
"Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana."
Hasretinden Prangalar Eskittim.
-
Güneş tüm güzelliğiyle kendini yeryüzüne sunarken kışın ortasında böyle bir görüntüyle karşılaşmak şok ediciydi.
Minik ellerini cama yaslayarak ağzı hafif aralanmış bir biçimde çevresine bakıyordu Alçin. Bugün onun doğum günüydü. Aylardan Aralık, yaşlardan on. Annesi sabahtan beri hazırlık yaparak oradan oraya koşturuyordu, babası da küçük kardeşiyle eksikleri almak için dışarıya çıkmıştı. Abisi yoktu. Ama gelecekti. Hep gelirdi.
"Bugün kar yağarsa abim gelecek." diye mırıldandı kendi kendine. İmkansız durumların gerçekleşmesi ihtimali onun bir tür inançlarından biriydi. Soğuk bir günde üşümezsem istediğim olacak. Sevmediğim yemeği bitirebilirsem istediğim olacak. Babam gülerse günüm güzel geçecek. Annem eve erken gelirse mutlu olacağım. Okuldan geldiğinde yapayalnız olmak onu sıkıyordu. Akşamında çoğu zaman ailesi olurdu fakat o zaman da dinlenirlerdi.
Alçin ise sessizce kitap okur, bazen oyun oynar, bolca çizim yapardı. Hayatında son üç yıldır bulunan bücür ona neşe oluyordu ama o da hep uyuyordu. Gerçi uyuduğu zamanlar daha güzeldi. Yoksa hep ses yapıyordu.
Camın önünden çekilerek derin bir nefes verdi, önüne gelen kıvırcık saçlarını sabırla geriye ittirdi. Yine kabarmışlardı! Okuldakiler ona lakaplar takıyorlardı, üzülüyordu. Abisine anlatsa hepsini döverdi, anlatamıyordu. Abisi yoktu. Koşturarak mutfağa ilerledi, "Annem, annem, annem, annem!" heyecanlanınca aynı kelimeyi ard arda tekrar etme huyu asla değişmiyordu.
Gülhan gülümseyerek üzerindeki önlüğü çıkardı, "Kızım." eğilerek burnunu burnuna sürttü, "Noldu canım?" özenle yaptığı saçları yine bozulmuştu. Küçüğü kucağına alarak banyonun yolunu tuttu. Alçin ellerini annesinin omzuna koydu, "Abime yazdın değil mi? Gelecek mi?" yüzüncü kez aynı soruyu sormasına ilk kez soruyormuş misali cevapladı kadın, "Geliyor annem." kızını yere bırakarak toka bakındı.
Akşama kadar idare edebilecek bir toka olsa iyi olurdu. Gür saçlarını saran, daha doğrusu saramayan, tokalar hemen kopuyordu.
Bu kızın saçlarıyla başı beladaydı.
Kocaman lastiği alarak yere eğildi, "Annem, dağıtmak yoktu hani saçlarını?"
"Annem, Aşkım yoluyor hep!"
"Ben kızarım ona."
"Kızma, hemen üzülüyor sonra ağlıyor."
Gülümseyerek saçlarını tepeden at kuyruğu yaptığı kızının suratına baktı. Ay parçası gibiydi. O kadar güzel bir çocuktu ki, kalbinin temizliği yüzüne vurmuştu. En ufak şeyleri düşünür, herkese yardım etmeye çalışırdı. Bunun yanı sıra çok çabuk kırılır, unutmasa da hemen affederdi. İnsanlara karşı olan tavırları Gülhan ve Denizhan'ı endişelendiriyordu. İlerde değişmesini umuyorlardı fakat insan yedisinde neyse yetmişinde de oydu. Saflığı başına bela olacaktı.
Küçük avuçları kavrayarak salona doğru yürüdü Gülhan, süsledikleri alandaki eksikler gözüne çarpıyordu. Kocası bir an önce gelse iyi olurdu, takıktı. Eksikliğe tahammülü yoktu. Telefonunu alarak oğluna yazdı, uçakta olduğundan mesajı iletilememişti. Saati kontrol ederek inmesine az kaldığını gördü. Ekranı kapatıp kenara koyduktan sonra durgunlukla koltukta oturan kızına seslendi, "Hadi gel mutfağa, beraber kurabiye yapalım."
"Gelirim!" neşeyle şakımasıyla kahkahalar eşliğinde bir sürü atıştırmalık hazırlamışlardı.
Alçin pek becerikli değildi, zaten bir çocuktan yemek konusunda beceri beklenemezdi ama o ekstra olarak yapamıyordu.. Annesi on kere şekere tuz dese de ısrarla aksini savunuyordu. Yemek kaşığı yerine çay kaşığı kullanıyor, bir bardak su yerine üç bardak katıyordu. Her yeri batırmıştı. Sorun değildi, temizlenirdi, hallolurdu. Anılar birikiyordu. Odadan getirdiği kamerayı açarak ikisinin fotoğrafını çekti kadın, yüzleri una bulanmış, kıvırcıkları birbirine karışmış. Gülücükler saçıyorlardı.
Aile kameralarıydı, fotoğraflar, videolar doluydu. Özel ve mutlu anların hepsi bunda kayıtlıydı. Yıllar sonra izlenir miydi bilmiyordu, kaydediyordu sadece.
Kapının çalmasıyla tezgahtan atlayan küçük koşarak o yöne ilerlemiş, zıplaya zıplaya heyecanını atmaya çalışmıştı. Kolu indirdikten sonra karşısında gördüğü üçlüyle minik bir çığlık attı. Kollarını hızla öne uzattı, "Abim gelmiş!" Gülhan gülerek önce davranıp oğlunun kollarına atıldığında kokusunu içine çekti, "Evladım.." kısa saçlarını sevdi sarılmaya devam ederken. Bu çocuk ne ara bu kadar büyümüştü?
Daha geçen anne çiş yaptım diye bağırıyordu, şimdi boyu annesini geçiyordu. Hayır kendi de kısa bir kadın değildi ki, neyle beslemişti oğlunu? Aynısını kızlarına da yapması gerekiyordu, ikisi de yaşına göre fazlasıyla kısalardı.
Aşkım az önce arabada hasretini gidermişti, abisinin kucağına kurulmuş huzurlu huzurlu yolu izlemişti. Bu sebeple huysuzlanmıyor, üç yaşına rağmen ağzındaki emzikle babasının göğsüne yaslanıyordu. Koca mavileri tabi yine abisindeydi. Alçin dudak büzerek sırasını bekledi. "Annem, dur bir içeri geçeyim."
"Gel oğlum gel."
"Montumu çıkartayım anne."
"Aman be Çınar, bir hasret gideremedim oğlumla."
"Kocanla gider o zaman canım." Denizhan bir koluyla kızını tutarken diğeriyle karısının ince belini kavradı. Cilve yapıyorlardı birbirlerine. "Abim, gel gidelim buradan. Kusacağız yoksa değil mi?" sesinin tınısı hafif inceltmiş, dalga geçer gibi abartı konuşmuştu. Ateş topunu kucaklayarak salona koşturduğunda arkadan duyulan büyük çığlıkla ikisi de yandık ifadesini takınmışlardı. Aşkım gerçekten kıskanç bir kızdı.
Saatler birbirini götürürken nihayet akşam vakitleriydi. Salon süslenmiş, her şey hazırdı.
Annesinin aldığı elbiseyi giymiş, salık bıraktığı saçlarına bakıyordu. Fazla süs sevmiyordu. Çocuktu ama hoşuna gitmiyordu işte. Huysuzlanmak, kimsenin tadını kaçırmak istemediğinden yatağa ilerleyerek sessizce oturdu.
Aşağıda mutfakta keklere krema sıkan Gülhan ise salondaki kahkahaları dinliyordu. Denizhan ve Aşkım oynuyor, eğleniyorlardı. Krema paketini kenara koyduktan sonra süslere geçti. Serpiştirdiği şekerleri dikkatle ayarlarken arkadan gelen oğlu irkilmesine sebep olmuştu. "Oğlum aklımı aldın, gelinir mi öyle sessiz sessiz?" yanağına konulan koca öpücükle tüm siniri anında sönmüştü. Keklerden birini ağzına atarak kendini tezgaha yaslayan Çınar'ın gözleri önce mutfak girişine sonra annesine döndü, "Anne Alçin neden üzgün?" başta abisi yetişemeyecek diye olsa da şimdi karın ağrısı belli oluyordu.
"Arkadaşları gelmek istemediler. Yazdım ailelerine ama reddetti çocuklar."
"Anlamadım?"
"Sınıfındakiler onu dışlıyorlar. Okulunu değiştirmek istiyorum ama çalışma saatlerimize uymuyor. Ne yapacağım bilmiyorum."
"Ne demek dışlıyorlar? Sebep?"
Ellerini mendille silerek tabağı kenara koydu Gülhan. "Saçlarından zorbalık yapıyorlar ama asıl sebebi zekası. Öğretmenleri her soruyu kolaylıkla çözdüğünü söylüyorlar."
"Benim neden haberim yok?"
"Okula gidip çocukları kulağından tavana asabilme riskinden dolayı canım."
Fırından çıkan ufak bir tık sesiyle o yöne ilerleyerek önce fırını kapatmış, sonra mutfak eldivenlerini giyerek içindeki börekleri almıştı. Çınar'ın morali bozulmuştu, "Asacağım hepsini tabi, küçük p*çlere bak sen."
"Düzgün konuş."
"Bizimki ne yapmış peki?"
"Alçin sakin bir çocuk. Ben ortalığı birbirine katmasam anlatmayacaktı bile."
"Hep ben olmadığım için oluyor böyle."
Sıkıntıyla alnını ovuşturarak üst katın yolunu tutmuştu. Emindi ki hiçbir şey yapmadan duvarı izleyerek bulacaktı kızı. Merdivenler son buldu, kapıyı açtı ve tahmin ettiği gibi bir görüntüyle karşılaştı. Yatağın üzerinde oturmuş, avuç içlerine bakıyordu.
"Abim, napıyorsun sen burada?"
"Annem sürpriz olduğu için burada beklememi söyledi."
Yanına oturdu, saçlarını okşadı. Ağladığını düşünmek dahi canını sıkıyordu. Şakağına minik bir öpücük kondurdu, "Neden telefonla oynamadın ya da kitap okumadın?" normal çocuklar heyecandan bekleyemeyerek odadan çıkarlardı. Ya da en azından telefonla zaman öldürürlerdi. Fakat Alçin bunların hiçbirini yapmıyordu. Abisinin elini avuçları arasına aldı, "Bilmem, annem beklememi söyledi." parmaklarını kapatıp açıyordu.
"Alçin'im saçların ne kadar güzel olmuş böyle."
"Gerçekten mi?"
Oysa her zamanki gibiydi. Açık, kıvırcık, uzun.
"Gerçekten. Dünyadaki en güzel saçlar bence sana ait."
"Yalan söyleme. Mine ablaya da aynısını demiştin."
"O kimdi?"
"Sevgilin." bir süre hangisi olduğunu hatırlamaya çalıştı. İlişki hayatı karışıktı, tabiki de aynı anda birden fazla sevgilisi olmuyordu ama flört sayısı sayılamayacak derecedeydi. Muhtemelen önceki gelişinde konuştuğu kızlardan biriydi. Hatırlamadığına göre önemli biri de değildi.
"Boşver sen onu. Yanılmışım ben."
"Ya şimdi de yanılıyorsan?"
Normal çocuklar gibi inanıp geçemez miydi? İlla mantıklı konuşacak, sorgulayacaktı. Gülümsedi bu hâline, "Yanılmam ben. Merak etme." gelecekten bildiriyoruz, en güzel saçların Verda'ya ait olduğunu düşünüyor. Abisinin iltifatıyla şımaran Alçin göğsüne sırnaşmış, sevinmişti. Çınar ise o konuyu açıp açmama konusunda kararsızdı, doğum gününde tadını kaçırmak istemiyordu. Ama ertesi gün dönmek zorundaydı.
Şu anlık susmakla karar kıldı, annesinin seslenmesiyle kardeşini elinden tutarak odadan çıkardığında adeta bir prenses misali süzülmesini sağlıyordu. Beyaz atlı prensi de yanındaydı. Aşkım çok kıskanacaktı. Merdivenlerden inerlerken alkışlar yükseliyordu. Alkışlar derken, babası, annesi, yanındaki abisi ve üç yaşında yüzünün yarısı krema olmuş kardeşi. Hoş, pek alkışlıyor sayılmazdı ama gülüyordu.
"Prensesime bakın, nasıl da güzel." Denizhan dört basamak kala kızını kucakladığında kısaca havada uçurmuştu. Kahkahalara boğulan küçük kız mutluluktan her şeyi unutmuştu. Babasının omzunda otururken bir süre yükseklerde eğlenmişti. Pilot olmak istiyordu, bazen ressam. Çoğunlukla asker. Hatta yazar, öğretmen, besteci.. Her şeyi istiyordu. Şimdi pilotlukta karar kılmıştı. Bir kaç dakika sonra ne olurdu belli olmazdı. Aşkım'da onlardan özenerek abisine tırmanmaya çalışıyordu. Pasta üflenme vakti geldiğinde dilek zamanıydı. Derin bir nefes aldı, hafifçe ateşe eğildi.
İki sene sonra en büyük korkusuna dönüşecek o şeye.
Gözlerini kapadı.
"Ailem her zaman benimle olsun. İşleri olmasın, hep bugünkü gibi mutlu olalım. Okuldakiler benden nefret etmesin. Savcı olayım, sonsuz yaşıma kadar yaşayayım."
Dört dilek öldü, ikisi belirsiz.
On yaşına büyük beklentilerle giren bir çocuk olarak kalmıştı. Oyuncaklar, kekler dilemesi gerekirdi. Alçin yine yaşından büyük dertlere sahipti.
Mumlar üflendi, istekler yok oldu. Saatler sonra herkes bir köşede tabaklarına gömülmüştü. Biri hariç. Emekleyerek ablasının tabağına kafasını gömen Aşkım, onu ittiren Alçin, kavgalarını ayırmaya çalışan Çınar, çocuklarının telaşını gülerek izleyen Gülhan ile Denizhan. Herkes eve sahip olabilirdi, önemli olan yuvaya sahip olmaktı. Herkes anne babaya sahipti, önemli olan aile olmaktı. Ev başında çatısıyla, dört duvardı. Yuva sıcacık anılarla dolu, içi sevdiğin insanlarla dolup taşan, sana sevgiyi öğreten, o sevginin içinde yaşadığın alandı. Anne baba olmak kolaydı, aile olmak farklıydı. İlk onları düşünürdün, en ufak acıları kendi acından daha çok acıtırdı canını, onlarla düşer, onlarla kalkardın.
Onlarla yaşardı, onlarla büyürdün.
Mutlu aile tablosu gibi gözüken bu görüntünün arkaplanında cinayet vardı.
Herkes öğrenecekti, hiçbir zaman bilmeyecek tek kişi Gülhan kalacaktı. Kendi ailesinin sevgisizliğiyle büyüyen kadın, sevdiği adamın ellerinde ölümü yaşayacaktı.
Fotoğraf çekildiler birleşerek, kucak kucağa. Hepsi kocaman gülüşlerinin arkasına sonsuz sadakat bağladı. Kahkahalarla sonlanan gecenin bitiminde Çınar kardeşini kenara çekti, gitmeden söylemesi gerekenler vardı.
"Ne olursa olsun, asla kendini ezdirme. Senin arkanda dağ gibi abin var canım. En ufak şeyde bana koşabilirsin, ben her daim gelmenin bir yolunu bulurum. Asla yalnız olmayacaksın, yeni yaşın kutlu olsun abim."
-
Saatler sonra -
Oda.
Gözlerimi aralayarak bir süre boş tavanı izledim, gördüğüm rüya yine gerçeklikten bir kesitti. Farkındaydım. Öylesine güzeldi ki sonsuza dek o anın içinde yaşamayı çok isterdim. Bilincim yavaş yavaş kendine gelirken ilk hissettiğim halsizlikti.
Sonra üşüme.
Sonra irkilme.
Abim. Abim neredeydi? Ben.. Bana ne olmuştu? Hızla oturur pozisyona geldiğimde onun sesini duydum. "Dur, dur Alçin, ne yapıyorsun?"
"Abim.."
"Her şey yolunda. Yatman lazım senin." çaresizlikle gözlerine bakındım, mavilerindeki yorgunluk her açıdan belli olacak derecedeydi. Ona yük olmamak adına içime sinmese de sözünü dinledim. Toprak kokusunun yanı sıra yemek kokuları da duyduğumda kafamı yana çevirdim. Omuzlarımdan uyguladığı hafif baskıyla geriye doğru uzanırken bileklerini bırakmadım. O da geri çekilmedi, "Bunlar ne?" sorumla ellerinden birini omzumdan yanağıma çıkardı. Ateşimi kontrol ediyordu. "Yemek getirmiştim sana, uyuyordun."
"Uyandırsaydın keşke."
"Kıyamadım."
"Efendim?"
"Uzun zamandır uyumuyordun, ondan."
Aramızda anlamsız bir bakışma geçerken arkadan gelen öksürük sesiyle geriye çekildi. Sıcaklığı yavaşça benden uzaklaştı. Boşluğa düştüm. Öyle ki donduğumu hissediyordum. "Prensesim, uyandın mı?" üzerinde önlüğüyle, elleri cebinde kapının yanında dikiliyordu babam. Bakışlarındaki terslik her şekilde korkutucuydu. Beni bulduğunda ise samimi. Bir kaç adımla yanımda bitti, "Uyandım babacım." az önce Acar'ın tuttuğu yanağıma yasladı avcunu, sonra alnımı öptü. Gülümsedim, "Ateşin düşmüş, siz ne yapıyordunuz bakalım?"
"Yemek getirmiş de, onu söylüyordu."
"Benden isteseydin ya kızım."
"Acıkmadım babacım. Abim nasıl?"
Merakım son seviyedeydi, bitkinliğimi göz ardı edemezdim fakat önemli olan abimdi. Görüntüsü aklıma geldiğinde hastalığın da getirdiği duygusallıkla gözlerim doldu, "Ameliyatta hâlâ." elimi gerdanıma attım. Serum kablosu canımı yaktı, "Bir şey oldu, bana söylemiyorsunuz." mırıltımla ikisi de aynı anda olumsuz şeyler söylediler.
Hayır Alçin.
Öyle şey olur mu hiç prensesim?
Ben senden bir şey saklamam.
Her şey yolunda.
"Baba kalkmak istiyorum, lütfen." babamın beni şu an strese sokmamak için doğruyu söyleyip söylemediğini kestiremiyordum. Acar'ın yalanları da güvenimi kırmıştı. Bu konuda dürüst olacağından şüphem yoktu ama benim durumum da belliydi. Dakikalar boyunca itiraz etsem de kabul etmemişlerdi, Umay'ı çağırmalarını rica ettiğimde babam onaylayarak aramızdan ayrılmıştı.
"Para bizde, şöhret bizde."
Gözümden akan yaşı elimin tersiyle sildikten sonra kapının önündeki kişiye bakınmaya çalıştım. "Düşmanlarla yarışırız para çok, para çok. Sosyeteye karışırız güzeliz çok çok." şarkı birden birinin dudaklarından söylenmek yerine yüksek sesle odayı doldurduğunda korkmuştum. Kendimi toparlayarak hafifçe geriledim, "Bu kim be?" cevap karşımdaydı. Omzunun üzerinde eski tip bir ses bombası koyarak odaya giren Saadettin.. Hem de roman havası oynayarak.
"Sizde ne var? Söyle söyle." belini kıvırdı. Evet. Belini kıvırdı, "Hayat bizde, her şey bizde."
Ayaklarını ileri geri hareket ettiriyor, ne İzmirli Volkan, ne de Tarık Mengüç'ü aratmıyordu.
Acar'la sessizce onu izliyorduk. Odaya giren Umay'da şaşkınlıkla yanıma ilişti, şarkı değişti.
"Geceler haram oldu bak bu aralar. Seni unuttum kapandı yaralar." elim ağzıma gitti, kınıyordum.
"BU AŞKIN UĞRUNA ÖLMEZDİN YA! YANAR, YANAR, YANAR, YÜREK TAŞTI!"
"ÖZLERSEN ARAMA, KAPALI KAPILAR!" bağırıyordu. Neyse ki özel bir odadaydık, başka hastaları rahatsız edemiyordu. Ağlamam durulmuş, ona bakıyordum. İşin içine darbuka girince dansöz misali oryantal oynuyordu. Emindim ki şu an düzgün bir zamanda yaşansa Umay'da bu tabloya eklenirdi. Birlikte, daha doğrusu onun zoruyla kursa gitmiştik. Rezil anlardı. Sonunda ise nerede işimize yarayacağını bilmediğimiz bir sertifika ile ödüllendirilmiştik. Duvarıma asacağım diyen canım arkadaşım bu işte ciddiyetini koruyarak tüm aldığı ödüllerin yanına belgeyi aşmıştı.
Sesi duyan geliyordu, Bilge dahil timdekiler de alana giriş yapmıştı. Herkes benim yanıma doğru yürüyor, karşımızdaki adamı izliyordu.
O şu anlık yeni gelenleri görmemişti.
"Geliyor, geliyor, havalı geliyor! Güzelliği dillere destan, bakın kim geliyor?" çevresinde döndü, "Arkasında paşa paşası var. Milyonlar, trilyonlar değerinde havası var, soyu sopu belli onun." yeni bir şarkıya daha geçeceği esnada hafifçe yere eğildim, düşeceğim anda belimden tutan Acar'a teşekkür ederek botumu kaptım. Kafası yerine kıçına fırlattım, "Napıyorsun sen be!" diye cırlamama engel olamamıştım. Başım şişiyordu. Kafam abimdeydi.
"Abin kurtuldu, yas bitti. Kalk göbek at nankör kadın!" o kadar insana rezil oldum diye de utanmıyordu. Özgüvenine hayrandım.
"Çık git gözüm görmesin seni köpek!"
"Kıskanç!"
"Saadettin s*ktir git!" bağırışımla hayali saçını geriye savurarak odadan çıkmıştı. Diğerleri de sıfır tepkiyle sessizce aramızdan ayrıldıklarında bir süre biz de kendi aramızda konuşamamıştık. "Ne yaşandı az önce?" Umay'ın sorusuyla başımı olumsuz anlamda salladım, bilmiyordum. "Umutsuz vaka." Acar içler acısı bir sesle konuştuğunda düz surat ifadesinden ödün vermeyerek kapıya bakınıyordu.
"Eğlendirmeye çalıştı kendince." başımı elalara doğru kaldırdım, haklıydı.
"Çok mu sert çıkıştım?"
"Hayır."
"Biraz."
İkisinin de çelişkili cevabıyla derin bir nefes verdim. Sonra özür dilerdim, onun da alınmadığını biliyordum zaten. Ki çıkarken son kez bana bakmış, göz devirerek kaybolmuştu. Sinirden güldüm, elimi ağrıyan başımdan dolayı alnıma attım, "Abim nasıl Umay?" o yalan söylemezdi.
"Ameliyat devam ediyor, doktorlar girip çıkıyorlar sürekli. Baban da girecek birazdan. Şu anlık her şey normal, kan veriyoruz sürekli." ekledi, "Diğer kız çıktı ameliyattan."
"Onun durumu nasıl?"
"Yoğun bakımda. Bir süre orada tutulacak, hayati tehlikesi yok."
Güven çok üzülmüştü, bu haberle sevindiğini bilmek az da olsa mutlu etmişti. Telefonumu aradım, "Verda nasıl?"
"Ayrılmıyor kapıdan, seni sordu."
"Ben çıkmak istiyorum buradan."
"Asla olmaz."
"Umay.."
"Sus, yat çabuk." bakışları masadaki tabağa kaydı, memnuniyetle gülümsedi. Ağzıma kaşığı tıkma ihtimali göz önünde bulundurulduğunda onun aksine ben somurttum. Yemeklere uzanmadan, "Ölümü gör." dememle durdu. Ardından kafama şaplağı geçirdi, "Tövbe de salak."
Aslında gördü sayılırdı.
"Bir şeye ihtiyacın yoksa ben çıkıyorum." munzur gülümsemesini suratına takındığında komutanı yandan bir bakışla kontrol ettikten sonra kaş göz yaptım. O benim aksime daha fena mimikler yapmaya başladığında tepki vermeme fırsat kalmadan koşturarak odadan çıkmıştı. Neyse ki Acar bizi dinlemek yerine telefonuyla ilgilendiğinden hiçbirini görmemişti.
"Yemek vakti." ekranı kapatarak kenara attığı telefonuna aldırış etmeden koltuğu yakınıma çekti. Masayı da tam önüme ayarladı, "Aç değilim."
"Yersen sana hediye alırım." gülümsedim, "Çocuk muyum ben?" gülümsedi. "Çocukken de bu kadar inatsındır sen."
"Hiç de bile."
"Çok da bile."
Ne dersem tam tersini, benim tarzımla söylüyordu. Çabasına karşılık uzattığı kaşıktaki çorbayı ağzıma aldım. Yuttum. Yuttum yutmasına da, canım yandı. Aklıma abimin görüntüsü geldi. Dört aydır aç, susuz kalmıştı. Verda'nın anlattıklarına göre hipotermi krizi de geçirmişti. Gözlerimin daldığı noktadan koluma değen elle kurtuldum. Mide bulantısı bastırdığında avucumu ağzıma kapatarak öğürmeme engel oldum. Seruma aldırış etmeden ayaklandığımda askısını tutan komutan peşimdeydi. Neler olduğunu anlamaya çalışmasına gerek yoktu, biliyordu.
Gözünün önünde silah arkadaşlarını da, kardeşlerini de şehit vermişti. Bazen kendi yaralanmış, vurulmuştu. Hatta belki kendi abisini görünce o da böyle olmuştu ama ben yanında olamamıştım.
Gitmesi için elimle hareketler yaptığımda çoktan klozetin önünde eğilmiştim. Hastalığın getirisiyle midem daha hassastı. Saçlarımı arkamdan toplayarak başını başka yöne çevirdi, bir eliyle alnıma baskı uyguladı.
Gözyaşlarımı akıtarak boş olan mideme rağmen kustum. Ellerimle kenarlara tutundum, kendime sinirlenerek bazen fayanslara vurdum. Sonunda bittiğinde sifona baskı uygulayarak temizlenmesini sağladım. Fakat yerimden kalkmadım. Başımı eğerek ağlamaya başladım, o orada ölürken ben yemek yemiştim, uyumuştum, sıcacık kalmıştım. Kolumdan tutularak ayağa kaldırıldığımda bacaklarımda güç hissetmiyordum. Ağzıma su vuruldu, boynuma akan damlalar tenimi üşüttü. Bir yandan ağlamaya devam ediyordum.
Mendille kurulayarak beni aynaya çevirmiş, arkama geçmişti. Saçlarımı arkamdan toplamaya çalışıyordu, toka yoktu ki. Aynadaki görüntüme bakındım. Saatler önce ıslanan saçlarım yer yer kurumuş, kabarmıştı. Göz altlarım çökmüş, morarmıştı. Yanaklarım zayıflamaktan içe göçmüştü, dudaklarım kuruluktan soyulmuştu. Berbattım. Kimsenin beni böyle görmesine izin vermeyeceğimi söylerken insanlara aksini unutturacak hâle düşmüştüm.
"Hiç bitmeyecek.."
Bir hıçkırık koptu. Abimi istedim.
"Bitecek, ben buradayım." saçlarımı bırakarak tekrardan omzuma dökülmesini sağladı. Ona dönerek başımı omzuna yasladım, beni tekrardan yatağıma bıraktığında dahi ben onu bırakmamıştım.
Bana iyi geldiğini inkar edemezdim.
Ben de ona iyi gelmek istiyordum.
-
Loş odada anlamsız, boğucu bir hava hakimdi. Sebebi ise tam olarak odadaki dörtlüydü, Burak, Badem, annesi ve babası. Daha doğrusu Badem'in annesi gergin olan tek kişiydi. Yatağın yanındaki koltukta oturan Burak'ın her hareketini izliyor, inceliyor, en ufak temasta uyarıyordu. Normalde bunu babaların yapması gerekmez miydi? Fakat Allah şahit çok tonton bir adamdı. Odanın başka köşesinde oturmuş, çayını yudumluyordu.
Badem'in buruşan yüzüyle, tetikte olan Burak yastığını düzeltmesi gerektiğini anlamıştı. Bu sebeple arkasına uzanacağı anda başka bir el tarafından durdurulmuştu.
Ona asla zarar vermezdi. Ama sürekli böyle tepkilerle karşılaştığından günlerdir kendini sorguluyordu.
Fazla mı sert gözüküyorum?
Badem'i rahatsız mı ettim?
Ailesine saygısızlık mı yaptım?
Çirkin miyim acaba ben?
Hiçbirinin cevabı yoktu. Çünkü yanıtların hepsinin olumsuz olduğunu düşünüyordu. Mesela sert gözükmediğine kesinlikle emindi, askeriyedeki herkesi çevirip, albay dahil, teker teker sormuştu. Üst rütbelerden dalga geçtiği düşünülerek ceza yemiş olsa da sorun değildi. Fayans aralarını dış fırçasıyla temizlediğinde ve soğukta arabaların başında sabaha kadar nöbet tutunca da kesin olarak karar vermişti.
İkinci seçenek ihtimal dahilinde olamazdı. Öylesine dikkat ediyordu ki hastane yemeklerinin tuzsuzluğunu bile özellikle başhekimle, aşçılarla görüşmüştü. Sağlığına uygun olması önemliydi. Bu şık da elenmişti.
Diğer şıkka geçti, saygısızlık yapsa babası bu kadar yumuşak olur muydu diye yaklaşık yüzüncü kez beyninin süzgecinden geçirdi. Olmazdı. Kulaklarından tavana asılırdı. Tabi kendi de bile isteye yapmazdı, orası ayrıydı. Sevdiği kadının ailesiydi sonuçta. En ufak hata hanesine eksi demekti. Bu şık da elenerek silindiğinde sonuncu soruya geçti.
Annesi yakışıklı oğlum diye severdi. Çirkin olsa yakışıklı olduğunu söylemezdi herhalde. Yine de telefonunu eline alarak timinin grup sohbetine girdi, "Müsait misiniz?" bunu da yapacak olmasına inanamıyordu, Badem'in telefonuna gelen bildirimle gözleri o yöne kaydı. "Ben yazdım, gruba." soramadığından merakını gidermek için açıklamasını yapmıştı. Ne yazdın? tek kaşı kalktığında bu anlamı çıkarmıştı.
"Hiç öyle, neredeler diye merak ettim."
"Oğlum çık baksana sen de."
Sevinç Hanım kibarca kovuyordu. Belli ki pek sevinçli değildi. Aklına gelen saçma espriyle sırıtmasına son dakika engel olan Burak daha fazla rahatsızlık vermemek için ayaklandı. "Haklısınız, ben bakayım efendim." fakat o an bir şey oldu. Gidemeden avuçlarını saran parmaklar. Başını hafifçe çevirip eline baktığında gördüğü görüntüyle şaşırmasına engel olamamıştı. "Badem? Nasıl?" heyecanla konuştuğunda annesiyle babası da bu duruma şaşkınlıkla bakıyorlardı.
Derisi yanmış, parmakları kırılmıştı. Doktor fizik tedavi gerektirebilecek durumlar olduğunu söylerken en ufak gelişme dahi mutluluk saçıyordu.
İncitmemeye çalışarak tuttu parmakları, sonra gülümsedi. Gitme diyordu gözleri, gitmedi. Kalktığı yere tekrar oturdu, öylece sevdiği kadını izledi. Sevinçli Hanım laf sokmalardan geri duramazken eşi onu zar zor ikna ederek kantine indirmişti, kızlarını ise Burak'a emanet etmişti.
Babası resmen kızını ona emanet etmişti.
Normalde bu duruma yaygara çıkartıp, ben kendimi savunabilirim, bir erkeğe ihtiyacım yok diye saatlerce söylenecek Badem sadece gülümsemişti.
Mesleği yeteri kadar konuşuyordu.
Burak odadan çıkan bedenlerle rahat bir nefes vererek güncel olayları anlatmaya başlamıştı. Dakikalarca konuşmasının sonunda lafını bölen şey telefonuna düşen bildirimlerin artmasıydı.
"Değiliz."
"Ben müsaitim, noldu?"
"Sıkıntı mı var lan?"
"Durum nedir gençler?"
"Ben duştaydım, noldu?"
"Yazdı gitti, anlamadık."
"Salak bu çocuk."
"Hastanede değil miydi?"
"Orada sabahlıyor haftalardır."
Okumaya devam etti, bunların zaten konuşası varmış diye düşünmekten de geri duramadı. Hâlâ yazmaya devam ediyorlardı.
"Aşk işte."
"Siz onu bir de Sevinç teyzeye sorun."
"Kadın nefret ediyor bizimkinden."
"Ben de duydum o olayı."
"Tüm askeriyeye anlattı zaten."
Doğruydu, tüm askeriye olmasa da en azından bir çok kişi biliyordu. Kendi anlatmamıştı, cezası artarken Binbaşı sorusunun sebebini zorla söyletmişti.
"Ben çirkin miyim lan?" dahasına bakmadan mesajı yollamıştı. Gerisi boş konuşmaydı.
"Senin neren düzgün kardeşim?"
"Oğlum bu nasıl soru a..?"
"Evet."
"Annem beni yakışıklı oğlum diye severdi yazacak birazdan. O potansiyeli görüyorum sende devrem."
Bir dakika, düşüncesini nasıl tahmin etmişti? Gerçekten yazacaktı ki klavyeye giden parmakları durdu.
Sessizliğini koruyarak bir süre gelen dalgaları dinledi, sonra küfürler savurdu. Ardından hepsi için timdeki kadın arkadaşlardan özür diledi. Dilemese Acar komutanları götünden kan alırdı. Bu konuda çok titizdi.
Grup sohbetine bir süre daha devam ederken gelen bildirimle herkes görüşürüz diyerek kaçmıştı.
"Ne bu tantana? S.. gidin yatın uyuyun. Sabah alacağım enerjinizi ben sizin. Hadi."
Bir tık sinirli olsa gerek sert çıkışmıştı, "Kusura bakmayın Dila, Esin, Badem. Sizlik değil." bir o kadar da efendiydi. Gülerek ekranı kapattığında gözlerini yanındaki sevdiceğine çevirmişti. Ama ne çevirme..
Sarıya çalan gözlerde bariz bir öfke vardı. Hatta belki biraz kıskanmak? Başını olumsuz anlamda salladı Burak, saçmaydı. Badem onu neden kıskansındı ki? Kıskanmazdı. Kıskanır mıydı?
"K..Kim?" kendini zorlayarak konuşmasıyla ağzı bir karış aralandı. Vücudunu hareket ettiremiyorken onun elini tutuyor, konuşması şu anlık canını acıtırken yine ona dair bir şeyi merak ediyor, soruyordu. Kalbinin sesi tüm hastanede, hatta tüm ülkede duyulacak kadar hızlı atmaya başladığında, "Tim." diye cevaplandırdı. Grupta iki dakika belki konuşmuş, belki konuşmamışlardı. Annesi az önce telefondan grup bildirimlerini yarım saatliğine kapattığından mesajların sesi de gelmemişti. "Sen.. Konuştun.." saçma bir duygusallıkla, sanki bir yaşındaki bebeği konuşuyormuş misali mutlulukla dolmuştu. Bu hâline gülmek isteyen Badem yapamasa da gözlerinin içi gereken cevabı veriyordu.
Grupta konuşulanları üstü kapalı anlatmış, çevrede olan olaylardan da bahsetmişti. Çınar komutanlarının bulunmasını ama durumunun ağır olmasını söylerken içi hüzün doluydu. Bir süre daha göz göze komik şeyler anlattıktan sonra Sevinçli Hanım'ın içeriye girmesiyle başını ona çevirdi, "Annen geldi, kaçsam mı?" hafif fısıltıyla konuştuğunda sevdiceğinin dudaklarında beliren gülümsemeyle derin bir nefes verdi. Ah o gözler dedi kendi kendine, ceylan gözlüsü. Fındık burunlusu, bal yanaklısı. Baktığı kısa bir an kendilerini film sahnesinde düşünmüş, tekrar iç çekmişti. Aptal bir aşıktı kendisi.
"Ee evladım, yok mu senin arkadaşın?"
Malum ses tarafından bir kere daha kovulduğunda kahkahasını bastırarak birbirlerine bakmaya devam ediyorlardı.
-
Siyah göz kalemini bocaladığı mavi gözleriyle etrafa bakınıyordu Hira, kulağındaki kulaklıklardan ise son ses şarkı dinlemekle meşguldü. Hastanenin en üst katına, çatısına çıkmış. Açık alanda karanlık gökyüzünü izliyordu. Tarzı babasına oldukça aykırıydı, pileli kısa siyah eteği, üstüne geçirdiği aynı renk kazağı ve dizlerine kadar gelen çizmeleriyle asi durduğu inkar edilemezdi. Sen koskoca Albay ve Yarbay kızısın, efendi giyineceksin! sesi kulağında çınladığından uyuz olmuş, evden çıkmadan önce biraz tarzını değiştirmeye çalışmıştı. Aslına bakılırsa pek hoşuna gitmiyordu ama farklı stiller deneyecekti, bu şekilde kendini bulacaktı.
Yıllardır ona biçilen kılıftan kurtulacaktı. Kendini bir proje gibi hissetmekten alıkoyamıyordu ki babasının davranışları da bu düşüncesini onaylıyordu.
Arkadaşları yoktu mesela, bir kere eve kız arkadaşını çağırdığında babası kızın tüm bilgilerini araştırmıştı. Kız evden koşarak çıkmış, her yerde bunu anlatmıştı.
İstediğini giyemezdi, sürekli resmi davetlerde bulunduğundan annesinin seçtiği, babasının onayladığı kıyafetleri giyebiliyordu.
Geç saatlerde acıktığında yemek yiyemezdi, belirli bir kiloda olması gerekir fazlasına çıkamazdı. Yemekler yemek saatinde, menüye göre hazırlanırdı.
Sürekli ders çalışmak zorundaydı, notları en yüksek olmalıydı. Ailesinin çabasını boşa çıkarmamalı, onlara yakışır bir çocuk olmalıydı. Hatta zorundaydı.
"S*kerler.." babasının kurallarını hatırladığında gözünden akan yaşı sertçe sildi. Bir kural daha çiğnenmişti, küfür etmek. Elinden sinir duygusunu dahi almışlardı, öyle ki vur ensesine al lokmasını kalıbında birini yetiştirmişlerdi. Gözünü kapatmış, elini kolunu bağlamışlardı. Şimdiye kadar susma sebebi sevgiye olan açlığıydı, yaptığı iyi şeylerde kimseden göremeyeceğini düşündüğü o sevgiyi sunarlardı. Çevresinde kimse olmadığından da fazlasıyla muhtaçtı bu hisse, Akad abisine nazı geçiyordu sadece. Ama o da çoğu zaman yanında olmuyor, askeriyede oluyordu.
Dışarıdan görünenler oldukça farklıydı, evin prensesi, babasının göz bebeği sanılırdı. Başarılı, şımarık. Başarıya ulaşmak ve tünelin ucundaki sevgiyi elleriyle alabilmek için verdiği çabayı kimse göremiyordu. Diğer abisine de yakınlaşmak istiyordu. Onu o kadar nadiren görüyordu ki, yan yana oldukları zamanlar abisi ondan nefret ediyormuş gibi hissediyordu. Doğum gününe özellikle çağırmıştı, yine sıkıcı bir aile yemeğinde yemek masasından kalktıklarında tüm akşam salonda onu izlemişti. Kendi evine geçeceği esnada kapıda durdurarak çağırmıştı. Onaylayarak adeta kaçan Acar ise arkasında bıraktığı kalp kırıklığından habersizdi.
Annesinden sürekli mesaj atarak hatırlatmasına rağmen abisi gelmemişti. Üstelik işi de yoktu. O gece bir cesaret alerjisi olduğu şeylerden yalnızca biri olan fıstığı ağlayarak yemişti. Sonrası belliydi, hastanede kaldığı gece abisiyle buzlarını eritmesine sebep olmuştu. Sevgi için yapabileceği şeylerin sınırı yoktu. Bunu da aşmak istiyordu. Abisinin esir düşmesi bardağı taşıran son damlaydı. Beyninde şimşekler çakmış, ışıklar yanmıştı. Büyük resmin içindeki küçük detaylar kurumuş kanlarla kaplıydı. Babası otoriter, kimseyi gerçek anlamda sevmeyen bir adamdı. Acar abisiyle arasındaki mesafe açıkça ortadaydı, her eve geldiğinde küçümser konuşmaları, annesinin eşinin elini tutarak onu durdurması.. Akad abisinin üzgün gözlerle küçük kardeşine bakması ama diğer abisinin hiçbiriyle samimiyet kurmadan evden kaçıp gitmesi.. Hepsinin bir sebebi olmalıydı. Ondan önce yaşanan şeyler neydi? Derin bir nefes verdi, yetmedi.
Şarkıyı değiştirdi, son ses açtı. Hayatında koşulsuz ona iyi gelen şey müzikti, şarkılarla yaşıyordu. Sesinin güzel olması ona verilmiş büyük bir hediyeydi. Bu fırsatı asla elinden kaçırmayacaktı, babasının asker ol baskılarına rağmen konservatuar okuyacaktı. Hatta sosyal medyada videolar çekerek bestelerini, yeteneğini paylaşacaktı.
Mırıldanmaya başladı, "Kuralı yok, kuralı yok!" hafifçe kalçalarını sallarken elleri de başının yanında hareketleniyordu, "Hayat senin gibi delisi yok!" yüksek sesle söylemeye başladığında kendi sesini duyamıyordu. Çevrede kimse de yoktu. Arabalar hızla akıp giderken gökyüzünden bir şimşek çakarak etrafı aydınlattığında koyu saçları rüzgârın etkisiyle geriye savruluyordu. Gülümsedi, özgür hissediyordu. Kollarını açarak, "Yaşıyorum gelişine, takılıyorum kafama göre!" diye bağırdı. Hafifçe yerinde zıplayarak ilk kez hissettiği mükemmel duygunun tadını çıkarıyordu. Bir nefes daha aldı özgürlüğünden, "Kafama göre, kafama göre.. Karışmasınlar, dokunmasınlar!" başını geriye doğru attığı zıplarken, burada babası yoktu.
Mutluydu.
Ufak bir kahkaha attı ister istemez, "Ben böyle keyfime bakıyorum. Bozuk düzen, öylesine, takılıyorum kafama göre!" deli gibi dans ediyor, "Kafama göre, kafama göre!" bağırıyordu.
Hareketlerinin getirisiyle geriye doğru sendelediğinde sert bir şeye çarpmasıyla sıçrayarak ufak bir çığlık attı, hızla geriye çekilerek ne olduğuna bakındı. Fakat karşısında, yaklaşık 1.90 boylarında, kızılımsı kıvırcık saçları dağılmış, mavi gözlü, yapılı birini görmeyi beklemiyordu. Hem de yaşı yaşına. Fazlasıyla yakışıklı. "Tövbestağfurullah.." kulaklığını çıkartarak elini kalbine bastırdı, "Manyak mısın sen be!" diye cırladı. Biraz daha kibar olabilirdi ama şu an korku doluydu, kendi şarkının ritmine bu kadar kaptırmasa iyi olurdu.
Çocuk bir süre donakalsa da kendini toparlayarak, "Kızım sen çarptın bana." dedi sakinlikle. Onun aksine bağırma gereği duymamıştı. Hatta dili dolanacak gibi olmuştu. Karşısındaki kızın güzelliği ve ablasına benzerliği onda şaşkınlık yaratmıştı. Burnuna dolan şeftali kokusundan bir nefes çekti çaktırmamaya çalışarak. Hira'ya gelen farkındalıkla yanakları kızarmaya başlamıştı, "Sen.. Ne zamandır buradasın?" az öncekinin aksine utanarak mırıldandığında alacağı cevaptan korkuyordu.
"Uzun zamandır."
"Anladım.."
Yakınlıklarından dolayı rahatsız olarak bir kaç adım geriledi, "Dibimde ne işin vardı?" bu hareketiyle çocuk da bir kaç adım geriledi, "Deli gibiydin, kontrol edeyim dedim."
"Ha, ha, ha. Ne komiksin sen öyle." samimiyetten uzak kurduğu cümlenin ardından göz devirdi. "Ergen misin sen? Ne yaptın gözlerine?"
"Sana ne ya, yürü git belanı bulma benden."
Duyduğu cümleyle başını geriye atarak kahkaha attı çocuk. Adem elmasının belirgin olduğu boynu gözler önüne serildiğinde bakışlarını oradan çekerek çevreye bakındı Hira.
"Sakin ol." dalga geçercesine konuşarak mesafeli bir şekilde yanına ilerledi. Kollarını demir parçaya yaslayarak etrafı izlemeye başladı. Gitmekle gitmemek arasında olan kız kararsız kalsa da, aşağıda babasını görme ihtimali olduğundan vazgeçerek aynı hareketi yapmıştı. "Ablamla çok benziyorsunuz." elindeki çakmağın ateşini yakayarak onunla oynuyordu. Bakışlarını ona çevirdi, "O da mı gözlerine siyah kalem sürüyor?"
"Hayır."
"Fotoğrafı var mı?"
Bir süre cebinde telefonunu aradı, yoktu. "Telefonum odada kalmış, ama kendisi burada."
"Hasta mı?"
"Evet, yoğun bakımda." sesine çöken hüznü gizleyemezken sorduğu sorudan dolayı mahçup olan Hira, "Geçmiş olsun." dedi. Belli belirsiz teşekkür eden çocuk hâlâ çakmağa bakıyordu. Aralarındaki gergin havayı kırmak adına, "Adın ne?" diye sordu.
"Güven.." bakışlarını kıza çevirdi. "Senin ne?"
"Hira."
"Sen neden buradasın Hira?"
"Abim yoğun bakımdaydı, ama şimdi çıktı. Ben de yanında kalıyorum. Sen de mi kalıyorsun?"
"Evet."
"Hiç görmedim seni, uzun zamandır buradayım."
"Yeni geldik biz. Bu sabah."
Anlamış gibi başını salladı, tekrardan anlamsız bir sessizlik çöktüğünde kulaklığını takmak kabalık olur mu diye düşünüyordu. "Korkuyorum."
"Ne?"
"Söyledim ya kızım, tekrar söyletme."
"Neyden korkuyorsun?"
"Ablama bir şey olmasından."
Bu hissi biliyordu, karşısındaki çocuğu anlayabiliyordu. Avuç içlerine bakarak, parmaklarıyla oynadı bir süre. Söylenecek en doğru kelimeleri kafasında seçmeye çalışıyordu. Sonunda toparlayarak, "Bazen bir yabancıya içini dökmek iyi olabilir. Bir daha nerede karşılaşacağız ki zaten? Bana anlatabilirsin."
Bir süre kararsızlıkla, ona bakmayan Hira'nın yan profilini izledi. Saçları önüne düştüğünden pek bir şey göremese de, kulağının arkasına sıkıştırmasıyla yüzü daha netti. Minik, kavisli burnu, beyaz teni, dolgun yanaklarıyla gerçekten ablasına benziyordu. Özellikle mavi gözleri. Karşısında onu anımsıyormuş hissiyatıyla derin bir nefes aldı, haklıydı. Yabancıydı sonuçta, içini dökse ne olurdu ki? Maviler ona çevrilince iki mavi buluştu. Gökyüzü ve deniz. "Esir düştü ablam." buralarda böyle durumların yaşanması garip karşılanmayacağından öylece söylemişti. Özellikle köy bölgesinde sıklıkla yaşanan bir durumdu. Ablası her ne kadar savaş muhabiri olarak başka topraklardan kaçırılmış olsa da karşısındaki kızın bunu bilmesine gerek yoktu.
"Bir dakika.. Ablanın adı ne?" abileri onun uyuduğunu sanarak aralarında biraz bir kadından bahsetmişlerdi. Bir keresinde de koridorda Acar telefonda konuşurken kulak misafiri olmuştu. Akad, Çınar ve biri daha.. İsmini tam anımsayamıyordu ama sanki..
"Lâl?" denmesiyle zihnindeki tozlar uçtu. Evet, tam olarak bu kadından bahsediyorlardı! Abisinin günlüğünde yazan o kadın. Tüm bedenini Güven'e çevirdi ve heyecanla, "Ablan savaş muhabiri değil mi?" diye sordu. İki beden de birbirine dönüktü. "Sen kimsin?"
"Benim abim de esir düştü."
"Ne?"
"Evet, gerçekten."
"Ne oluyor lan?"
İkisi de fazlasıyla şaşırmışlardı. Bir süre boyunca askeriyeden, olay hakkında bildiklerinden bahsetmişlerdi. Sonucunda ise bir çok kez aynı yerde bulunmalarına rağmen karşılaşmamış olmalarına şaşırmışlardı. Güven yaşıtı biri bulmanın sonucunda numarasını almak istiyordu. Tam lafını açacağı esnada içeriye giren, kısa sarı saçlı adama çevirdi mavilerini. Boynuna kadar dövmeli, kasları arasında bir kafa sıkıştırarak boğacak kadar güçlüydü. Ters ters onlara bakarak bir sigara yaktı, sabır dercesine başını önüne çevirdi. Hira'nın hararetle bir şeyler anlatmasına odaklanmak istese de pek mümkün değildi. Adam hâlâ onları izliyor, daha doğrusu özellikle Güven'e bakıyordu.
"Ne bakıyorsun abi?" tek kaşını kaldırarak hayırdır dercesine başını sallamıştı. Baran'ın derdi farklıydı. Gençlerin tanışıklığını anlamaya çalışıyordu. Ona yönelen soruyla bir şey yok dercesine elini havada sallayarak önüne döndü. Hira gergin ortama sessizce bakınırken telefonuna gelen bildirimle ekranı açtı.
"Nerdesin abicim?"
Akad abisi belli ki uyanmıştı. Gülümsedi, "Gitmem gerekiyor, abim yazdı." mesajı yanıtlayarak ekranı kapattığında vedalaşmak için karşısındaki oğlana baktı. "Dikkat et o zaman."
"Sen de içeri geç bence." arkasındaki adamı çenesini uzatarak işaret edince ufak bir öneride bulunmuştu.
"Sıkıntı yok."
"Peki, daha buradaysan sonra görüşürüz o zaman.."
"Olur."
"İyi akşamlar." oda numarasını söyleyerek alandan uzaklaşmıştı Hira. Uçuşan saçlarıyla ellerini ceketin cebine sokmuş, çizmeleriyle beton parçasını ezerek demir kapıya doğru yürüyordu. Arkasındaki Güven'in onu izlediğinden habersiz, dudaklarında aptal bir sırıtışla abisinin yolunu tuttu. Fakat habersiz olduğu bir şey daha vardı.. Oğlanı büyülemişti.
-
22 Aralık, 00:00
Günümüz.
Kapının önünde ileri geri sallanarak içeriye girip çıkan doktorları izliyordum, sürekli yenisi giriyor, diğeri çıkıyordu. Yabancı ekip alana yeni giriş yapmıştı.
Hepsi yorgundu.
Girilen en uzun ameliyatları olduğunu söyleyenler de bulunuyordu aralarında, bazıları ameliyata sonra devam etmeleri gerektiklerini savunurken, diğerleri bunun riskli olabileceğini söylüyordu. Öğrendiğime göre kurşun kalbin fazlasıyla yakınındaydı, en ufak bir hareket abimin hayatının sonu demekti. Plastik cerrahları yanmış deriyi incelemiş, ona göre izlenecek bir yol belirlemek için en üst katta toplantıya gitmişlerdi. Şu anda ameliyatın en önemli kısmıydı, babam en güvendiği doktorları toparlayarak kurşunu çıkartma işlemine başlayacağını bildirmişti.
Korkuyordum, hem de deli gibi korkuyordum. Sandalyelerde titrerken bedenimin kontrolü bende değildi. Ağlaya ağlaya buraya gelmeye komutanı ikna etmiştim, o ise yanımdan bir an olsun ayrılmamıştı. Hatta bulunduğumuz alan şu an epey kalabalıktı; Bir adam vardı, saçlarına aklar düşmüş, yaşına göre oldukça heybetli gözüken. Siyah gözlerine saniyelik bakınmıştım, onun da gözleri benim üzerimdeydi. Kim olduğunu bilmiyordum. Yanında biri daha vardı, kahverengi gözleriyle, adamın yanında oturmuş, kapıya bakınıyordu. Tanıdık siması üzerine düşünecek vaktim yoktu, kafam yoğundu.
Talip sürekli su içirmeye çalışıyor, abimin timindekiler dinlenmek yerine yanımızda bulunuyorlardı. Verda'yı kendine getirmeyi deneseler de pek başarılı değillerdi, o da tıpkı benim gibiydi. Albay üst kattaki oğlunun yanından ara sıra buraya iniyordu, Hira'da aynı şekilde sık sık bana sarılıyor. Öpüyordu. Güven az önce gelmişti, kenarda sessizce düşüncelere dalmıştı. Ablası kurtulmasına rağmen üzgünlüğü yüzünden silinmemişti. Bakışlarımı ona çevirdim, içimden bir dürtü ona yakın hissetmemi söylüyordu.
Tabi bundaki en büyük etken ondaki babam hissiyatıydı. Kokusu.. Yıllar önce unuttuğum o koku. Adı gibi güven taşıyan.
Onun ablasının yanına gitmeye fırsat bulamamıştım, sarışın kadın, adını tam hatırlamıyordum fakat galiba Bilge'ydi, o da buralarda gözüküp gitmişti. Saadettin, Umay, Pars abi, Vahşet timindekiler.. Onların nerede olduğunu bilmiyordum. Hatta Acar dahil. Göz açıp kapayıncaya kadar çevreden kaybolmuşlardı.
Derin bir nefes alarak arkama yaslandım, hastalıktan dolayı bayılacak durumdaydım. "Sen git istersen, ben haber veririm." Verda'nın çatallı sesiyle ben dahil herkesin bakışları ona döndü. Bir elini omzuma attı, sıvazladı. Başımı olumsuz anlamda salladım, "Gitmek istemiyorum." ikimiz de konuşsak her an ağlayabilecek durumdaydık. Bu yüzden sessizdik. Sesim titrediğinde gözlerimden anlayacağını anlamıştı. Onu kendime çekerek sıkıca sarıldım. "İyi olacak."
"Olacak."
"Her şey geçecek.."
"Geçecek."
"Çok korkuyorum.."
Saçlarını okşadım, "Ben de korkuyorum." itirafımla kollarını sıkılaştırdı. "Çınar bizi bırakmaz Alçin." derken dediğine kendi daha çok inanmak istiyordu. Onaylar mırıltılar çıkararak saate baktım, gece yarısına dakikalar kalmıştı. Abimsiz bir gün daha geçecekti. Saatler oluyordu, ne gelen vardı, ne giden. Yeni gün bana abimi getirmeliydi.
Dakikalarca birbirimize sarıldık, koridorun sonundan kalabalık bir topluluk bize yaklaştı. Aralarında ufak bir ışık vardı ama gözükmüyordu. Verda geriye çekilerek zoraki bir gülümseme takındı, herkesin odağı oradaydı. Uzun adamların arasında kaybolmuş Umay çıktı öne. Elinde bir pasta ile. Kaşlarım çatılarak neler döndüğünü anlamaya çalışıyordum, "İyi ki doğdun Alçin!" neşeden uzak, fısıltıya yakın bir sesle söylüyorlardı. Yerimde kıpırdandım. Bugün benim doğum günümdü. Unutmuştum. Abime duydukları saygının yanı sıra beni de mutlu etme çabasına giriyorlardı.
Ayaklanacağım esnada pastayla önümde eğilen arkadaşıma bakakaldım. "Dilek dile canım." içtendi. Elaları mumun ışığında yeşile bürünürken onlara kızıp kızmayacağımı sorgulamayan tek kişiydi. Çünkü beni tanıyordu. Önümdeki çikolatalı pastanın üzerinde yanan mumdan çok fazla medet ummak beni aptal yapar mıydı?
Abim yaşasın. Kavuşalım, bir daha ayrılmayalım.
Üfledim, büyük sesler çıkarmamaya çalışarak alkışladılar. Gözümden süzülen yaşı elimin tersiyle silerek çevremdekilere baktım. Bu insanlar gerçekten iyi yüreklilerdi. Acar'ın duvara yaslanarak beni izleyen mavilerinde kayboldum. Hoş geldin 31 yaş, bu sefer iyi gel. Yaşımın esprisini yalnız olsak yapacak olan Umay, efendi efendi elindeki pastayı Saadettin'e uzattı, sonra yeniden tam önümde durdu. Ellerini ellerime sardı, "İyi ki varsın, seni çok seviyorum." normalde asla duygusal yaklaşmazdı fakat geçirdiğim krizden sonra bana karşı çok daha naif yaklaşıyordu. Hislerinden konuşmamıştık, kendimi onun yerine koyduğumda paramparça olacağımı düşünüyordum. Asla başına bir şey gelmesini istemezdim. Yanaklarımdan öptü, "Sen de iyi ki varsın canım, ben de seni çok seviyorum." dedim beklemeden. Sıkı sıkı sarıldık birbirimize.
Kulağıma yaklaştı. "Güzel bir sayı, severiz." şaşırmıyordum, bu kadını senelerce her şeyiyle tanımıştım. İç çamaşırının rengine kadar bilirdim, kırmızı. Kıkırdayarak geriye çekildiğinde gülümsedim, şu anda pek enerjim yoktu. Yine de kimseyi kırmamak için tebessüm etmeye çalışıyordum. Tüm iyi dilekleri kabul ederek tek tek sarıldım, sonunda Acar'a yaklaştığımda kollarını açarak beni kucağında karşıladı. Sıkıca belime dolanmış, kafasını saçlarıma doğru eğmişti. Burnum boynuna sürterken belli etmeden soluklandım, toprak kokusu huzurdu. Hangi duş jelini kullanıyor bilmiyordum ama sabah görevden gelmesine rağmen kokusundan ödün vermiyordu.
İkimiz de uzunca bir süre çekilmediğimizde öksürük sesi duymamızla ayrıldık, adeta krize girmiş gibi öksüren Saadettin'in suratına bön bön baktım. Ama galiba gerçekten boğuluyordu, suratı kıpkırmızıydı. Gerdanına sertçe vururken kaşıyla ortamı işaret etti. Uzunca sarılmamız bu ortamda olmazdı, doğruydu. Yanına yaklaşarak sırtına vurdum, "İyi misin?" Acar'ın ağzının içinde mırıldandığı şeyi bu mesafeden duyamamıştım fakat hemen yanındaki Barlas ve Burak gülmeye başladığında az çok tahmin edebiliyordum.
Sadom biraz kendine geldiğinde kapı aralandı. Aceleyle o yöne gittim, Verda'da ayaklanarak yanımdaki yerini almıştı. İstemsiz elimi boynuma attım, "Kızım.."
"Doğum günün kutlu olsun. Kurşunu başarılı bir şekilde çıkardık."
Duyduğum cümle benim için saf mutluluktu. Kahkahalarla karşıladım, yüreğimdeki ağırlık yerini derin bir huzura bıraktı. Aylar sonra içimdeki küçük çocuk uyandı, canlandı, nefes aldı. Ölmek üzereydi, tek bir cümleyle hayata döndü. Gözümden akan yaşlar eşliğinde, "Her şey yolunda yani?" dedim emin olmak isteyerek.
Babam, "Şu anlık öyle gözüküyor, en önemli kısmı bitti. Gerisi için ilgili alandaki doktorlar bilgilendirecek, geçmiş olsun." dediğinde çevrede neşeli nidalar duyuldu. Verda boynuma atıldı, sevinçten dizlerimiz tutmayarak beraber yere düştük. Umay bir süre bu görüntüye müsaade etse de sinirlenerek onu çekmiş, kendi bana yapışmıştı.
Tüm kargaşının içinde gözlerim mavi gözleriyle buluştuğunda ise temas olmadan anlaştık, yüreğimdeki mutluluk onun yüreğine sıçradı. Birbirimize bakarak hissettik. Ne sözler, ne bedenler. Bakışlar ve hisler.
-
İki gün sonra -
Hastane.
Yoğun bakım alanında camın önünde abimi izliyordum. İçeriye girmeme izin yoktu. Her gün, her saat, her dakika, bir an olsun buradan ayrılmadan aramızdaki cama rağmen onu hissetmeye çalışıyordum. Bir çok kez şükretmiştim, bana sağ salim kavuşmuştu.
Gözyaşlarım toprağa değil, yanaklarıma akmıştı. Hüzünden değil, mutluluktan.
"Alçin, hadi yemek ye." Saadettin'in uzattığı poğaçayı elime aldım. Bir süre elimde beklettim.
"Kafana s*çarım senin, o ne kadar pahalı biliyor musun?" homurtusuyla zorla bir ıssırık aldım. Her çiğneyişimde ağzımda büyüyordu, kusmak istiyordum. Abim aç kalmışken kendime tokluğu layık göremiyordum.
Elinde kahvelerle Umay'da geldi. "Beni niye beklemiyorsun ya?" homurtusuyla beni camın önünden alarak sandalyeye oturtmuştu. Ortamıza geçerken bana çayı uzattı, ikisi kahveyi aldı, "Alçin acıkmıştır diye."
"Yalancı, hesabı bana kitledin."
Bakışlarımı tartışan ikiliye çevirdim, "Sen az önce çok pahalı diye bana çemkirmiyor muydun?" gözlerimizi köşeye sıkışan adama diktik, "Üzerime atılan iftiraları kabul etmiyorum. Psikolojik baskı, şiddet ve daha sayamadığım bir çok şey uygulanıyor. Tedavi masraflarım karşılansın. Tutuklama talep.." elindeki poğaçayı ağzına tıkan Umay'la sustu, memnuniyetle hamur işini gömüyordu.
Üçümüz aslında beraber iyi olmuştuk?
1 hafta sonra -
Hastane.
"Aman be Alçin, ben hallederim." sevgili yengemin ısrarları karşılığında kahkaha attım.
Abim uyandıktan sonra olacakları konuşuyorduk, şu anki odağımız benim evden kaçmamdı. Nereye mi gidiyordum? Güzel soru. Ben de bilmiyordum. Yalnızca bir şeyler planlıyorduk, elindeki kahveyi bana uzattı.
"Peki kime kaçacaksın?" aklıma ilk gelen isimle gülüşüm soldu.
Aklıma neden Acar geliyordu?
Ayrıca ben neden onunla kaçmak istiyordum? Bunu dile getirmeli miydim? Kendi kendime sorularımı cevaplamaya çalışırken sesli bir cevap vermeyi akıl edebildim, "Kimseye, öylesine." tabi dercesine kahvelerini bana dikti.
Günlerdir imaları bitmek bilmiyordu.
Gecenin bu saati dışarıdan yayılan seslerle ayaklandık, koridorun sonundan bize gelen kişiler tanıdıklarımızdı. "Mutlu yıllar!" Saadettin neşeyle koşturduğunda kravatını yandan başına bağlamıştı. Umay bir kaç saatliğine Siirt'e döndüğünden şu an aramızda yoktu. Pars abiyle de sabah vedalaşmıştık, o kesin olarak dönmüştü. En kısa sürede tekrar ziyarete geleceğini de eklemiş, her an onu arayabileceğim konusunda tembihlemişti. "Christmas ruhunu yaşayamadık bu sene." en büyük derdimiz bu olsun be Sadom, valla. Kolunu boynumdan dolayarak karşımızdaki, boyunlarına süsler asılmış insanları gösterdi, "Sen yaptın değil mi?"
"Sanat eserlerim."
"Biz bunu nasıl kabul ettik a.. koyayım?"
Boynundaki yeşil parti süsünü çekiştiren Talip, kırmızı süsün yanına yani Barlas'a astı. İkisi birbirlerine süsleri geçirirken bakışlarımı cama çevirdim. Abimi uyandıracakları zamanı dört gözle bekliyordum. Önce Verda'yla sıkıca sarıldık, ortamda hepimiz biraz gülüştük ve gözlerim onu aradı. Acar'ı. Bir kaç gündür görmüyordum. Mesaj atarak ihtiyacım olup olmadığını sormuştu, pek cevap verememiştim. Akad abi günler önce çıkabilmişti, o da ailesinin yanında kalıyordu.
Yeni yılın dakikaları bir bir geçmişti, abimin kapısının önünde herkes birbirine güzel dilekler dilerken bir seneye onsuz girmemin hüznü içimdeki yerini almıştı.
1 hafta, 5 gün sonra. -
Hastane.
Üzerimdeki anlamsız kıyafete baktım, bir sürü küfür ediyordum. Duşlarımı burada halledebildiğimden eve hiç uğramıyordum. Umay'a kıyafet getirmesini rica eden bir mesaj atmıştım, fakat büyük bir hata yaptığımın farkına aynadaki görüntüme bakarken varıyordum.
Öncelikle, bana bir alışveriş merkezinden kullanılmamış, neredeyse transparan iç çamaşırı almıştı. Bunu giymem resmen hiçbir şey giymemem demekti. Ama başka çarem de yoktu, varla yok arası olan fantezi çamaşırlarını giymek zorunda kalmıştım. Sonrasında, hafif iç gösteren bir kazak getirmişti. Bu benim dolabımdandı. Böyle kıyafetleri seviyordum, yalan yoktu. Fakat şu an aradığım tek şey rahatlıkken çekici gözükmek en son düşündüğüm şeydi.
Altıma ne mi getirmişti? Pembe renkli, yine hafif iç gösteren bir eşofman. Bu kadın sebebim olacaktı, kalpten gidersem katilim kesinlikle en yakın arkadaşımdı. Dolabımda kuytu köşede pembe renginde kıyafetler bulması hayran kalınasıydı. Ben bile unutmuştum bunları aldığımı! Elimdeki tacı kenara fırlattım, bir de taç mı takacaktım? Aynaya yaklaşarak kuruttuğum kabarık saçlarıma baktım, kıvırcık saçlıların yapmaması gereken üç hatalı kuraldan biri yansımamla karşımdaydı.
Asla saçlarını kurutma.
Kurumasını bekle. Kremle, yağla, parmaklarınla şekil ver, sonra ucuna aparatını taktığın makineyle sabırla ucundan diplere doğru kurut. Ben ise tam tersini yapmıştım, tüm aşamaları ezip geçmek aptallıktı. Hastaneye bakım eşyalarım gelemeyeceğinden güzelliğimden ödün vermek zorundaydım. Yine de şu kaşlarıma bir el atsam iyi olacaktı. Derin bir nefes vererek yolunmuş tavuğun insanlığa bürünmüş hâli olan buklelerimi görmezden gelmeyi denedim. Tam o esnada bakışlarım yerdeki taca değdi, bir heves yanından geçerken almıştım. Gür saçlarımı taç değil, toka bile alt edemiyordu.
Eğilerek elime aldım, "Belki güzel olursun.. Yani.." söylenerek aynanın karşısına geçtim. Acaba Acar beni böyle görse ne düşünürdü? Hep koyu kıyafetlerin içindeydim. Yüzümde makyaj, düz saçlarımla çekici bir kadın olduğumu inkar edemezdim. Fakat şu an biraz.. Çocuksu? Hayır. Tatlı? Evet. Biraz tatlı gözüküyordum. Tacı saçlarıma yerleştirerek bir süre bu şekilde dışarı çıkıp çıkmama konusunda kararsız kaldım. Hadi ama Alçin, adam ortalarda yok bile. Bir dakika, bana neydi be onun ne düşüneceğinden. Kendim için yapıyordum. Siyahtan başka bir şey giymeyen, saçlarından nefret eden, yoğun makyajı olmadan asla dışarı çıkmayan ben, kendim için pembe giyip, doğal bıraktığım saçlarıma taç takıyordum.
Aylardır rezil kepaze tanımının karşılığı olacak bir biçimde ortalıkta geziyordum. Düşüncelerimi susturarak koşarak kapıya ilerledim, birden çıkmazsam bir daha çıkmazdım.
Saatler geçerken tanıdıkların iltifatlarını üzerime çekmiştim. Umay gazabımdan korktuğundan kaçma girişiminde bulunmuş olsa da tipimi görünce bu fikrinden hızla vazgeçmişti. Hatta dibimdeydi, sarılıyor, öpüyordu. Yıllardır süren arkadaşlığımızda ne o beni, ne de ben onu böyle görmemiştik. Cıvıl cıvıl. "Kız bu hâlin ne?" son kelimesinin harfini uzatarak konuşan Saadettin ellerini iki yana açmış, küçük çocuk sever gibi yaklaşmıştı. Yüzümü buruşturdum, "Yürü git." beni gram takmadı, hatta dizlerini kırdı, yüzüne sevecen bir ifade takındı, "Oy ne kadar tatlısın sen Alçin kız." ağzını büze büze konuşurken yumruğu çakma düşüncelerim zihnime sızıyordu.
"Dalga geçme." dedim kollarımı önümde bağlayarak. Yanıma oturdu, "Tamam bir şey demedim." yine de dönüp salak salak gülüyordu.
Oflayarak ayaklandım, koridorun sonundan yaklaşan Verda suratındaki şaşkın ifadesini gizleyemeden yanımda durmuştu. "Alçin.. Ne kadar şey duruyorsun.."
"Garip?"
"Hayır."
"Aptal gibi?"
"Hayır tabiki de, çok güzelsin."
İltifatına teşekkür etmiş, ayak üstü sohbetten sonra yanından ayrılmıştım. Acele bir işi çıktığından askeriyeye çağrılmıştı, normalde ikimiz de onaylı izindeydik. Telefonumu çıkartarak sohbete tıkladım, "Neredesin?" mesajımı ona yolladıktan sonra çıkıyordum ki cevap geldi, "Evdeyim." ne yazacağımı bilemeyerek telefonumu cebime koydum. Keşke yanımda olsaydı.
Bir saat sonra.
Çatı katında, en tepedeydim. Şehrin insanları ne kadar küçük gösterdiği bir kez daha ortadaydı. Oysa ne büyük dertler barındırıyorduk içimizde.
Kimisini sevdiği terk etmişti.
Kimisini ölüm karşılamıştı.
Kimisi ev geçindirmeye çalışıyordu.
Kimisi sağlığından vurulmuştu.
Kimisi aile bildiklerinden incinmişti.
Bazıları başkalarının hikayesinde suçlu olmuş, diğeri o hikayede yanmıştı. Ellerim montumun cebinde, burnumu çektim. İnsanların beni anlamadığını düşündüğüm o dönemdeydim, hayatımda hiçbir zaman bu kadar çaresiz hissettiğimi hatırlamıyordum. Duygular karışıktı, çözülmezdi. Mesela buraya çıkmadan önce koridorda bir kadın görmüştüm, kriz geçirirken hemşireler sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Dudaklarında ise bir erkek ismi sayıklıyordu, devam ettiğinde nişanlısı olduğunu öğrenmiştim.
Yanından öylece geçip giderken aslında onun acısından hiç tatmadığımı fark ettim. Eminim ki o da daha önce hiç benim gibi hissetmemişti. Ne ben aşk acısı çekmiştim, ne o asker yakınının aylarca düşman ininde esirken dönmesini beklemişti. Hem de her gün yaşadığından şüphe ederek. Ben sonunda kavuşabilmiştim, peki o ne yapacaktı? Derdin büyüğü küçüğü olmazdı, pirenin deve olması bizim ona yüklediğimiz anlama bağlıydı. Dikenin gül olması da, kurbağanın prens olması da. Kontrol edemediğimiz duyguların esiriydik hepimiz.
Şimdi soğuk bedenime vururken yaşamımı sorguluyordum. Bunu yapmak için geç kalmış mıydım? Hayır. Çünkü hayatta olması gereken şeyler zamanında yaşanırdı, biterdi. Eğer erteleniyorsa ya da olmuyorsa zorlamanın anlamı yoktu. Saçlarım rüzgârın etkisinden yüzüme çarpıp boynuma dolanırken sabırla geriye iteledim.
Sorulması gereken sorular, alınması gereken cevaplar vardı. Derinlerden ilk düşüncem zihnimle buluştu, ne zaman kendin için bu kadar acı çektin Alçin?
Her zaman.
Hayır.
Hiçbir zaman.
Kendim için kendimi bu kadar yıprattığım bir dönem asla yaşanmamıştı. Ben her zaman başkaları için yıpranır, yaralanır, çabalardım. En ufak ilgiye düşer, samimiyetin kurbanı olurdum. Hatta bazen bunlar dahi olmazdı. Yalnızca birine değer verir, sonrasında hayatımı o kişiye adardım. Aptalcaydı. Ama ben buydum.
Buraya gelmeden önce ketum bir insan olduğumu inkar edemezdim. Kimseyle iletişim kurma çabam yoktu, ki hâlâ olduğunu düşünmüyordum, fakat birden hayatınıza giren insanlara da karşı koyamazdınız. Daha ilk günden pastada mumlarla karşılandığım askeriye bahçesinde tanıştığım insanların değeri gittikçe artıyordu. Operasyonda sabaha kadar uyumadıkları günler, hâlimi hatrımı sordukları anlar olmuştu. Karşılık olarak değil ama bundan sonra başlarına gelecek en ufak olumsuz olayda asla yalnız olmayacaklardı. Ben vardım. Minnet doluydum.
Kimisine göre saflık, kimisine göre iyi niyet. Olduğum insandım, değiştiremezdim.
Kimseyle konuşmaya çaba göstermezdim ama samimiyet gördüğüm zaman bırakmazdım.
Kimseye boyun eğmezdim ama sevdiğime boynum kıldan inceydi.
Kimseye kalması için yalvarmazdım ama gitmemesi için çabalardım.
Kimseye gülmezdim ama kalbim her daim sımsıcak olurdu.
Kim olduğumu belli etmezdim, neye dönüşebileceğimi göremezlerdi, bana güvenmezlerdi ama tek kaldıklarında yanlarında olacak o kişi ben olurdum.
Her şeyin yanı sıra, tıpkı her insan gibi kötü taraflarım da vardı. Yalan yoktu. Bir insandan nefret edersem kinimden asla ödün vermezdim. Yaşanılanları yok sayardım fakat unutmazdım. Canım acırsa can yakardım. Zekamla kimsenin yarışamayacağına olan inancım büyüktü.
Bunlar Alçin'di, hiç tanıtmak istemediğim Ahsen benden çok farklıydı. Onda ne vicdan gezerdi, ne yürek. Sadece intikam ister, kısasa kısas uğruna yaşardı. Canavar derken ciddiydim, yalnızca savaşmak istediğim zamanlar kendini gösteriyordu. Onu kontrol edebiliyordum. Belki delilikti, belki tedavi olmam gerekiyordu. Her şeye rağmen yine de Ahsen içimde yaşayacaktı, kullandığım ilaçlar yazılı olarak reçeteye dökülse de sisteme geçilmiyordu. O ölmeyecekti, herkes öyle sanabilirdi. Abim bile.
Düşüncelerimi kenara atarak ikinci soruma geçtim, izlerin ne zaman silinecek Alçin? cevabını bilmediğim bir soruydu. Bir adım öne attım, çok da büyük olmayan duvarın üstüne çıkarak ayakta dikilmiştim. Önümde herhangi bir korkuluk yoktu, düştüğüm an ölürdüm. Başımı hafifçe eğerek aşağıya bakındım yeniden, tabiki de bunu yapmayacaktım. Bir adım daha attım, soruma cevap lazımdı. Başımı gökyüzüne kaldırarak koyu bulutlara çevirdim. Düşün bakalım, düşün..
Çok büyük bir şiddetle geriye doğru savrulmamla dudaklarımdan koca bir çığlık yükseldi. Canım acımamıştı, yere düşmemiştim, herhangi bir kırık da yoktu. Hatta sıcaktı. Ne ara kapattığımı anlamadığım gözlerimi araladım, gördüğüm maviliklerle derin soluklanışım son buldu. Boğazıma dizildi. Ne güzel gözleri vardı öyle. Yutkundum, aniden yaşadığım şeyin sersemliğini üzerimden attığımda kaşlarım çatıldı.
"Napıyorsun kızım sen?"
"Ne?"
"Niye oraya çıkıyorsun Alçin? Canına mı susadın?"
"Ben hava alıyordum."
Kaşlarım daha da çatıldı, sesindeki azarlar tonu hiç sevmemiştim. "Alma öyle hava falan. Burası neyine yetmiyor, orası oksijen de bura değil mi?"
"Pardon? Sana mı soracaktım be! Ayrıca öküz gibi çekiyorsun ya kolum çıksaydı?"
"Çıkmadı."
Makul bir cevaptı. Geçerliliği vardı. İki dakika edebiyat yaptırmamıştı, şurada hayatı sorgulamama dahi izin yoktu. Nasip değilmiş diyerek devam edebilen sakin kadınlardan olmayı çok istesem de içimde yatan çirkefliği susturamıyordum. İlla ihtimaller üzerine konuşulacaktı, "Ama çıkabilirdi."
"Çıktı mı?"
"Hayır."
"Ee?"
"Sus Acar, sus. İki dakika rahat nefes alamıyorum. İndir beni."
Belimdeki kolları hafifçe gevşediğinde ayaklarımı yerle buluşturdum. Az önce öylesine havadaydım ki şimdi ister istemez hava değişikliği oluyordu. Boy farkı gerçekti. Sanki oralar daha sıcaktı, tekrar çıkarak deneyebilirdim. Saçmalama Alçin dedi sağ tarafım anında, sol tarafım durur mu, Çık kız çık, tırman adama. Erkek. Adam. diye sulanmaya başlamıştı. İkisini de susturarak tüm sinirimle gözlerinin içine baktım, "Niye geldin sen?"
"Seni merak ettim." eridim, bittim ve kenara doğru süzülerek bayıldım.
Kelimelerinin arkadaşca mı yoksa daha mı ilerisi olduğunu ayırt etmek zordu. Çünkü kalbim kesinlikle yüksek sesle bağırıyordu. Afallayan ifademle kafamı başka yöne çevirdim, "Anladım.. Yine de ses versen iyi olurdu sanki, neyse. İçeriye geçelim mi?" bu utanç da neyin nesiydi gram fikrim yoktu. Mırıldanarak kapıya ilerleyeceğim anda sesiyle durdum. "Burada oturalım." bedenimi ona çevirerek başımı onaylar şekilde salladım. Günlerdir yoğun bakım alanında sabahlamaktan başka yaptığım bir şey yoktu. Onunla da çok konuşamamıştık. Yanına ilerledim, şehri şimdi beraber izliyorduk. Akşam değildi, olmasına az kalmıştı fakat Ocak ayının getirisiyle Bingöl'ün hava şartları birleşince sürekli karanlıktı. Bir yağmur damlası burnuma düşünce gülümsedim, gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapattığım gibi kendimi az önce çıktığım yerde otururken bulmam bir olmuştu. Bu adamın özel kuvvetler olduğunu bu denli belli etmesi akıllara zarardı, daha doğrusu direkt benim aklıma zarardı. Çevik bir hareketle belimi kavrayarak beni duvara oturtmuş, kendi de yanımdaki yerini almıştı.
Ve evet, ben henüz gözlerimi açamadan bunlar yaşanmıştı. Çok hızlıydı. Başımı çevirerek ona baktım, benim aksime bacaklarını binadan aşağıya sallandırmıştı. Ellerini de geriye yaslayarak rahat bir pozisyona geçmişti. Ben de aynısını yaptım. Boşlukta sallanan bacaklarımla ona döndüm, "Az önce buraya çıktım diye kızıyordun, şimdi kendin çıkardın?"
"O zaman yanında ben yoktum." cebindeki paketi eline alıp, içinden bir sigara çıkartarak zor da olsa sürekli sönen ateşi yaktı. Elimi uzatarak istediğimi belli ettim, ters bakışlar eşliğinde paketi uzattığında içinden bir tane alarak önüme döndüm. Çakmak uzatmamıştı. Sırıtmama engel olamayarak sigarayı dudaklarım arasına yerleştirdim, sonra tek kaşımı kaldırarak onu beklesem de öylece karşıya bakıyordu. Bilmemezlik kartını oynamasıyla gülme isteğimi bastırdım.
Hafifçe öne eğilerek boynunu kavradım, bana dönen mavileriyle ona yaklaşıp sigaramın ucunu onun sigarasıyla birleştirerek yanmasını sağladım. Gözlerinin yüzümde gezindiğini hissedebiliyordum, istediğimi aldığımda geriye çekilmiştim. Silik bir gülüşle havaya doğru nefesini verdi, duman yüzümü yalayıp geçerken ikimiz de sessizdik. Konumumuz bir film sahnesinden fırlamışa benziyordu. Genzimi yakan hissi görmezden gelerek zehri içime çektim, "Seni ilk gördüğümde.." üfledim, "Çok uyuz biri olduğunu düşünmüştüm." ilk tanışmamız gerçekten anormaldi. Aynı evde yaşamasak muhtemelen birbirimize sinir olmaya devam edebilirdik.
"Duygularımız karşılıklıydı savcım."
"Hem suçlu, hem güçlü."
Homurdanmama gülerek başını sola eğdi eyvallah dercesine. "Şimdi ne düşünüyorsun savcım?" ben bile ne düşündüğümü bilmiyorum ki, sana ne anlatayım be adam! Yakışıklısın, fazlasıyla çekicisin, kurduğun cümlelere düşüp kalkamıyorum, her dakika seni yanımda istiyorum. Dur Alçin, dur, toparlan. Kendini kaptırma kızım, daha erken. Başlarım erkenine, adamın heybetine, duruşuna, yüzüne, huyuna suyuna her şeyine baksana. Kim dayanabilir buna? Kaptır kendini. Hayır, olmaz. Şu an değil, hiç değil. Hem belki o bir şey hissetmiyor. İç çekerek melül melül baktım boşluğa, ah şu iç sesimi bir dışarıya yansıtabilseydim.
"Savcım?" sesiyle irkilerek soluma baktım, "Efendim?" sorgulayıcı bakışları ve kalkan tek kaşı eşliğinde beni inceliyordu. Sorusuna cevap vermeyi, daha doğrusu sesli cevap vermeyi unuttuğumun farkına vararak boğazımı temizledim, "Öyle düşünüyoruz bir şeyler." bu nasıl geçiştirmektir, daha rezil bir cevap duymamıştım.
"Orası belli zaten." dedi bilmiş bilmiş, sigarasını söndürerek kenara bastırdığında sinirlenerek omzuna çaktım, "Zarar verme çevreye." şaşkın ifadesiyle bir üzerinde oturduğumuz demir parçasına, bir de bana baktı. "Pardon." dedi sonunda.
"İyi, hoş adamsın işte." diye ekledim az önceki cümleme ithafen. Güldü yeniden, hem de gözleri kısılan türden. Ona bakarken tekrar tekrar iç çekmeme engel olamazken ben de güldüm. Bulaşıcı bir etkisi vardı. "Hoş adamım demek."
"O anlamda şey etmedim."
"Ney anlamda şey ettin?"
"Açıklasam anlayacak mısın sanki?"
"Hey Allahım, kızım senin benim zekamla alıp veremediğin ne?" en ufak olayda laf sokmalarıma gönderme yapıyordu. Bir bacağımı kendime çekerek sigaramı botumun altına bastırdım. "Sen de kendine zarar veriyorsun." dedi yandan. Hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Göz devirerek, "Ne önemi var?" cevabımla uyuz uyuz sırıtırken önemi çok dercesine gözlerime baktı, anlamsız sessizliğimize karşılık konuşmadan önüme döndüm. Aramızdaki garip çekimi görmezden gelmek gün geçtikçe zorlaşıyordu.
Onunla sessizlik bile güzeldi, kafamdaki bin türlü sese rağmen dinleniyormuş gibi hissediyordum. Rahatlıyordum. Sanki o varsa huzur vardı, asla zarar göremeyecekmişim hissiyatı bir kalkan misali çevremi sarıyordu. Fiziksel olarak değil, aynı zamanda duygusal olarak da beni güvende hissettiriyordu. Fakat dakikalar sonunda dayanamayarak, "Abin için üzgünüm." diye mırıldandım.
"Neden?"
Yanında olamadım.
Bu sefer düşüncemi içime saklamadım, "Yanında olamadım." arkama yasladığım ellerimi önümde birleştirerek dikleştim. Avuç içlerimi ovalarken, parmaklarıma bakıyordum. Mahçuptum, "Ben her şeyi yaşarken beni bir an olsun tek bırakmadın. Ama ben senin yanında değildim."
"Şartlar farklıydı Alçin."
"Şartlar ne olursa olsun yanında olmalıydım."
"Kalp krizi geçirdin.." anlık duraksadı. "Sonra kendini toparlamaya çalıştın, bulduğun ilk fırsatta geldin zaten ziyarete."
"Olay sadece o değil Acar. Sen yalnızdın."
Bakışlarımı ona çevirdim, "Böyle olsun istemezdim." gözlerinde kırgınlık yoktu, öfke yoktu, ama öyle derin bakıyordu ki içime işliyordu. "Kendini suçlama. Güvenini sarstım, konuşmamak istememen normaldi."
"Her şey çok zor."
"Alçin, özür dilerim."
Yüzleşmeye hazır mıydım diye düşünmedim. Bazen yalnızca olması gerekirdi. Yer, zaman fark etmezdi. Bulabildiğimiz ilk anda birbirimizle konuşmamız içimi ısıtıyordu. Acı çeken tek taraf olduğumu düşünüyordum, fakat yanılmıştım. O da bu duruma üzülmüştü. "Ama anlatamazdım. Daha yeni uyanmıştın, kendini suçlayacağını biliyordum. Kaldıramayacağını düşündüm. Zamanı vardı Alçin. Başında o yüzden sordum bana güveniyor musun diye." burnumu çektim, "Benden uzak durmayı göze aldın." kalbimdeki tüm kırgınlık sesime yansıyordu.
"Duramadım."
"Göze aldın."
"Seni düşündüm, her şey senin içindi."
"Güvenmiştim."
Oturduğu yerde dikleşerek başını göğe çevirdi, ben de gözlerimi ondan ayırdım. "Öğrenmeni sağladım.. Saadettin'in içeride biz varken o odaya girmesi nasıl mümkün oldu sanıyorsun?" akan burnumu çekerek çatık kaşlarımla yine ona döndüm, "Ne?"
"Senin o odaya gelip her şeyi öğrenmen tesadüf değildi Alçin. Ben yaptım." Elim ayağım boşalıyordu, "Kendin.. Kendin söylerdin. Yalan."
"Değil. Verda'nın planımdan haberi yoktu. Fakat Saadettin'e bizzat ben söyledim. Düşük kısmını duyman bana da sürpriz oldu." gün boyunca sürekli karşıma çıkan arkadaşım aklıma geldi, odanın kapısını aralık bırakması, benim çıkmama göre ayarlaması ve daha bir çok şey.. Beynimin içinde şimşekler çakıyordu. Hayret doluydum, "Neden? Yüzüme söylemiyorsun ama bir şekilde öğrenmeme sebep oluyorsun. Derdin ne senin Acar?" sinirleniyordum. Bana bunu yapmaya hakkı yoktu, oyunun içine düşmüştüm.
"Hastanede yeni uyanmışken söyleyemezdim Alçin. Sonrasında da aramıza mesafe girdi, yüzüme bakmıyordun. Fakat gerçekleri öğrenmek için yıpranıyordun. Bir şekilde bunun daha doğru olduğunu düşündüm."
"Düşünme! Sen hiçbir şey düşünme!" yükselmeme engel olamıyordum. O kansızları dövme planımı da önceden tahmin ederek aklı sıra yardım etmişti. Bir şeyleri arkaplandan yürütüyorsa bile bunu sonuna kadar gizli tutmasını tercih ederdim çünkü söyledikçe kendimi kukla olarak görüyordum. Her dakika yeni bir yalan aydınlanıyor, belki de o an dahi aralarına bir yenisi ekleniyordu. Sebebi iyi ve ya kötü yalan yalandı, sonucu ne olursa olsun gerçekleri tercih ederdim. Yanıma gelip itiraf etse onu dinlerdim, bunu da biliyordu. Fakat o kaçmayı tercih ederek bu yüzleşmeyi tek başıma yaşamamı sağlamıştı. Anlık parlamama karşı o an kendime de sinirlendim, abimle kavga ettikten sonra gitmişti. İnsanlara kızdıktan sonra pişman olmak istemiyordum. Sessizliğimi koruduğum anlarda ise kendime ihanet ediyordum. Bastırılmış duygular sonradan çok büyük hatalara sebep olacaktı, haberim yoktu. İçine düştüğüm girdapta doğruluğundan emin olduğum tek şey kalbimin acısıydı. Onu da bizzat kendim yaşadığımdandı.
Önce kırıyor, sonra onarmaya çalışıyordu.
Ama dediğim gibi, önce kırıyordu.
Bir süre yüzüne baktım tüm hayal kırıklıklarımla. Hislerimi tutamayacağımı anlamamla ellerimle yüzümü kapattım, hüngür hüngür ağladım. Yaşıma başıma bakmadım, tüm şeffaflığımla karşısında dikildim. Yorulmuştum. Yetersizlik hissi patlamama sebep olmuştu. Her şeyi kendim yaptığımı düşünürken arkaplanda onun kuklası olmuş gibi hissediyordum. İyi niyetleri yönleri olabilirdi ama şu an psikolojim sağlam değildi. Doğrusu psikolojide durumum ne diye adlandırılıyor onu bile bilmiyordum. Sadece dolmuştum, ben bu değildim. Korkularının arkasına saklanarak yanlış kararlar veren bir kadına dönüşmek istemiyordum ama kontrolümde de değildi. Güçsüz görülmek beni sinirlendiriyordu. İçten içe yalnızca bu olaya değil, her şeye ağlıyordum. Bu yaşadığımın tek başımayken olmasını tercih ederdim. Zayıflıklar silah olarak bize dönünce maskeler düşerdi. Kim olursa olsun, her insanın bir çıkar düşüncesi bulunurdu. Onun yüzünü şu an göremiyordum, sessizliğinden gitmiş olabileceği çıkarımını yapmıştım.
Büyük yanılgıydı, önüme düşen saçlarımın geriye doğru hafifçe atıldığını hissettim.
"Alçin, dön bana bakalım." sıcak avuçları bileğimi sararak yüzümden ellerimi çekti. Dönmedim, bakmadım.
Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı, düşen aksesuarım kucağında duruyordu. Dizlerimi tek eliyle tutarak bedenimin kendisine dönmesini sağladı. O an ayaklarım boşluktan çekilmiş, demir metale öylece uzanmıştı. "Anlat, aylardır ne hissettiğini." bir insanı gerçek anlamda tanımak için yıllarınızı vermenize gerek yoktu, beş aydır hayatınızda olan biri sizi iliklerinize kadar bilebilirdi. Yalnızca bunu istemek yeterdi, gönlü olan her şeyi yapabilirdi.
Ve bu bilgi yeni yaşımda öğrendiğim en güzel şeydi. Karşımdaki adam tartışmamızdan ağladığımı düşünmek yerine dolduğumu anlayabiliyordu. Başkası olsa aksini sanardı. Hıçkırıklarım arasından, "Her şey çok üzerime geliyor." dedim belli belirsiz. Ağlamaktan konuşamayacak durumdaydım, yanaklarımı sildi. Yüreğimde hissettiğim ne varsa dışarı dökecektim, "Dayanamıyorum.. Yem.. Yemin ederim. Bittim.." omuzlarına tutunarak sarsıla sarsıla gözyaşlarımı akıttım. Bir kaç saniyenin ardından geriye çekildim, "Her.. Her gece acıdan geberdim. İliklerime.. Kadar öldüm ben." isyan ediyordum, şehrin yanıp sönen ışıklarını izlerken bağıra bağıra söylüyordum yaşadıklarımı. Ellerimi kabanımın önüne atarak çekiştirdim, "İçim parçalanıyor sa.. sanki."
"Ben.. Ben kendi abimin ölümüne sebep olabilirdim."
"Kendimi suçlamadan duramıyorum."
Ellerimi saçlarıma geçirerek zihnimdeki sesleri susturmaya çalıştım, ağlamam öyle yoğundu ki beni anlıyor mu bilmiyordum. Avuçları usulca yeniden bileklerimi tuttu, saçlarımdan uzaklaştırdı.
Titreyen çenemi durdurmak zordu, "Hiç bitmeyecek, hep böyle olacak." tersine olan inancım ölmüştü. Ailem hayatını kaybettikten sonra doğru düzgün mutluluk görmemiştim, ufak tefek anılarım vardı yalnızca. Başımı geriye attım, dudaklarımdan anlamsız mırıltılar dökülüyordu. Kalbimdeki hisleri dile dökmeyi denesem de bir türlü acıma tarif kelimeler seçemiyordum, "Kaç defa ölmek istedim var ya.. Eğer o gün.. o gün kalp krizi geçirmeseydim zaten.." elleri yanaklarıma gitti yüzümü ona çevirdi, bulanık görüşüm arasına silik gözüken mavilere baktım. "O gün ne Alçin?" dedi ciddiyetle.
Odadaki silahıma gidemeyişim, sürünerek denemem geldi aklıma.
"Her şey son bulacaktı." cevabımla bir kaç saniye sadece bakakaldı. "Sen.. Ne saçmalıyorsun? Böyle bir şeyi nasıl.."
"Ne bekliyordun? Abime bir şey olursa hayatıma devam edeceğimi mi düşünüyorsun?"
Mavilerindeki soğukluğu hissetmemle avuçlarımı ellerine sardım. Yakınlığımızdan dolayı elini yanağımdan çekerek sırtıma ilerletti ve ona sarılmamı sağladı. Kollarımı boynuna doladım, dilediğimizce sarıldık. Geri çekilmedik. Saçlarımı sevdi, kokusunu içime çektim. Kötü şeylerin sonucunda iyi şeyler doğuyorsa kesinlikle bu oydu. Cehennem gibi geçen ayların bana getirisi Acar'dı.
Boynundan son kez soluklanarak hafifçe uzaklaştım, büyük büyük krizlerin ertesinde yoğun bir dinginlik çöküyordu. Psikolojisi sağlam biri değildim, bir seans bile olsa psikologla görüşsem iyi olabilirdi. Zorlu bir süreçteydik, "İyi geldi, sana sarılmak güzel." gözümün altındaki ıslaklığı silerken boşluğuma denk gelerek kurduğum cümleyle duraksadım. Surat ifademe bakarken güldü, gözleri kısıldı. "Sana da sarılmak güzel." uzatsam ellerimle bulutlara dokunabilecek konumdayken, oksijenin zirvesinde nefesimi kesebiliyordu. Burnumu çekerek belli etmemeye çalışarak gülümsedim.
Boşluğa arkasına dönerek demirden atladı, ben de inmek için hareketlendiğimde önüme geçerek buna engel olmuştu. Bacaklarımı aralayarak o kısma geçti, "Dur, napıyorsun?" temasları yakıcıydı. Mavileri yüzümün her bir santiminde gezindi, önüme gelen kıvırcıklarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Hafif kısık bir sesle konuştu. "Alçin.. Az önce dediklerinin tersine bir hayatı yaşatmak için elimden geleni yapacağım."
"Neden?" onun gibi fısıldadım istemsiz. Bakışları gözlerimden dudaklarıma kaydı.
"Senin için çabalamak.. Kulağa güzel geliyor." aptallığımıza güldük ikimizde. Nasırlı eli yeniden yüzüme çıktı, avucu suratımdan daha büyüktü. Ve galiba suratıma dokunmayı seviyordu. Gözlerimi kapatmama çabam devam ederken, "Geçen yıl.." utanıyordum, yine de cümlemi tamamlamak istiyordum, "Geçen yıl hayatımda yaşanan en olumlu şey seninle tanışmak oldu." yılbaşında yanımda yoktu. Bunu ona söylemedim ama aslında geçen yıl değil, son yıllardaki en olumlu şey oydu. Baş parmağı yanağımı okşarken alnını alnıma yasladı, burunlarımız birbirine sürttü. Boşta kalan kollarımı kaldırarak omuzlarına tutundum. Kalbimin atışlarını duymaması imkansızdı. "Duygularımız yine karşılıklı Alçin." dedi o ikonik cümlesini söyleyerek.
Kıkırdamaya başladığımda gittikçe yaklaşan yüzüyle beraber gözlerimi kapadım. Dudaklarının dudaklarımla buluşmasını istiyordum, fakat o hâlâ bir şeylerin kararsızlığını yaşıyordu. "Abin seni bana emanet etti, son konuş.."
Kardeşim dediğin çocuğun emanetisin zırvalıkları bana gelmezdi. Benimle bu kadar yakınlaştıktan sonra geri çekilmesi onun kaybı olurdu, bir kaç saniye tepkisiz kalsa da sıcak nefesi dudaklarıma geldiğinde biraz daha yaklaşsa öpebilirdi. Kararsızdı. Ellerimi boynuna attım, devam etmeliydi.
"Alçin!" uzaklardan adımın bağrılmasıyla telaşla gözlerimi açarak oturduğum yerden hafif arkaya kaydım, "Alçin!" baş harfimi uzatarak söyleyen Saadettin'den başkası değildi. "Neredesin kız? Düştün mü yoksa?" Acar'ın ağzının içinde küfür mırıldandığını duydum, terbiyesizceydi. Öpmüyorsa söylenemezdi. Sadomun da hep yanlış zamanda gelmesi bazen komiğime gidiyordu. "Komutanım, Alçin'i gördünüz mü?" sesi git gide yaklaşırken önümdeki koca cüsseyi göğsünden ittirmeyi denedim, yavaşça geriye çekilirken gözleri üzerimdeydi. Görüş alanıma giren bedenle olduğum yerden atladım, "Buradayım, noldu?" ilerleyen adımları durdu. Bir çivi gibi olduğu yerde kalakaldı. Suratındaki bittim ifadesinin yanı sıra bir yerlerden kokular geliyordu, sanki bir tık korkudan sıçmıştı. Arkama baktı, hızla gözlerini çekti. Kafamı çevirerek ölümcül mavilere bakındım, irislerini dikmiş arkadaşımı izliyordu. "Ben özür dilerim, valla yokum ben devam edin siz. Kolay gelsin." saçmalayarak ard arda cümleleri sıraladığında arkasına döndü ve resmen topuğu kalçalarına vura vura koşturdu.
"Hayır! Gel buraya salak!" bağırarak peşinden koşturuyordum ki hırkamın şapkasından tutulmamla olduğum yerden ilerleyememiştim. "Nereye kaçıyorsun bakalım sen?" bedenimi usulca ona çevirdim. Alttan alttan göz kırpıştırdığımda içimi ısıtan bir ifade takındı. "Bunu unuttun." elindeki tacı dikkatle saçlarıma yerleştirdikten sonra buklelerime dolanan parmakları yüzünde silik bir ifade oluşturmuştu. Çok emin değildim. Çoğu zaman gülse de ciddi gözüküyordu, sert yüz hatları gerçekten sinirli durmasına sebep oluyordu. Ama benim için sorun değildi, sanki bana hep gülüyordu. Herkes ondan çekinirken ben en başından ona kafa tutuyordum. Kafamdaki aksesuarı biraz daha düzelttim, "Saçma bir şey, saçlarım önüme geldi diye.." cümlemi yarıda böldü. "Çok yakışmış." şu an olmaz Alçin, az önce seni öpmeyen adamın karşısında cilveyle süzülemezsin. Dudaklarımı dişleyerek başımı eğdim, tepki vermemek zordu.
"Her hâlini görmek için sabırsızlanıyorum." adam açık açık flört ediyordu, resmen flört etme cümleleriydi bunlar. Yine de aşık olunca insanda yaşanan o saf aptallık maalesef ki bana da bulaşmıştı.. Çıkıp senden hoşlanıyorum dese hobi olarak mı diye soracak durumdaydım. Umay'a sormadan doğruluğundan emin olamazdım. Üstelik her hâlimi görmek de ne demekti? Uyandığım, uyuduğum, güldüğüm, duş.. Evet. Galiba tam olarak bunlardan bahsediyordu. Çok detaya girmeye gerek yoktu. Titreyen ellerimi geriye sakladım, koskoca kadınsın Alçin, rahat ol, havalı davran. Olamıyorum! Ben daha önce kimseye hoşlantıya dair bir şey hissetmemiştim ki.. Acaba o hissetmiş miydi? Merak duygusu içime işlenirken istemsiz gözlerimi kısarak yüzüne baktım, sanki bu şekilde aşk hayatını öğrenebileceksin Alçin. Benim aksime o gayet rahat duruyordu, o cümleyi hiç söylememiş gibi suratıma bakıyordu.
Derin bir nefes aldım, en doğru cevabı vermeliydim. Bakışlarımı düzelttim, "Nasipte varsa.."
"Ee?"
"O kadar." uzanarak koluna iki kere vurdum, devresi misali, öküzce, hayvanca.
Mavileri önce koluna, sonra bana döndü şaşkınlıkla. Utanç. Hissettiğim tek duygu utançtı, yanaklarım alev alevdi. İfadesi büyük bir kahkaha atmaya hazırlandığını belirtirken, "Görüşürüz, sonra yani, bakarız." daha fazla duramadan Sado stili koştum.
Galiba aşk biraz da aptallık olabilirdi.
-
Askeriyeden çıkarak bir aceleyle hastaneye gelmişti Verda, günlerdir bu döngüde devam ediyordu. Bir an olsun sevdiğinin yanından ayrılmıyor, hep uyanacağı anı düşünüyordu. Ameliyata gireli yaklaşık iki hafta olmuştu ama o günden beri doktorlar Çınar'ı uyandırmamışlardı. Ki kalp atışları yavaş olduğundan muhtemel bir komanın söz konusu olduğundan bahsediyorlardı. Ameliyatlar başarılı geçmiş olsa da ölüm tehlikesi vardı. İlk duyduğunda köşede, tek başına saatlerce ağlamıştı fakat şimdi biliyordu ki nişanlısı onu yanında hissederse direnirdi.
Aylarca direnmişti, kaçarken dahi sürünerek çıkmıştı tünelden. Sebebi ise hayatında değer verdiği iki kadındı.
Yanına girilmesine hiç izin verilmediğinden şimdiye kadar camın arkasından izlemişti çehresini, oradan buluşturmayı denemişti yüreklerini. Ama artık giriş izini vardı, bir kaç dakikalığına da olsa hissedebilirdi.
Hemşirenin steril amaçlı üzerine geçirdiği poşet benzeri önlük, maske ve boneyle giriş kapısına ilerliyordu. Umuduyla. Kahveleri yoğun bir keder barındırırken ağladı ağlayacaktı. Hayatının hiçbir karesinde bu denli ağlamayan Verda, beş aydır her an gözyaşlarıyla yaşamıştı. "Gireyim mi?" hemşire başını onaylar şekilde salladığında kartı kenara bastırarak kapıyı açtı, geriye çekilerek onun girmesini beklerken derin bir nefes aldı. Duruşunu dikleştirdi. Bir adım attı, arkasından kapanan kapıyla odada artık yalnızca ikisi vardı.
Yumruklarını sıkarak acısını avuç içlerine saklamaya çalışıyordu, bir kaç adımla sevdiğinin yanındaydı. Çınar'ın sargıya alınmış yüzünden yalnızca göz kapakları, burnu ve ağzı gözüküyordu. Bunun dışında tüm bedeni de kaplıydı. Bazı yerler alçıyla, bazı yerler bezlerle. Yutkundu, kendine biraz süre verdi. Gözlerini kapattığında geçen saniyelerle yeniden araladı. Vaktin kısıtlı dedi kendi kendine, bu şekilde harcama, toparlan, onun için. Arkasına bakındığında gördüğü sandalyeyi yakına doğru çekti, oturarak nişanlısına baktı. Söze nasıl gireceğini bilmiyordu. Eninde sonunda akan gözyaşlarıyla kendini daha fazla tutamıyordu. "Canım.. Sevgilim.." elini kenardan çıkan saçlarına doğru uzattı, her teline ayrı vurulurdu. Saçlarını uzun görmek istediğini söylerken bu şekilde olmasını asla hayal etmemişti. "Bana dönmen lazım." dikkatle, tüy kadar hafif bir biçimde okşuyordu. "Söz veriyorum istediğin kadar kızımız olacak." gözyaşları arasından kıkırdadı.
"Hepsi de sana benzeyecek." bir süre duraksamıştı, göğsünün soluna konan ağırlığın tarifi yoktu. "Çınar nolur ölme.." çaresizlikle konuştuğunda dudaklarından bir hıçkırık kaçtı. "Beni bırakma lütfen.. Yaşa.." koca bir sessizlik.. "Seni çok seviyorum canım.." öyle içten canım demişti ki kalp atışlarının yansıdığı ekranda bir şeyler olmuştu. Yavaş atan nabzı usul usul hızlanıyordu. Kahvelerini monitöre çeviren Verda'nın önce titremeleri durdu, sonra dudaklarında koca bir tebessüm yer edindi.
Gönül bağı dedi kendi kendine.
Zihninden anıların sesi yükseldi, onu kısa süreliğine cehennemden çekip çıkardı.
Bir sonbahar öğleden sonrasıydı, üzerindeki üniformayı düzelten genç kadının gözlerindeki hüzün her şekilde belli oluyordu. Annesi yeni vefat etmişti. Bunun da üstüne yeni görev yerinde alışma sürecindeydi, eşyalarını dizerken annesinin fotoğrafının olduğu çerçeveye uzun uzun bakmıştı. Ölüm her daim onun hayatının bir parçasıydı. Yine de kendi ailesinin acısı insanda her daim diri kalıyordu. Kabuk tutsa da kanayacak olan bir yara. İç çekerek ayaklandı, gelir gelmez deneme görevine çıkıyordu. Daha doğrusu tim komutanları uyuz olduğundan sadece onu deneyecekti. İlk gördüğünde bunun bir tür tesadüf olmasının şaşkınlığını atamadan ters hareketlerinden dolayı artık minnet duymuyor, aksine sinir oluyordu. Tamam hayatını kurtarmıştı falan ama sonuçta bunu o istememişti ki. Gerçekten en sabırlı insanı deli ederdi! "Denesin bakalım.. Sanki ne bok görecekse.." homurdanarak odanın kapısını araladı. Koridorda yürürken gözler dönüp ona bakıyordu, eski çalıştığı yerde hiç kadın yoktu. Burada ise dört tane olmasına rağmen hâlâ aval bakışlar sürüyordu.
"Ne bakıyorsun?" dedi içlerinden birine, kusura bakmayın komutanımlar, yanlış anladınız komutanımlar havada uçuyordu.
Alana giriş yaptığında onu bekleyen tim arkadaşlarına bakmadan sıraya geçti. Neyse ki Yüzbaşı henüz gelmemişti, çenesi gerçekten çekilmezdi. "Hoşgeldin timimize komutanım!" genç çocuklardan biri konuştuğunda başını ona çevirmeden aşağı yukarı salladı. Adının Kamil olduğunu duymuştu. "Komutanım gerçekten suyun altında yarım saat nefessiz kaldığınız doğru mu?" başını çevirdi. "Ne?"
"Çınar komutanımız söyledi."
"Başka ne dedi?"
"Birazdan öyle bir uçacakmışsınız ki on dakikada Bingöl'den İstanbul'a varacakmışsınız."
"Bu ne biçim uydurma şekli ya?"
Arkadan gelen Çınar'dan habersiz bedenini time çevirdi. "Hayır sen de inanıyorsun yani? Aklın nerede asker?" rütbelisi olduğundan kusura bakmayın komutanım diye bağırdı Kamil, ilk dakikadan üstünün gözüne batmak istemiyordu. "Çınar komutanım yalan söylemez de, o yüzden inanmıştır." Talip savunmaya geçtiğinde göz devirdi. "Doğruyu da söylemiyor belli ki." herkesin bakışları korkuyla Verda'nın üzerinde gezinirken yavaşça yutkunmuşlardı. "Nasıl insanları alıyorlar buraya anlamıyorum." söylenerek önüne geri döneceği esnada burun buruna geldiği adamla duraksadı. Tam karşısında duran maviliklerle geriye sendelediğinde tek koluyla belini kavrayan beden bir kez daha düşmesini önlemişti.
İlki yaşam için.
Uçurumun kenarında.
İkincisi aşk için.
En azından Çınar'ın kalbine göre.
"Komutanım.." geriye çekilerek esas duruşa geçti, herkes aynı hareketi yaparken ciddi bakışların tek odağı kadındı. "Demek yalancıyım." dedi ciddiyetle. "Ben öyle demek istememiştim.." bir adım attı. "Sana konuş dedim mi asker?"
"Anlaşıldı komutanım!"
"Bingöl'den İstanbul'a on dakika içinde uçmazsan yakarım seni."
"Anlaşıldı komutanım!"
Bu nasıl olabilir diye içinden geçirmeden edememişti. Keşke az daha çenesini tutsaydı. Acemilik ondan geçmişti, böyle bir aptallığı nasıl yapabilirdi?
"Güveniyorsun yani kendine?"
Cevap vermedi, önce cevap vermesine dair bir cümle duymalıydı. İkinci kez başını yakmak istemiyordu.
"Konuş asker."
"Güveniyorum komutanım. Ama dediğiniz mümkün değil."
"Yetersizsin yani."
"Siz öyle diyorsanız öyledir komutanım."
Eliyle yumruklarını sıkıyordu, doğru değildi ama komutanın dediğini reddedeceğine dağda üç gün aç kalmayı tercih ederdi.
"Elimizde olanla yetineceğiz artık." timine döndü, "Zaten çok bir şey beklemiyordum." arkasına dönerek, eliyle peşinden gelmelerine dair bir komut verdi. Hep beraber ilerlerken aralarından biri sessizce fısıldadı. "Siz üzülmeyin komutanım, Çınar komutanımız böyledir ama pamuk gibi yüreği vardır." diğeri de ekledi. "Evet komutanım, alışınca çok seversiniz." allah korusun dedi içinden, ne kadar uzak o kadar iyiydi. Bela aramaya gerek yoktu.
Demir kapının önüne geldiklerinde durmuşlardı, herkes merakla bekliyordu. "Açın kapıyı." Kamil ve Hilmi koşarak tek hamlede ağır koldan çektiklerinde aralanan kapıyla gözler önünde F-16 D serisinden mevcuttu. Savaşan Şahinler. Av ve bombardıman görevleri yanında eğitim amacıyla da kullanılan bu jeti Hava Harp'de bir kaç kez sürebilme fırsatı yakalayabilmişti Verda, ağzı hafifçe aralanırken içinden test sürüşü için bunu diliyordu. Operasyon alanlarında şimdiye kadar aktif bir deneyimi yoktu, toplam dört kere çıkabilmişti. Onlarda Mirage 2000 kullanıyordu.
"Komutanım.." diye mırıldandı. Ne olur bu olsun diye çocuk misali devam etmek istedi fakat ciddiyetini korumak zorundaydı. "Söyle Verda." sağına soluna bakındı, o kimdi? Çevrede başka kadın yoktu."
"Begil ben."
"Artık Verda olacaksın, itirazın mı var?"
"Yok komutanım."
"Ben de öyle düşünmüştüm."
Anlamı gül çiçeği olan isim ona o gün, ileride her şeyi olacak olan adam tarafından verilmişti. "F16 kullandın mı daha önce?"
"Evet komutanım."
"Sahada mı?"
"Okulda eğitimde komutanım."
Arkasına dönerek alaycıl bir bakış attı Çınar, her havacının en büyük dileğiydi bu jeti kullanmak. Karşısındaki kadını kurtardığı ilk an gözündeki hüznü şimdi de görebiliyordu, bakışlarında saklayamadığı bir üzüntü mevcuttu. Gizem doluydu. Anlamsız gelecekti ama az da olsa mutlu olmasını istiyordu. Özellikle incelemişti dosyasını, daha önce kullanmadığını biliyordu. Bu sebeple elindeki imkanlarla bir şeyler yapmak için çaba gösteriyordu, heyecandan parlayan kahveler ise başardığının kanıtıydı. "Geç bakalım." eliyle içeriyi gösterdi.
Postalları yeri ezerek kendinden emin kapıdan içeri girdi. "Hangisi komutanım?"
"F16-D"
"Anlaşıldı komutanım!"
Bir an beklemeden adeta koşarak jetin yanındaki yerini almıştı. Yarım saatin ardından uçuş için hazırdı. Komutu almasıyla gerçekleştirdiği uçuş sırasında Bingöl'den İstanbul'a gidemese de kısa sürede şehirden çıkabilmişti. "Geri dön Verda."
"Anlaşıldı komutanım."
"Aferin yavrum."
Herkes sustu, derin bir sessizlik oluştu. Eskiler bilirdi, tim arasındaki klasik bir dalgaydı. Komutanları da bu utanç dolu anılarını unutturmamak adına daima onlara böyle seslenirdi. Genelde alaycıydı. Verda duyduğunun gerçekliğini sorguluyordu. "Bana yavrum mu dediniz komutanım?"
"Demedim."
"Aferin yavrum dediniz komutanım."
"Yanlış anlaşılma oldu, dönünce konuşuruz Verda."
"Anlaşıldı komutanım."
Arkadakiler kahkahalara boğulduğunda dönüp kısa bir an ters bir bakış attı. Yine de gülmeye devam ettiklerinde sabır dileyerek kenara çekildi. Dönünce toplantı odasında hepsini görmek istediğini belirterek alandan uzaklaştı.
Ve aşk o an Çınar'ın kalbine bir küçük gül çiçeği filizlendi.
Hemşirelerin içeri girmesiyle sürenin dolduğunu anlayan Verda istemeye istemeye ayaklanmıştı. Yaşanan gelişmeyi hemşirelere aktarmış, doktorla da özellikle görüşmeyi kafasının bir köşesine yazmıştı. Sevenlerin yüreğinin umutla dolduğu bir gündü. Umudun büyüyerek canlanması ise tüm ömüre bedeldi.
-
Sıcak çikolata lazımdı, acilen lazımdı. Hem de en acilinden!
Kantinde sırada bekleyen Bilge parmak uçlarında hafifçe yükselerek sıranın başına bakmaya çalışıyordu, hastanede böyle bir kuyruk nasıl mümkün olabilirdi? Kaynak yapanlarla tek tek kavga ediyordu. Çenesiyle mücadele edemeyenler özür dileyerek en arkaya geçiyorlardı. Bazıları ağzının içinde homurdanıyor, bir kaçı koşarak kantinden çıkıyordu.
Şimdi başka biri aynı hatayı yapıyordu.
Çaktırmadığını sanan, fakat kabak gibi ortada olan gence bakındı. Herhalde kendisi bakmayınca görünmediğini sanıyordu. Usulca Bilge'nin önüne geçtiğinde sabırla omzuna dokundu. Dönmedi. Tekrar dokundu. Dönmedi.
"Genç, baksana bana sen." ellerini beline atarak adeta çirkef çiçekçi kızların havasına bürünmüştü. Kolunda sepeti, içinde gülleri eksikti.
"Sana diyorum, duymuyor musun?" görmezden gelinmek sinirini bozuyordu. Sesi de yüksekti, hatta bir kaç beden onlara dönmüştü. Ama şu an kimseyi umursayabilecek durumda değildi. Şekere ihtiyacı vardı, normalde de bayılırdı orası ayrıydı lakin içinde bulunduğu durum farklıydı. Bir takım regl meselesiydi. Resmen sıcak çikolata aşeriyordu.
"Geç arkaya." dedi sertçe, omuz silken çocuk ona bakmaya tenezzül dahi etmemişti. Sakin ol Bilge, sakın kantindeki masalara bu ergenin yüzünü sürtme. Sen gayet zarif, bakımlı, dişil enerjisi yüksek, hanım hanımcık bir kadı.. "Sal beni karı." cümlesiyle zihnindeki sesler sessizliğe büründü. Sağdan geliyorlardı, damarı atıyordu.
Karadeniz kadınlarının tersi pis olurdu. Ah dükkanda olacaktı, arkadan ruhsatlı pompalıyı çıkaracaktı. Ateş edecekti boş şişelere. Geçecekti siniri. Şu anda hiçbiri yoktu, gözlerini sıkıca kapattı. "Ne dedin sen?" diye mırıldandı dişlerinin arasından. Hormonel olarak damarlarında genetik olan sinirin iki katına katlandığı gündeydi. Ergen arkasına dönerek laubali bir tavırla gevşek gevşek güldü, "Duymadın mı teyze?" dedi aynı şekilde. Güven hiç böyle bir çocuk değildi, gayet düzgün efendi biriydi. Kendi kardeşi erkekti de bu neydi? Muhtemel bir hata olduğu kesindi.
Şaşkınlıkla açılan ağzına gelen binbir türlü küfrü yuttu, yerine sakince konuşacağı anda onun yerine başkası cevapladı. "Duyduk koçum." yeşillerini arkasına çevirdiğinde başını hafif değil, büyük bir açıyla geriye atmak durumunda kalmıştı. Sanki topuklu giyince bu adam daha kısaydı.. Gözlerinde yanıp sönen ateş parçalarıyla çocuğu süzen Barlas bir elini omzuna attı. Üstünde üniforması bile duruyordu. Askeriyeden çıktığı gibi soluğu burada almıştı. "Ne oldu abi ya?" son harfi uzatarak konuştuğunda az da olsa toparlanmıştı. "Az önce atar gider yapıyordun." dedi Bilge durmayarak.
"Atar gider mi yapıyordun?"
"Yok abi vallahi yapmıyordum."
"Yapıyor muydu?" kafasını yanındaki kadına çevirdi, başını onaylar şekilde salladı, "Yapıyordu." yeniden çocuğa döndü.
"Yapıyormuşsun aslan parçası, kaç yaşındasın sen?" dudaklarından kısık bir inilti dökülen çocuğun sağ omzu gittikçe çöküyordu. "On.. On dokuz abi."
"Adın ne?"
"Sergen abi."
"Bak şimdi ergen, ya sen özür dileyip, sonra arkaya geçerek bir daha böyle kurnazlıklar yapmıyorsun.." elinin altındaki deriyi biraz daha sıktı. "Ya da seninle aramızda güzelce konuşuyoruz." ismiyle dalga geçilen genç dudaklarından özür nidaları dökülürken koşturarak arkaya geçmişti. Sözler vermiş, yeminler etmişti.
İkili en arkadaki gence bakındıktan sonra önlerine dönmüşlerdi. "Sağ ol. Yoksa beni yeniden karakola götüreceklerdi buradan."
"Seviyorsun galiba nezarethaneyi? Fantezi falan."
"Bayılıyorum. Keşke biri bileklerimi kelepçelese de parmaklıklar ardında huzurla otursam.." alay eder sesine tebessüm eden Barlas yanındaki kadınla uğraşmayı seviyordu. "Sıra uzun." dedi başıyla ileriyi göstererek.
"Of, gerçekten dayanamıyorum artık!" ayaklarını yere vururken ağlayacak duruma gelmişti.
Bitmek bilmiyordu.
"Ne istiyorsun sen?"
"Sıcak çikolata."
Dudak büzerek çevredeki insanları izleyen Bilge'nin yan profiline dikkat kesildi. Kadınsı görünümünün yanında gerçekten sevimli gözüküyordu. Dışarıdan gören biri sakin, bebek gibi olduğunu düşünebilirdi. Ne büyük saflıktı. Resmen çingeneydi. Askeriye kapısına gelmeler, koşarak koca adamları peşinde koşturmalar, tekme atmalar, biber gazı sıkmalar.. Hakaret ve tehditler de dahil olunca dayanamayarak ufak bir kahkaha attı Barlas, ne tür bir kadındı çözemiyordu.
"Ne gülüyorsun?"
"Gel biz yukarı çıkalım, halledeceğim ben."
Bu teklifin bir tür kandırmaca olduğunu düşünen Bilge başta yerinden kıpırdamasa da, çektiği ağrı sebebiyle kabul etmişti. Üst katta, odanın kapısının önündeki sandalyelere oturmuşlardı. "Beni kandırıyorsun değil mi?" gözlerini kısarak adamı süzdü. Uyuz herifin tekiydi. Çok sert, çok kabaydı. Tamam belki ona bir tık kötü deneyimler yaşatmış olabilirdi fakat bunlar daha kişiliğinin minik birer parçasıydı.
Cebinden telefonu çıkaran adamın hareketlerine bakıyordu. Bir numarayı tuşladı. İkinci çalışta açılan aramadan hiç ses gelmiyordu. "Candar, üç sıcak çikolata kap getir. Beş dakikan var. Acele et." karşıdakinin konuşmasına fırsat vermeden koridor katını söyleyerek aramayı kapatmıştı. Arkasına yaslanarak kollarını önünde birleştiren kadının meydan okur bakışları üzerindeydi. O sıranın beş dakikada bitmesi imkansızdı. Barlas da onu taklit ederek geriye yaslandığında sessizce bekliyorlardı.
Tam olarak dört dakika elli dokuz saniye sonra koridorun sonunda koşturarak gelen birini gördüler. Postal sesleri fayanslara vurdukça inletiyordu.
Bir yandan elindekileri kontrol ederek dökülmediklerinden emin olmaya çalışıyordu. Beş dakika tamamlandığında komutanının yanındaki yerini almıştı. "Getirdim komutanım!" yerinde dikleşen Bilge şaşkınlıkla ikiliye bakıyordu. Bordo bereli hızı gerçek olmalıydı. "Tamam Candar, eyvallah. İşine dön sen."
"Emredersiniz komutanım!"
Az önceki koridoru yürüyerek dönen oğlandan, yanındaki adama çevirdi gözlerini. "Nasıl ya?" eline uzatılan sıcak çikolatayı tutarak bir yudum içti. Aradığı tat buydu. Kendi daha güzelini yapardı ama bu da idare ederdi. "Sevdin mi?" başını onaylar şekilde salladı. "Teşekkür ederim."
"Rica ederim."
"Sen de içsene."
"Ben sevmem."
"Ama iç, ben tek olunca garip oluyor böyle.."
Melül bakışlarının altından bir yudum daha içti, karşısındaki yeşillere dayanamayan Barlas karton bardağı eline alarak tek dikişte bitirdi. "Ne yaptın sen?" fazla yüksek çıkan sesi eşliğinde gözleri kocaman açılmıştı. "Yandın! Dur, su alayım." ayaklanan bedeni kolundan tutarak geri oturmasını sağladı. "Sorun yok." deli gibi vardı, uyuşan dilini hissetmiyordu. Neden yaptı onu da bilmiyordu. "Gerçekten hayret içerisindeyim. Beni her dakika daha da şaşırtıyosun." yandan yandan bakarak laf sokuyordu.
Yalnızca gülmekle yetinen adamla önüne geri döndü. "Sizin askeriyede var mı sıcak çikolata?"
"Var."
"Küçükken babamın çalıştığı askeriyede yoktu. Benim için getirtmişti, her gittiğimde içerdim."
Sonlara doğru buruklaşan ses tonuyla yüzü düşmüştü. Aklına gelen anılara duygusallığı eklenince o da az önce kınadığı davranışı yaparak tek dikişte neredeyse kaynar içeceği yutmuştu. Fakat tepkisiz kalamamıştı. "Yandım! Yandım!"
"Napıyorsun kızım ya?"
"Ne bileyim be! Sen yanmamıştın.. Dilimi hissetmiyorum. Acıyor." son heceyi uzattığında bir yandan eliyle ağzına yel yapıyordu. Dilini dışarıya çıkarmış, ani gelen sıcaklıkla gözleri dolmuştu.
"Ya sabır.." aynı numarayı arayarak iki dakika içerisinde su istediğinde ister istemez yanındaki kadının bu hâline gülmüştü.
"Ne gülüyorsun?" dedi huysuz huysuz.
"Gülmüyorum, sakin." dedi gülmeye devam ederek.
Dakikalar geçmesine rağmen Bilge'nin nazı geçmeyince bir doktora görünmüşlerdi. Çünkü sıkıntı yaşayan sadece kadın değildi, kendi de çikolata alerjisinden kaşınıyordu. Aldığı jel merhem eşliğinde, zorla ve tüm ısrarlar sonucu serum takılan Barlas'a bol bol küfretmiş, biraz da omzunu çürütmüştü. Her şeyi memnuniyetle karşılayan adam ise gönlüne düşen aşktan henüz birhaberdi.
-
Sabahın ilk ışıkları doğmak üzereyken esnedim. Kibar olmak isterdim ama maalesef ki bir ayı misali ağzımı yaya yaya yapmıştım bunu.
Saatler önce abimi görmeye izin verildiğini öğrendiğimde yanına girmiştim, biraz ağlamış, canını yakmamaya özen göstererek sarılmayı denemiştim. Kolumu dürten bedene çevirdim gözlerimi, "Alçin.. Uyuma, bak uyuyacak gibisin, lütfen uyuma, nolur." adeta yalvaran arkadaşımla koca bir of çektim. Korkudan olduğu yerde küçülüyor, bakışlarını yerden kaldırmıyordu. Daha doğrusu kaldıramıyordu. Sebebi tam karşımızdaki Acar'dı. Malum anda geldiğinden dolayı saatlerdir göz hapsine aldığı Sadom'u bir türlü rahat bırakmıyordu. Adam tuvalete bile gidemiyordu, kapının önünde onu beklemiştim! Cebimdeki telefonu elime alarak mesaj kısmına girdim.
"Bakma şu çocuğa öyle!"
Bakışlarımı kaldırarak ona çevirdim, bildirim gelen telefonunu mavilerini bir an çevirmeden cebinden çıkarmıştı. Saadettin bu görüntü karşısında ağlamaklı seslerle başını omzuma düşürmüştü, "Dur sen de." diye söylenerek kafasına omuz attım.
"Ben bir şey yapmıyorum."
"Yapıyorsun."
"Suratında herhangi bir morluk olmadığına göre yapmıyorum." göz devirdim, koskoca adamların düştüğü hâle bak, ben neler yaşıyorum..
"Sus Acar, dön önüne."
"Önüme bakıyorum zaten."
"O zaman arkana dön!"
"Gel kantine inelim."
Lafı çevirmesiyle dudaklarımı dişledim, "Olmaz şimdi."
"Olur, gel."
"Tamam ayrı ayrı gidelim." ikna olma seviyem ektedir. İkinci olur da hemen giderdim.
"Tamam." ekranı kapatarak cebime koydum, o ise ayaklandı ve beni şoka sokacak bir şey yaptı.. "Alçin, hadi gel inelim." boyun devrilmesin Acar, yerin dibine giresin, üniformanın tam kalça kısmı yırtılsın. Yüzünde aptal bir sırıtma vardı, benle uğraşmak hoşuna gidiyordu.
Verda, yaşlı amca, onun yanındaki adam ve babamın odağı üzerimize çevrildiginde yutkundum. Öyle ki başını kaldırmayan Saadettin bile bize bakmıştı. Çok büyük bir şey değildi fakat insanlar zaten yanlış anlamaya müsaitlerdi. "Nereye?" dedi babam atlayarak. "Kantine." cevabı benden değildi.
"Bir şey mi istiyorsun kızım?"
"Yok babacım."
"Sen niye çağırıyorsun kızımı evladım?"
"Çay içeriz diye."
Babam ayaklandığında ben de telaşla kalktım, tek kolunu omzuma geçirerek beni kolları altına aldığında koridorun sonuna doğru ilerliyorduk. Resmen adama kur yapmıştı, sen benim kızımı götüremezsin, ben götürürüm demişti. Hatta bizde size verilecek kız mız yok da demişti.. Biraz abartmıştım. O son cümleyi görmezden gelmeyi tercih ettim. Arkama dönerek mavilere bakındığımda beni dinlemesi gerektiğini anlar ifadesi yüzündeydi. Bir tık g*t olmuştu. "Alçin'im, nereye?" Umay elinde kahvesiyle bize yaklaşırken gülümsüyordu. Babam onu da davet ettiğinde teşekkür ederek reddetmişti, köşeyi dönerken en son duyduğum şey Sadom'un sesiydi.
"Umay gel kız gel, lütfen gel." şimdi de kaçmak için başka bir çözüm yolu arıyordu. Ah be Saadettin, senin de kaderin buymuş.. Bahtsız arkadaşım.
Babamın zorla yedirdiği ikinci tostumun yarısına gelmiştim, ne kadar İngiltere'de doktor olsa da ölümü gör demekten geri duramıyordu. Damarlarında vardı memleketim kanı. Türklüğün şanındandı. Elimi karnıma attım, "Baba gerçekten doydum ya." dördüncü tostunu gömerken beşinci de benim yarım bıraktığım olacaktı. Buna da şükür temalı bakışlarını atarak tabağı önümden çekti, derin bir nefes verdim. Çayıma uzanarak bir yudum aldım. Saatlerdir sohbet ediyor, olur olmadık şeylerden konuşuyorduk.
O kadar uzun zamandır birbirimizi görmemiştik ki, açıkçası onu çok özlemiştim. "Çınar oğlum uyandığında gideceğim kızım."
"Baba zaman geçiremedik."
"Yerime geçen doktor idare edemiyormuş. Fazla yoğun tempoyu kaldıramamış."
"Sen nasıl kaldırıyorsun anlamıyorum."
"İnsanların sağlığı her zaman önceliğimiz olmalı prensesim." gülümsedi, "Fakat en önce benim kızımın sağlığı, artık canını sıktığını görmek istemiyorum." son lokmayı da ağzına atarak dudaklarının kenarını peçeteye sildi. Öğleden sonraya geçmek üzereydik, yukarıdakileri abime dair en ufak gelişmede beni haberdar etmeleri için tembihlemiştim. Çalan telefonumu saniyesinde açtım, Umay arıyordu.
"Canım, koş, abin gözlerini açtı!" aniden ayaklandım.
Heyecandan elim ayağıma dolanarak telefonu masaya bıraktım, babam açıklamadan beni anladığından suratında koca bir gülümseme yer edinmişti. Asansörün düğmelerine basarken bu kata inmesini beklemek bile büyük bir zaman kaybı gibi geliyordu. Kısaca merdivenlere baktım, oraya yöneleceğim anda gelen tık sesiyle demir kapı aralandı. Babamla binerek abimin kaldığı katı tuşladık. Ellerim titriyordu. Tek tek yükselen sayılarla bulunduğumuz kata geldiğimizde koşar adım asansörden fırladım. Kapının önündeki kalabalıkla şaşırsam da beni görünce hepsi yer açmıştı. Camın tam önünde Verda, yanında Acar, diğer kısmında tanımadığım bir kadın vardı. Acar'ın omzuna dokundum, "Ben geçebilir miyim?" başını sallayarak beni kendi önüne doğru çekti.
"Alçin, gözlerini açtı!" Verda'nın heyecanı ve titremesiyle ona sarıldım. İkimiz de başında doktorlar olan abimi izliyorduk. Doktorlar dikkatle kontrolleri yapıyor, sargılarına bakıyorlardı. Abimin kafası hiç bizim olduğumuz tarafa çevrilmedi, muhtemelen boynunu henüz oynatamıyordu. Hemşire cama yaklaşarak perdeyi kapattığında hüzünle omuzlarımız çökmüştü, "Oldu mu böyle hemşire hanımcığım?" sesimi hafif yükselttiğimde herhangi bir cevap yoktu. Geriye çekildik, askeriyeden çıkar çıkmaz soluğu burada alan arkadaşlarının yanı sıra yaşlı adam ve yanından ayrılmayan adam da buradaydı. Garip bir şekilde her baktığımda çevremdelerdi. Herkes uzun koridorun farklı bir köşelerine geçtiğinde ben de bir köşede yerimi almıştım. Dakikalar sonra içeriden çıkan hemşireyi sorularımızla darlasak da kontrollerin yapıldığını, doktorların bilgilendireceğinden başka bir şey söylememişti. "Merhaba Alçin abla." tanıdık sesle eğildiğim yerden başımı kaldırdım. Güven'in tebessüm eden ifadesi karşımdaydı. Yorgunca ayaklandım, "Merhaba Güven."
Kısa bir an arkasına döndü, sonra başını yine bana çevirdi. "Seni ablamlarla tanıştırabilir miyim?" Bir tanesi Çınar abimle aynı yerdeydi." arkasındaki kadınlara baktım. Sarışın, yeşil gözlü ve kısa boylu bir kadın vardı. Yanakları dolgundu, küçük burnuluyla ciddi anlamda feminen gözüküyordu. Daha önce askeriye lavabosunda yanımda olan kişi oydu. Hemen yanında ise kısa kahverengi saçlı, masmavi koca gözleriyle biri vardı. Yanakları tombul, boyu ablası kadar olmasa da kısaydı. Ona bakarken içimde sıcak bir sıvı akıp gitmiş gibi hissetmiştim, karnım anlamsız bir şekilde karıncalanmıştı. Bu his Güven'de de vardı.
Hira'ya olan benzerliğinden dolayı uzun zamandır, yıllara dayanacak kadar uzun zamandır, özlediğim biri aklıma gelmişti. Aşkım. Canım. Kardeşim. Uzun kirpikleriyle bana melül melül bakıyordu, omuzları düşük, beden dilinden anlaşıldığı üzere gergindi. Ablası koluna tutmasa muhtemelen yürüyemezdi fakat bu yaşadıklarından dolayıydı. Yüzündeki yaralar kabuk bağlamıştı, vücudunda da ağır yaralar olduğuna emindim. Derin bir nefes aldım, "Tanıştır tabi Güven'cim." dedim sıcak bir ifadeyle. Abimin en zor anlarında beraber olduğu insanı tanımak istiyordum.
Ablalarını çağırdı, topallayarak gelen kadın diğer kadının kolunu sıkıca tutuyordu.
"Bu ablam Bilge." elimi uzattım, o da aynı şekilde uzattığında el sıkıştık, "Bu da Alçin abla." diğerini gösterdi. "Bu ablam Lâl." anlamsız bir şekilde dolan gözleriyle elim havada kalmıştı. Bilge ve Güven'e bakındım. Yanlış bir şey mi yapmıştım? Aniden bedenime dolanan kollarla bocaladım, gözyaşları omzumu ıslattığında incitmemeye çalışarak karşılık verdim. Neden böyle bir şey yaşanıyor en ufak fikrim yoktu. Bir sorun mu var adlı bakışlarımı karşımdaki ikiliye gönderirken ikisi de bir şey dememişti.
"İyi misiniz hanımefendi?" dedim sonunda. Ağlaması şiddetlendi. Tereddütle kucağımda titreyen kadından uzaklaşmak istesem de izin vermemişti. Gözlerim Acar'la kesiştiğinde yüzündeki sertlikle yanındaki Verda'ya döndü. Kahveleri üzerimizde olan Verda'da eliyle alnını sıvazlayarak hararetle konuşan komutana çevirdi gözlerini.
"Abla, gel hadi.." Güven hafifçe belinden tutarak çektiğinde bu sefer ona sarılmıştı. "Kusura bakma Alçin abla." diyerek alandan uzaklaştılar. Arkalarından öylece bakakalmıştım.
Yarım saatin sonunda doktorlar bir bir çıkmış, kısaca bilgi vermişlerdi. Şu anda konuşmak için henüz erkendi ama abimin fizik tedavi görme ihtimalinin yüksek olduğunu söylemişlerdi. Plastik cerrahları yüzündeki yanıklara herhangi bir iz kalmayacak şekilde minik bir operasyon yapmalarına dair onay almışlardı. İç kanamalarda ameliyata girdiği günden beri herhangi bir aksilik yoktu. Hafıza kaybı gibi sıradışı komplikasyonlar da bulunmuyordu. Tek sıkıntı ellerini oynatabilmesine rağmen bacaklarındaki his kaybıydı. Onda da uzun zamandır uyutulmanın etkisi gibi pozitif bir yan vardı, diğer şekilde fizik tedavi görecek, gerekirse ameliyat geçirecekti.
Pek konuşabildiği söylenemezdi, yüzündeki sargılardan dolayı kısıtlı olmasının yanı sıra bir kaç dişi kırılmıştı. Babam yarına bir kaç dişçi ile randevu ayarlamak için sessiz bir alana geçmişti. Doktorlar yoğun bakımdan normal odaya alırlarken çok yormayacak şekilde beş dakika onu görebileceğimizi söylediklerinde hangimizin gireceğine karar verememiştik. Benim fikrim Verda'nın önce girmesiyken, onun fikri tam tersiydi. İkimiz de önceliği birbirimize veriyorduk.
"İkiniz de girin."
Saadettin'in sesiyle herkes ona döndü, ortamda yaklaşık yirmi kişiydik. "Nasıl girelim ikimiz?"
"Kim ne diyecek?" bu sefer Umay konuştuğunda odakların hedefine girmişti. "Bence hepimiz birden Allah ne verdiyse girelim." Talip'in ortaya attığı fikirle reddetmeye kalmadan koca herifler kapıya dayanmıştı. Sürüklenerek kendimi odanın içinde bulmuştum. Arkamda belimi tutan kişi Acar'dı, yoğun kalabalıkta bana en boş kısmı bulduğunda elleri bedenimden ayrıldı, "Teşekkür ederim." diye fısıldadım. Çok da küçük olmayan odanın içerisinde, Vahşet timinden bir kaç kişi, abimin timinin tamamı, ben, Acar, Umay, Saadettin, Güven, Lâl, tanımadığım yaşlı adam, yanından ayırmadığı koca cüsse bulunuyordu.
Maviler tek tek herkeste gezindi, uzun heriflerden dolayı beni göremediğine emindim. Acar önümdekileri kenara itekleyerek bana yer açılmasını sağladı.
"Verda.. Verda'm."
Abimin dudaklarından dökülen tek isim buydu. Devam etmedi. Konuşmadı. Yanı başındaki nişanlısına baktı.
Feci derecede vurulmuştu.
Gerçek anlamın dışında sırılsıklam aşıktı.
"Abi.. Ben de buradayım." dedim mırıldanarak, sesimi yalnızca yakınımdakiler duyabildiğinden gülerek bana bakmışlardı. Verda abime doğru eğildi, saçlarını sevdi. "Canım, sevgilim. Seni çok özledim." sesi titriyordu. Aylardır ne çektiğini görmekle kalmamış anlamıştım da. Az çok ailesiyle arasının kötü olduğunu tahmin edebiliyordum. İlişkilerine dair başka hiçbir bilgim yoktu, abimi hayatının merkezine koyduğu ortadaydı. Odada yalnızca ikisi varmış misali dudaklarına tüy kadar ufak bir öpücük kondurdu, "Verda.." diye yineledi abim. Az öncekinin aksine güçsüz çıkan ses tonundan duyulan hasret karşısındaki kadının kalbine sıçramıştı. Sol gözünden akan yaşı avuç içiyle sildi. "Her şey geçti, buradasın. Yanımdasın. Beraberiz." bu gerçeğe asıl inanmak isteyen kendiydi.
Ne kadar sevimli olsalar da ister istemez kollarımı önümde birleştirerek abisini kıskanan küçük çocuklara dönmüştüm, "Şaka gibi.. Bir kere Alçin demedi." homurtumla boynuma doğru sıcak bir nefes hissettim. "Ben diyebilirim." Acar'ın fisıltısıyla irkilerek başımı hafifçe arkama çevirdim. Yüzlerimiz arasındaki mesafe yok denecek kadar az iken önüme döndüm. O da dikleşti. Şu ortamda dahi benimle uğraşacak bir şeyler bulabiliyordu. Kimseden çekinmiyordu da.
"Alçin'de burada.." Verda dakikalarımızın olduğunu bilerek beni elimden öne çekti. Abimin mavilerinin odağı olduğumda ilk hissettiğim şey en beklenmedik duyguydu.
Pişmanlık.
İliklerime kadar, her zerremde pişmanlık hissettim. Özlem bekliyordum, sevgi, belki bir ihtimal de olsa neşe. Fakat hiçbiri yoktu. Ben sadece pişmandım ve bunun için bin sebep sayabilirdim.
Abimin bu hâle düşmesi için tehditle öne sürülmüştüm.
Yeteri kadar hızlı olamadığım için Korkut ve Hakime'den hiçbir şeyi öğrenememiştim.
İki kez onu benimle tehdit etmişlerdi.
Bebeğinin ölümüne sebep olmuştum.
Hiçbiri kasıtlı değildi, hepsi bilmediğim şeylerdi. Yine de okların hedefi bendim, belki benden nefret edecekti. Belki artık aramıza mesafe girecekti. Hepsi hakkıydı. Köşemde yaşarken ölürdüm ama çıkıp ona bana böyle davranmazsın diyemezdim. Yeter ki yaşadığını gözlerimle görebileyim. Yüreğinin ferahlaması adına aynılarını yaşamaya da razıydım. Vurulmadan önce bile beni düşünmüştü. Hak nasıl ödenirdi en ufak fikrim yoktu, tüm hayatı boyunca sırtındaki kambura bakarken gözünden bir yaş süzüldü.
Süzülen yaş soluma isabet etti. O gerçek bir kurşunla yara aldı, ben tek gözyaşıyla. Verda'nın eli elimden kaydı, beni tam abimin karşısına getirmişti. Sessizlik hakimken, "Özür dilerim." diye mırıldandım. Benim sebeplerim farklıydı ama abim gitmeden önce yaşadığımız kavgadan ötürü olduğunu sanıyordu. Dizlerim çöktü, gözyaşlarım aktı. Avuçları sargıdaydı. Çarşafları sıktım, aylardır yaptığım gibi utanmadan, çekinmeden, herkesin içinde yine yıkıldım.
"Abim, canım, özür dilerim. Çok özür dilerim.. Affet beni.. Nolur."
Parmakları hareket eder oldu, "A.. Ağlama.." sesine duyduğum özlem hançer misali ruhuma saplandı. Ben o ana kadar ruhun şeffaf, yalnızca içinde hisleri barındıran bir rüzgâr olduğunu düşünürdüm.
Ruh da hissedilirdi. Hissediyordum. Kanıyordu, bedenimde boğuluyordu. Kemiklerim onu sıkıştırıyordu. Hançer çıktı, tekrar saplandı. Tekrar, tekrar, tekrar.. Parmaklarımın ucunu onunkilerle buluşturdum, "Tamam.. Yorulma sen." uzanarak sargının açıkta bıraktığı yaralı derisini öptüm. Tiksinmezdim, nasıl tiksinebilirdim ki? Şu saatten sonra payıma düşen tek şey abim için yaşamaktı.
Islak yanağıma değen pütürlü parmaklarıyla gözlerimi mavilerine çevirdim, "Çok özledim." boğazım yanarken hıçkırıklarımı yutuyordum. Bastırılan duygular gerdanımı tırmalıyordu. Pençelerini batırıyor ben buradayım diyerek ondan kaçamayacağımı hatırlatıyordu. Belki artık cehennem yoktu, fakat bataklık vardı. Cehennemde yanardınız, kül olurdunuz ve ölürdünüz. Bataklıkta çaresizdiniz, dibe batar, üste çıkamazdınız. Her şeye rağmen yaşardınız mesela, çırpınırdınız kurtulmak için ama tüm çığlıklarınızla ağzınıza dolan çamur eşliğinde yaşardınız. Ölmek yoktu. Kurtuluş da yoktu. Belki çevremdekiler bataklıktı, belki ben, belki kaderlerimiz, belki de hepimiz. Biz ölümle yaşayanlardık.
Kendi canımız için korkmazdık.
Sevdiklerimizin canı için yıpranırdık.
Hayatımdaki tek ailem, her şeyim dediğim insanın acısı geriye kalan yaşamım boyunca bana tramva olacaktı. Sanrılarıma bir yenisi daha eklenirdi, yaralarım yeniden kanardı. Sorun değildi. Tek bildiğim nefesi benden uzun sürmeliydi.
Açılan kapıyla arkama dönmesem de şaşkınlık nidalarıyla konuşan hemşire herkese çıkması gerektiğini söylüyordu. Burada bu kadar kişinin bulunmasının yasak olduğunu ikaz ederken abimin dudaklarında oluşan tebessümde kaybolmuştum. O böyle gülecekse tüm kuralları çiğnemeye değerdi. İstemeyerek ayaklandım, Verda biraz daha kalmaya hemşireyi ikna ettiğinde gülümseyerek ikisine baktım. Sonra odadan çıktım.
Cebimden telefonumu çıkararak o numarayı tuşladım. İlk çalışta açıldı, "Alo?"
"Bir kaç saate görüşelim."
Duyguları kontrol edemiyordum. Buluşma anımızı duygusal, heyecanlı hayal ederken hesaba katmadığım bir şey vardı; İçimdeki hırs beslenmişti. Canavar geliyordu. Ben bile kendimden bunu beklemiyordum.
.
.
.
.
Seviliyorsunuuuuzzzz, boooollll sarılmalaaaarrrr.🧡🌻
Eveeeetttt, yeni bölümü saldım.
Nasıl buldunuz bakalım? Arada espri yapmaya çalıştım inşallah gülmüşsünüzdür.. Biraz zaman atlaması düşünüyorum, kafamdaki Alçin'in doğum günü bu şekilde değil. Rahat olun. Doğum günüm yakındır, o zamana ayarlayacağım.
Ayrıca sürpriz dedin nerede diye üstüme gelmeyin, yılbaşı özel bölüm atamamanın telafisi olacak. Yetiştirebildiğim ilk an gelecek o da. İkinci sürprizimi instagramdan duyururum herhalde. Poster hazırlamam gerek, tek kişilik dev kadro hizmeti veriyorum. Adana kebap, adana kebap yer misiniz? Adana kebap.. Bendeki yoğunluk ektedir gördüğünüz üzere. Instagram hesabım yazıyor, takiplerseniz sevinirim. Bir dahakine kadar..🧡🌻
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 9.44k Okunma |
815 Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |