıymışlardı? Ben onun uğruna hayatımı yaşayıp, onun uğruna ölmeyi göze alabilirdim. Değeri pahabiçilemezdi. Bendeki yeri bu kadar büyükken başkaları ona nasıl kıyabilirdi, nasıl parçalayabilirdi? Kafamın içinde dönen sesler susmuyordu. Kulaklarımı kapatsam da fayda etmedi, iki büklüm olurken şakaklarıma vurdum defalarca. Delirmiştim. Abime gitmek istiyordum. Ben de koşacaktım ki bacaklarım tutmadı, düşeceğim esnada kendimi kollar arasında buldum.

 

 

"Alçin, Alçin bana bak." gözlerimi mavilere çevirdim.

 

 

"Abim.."

 

 

"İyi olacak."

 

 

"Abim.." dedim tekrar. Cümlemin devamı yoktu, ne dediğimi ben de bilmiyordum. Kim abisini böyle görürdü ki? Hüzün büyüktü, acı çok büyüktü ama ilkel bir sinir kendini sinsice saklıyordu. Ellerimle yakalarını kavradım, ayaklanarak beni kucağına aldı. Aşağıya inene kadar bir sürü şey söyledi. Hiçbirini duymadım.

 

 

Arabama geldiğimizde bedenimi dikkatlice koltuğa bıraktı. Özel eğitimler almıştım, hepsini de geçmiştim. Başkasını görsem belki bu kadar etkilenmezdim, vicdanım sızlardı fakat ölmezdim. Ben ölmüştüm. Hayatımın her karesinde en güzel köşeye sahip insanın bedenini bir deri bir kemik görmek beni yıkmıştı.

 

 

Açılan yollardan dolayı hızlıca hastaneye vardığımızda arabanın kapısını açtım, başım dönüyordu. Burak anahtarı aldıktan sonra Acar belimden kavradı, kolumu sıkıca tuttu. Abimin sedyesi gözler önünden kaybolurken Umay'ın elaları onu buldu. Pars abi ağırca yutkunduğunda hepsini es geçerek koluma dolanan eli tuttum. Tüm gücümü ondan almak istercesine parmaklarımı arasına doladım, birbirine kenetledim. Babamın ayarladığı ekipten iki doktor yanıma geldiğinde kimseyi anlayacak durumda değildim.

 

 

İki saat sonra.

 

 

Ameliyathanenin önünde, fayansın üzerinde oturuyordum. Yerde, kapının tam önündeydim. Bedenim istemsiz ileri geri sallanıyor, gözlerim bir an olsun karşımdaki yerden ayrılmıyordu. İki tim de dahil olmak üzere Hira, Akad abi de buradaydı. Umay, Saadettin, Pars abi, sırasını bekleyen doktorlar.. Koridor doluydu. Hissettiğim duyguların tarifi yoktu.

 

 

İlk olarak üzgündüm. Abim bir askerdi, farkındaydım ama esir düşmüş, aylarca işkence görmüştü. Karşımda kanlar içindeyken bağırmak dışında hiçbir şey yapamamak utanmama sebep olmuştu.

 

 

İkinci olarak yorgundum. Ayların getirdiği ağırlık, hâlsizlik ve daha bir çok şeyle aynı anda baş etmeye çalışan bedenim bu savaştan yenilerek çıkacak gibi duruyordu.

 

 

Üçüncü olarak hayal kırıklığına uğramıştım. Ayların getirdiği özlemi atmayı düşünürken ona sarılmayı bırak, elini dahi tutamamıştım. Oysa ne hayaller kurmuştum, gerçek olmaları için her şeyi yapabilirdim.

 

 

Dördüncü olarak kafam karışıktı. Göreve aniden gitmişlerdi, eğer aksi bir durum olsa Acar o helikoptere binmeden bana belli ederdi. O odada atılan çığlıklar, bana anlatılmayan şeyleri öğrenmek istiyordum.

 

 

Beşinci olarak sinirliydim. Öfke doluydum. Abimi bu duruma getiren her köpeğin aynısını benim ellerimden yaşamasını istiyordum. İçimdeki arsız, doymaz canavar burada kendini belli ediyordu. İntikam istiyordu, kan istiyordu. Dişleri sivri, pençeleri keskindi. Ahsen dışarı çıkmak için içten içe bedenimi tırmalıyordu. Söz veriyorum ki çıkacaktı. Abimin intikamı olacaktım, kan dökecektim.

 

 

Altıncı olarak ölüydüm, yalnızca ölü. Kimsesiz, çaresiz. Hayatta yapayalnız kalan, ailesindeki son kişiyi kaybetme ihtimali olan.

 

 

Düşüncelerle boğuşurken yanı başımda oturan adam beni izliyordu, çevre dolu olduğundan sessizliğini koruyordu. Fakat sessizken bile ben buradayım diye bağırıyordu.

 

 

Uzatılan suyu reddettim, Umay yanıma eğildiğinde beni kolları arasına aldı. Sıcak göğsüne sokulmak istiyordum ama en ufak temas beni boğuyordu. Hafifçe geriye çekildiğimde saçlarımı öptü. Akan burnumu peçeteye sildiğinde elini birden alnıma attı. Titreyen çenemle yeniden geriye çekilmek istesem de beni tutarak buna engel oldu. "Ateşin var Alçin." omuz silktim.

 

 

Buradan kalkmak istemiyordum. Üzerimdeki ceketi ittirdi. "Alçin'im." yüzümü avuçları arasına aldı. "Söz veriyorum ben buradan ayrılmayacağım. Ama senin doktora gözükmen lazım." başımı olumsuz anlamda salladım. Kalkmayacaktım. Zaten kan da verememiştim, yeni ilaç kullandığımdan almamışlardı. Benim yerime Pars abi verebilmişti. "Alçin, gel beraber gidelim. En ufak şeyde haber alırım, Burak arar beni." Acar da şansını denemeye çalışmıştı, onu da reddettim.

 

 

Ağlamak istiyordum.

 

 

Küçük bir çocuk gibi hissediyordum. Ameliyata sürekli başka doktorlar giriyor, yenileri ekleniyordu. Bazıları yabancıydı. Babam plastik cerraha kadar en ince ayrıntısına kadar halletmişti.

 

 

"Kızım!" koridorun sonunda gür bir ses duydum. Tanıdıktı. Başımı hafifçe arkama çevirdim. Gelmişti. Uzun boyu, beyazlar düşmüş saçları, geniş omuzları ve dik duruşuyla yaşına göre fazlasıyla genç gözüken bir adamdı. Umay ve Acar'a tutunarak ayaklandım. Yaklaşık iki yıldır yüz yüze görmemiştim, o İngiltere'deydi. Ben ise yoğun bir şekilde sınava hazırlanıyor, göreve koşturuyordum. Görüntülü konuşmaktan çok farklıydı. Öz babam değildi fakat bendeki en ufak değişikliği hisseder, şefkatini esirgemezdi.

 

 

Her şeye rağmen onu kendi babam yerine koyamasam, onun kadar sevemesem de bendeki yeri ayrıydı. Sendeleyerek bir kaç adım attıktan sonra destek almayı bırakarak ona yürüdüm. Açtığı kollarının arasına girdiğimde elleri hemen saçlarımı buldu. Yere düşecektim. Benimle beraber düştü. Delirmiştim sanki. Göremiyordum ama yüzümde donuk bir ifade olduğuna emindim, bakanlar endişe ile kaplanıyordu.

 

 

"Baba.." dedim yalvarır gibi. Onun elleri abimi kurtarabilirdi. Tanıdığım en iyi doktordu. Üzerimdeki ıslak kıyafetlerle kaşları çatıldı, "Güzel kızım, ateşin var senin." yalnızca bakarak anlamıştı. Diyorum ya gerçek bir baba nasılsa o da öyleydi.

 

 

"Prensesim, bak bana." geriye düşen başımı tutarak kendine çevirdi. Gözlerim kararıyordu. Çevreden hemşirelere bağırdı, "Alçin'im, bana bak. Abini kurtaracağım." sonrası benim için karanlık olurken son duyduklarım bana verilen umutlardı.

 

 

Ve içeride abim soğuktan kriz geçirirken, ben yüksek ateşler içinde bayıldım.

 

 

Birimiz donarak, birimiz yanarak.

 

 

Sonucunda ikimiz de kendimizi kaybederek.

 

 

 

 

 

 

 

.

.

.

.

 

 

 

 

 

 

Seviliyorsunuuuuzzzz, boooollll sarılmalaaaarrrr.🌻🧡

 

Uzun zaman oldu, baya hem de. Neyse ki sonunda herkesi kavuşturdum. Şimdi size sürprizimi söylüyorum.

 

İki yeni kurgu yayınlayacağım; Biri bu kurgumun aksine hatta genel olarak kalemimin aksine oldukça neşeli, cıvıl cıvıl bir evren olacak. Yine askeri kurgu, çocukluğa dayalı. Bebeksi, aile sıcaklığı verecek size.

 

Diğeri için çok konuşmak istemiyorum, Umay'ımızın kurgusu. Oldukça karanlık, mafyatik bir evren olacak. İddialı, bir o kadar da yoğun bir evren. Çok seveceksiniz.

 

Şimdilik bu kadar, sorularınız varsa alabilirim. Instagram @gardenpaeonia takip etmeyi unutmayın lütfen. Bir dahakine kadar.. 🌻🌻💛

Bölüm : 17.12.2024 22:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...