Yoksa yalnızlık mıdır körükleyen?
Yoksa yanan ateşe dokunmak mı?"
(Bölüm sonundaki açıklamayı mutlaka okuyunuz. Önemlidir!)
-
Yükselen sesler eşliğinde bakışlarımı önümdeki kâğıt parçalarından ayırarak çevremdekilere çevirdim. Saatlerdir dosyanın başında, neler yapabileceğimi düşünüyordum. Fazlasıyla planlamalar yapılmış, en ince ayrıntısına kadar düşünmüştük. Fakat yeterli değildi, daha fazlası olmalıydı.
"Genel duruma bakılacak olursa hâlâ umut var."
"En azından adımı temizlemek istiyorum, o kadar kurnazca işlemişler ki mesleğimden atıldım ama ülkemde serbest gezebiliyorum."
Yüzünü sıkıntıyla ovalayan Saadettin'in yorgunluktan göz altları çökmüştü, konu üvey babası olunca ciddiyetinin sınırı yoktu. "Benim için de aynısı geçerli mi evlat?" dedi yandan başka biri.
"Bilmiyorum.. Pek parlak.. Durmuyor. Üzgünüm."
Ağzının içinde söylendiğinde bundan utandığı açıktı. Sonsuza dek hain olarak bilinecekti. Çözümü yoktu. Görevden alınan Savcı Albayın evinde toplanmıştık, aynı kaderi yaşayan diğer meslektaşlarımız da buradaydı. Eski Savcı Albay dert ortaklarını seneler evvel bir araya getirerek isimlerini temizleme yoluna sokmuştu. Devletin içinden kimseye sahip değillerdi, Saadettin hariç. Normalde böyle bir olaya ben de girmezdim, alakam olmazdı fakat onlara yardım edip olumlu sonuç alırsam işime gelecekti.
Yargı sürecinde önümü açacak bir çok belgeye sahiptim.
"Sorun değil, bir beklentim yoktu zaten." kahvesinden yudumlanarak sesindeki hüznü gizlemek istese de pek başarılı olamamıştı. Buradaki herkes bir umuda tutunmuştu, hayatını feda etmeye göze aldıkları Vatan'ın haini ilan edilmişlerdi. Hem de asıl hainler tarafından. Aklıma gelen fikirle ayaklanarak müsade istedim, koca çantama tıkıştırdığım dosyalarla çevremi kontrol ederek evden ayrıldım. Bu işi çözecektim.
Bu işin sonucu az da olsa yüreğimin acısını hafifletebilirdi. Duyduğum minnet duygusu ve pişmanlığın sönmesini sağlayabilmemin tek yolu buydu.
-
Elindeki kitabın sayfaları arasında gezinen parmaklarıyla yazıları okumaya çalışıyordu Acar, ilkokula yeni başlamıştı. Babası özel bir öğretmen tutarak öncesinden öğrenmesini sağlasa da akıcı olarak okuyamıyordu. Oysa sınıf arkadaşları daha yeni alfabe öğrenmeye başlıyordu. "Du.. Dumbledore.. Ben..Beni ş.. şımartıyorsunuz dedi usulca." abisinin hediye ettiği, yeni çıkmış, lojmandaki diğer çocukların hevesle bahsettiği Harry Potter ve Felsefe Taşı'nı okuyordu. İlk bir kaç sayfayı Akad okumuş olsa da gerisine kendi devam etmesi gerekmişti. "Voldemort'da benim.. Benim hiç.. Edinemeyeceğim güçler vardı." parmağını cümlenin üzerinde kaydırırken yabancı isimlerde takılıyordu. Ne olurdu Hayri, Mahmut olsalardı? Derin bir nefes aldı, girdiği yorganın altında terliyordu. Diğer avucu sıkıca feneri tutarken gözleriyle yazıları takip etti. "Bunun.. Bunun nedeni.. Sizin o güç.. Güçleri kullanamayacak kadar soylu olmanız."
Kıkırdadı, çocuk kalbi heyecanla atıyordu. Diğerleri öylesine güzel anlatmışlardı ki merakla diğer sayfaya çevirdi mavilerini. Fakat daha ilk cümleyi okuyamadan üzerindeki yorgan büyük bir güçle geriye çekilerek yatağın köşesine fırlatılmıştı. Korkuyla dudaklarından bir bağırış döküldüğünde kitaba sarılarak gözlerini kapadı.
"Napıyorsun sen?" babasının kükreyişiyle titremişti, annesi bugün nöbetteydi. Abisi ise çok hasta olduğundan erkenden yatmıştı. Ama bu sese uyanmaması imkansızdı. İrkilerek gözlerini açtığı gibi kardeşinin odasının kapısına koşturmuştu. Acar, "Kitap.." diye mırıldanamadan suratına yediği okkalı tokatla yana düşmüştü. Avuç içi yanağını bulurken gözyaşları çoktan akmaya başlamıştı. Hep çok sert vuruyordu. Canı acıyordu.
Bazen kızaran yanağını okuldakilerden saklamak için türlü yalanlar söylüyor, bazen yanağına annesinin makyaj malzemelerinden sürmeyi deniyordu. Öğretmeni bu durumu fark etse de ses edemiyordu. Buralarda yeni gelenler aile olaylarına karışırlarsa gidicilerdi. Görüyordu, susuyordu.
Ağzına gelen metalik tadı yeni yeni idrak ederken yakalarından bir hışımla kaldırılmıştı, zayıftı bedeni. Hiçbir zaman çok kilolu bir çocuk değildi ama uzundu. Herkesin aksine en uzun oydu. "Ben sana yatacaksın demedim mi?" sırtı sertçe yatakla buluştu, kendini topuklarından geriye iterek yukarı kaymaya çalışsa da becerememişti. "Vurma ona!" kafasına oyuncak top fırlatılan Cevdet anlık arkasına döndüğünde büyük oğlunun sinirli bakışlarıyla karşılamıştı. "Meyve yediğiniz ağacı mı taşlıyorsunuz lan siz?" ona ilerleyecek iken dikkatini çeken detayla adımları durdu. Yere düşen kitabı eline aldı. "Kim verdi bunu sana?" abisini korumak isteyen Acar sessiz kaldığında kimseden tek çıt çıkmıyordu.
Abisiyle aralarındaki minik bir oyundu; Kim gerçeği söylerse, yanardı.
Sevdikleri her şey bir bir ellerinden alınarak salondaki şömineye atıldığından bu ismi takmışlardı. Arabaları, çocuk kitapları, oyuncakları, hediyeleri..
Cevdet büyük oğluna bir adım attığında korkuyla bağırdı Acar, "Ben aldım! Çaldım, çocuklardan gizlice çaldım!" adımlar durdu, başı hafif bir açıyla arkasına çevrildi. Bir baba olarak çocuklarının başını hiçbir zaman vicdanla okşamamış, şefkatle sevmemişti. Otoriter biriydi. Kurallar vardı ve kurallara uyulmazsa cezalar olmalıydı ona göre. Hayatı düzene adar, her şeyi belirli şekillerde yapardı.
Oğullarına da küçüklükten disiplini aşılamıştı. Sevmiyor değildi, elbet seviyordu. Ama sevginin otoritenin önüne geçmesine imkan dahi yoktu. Koskoca Cevdet Yüzbaşı'nın oğlu bir şeyler çalmıştı demek.. Boynundan adeta kaynar sular damla damla akarken tüm bedenini ona çevirdi.
En fazla dayak yerdi, başka ne olabilirdi? Babasının ters bakışlarıyla mavilerini yere çevirdi. Korkuyordu. Erkekler korkmaz derdi babası, peki bu his neydi? Erkekler neden korkmasınlardı ki, gayet de korkarlardı. Tokat, belki de tekme yemeyi bekledi fakat hiçbiri olmadı. Koluna dolanan el sıkıca etini kavrıyor, ayaklarını yerden kesecek derecede yukarıdan taşıyordu. "Yürü! Ben sana hiçbir şey öğretemedim mi?" Cevdet dişlerini sıkıyor, ona rağmen gür sesini bastıramıyordu.
"Baba yemin ederim ben aldım! Bırak onu"
Peşlerinden koşan Akad bir yandan koca cüsseyi itmeye çalışıyor, bir yandan kardeşini kurtarmaya çabalıyordu. "Değil! Doğruyu söylüyorum, gerçekten!" merdiven arasında duran adam büyük oğluna döndüğünde Akad'ın yanağındaki sızı kaçınılmaz sondu. "Yalancı köpek seni! Çekil!" Elini yanağına atarak ovaladı, yükselen ateşinden dolayı midesi bulanıyordu. Tüm bu bağırışmalar devam ederken Acar'ın mavileri tamamen başka bir yerdeydi. Duvarı dikey olarak kaplayan camdan gördüğü görüntü kendi yaşamının ne kadar kötü olduğunu kanıtlar nitelikdeydi.
Arkadaşı Barlas'ın babası oğlunu omzunda taşıyor, kahkahalarla gülüyorlardı.
O an belki bir çocuk için fazla olabilecek duygular hissetmişti solunda. Sevgiyi hak etmediğiden tut, neden bunları yaşadığına kadar.. Bir insanı öz babası sevmiyorsa o insan eksik insandı. Eksildi. İçinden bir halat koparak boşlukta süzüldü. Kalın bir halattı oysa, keskin makas değil, köreltilmiş bir balta dahi bölemezdi. Böyleydi babayla çocuk bağı, hiçbir etkene kopmazdı. Yedi yaşında Acar'ın içindeki tüm sevgi tükendi. Geriye iki adet ip, avuç dolusu kırık kalpler kaldı.
Kolundaki baskının artmasından değil, gördüğü görüntünün hissettirdiklerine olan açlığından aktı gözyaşı.
Acı fiziksel değildi artık, maneviydi.
Odaya sürüklenirken ne tek bir ah etti, ne de yalvardı. Boynunu eğdi, kaderine razı geldi. Karanlık, tek bir ışık olmayan bodrum katına adeta fırlatıldığında bir köşeye kurulmuştu. Abisi kapının önünde ağlıyor, onu yalnız bırakmayacağını söylüyordu. Cevdet bir oğluna kendince ders verirken, diğerine bir gün aynı konuma düşebileceğini gösteriyordu. O gece Akad hatırladığı kadarıyla Harry Potter'daki sahneleri anlatmış, en başından sahneler kurmuştu. Hastalığına dayanarak uyumamış, direnmişti. Sabah eve dönen Leylak ise bodrumdaki kapı önünde baygın gözlerle kriz geçiren Akad'ı hastaneye götürmüş, arkasında açlıktan titreyen diğer oğlunu kapının ardında unutmuştu.
Hüznü yedisinde tadan Acar, dönüşü olmayacak bir yola sapmıştı.
Ev.
Sıcacık ve rahat yatakta uzanan Hira, abisinin yanındaydı. Sol köşedeki koltukta diğer abisi oturuyor, hep beraber film izliyorlardı. "Benim yaşım geçti, küçükken gerçekten mektup alabileceğime inanıyordum." dudaklarını büzmüş, ekrandaki çocuklara bakıyordu. Harry Potter ve Felsefe Taşı. En sevdiği serinin ilk filmini açarak dikkatle abisinin yanına kurulmuştu.
Acar'ın mavileri laptopta geziniyor, düz ifadesiyle sahneleri takip ediyordu. Zihninde yüksek sesle bağıran babasının sesini geri planda tutmaya çalışsa da pek başarılı sayılmazdı. Yanağında hissettiği sızı yıllar geçse de tazeydi. Zaten sızılar ve izler hiçbir zaman geçmezlerdi. Kendilerini unutturacak kadar sessiz kalır, en zayıf anınızda sizi kıskıvrak yakalarlardı. Yakarlardı. Akad da durgundu, ikisinin de aklı aynı yerdeydi. Hayatında en büyük pişmanlığı babasını affetmeye çalışmak, ona kendini kanıtlamaya çabalamaktı. Yaşanılanları unutabileceğini sanmıştı. Bir süre yapabildiğini de düşünmüştü ama sonuç ortadaydı. Cevdet Acarbay artık diğer oğlunun da sözlüğünde baba değil, acımasız herifin tekiydi. Onun uğruna verdiği bu savaşta kendi olmaktan çıkmıştı, önce kardeşini kaybetmiş, sonra istemediği bir yola mahkum kalmıştı. Ne kendiydi, ne de olmak istediği kişi. Bir kuklaydı yalnızca, iplerle kolları dolanmış bir oyuncak. Ya da babasının deyimle karga. Yaptıklarının dönüşü yoktu fakat en azından kardeşiyle duvarlarını yıkmalıydı. Zor olacaktı. Tuğlalarını tek tek kendi elleriyle taşıdığı o koca duvarın ardında yalnız bırakmıştı onu. Yine de nasıl kurduysa öyle de yıkmasını bilirdi.
"Sizin binanız hangisi abi?" başına şapka konulan çocukların ait olduğu binalar bağırılırken merakla gözlerini abilerinde gezdirdi. Gözleri dalan Akad toparlanarak cevapladı, "Bilmem.. Düşünmedim." kızın mavileri diğer abisine döndü. "Ben de bilmiyorum. Senin hangisi?" diye geçiştirdi Acar. Oysa çocukken böyle hayal etmemişti, lojmandaki arkadaşları pelerinleriyle etrafta koşturarak büyücülük oynarlarken o köşede durup izlemişti. Hiçbir zaman onlardan olamamıştı. Çünkü daha fazlası yasaktı. Acar az ile yetinir, çoğuna dönüp bakmazdı. Canı bir şey çekemezdi mesela, hiçbir hevesi de olamazdı. Bakmayın siz çocuk olduğuna, yaşındandı yalnızca.
"Bence benim Ravenclaw! Belki de Hufflepuf.." kararsızca gözlerini kıstı, "Sizinkileri de ben söyleyeyim." hevesle abisinin göğsünden başını kaldırdı. "Bence Akad abim kesinlikle Hufflepuf. Çok düşünceli, komik, merhametli ve iyi niyetli." harfleri uzatarak söylüyor, hayranlığını saklayamıyordu. Çocukluğundan beri deli oluyordu peşinde, zaten kısıtlı görüyordu, onda da tadını çıkartmayı deniyordu. Belli belirsiz gülümsedi Akad. "Olabilir bücür, sen ne diyorsan." orta ve işaret parmağının arasına Hira'nın küçük burnunu sıkıştırdığında huysuz mırıltılarla geriye çekilen kız söylenmekle meşguldü.
Bakışlarını koltuğa doğru çevirdi, "Sen de Ravenclaw olabilirsin abi."
"Hırs, zeka, çalışkan ve bilgelik. Gayet uyumlu."
Başını onaylar şekilde salladı, zeki bir adam olduğunu inkar edemezdi. Akademik başarılarının yanında kişisel hayatında da kıvrak düşüncelere sahipti. Olayları kolayca çözer, saniyesinde planlamasını yapardı. Hırsı kimseyle yarışamazdı, bir şeyi istiyorsa mutlaka elde ederdi. Hem de geç değil, istediği ilk andan. Çalışkandı, yalan yoktu biraz rahatına düşkün biriydi ama yerine göre değişiyordu. Bilgelik kısmından pek emin olamamıştı, hayatta kalacak kadar tek tük bilgisi vardı. Eğer o yeterliyse bilge sayılabilirdi.
Akad'ın cümlesiyle gözlerini yerden kaldırarak karşısındaki bedenlere çevirdi. "Pek değil."
Şimdiye kadar en ufak sıkıntısında yapayalnız bırakmış, uzaktan yabancı gibi izlemişti. Sırf babasının biricik oğlu olabilmek, gururlandırmak için kardeşine mesafeler koymuştu. Acar karşısındaki Akad'a ağzını açıp tek kelime etmemişti ama aynı zamanda çok şey söylemişti. Bunca yıl neredeydin geldi dediklerinin en başında. Ah etti kendi kendine, aralarındaki buzların erimesi için illa ikisinden birinin başına bir şey mi gelmeliydi? Ne zaman ölecekleri belli olmayan hayatlarında köşeye itilmek zoruna gitmişti. Göz temaslarına son vererek zemine bakmaya başladı. Sessizlik çökmüştü. Derin bir nefes aldı, içten içe yeni bir sayfa açmak istiyordu. Hayatındaki sorunları gidermek, artık kimseyi umursamamak istiyordu. Haklar helal edilmezdi, etmeyecekti. Yeni bir sayfa olanları unutmak demek değildi. Sadece yorulmuştu. Sırtındaki yüklerden kurtulmalıydı. Ondaki bu heveslerin sebebi bir küçük kırmızı kuştu. İzinsiz, habersiz, öylece gelip tam kalbine konan. Adı Alçin. Penceresinde ışık, gözlerinde umut. Aşk belli ki biraz aptallıktı, büyük büyük meselelerini dahi tek kalemde kenara itmesini sağlayacak türden. Mavileri kısaca Hira'ya değdi, onun yanında çoğu sohbeti geçirmezlerdi. Aralarında yaklaşık on beş, on altı yaş vardı. Tam bir şeyler uyduracaktı ki, "Ya beni dışlamayın artık! Benimle de konuşun." cümlesiyle bahanesi ağzına tıkıldı. Küçükleri laptopu kapatarak kenara koyduğunda yorganın altından çıkmıştı. Yatağın üstünde dizlerini altına alarak rahat bir oturma pozisyonuna geçmişti. "Dışlamıyoruz abicim." pek inanmasa da bu konuda herhangi bir atışmaya girmek istemediğinden ortaya başka bir laf attı, "Alçin ablaya mı takıldın?" açıktı, netti.
Adını duyduğu an vücuduna elektrik verilmişcesine içi kıpırdanıyordu. Başlarda mantıklı düşünmeye çalışmıştı, başaramamıştı. Ya da başarmak istememişti. Ama bir yerlerde de kendine dur demeliydi. Çünkü görmüştü, Alçin abisinin yoluna ölümden dönmüştü. Hayatındaki bu endişeyi ikiye katlamaya hakkı yoktu. Dudaklarını ıslatarak başını geriye attı. "Biraz." saklamaya gerek yoktu. Herkes az çok bir şeyleri tahmin edebiliyordu.
"Alçin'den mi hoşlanıyorsun sen?" abisinin araya girmesiyle elini ensesine atarak belli belirsiz kaşıdı. "Var bir şeyler." var mıydı bir şeyler? Çok istiyordu bunu ona sormak. Ellerini çırparak gülümseyen Hira heyecanla yerinde kıpırdanmıştı, "O da seni seviyor mu?"
"Şu sıfata bak, yerli Henry Cavill. Kim beğenmez?" Akad'ın benzetmesine küçükleri yüzünü buruşturmuştu, "Abi o adam sarışın." üstelik abisi daha yakışıklıydı.
"Cinsiyetimiz ve göz rengimiz aynı adamla." telefondan açtığı görseli yüzüyle yan yana tuttu. "Koskoca Henry yanında sönük kaldı, inanamıyorum gerçekten." Acar'ın sert ve ciddi duran ifadesi fazlasıyla erkeksiydi. Davranışları da eklenince resmen hayalleri süslüyordu. Annelerin maşallahı, kadınların inşallahıydı beyefendiciğimiz. Çoğu zaman yanından geçtiği rastgele insanları ürkütebiliyordu. İstemsiz oluşan bir durumdu. Suratının yanı sıra koca cüssesinin de bundaki etkisi büyüktü tabi. Heybeti insanların boynunu geriye atarak bakacağı türdendi.
"Söyledin mi peki ona?" Hira'nın ciddiyetle sorduğu soru karşısında duraksadı. Bir an düşündü. Acaba söylese ne olurdu? Savcıdan yumruk yeme ihtimali vardı. Sağı solu belli olmayan bir kadındı, bazen çok ılımlı, bazen tam bir kaplandı. Vurduğu yerlerde gül açardı. O ayrı meseleydi, Alçin'e dair her şey onda ayrı meseleydi. İlk tanıştıklarında meydan okumasaydı bu kadar etkilenmezdi belki, karşısında dimdik duruşuyla ateş saçan gözleri gördüğünde ilk kurşunu yemişti soluna. Kaçmıştı bu gerçekten. Diğerlerine davrandığı gibi davranmayı denemişti. Ama bir şekilde, bir şeyler farklı gelişmişti. Olmaması gereken zamanlarda, olmaması gereken yerlede dibinde bitmişti. Abileri birlikte Kerkük'de esir düşmüştü. Onlar ise burada. Bu süreçte birbirlerinin içlerini görmüşlerdi, tüm duygularla tanımışlardı ruhlarını. Hiç kimseye göstermedikleri yönlerini sunmuşlardı. Omuzlarda ağlamalar, derin anlamlı cümleler.. Alçin birden gelmiş, karşısında durmuş, ateş etmiş ve on ikiden vurmuştu. Küçük bir etkilenmeden geldiği nokta inanılmazdı. "Yanmış bizimki." gülüşmelerle odağını yeniden ortama çevirdi. "Söylemedim." sıkıntıyla nefesini verdi, sorun da tam olarak buydu. Söyleyemezdi. İnsanlar aşkın bildiklerini unutturduklarına dair cümleler söylerlerdi fakat unutulanlar zararlara yol açarsa aşk olmazdı. Namlunun ucunda, dağların tepesinde, zamanı belirsiz, yaşamı dengesizdi. Bir gün dönemezse ardında gözyaşlarıyla mahvolmuş bir hayat bırakmak istemiyordu. Alçin camın önünde endişeyle yol gözlememeliydi, o her zaman gülmeli, gülüşünde çiçekler filizlenmeliydi. Kaçabildiği yere kadar kaçacaktı.
Sevda gönülden olurdu. İki gönül bir olduğunda ise sonsuza dek yaşamalıydı. Endişe olmadan, korku olmadan. Filizlenen çiçekler kurumamalı, kökleriyle yeşermeliydi. Renk renk, canlılıkla.
Solunda başlayan saf duyguları kendine saklamalıydı. Suladığı toprağı ayakları altında ezmemeli üzerine kanını akıtmamalıydı.
Sevdiğine yük değil, kimse olmalıydı. Güzel bir anı olarak kalmalıydı.
İçindeki düşüncelerin yanı sıra diğerlerinin çerçevesinden baktığında, sevdalandığı kadın, dostum dediği kişinin kardeşiydi. Üstelik yoğun bir duygusal boşluğun içindeyken birbirlerine olan yakınlaşmaları yanlış anlaşılmadan ibaret olabilirdi. Kendi açısından hiçbir sıkıntı yoktu, aşkından da, sevgisinden de emindi. Nasıl anlaşılacağı da gram umrunda değildi. İçinde yaşıyordu yalnızca. Geçenlerde hastane çatısındaki yakınlaşmalarını unutamıyordu. Dudakları, bakışları, tavırları.. Her anlamda dehşet bir kadındı. Hem kaçmak istiyordu, hem çekiliyordu. O an o avukat bozuntusu gelmese yapışacaktı içinin gittiği sevdiğine. Yıkacaktı duvarlarını, sıfırlayacaktı mesafeyi. Uzaktan konuşması kolaydı. Ateşti Alçin, sıcaklığı hissedebileneydi. Bir adım atılırsa kendine çeker, iki adım atılırsa yakardı. İlk iki adımı atlayarak üçe geçmeye, sonunda kül olmaya razıyken çıkagelen Saadettin her şeyi bölmüştü. Kesinlikle kenarda köşede yakalamalıydı, sağlamdan yumruk atmazsa içi rahat etmeyecekti. Saadettin'in dağılan suratının görüntüsünün çerçevesini odasına asabilirdi. "Neden söylemedin? Duyuyor mu bizi.. Abi.. Abi?" harfleri uzatarak konuşan kardeşiyle daldığı yerden ona döndü.
"Hiçbir zaman doğru zaman değildir."
"Aşkta doğru zaman olmaz. Zamansızdır. Hatta doğru bile olmaz, doğrusunu da yanlışını da siz belirlersiniz."
Acar gözlerini Akad'a çevirdi, ikisi de birbirlerine aval aval bakıyorlardı. Kaçınılmaz soru büyük abisinden gelmişti. "Sen nereden biliyorsun bunları?" gülümsedi Hira, "Efulin sana hiçbir şey öğretememiş belli ki."
"Sana kim öğret.." duraksadı, işte şimdi bitmişlerdi.. Akad büyük bir aydınlanmayla yerinden doğruldu. "Siz nereden biliyorsunuz?" ses çıkmadığına gözlerini kıstı. Daha önce kimseye sevdiği kadından bahsetmemişti. Yalnızca kendine sakladığı sevdiceğini bilmeleri imkansızdı. Aklına gelen ihtimalle önce burnundan soludu. Sonra kısık bir küfür etti, "Abi valla ben okumayalım dedim!" ellerini yanlarında kaldırarak melül melül bakan kızdan çektiği mavilerini koltuğa çevirdi. İhanetin kuşattığı acıyla beraber Acar'ın söver ifadesindeki bakışları küçüğün yüzündeydi. İnsan abisini bu denli de satmazdı. "Sen mi okudun lan?"
"Ben okudum." dişlerini sıka sıka onayladıktan sonra mavilerini Akad'a çevirdi. Küçük cadıya bakarsa gerçekten yalanına inanabilirdi. O kadar iyi oynuyordu.
Cevap vereceği esnada Hira olaya atıldı, "Seni özledik." birden koluna dolanan bedenle hafifçe sendeledi. Tüm siniri uçup gitmişti. Asla kıyamıyordu. Saçlarının kokusu burnuna ilişirken kasılan omuzları düştü. Çocukken de sık sık bunu yapar, abisinin kucağına sinerdi. "Ben de sizi özledim abicim." bir kolunu kaldırıp kıza doladığında saçlarına ufak bir öpücük kondurmuştu. Sanki yaşadıkları her şeyin içinde bir ışıktı Hira, uzanan umut eliydi. Doğduğu ilk günden bir şeyleri değiştirebilmişti. Acar başlarda böyle düşünmese de artık alışıyordu. Hira gözlerini açtığı gün, onlar bir canavardan infaz edilmişlerdi. En azından fiziksel olarak. Sözlü baskıları bir süre azalmış olsa da huylu huyundan vazgeçmezdi. Daha sıkı sarıldı, "Ben.." sesi titremişti. Esir haberini aldığı an aklından çıkmıyordu, annesiyle babası konuşurken duymuştu. Sonrası ise cehennemdi. Bitmek bilmeyen günler, dinmek bilmeyen acılar. Yüreğinin ortasında koca bir kaya yer edinmişti. Psikolojik olarak destek alan abisine üzüntüsünü yansıtmamak için verdiği çabayı anlık yok saydı. Gözyaşı yanağını ıslattığında kendini tutma gereği duymadı, zaten tutamazdı. Artık bir şeylerin konuşulması gerekiyordu. Geriye çekilerek abisine baktı, "Ben dönmeyeceksin sandım.." bir hıçkırık koptu. Dile dökmesi zordu, içinde yaşamak daha zordu.
"Hira.." ne diyeceğini bilemedi fakat ensesinden çekerek başını omzuna bastırdı. Candı, kardeşti. Yanağını avuçları arasına alarak ıslaklığı sildi, "Çok.. Çok dua ettim.. Hep yalvardım, bana dön.. Dön diye." nefesi yetmediğinde ard arda hıçkırmıştı. Cümleleri tam kuramasa da anlaşılıyordu. Abisinin bileklerini kavrayarak güç almaya çalıştı. "Abiler gider mi hiç?" Akad'ın sol gözünden süzülen gözyaşını elinin tersiyle silerek ciddiyetle kardeşine baktı. Abiler gider mi hiç dedi derinlerden bir ses, çocuk sesi, kendi sesi. Küçük avuçlarında bu sefer erkek kardeşi vardı. Acar. Yine babasından dayak yemişti, abisi sabah okula gitmek için evden ayrıldığında kaçtığını düşünerek saatlerce ağlamıştı. Döndüğünde ise ona koşmuş, omzunda uyuyakalmıştı. Boynuna dolanan Hira'ya sardı kollarını. Mavilerini çevirerek göz göze geldiği Acar'la aklında canlanan anı aynıydı.
"Sizsiz olamam ben, yarım kalırım." bakışlarını küçük abisine çevirdi, ona da kollarını uzattı. Acar ayaklanarak yanlarına oturduğunda beklemeden ona da sarıldı. Bir süre sonra sakinleşmeye başladığında geriye çekildi. "Daha iyi misin?" sırtındaki kollar çözülerek yanına düştü. "Keşke böyle olmasaydı." ikisi arasında gidip gelen gözlerinde korku vardı. Tüm ailesi askerdi. Özel kuvvetlerde görev yapıyorlardı. Her an yapayalnız kalma durumuyla yaş aldıkça yüzleşiyordu. Birini kaybetmeye ilk kez bu denli yaklaşmıştı. Günlerin birinde büyük abisiyle konuştukları geldi aklına, mesleğini sevdiğini fakat hayalinin başka olduğunu söylüyordu. Hiç anlatmamışlardı ama ondan önce yaşanan şeylerin pek iyi olmadığının farkındaydı. Kimin yüzündendi, nedendi bilmiyordu. Gözyaşını sildi, ciddiyetini takındı, "Eğer günün birinde kendinizi hazır hissederseniz sizi dinlemek için buradayım. Neler yaşadığınızı öğrenmek istiyorum."
On sekiz yaşındaki birine göre fazla olgun bir kızdı. Titreyen ellerinin biriyle Acar'ın omzuna dokundu, diğeriyle Akad'ın omzuna. Varlığını hissettirmek amacıyla gülümsedi.
Karşılıklı oturan ikili göz göze geldiğinde fırtınalar koptu. Biri pişmandı, diğeri kırgın.
Acar küçük kardeşinin saçlarına öpücük kondurarak ayaklandı. Odadan çıkarak kapıyı kapattığında sessizlik hakim olmuştu. Şu anda yüzleşmeyi kabul etmediğini belirten bu hareketine karşılık başını önüne eğen Akad doğru zamanı bekleyecekti. Gün gelecekti, yeniden bir olacaklardı.
Gün gelecekti, enkaz altındaki çiçekler ağaca dönüşecekti. İyileşerek, arınarak, en güzel hâliyle büyüyerek. Ve o gün hiç kimse zehriyle köklerini kurutamayacaktı. Bitirmek istedikleri toprakların altında can vereceklerdi. Gerekli olan tek şey inançtı.
-
Kahveden yükselen sıcak buhar yüzümü yalayıp geçtiğinde bakışlarımı bardaktan kaldırarak karşıma çevirdim. Hastanenin önünde Umay'ı bekliyordum, beni biriyle tanıştıracağını söylemişti. Hem de kendisi için fazlasıyla önemli biriyle. Kısaca bahsetmesine göre ilişkileri yoktu, karşılıklı olarak birbirlerinden hoşlanıyorlardı. İlişkiye dair herhangi bir adım atmasalar da, daha doğrusu atılan adımlardan kaçsa da, en son Siirt'e döndüğünde öpüştüklerini anlatmıştı. Aylardır o kadar zor şeyler yaşamıştım ki her birinde yanımda olmaktan kendine zaman ayıramamıştı. Birine karşı bir şeyler hissettiğini bile yeni öğreniyordum. Bazen en yakınımıza yabancı oluyorduk. Onda hiç görmediğim türden bir heyecanla koştur koştur gitmişti yanımdan. Mutluluğu kalbimde hissedeceğim şekildeydi. Düşüncelere dalmışken bulanık gören gözlerimi ovuşturarak uykumu gidermeye çalıştım. Gözlerim günlerdir isyan içerisindeydi. Şubat başlarındaydık ve hâlâ hastanedeydik. Herkes yavaş yavaş işinin başına dönmüştü, ben dahil. Yoğun bir tempoyla çalışmasam da her gün askeriyeye uğruyordum. İşim uzarsa dosyaları yanımda taşıyor, burada halletmeye çalışıyordum. Kafamı asla veremiyordum, işime odaklanamıyordum. Bu sebeple aktif bir dava alamasam da meslektaşlarıma yardımcı oluyordum. Henüz kimse bilmese de büyük şeyler yaşanacaktı. Fırtına öncesi sessizliğimi sunuyordum. Dönüşüm fena olacaktı. Tırnaklarımla kazıya kazıya çıktığım cehennemin içinde kansızlar can vereceklerdi. Bu tempolu süreçte beni idare eden Saadettin'in yardımı büyüktü. Tamamlayamadığım belgeleri babasına götürüyordu. İşimle alakalı hiçbir sorun yoktu fakat yine de artık rutine devam etmem gerekiyordu. Abim yanımdaydı, hayattaydı.
Havadan nasibini alarak soğumaya başlayan kahveden bir yudum aldım, bu tat karşısında yüzümü buruşturmama ihtimalim yoktu. En şekerli kahveleri bile içemeyen bana kahve çekirdeğini ağzına atan arkadaş şoku. Resmen zift içiyordu. Zehirdi bu. Gerekmedikçe asla tercih edeceğim bir içecek türü değildi. Normalde Umay'da bana bunu almazdı ama dediğim gibi, çok heyecanlıydı.
Derin bir nefes alarak sabırla gözlerimi çevrede gezdirdim. Görüş alanıma giren bedenle gülümsedim. Uzun, kahverenginin tonlarını barındıran saçları rüzgârda uçuşuyor, arkasına dönerek ardındaki kişiye bakıyordu. Aşık olunca pek bir saftirik oluyordu. Babasından ötürü içten içe en çok kaçtığı duyguyla nasıl savaştığını dahi göremeyecek kadar körleşmiştim. Telafi etmem gerekiyordu. Tebessümüm genişledi. Pıtı pıtı koşuyor diyeceğim bir biçimde bana doğru geliyordu. Hemen arkasındaki adamın yaklaştıkça suratını daha net görebiliyordum. Beyaz tenli, hafif kumral biriydi. Kısık koyu yeşil gözlere sahipti. Umay'dan kat kat daha uzundu. Yapılı oluşu ise klasik Türk Silahlı Kuvvetlerine özel bir olaydı. Abimden de, gönlümün efendisi olan beyefendiden de iyi bilirdim bu görüntüyü. Abisinin silah arkadaşlarından birine gönül kaptırmıştı. Ucundan kader ortağıydık. Abilerimizin arkadaşlarına aşık olmak bir suç olsaydı hemen şu an tutuklanabilirdik. Aynı zamanda müvekkiliydi. Davası hakkında pek detay bilmiyordum. Sormam da etik sayılmazdı. Karşımda durduklarında ellerini önünde birleştirdi, elaları ne düşündüğümü tartmaya çalıştı kısa bir an. Gözlerimizle konuştuğumuz süre uzarsa ortam garipleşeceğinden lafa girdi. "Sizi tanıştırayım ben.." derin bir nefes aldı, sonra beni gösterdi. "Alçin, en yakınım. Bahsetmiştim." elimi uzattım gülümseyerek.
"Karan.." henüz bir ilişkileri yoktu. Ne şekilde tanıtacağı konusunda kararsızdı. "Müvekkilim." o da elini uzattığında kısaca selamlaşmıştık.
Umay'ın onu bu şekilde tanıtmasına bozulduğu suratından açıkça belli oluyordu. Ki dile getirmekten de çekinmemişti. "Her müvekkilini sizinle tanıştırır mı?" bana yönelttiği soruyla dudaklarımı ıslatarak arkadaşıma baktım. Nasıl bir anlaşma şekilleri olduğunu bilmediğimden ne diyeceğimi kestiremiyordum. Muhtemel bir atışmaya kendimi hazırlamışken "Sadece seni." cevabını duymayı kesinlikle beklemiyordum. Terslemek yerine flörtleşmeyi tercih etmişti. Tam olarak tanıdığım Umay asla bunu yapmazdı. Karan'ın gülümsemesine bakılırsa hoşuna gittiği açıktı. Bunu aklıma not almalıydım. Belki ben de Acar'a aynısını yapmalıydım.. Erkekler bu tür şeylerden hoşlanıyor olmalılardı. En son hastane çatısındaki rezalet vedalaşmamızdan sonra yüz yüze görüşebilmiş sayılmazdık. Askeriyede selamlaşıyorduk, bazen mesaj atıyordu. Bir kaç kez de abimi ziyarete gelmişti. Özel konuşmalarını duyamamıştım, içeriklerini de bilmiyordum. Fakat benim takıldığım nokta başkaydı, gerçekten neden uzun süredir beraber sohbet etmemiştik?
"Neden?" sorusuyla daldığım düşüncelerimden irkilerek sıyrıldım. Zihnim okunuyormuş hissiyatıyla anlık afallasam da toparlandım. Gözlerim ikisi üzerinde gezinirken yanakları kızaran arkadaşım utançla dudaklarını dişleyerek bana dönmüştü. Sırtını döndüğü adam ise başını eğerek çapkınca sırıtıyordu.
İnsanları tanırdım, bilirdim. Ve bu adam kesinlikle Umay'a ilgi duyuyordu.
Yeşil gözleri ona içli içli bakarken eriyip gittiği çok açıktı. "Sana geçmiş olsun demek için geldi." birbirlerini görmek adına ortaya attıkları yalana gülmek istesem de ciddiyetimi korudum. Saçma bir izlenim bırakmama amacıyla, "Teşekkür ederim. Zahmet etmişsiniz buraya kadar." demekle yetindim. Estağfurullah tarzı bir şeyler söylediğinde gerçekten kahkaha atabilirdim. Umay gibi dinsiz imansız daha kibar bir tabirle inançsız bir kadına, muhafazakar adam.. Uyumsuz eşleşmelerine inat kalpleri birbirlerine atıyordu. Ve bence asıl uyum buydu. Tüm kusurlara rağmen direnmek. Savaşmak. Kazanmak. Sonsuz sevgi.
Kusurlar kişiden kişiye göre değişebilirdi, genele bakılırsa kendimize en zıt insanı kusurlu olarak görürdük. Fakat konu aşk olunca mıknatıs misali o kişiyi kendimize çekerdik. Sonrasında öğrenirdik. Öğretirdik. Katı kuralların, aşılamaz duvarların yıkılabileceğini. Sendeki eksikler onunla tamamlanırdı, ondaki eksikler seninle. O an anlardın, aslında çizgi çektiğin her sınırın zamanı gelince yüreğinde yer edinenle silinmesi gerektiğini. Tamamlanmak için diğer yarını beklediğini. Yıkardın kurallarını, yakardın bildiklerini. Ona susardın, çölde susuz kalmış gibi.
Ortamda sessizlik oluştuğunda ikisini yalnız bırakmanın doğru olduğunu düşünerek bahane arıyordum ki çalan telefonum gereken şeyi bana vermişti. Ekranda yazan Güven arıyor.. yazısıyla bakıştım. Alandan hafif uzaklaşarak aramayı cevapladığımda önce yüksek bir ses duysam da aniden ses kesilmişti.
"Alçin abla.." hafif heyecanlıydı.
"Hayır yok abla, ben sana bir şey soracaktım."
Derin bir nefes aldı önce, uzaktan bile gergin hissettiğini anlayabiliyordum. Ne diyeceğini gerçekten merak ediyordum. Ki lafa girdi, "Biz sizi ziyarete gelmek istiyoruz, müsait misiniz?"
"Güven biz hastanedeyiz canım. Çıkmadık hâlâ."
"Biliyorum abla. Oraya gelebiliriz size de uygunsa."
"Yukarı çıkacağım birazdan, abime baktığımda haber versem daha iyi olur. Uyuyorsa yarın gelirsiniz, olur mu?"
Telefonu uzaklaştırdığından olsa gerek yanındakilere söylediği şeyleri duyamamıştım. Saati kontrol ettim, bu saatlerde abimin uyuduğunu düşünmüyordum. Yine de ona sorarak hareket etmem gerekiyordu. Psikologlar tramva sonrası stres bozukluğu durumunu değerlendirmek adına abimle seans düzenleyeceklerdi. Bu durumdayken olabildiğince o zamanları hatırlatabilecek şeylerden uzak durması gerekiyordu. O kız abimle esir düşmüştü, görürse sıkıntı çıkabilirdi. Akad abi bile bu yüzden anlayışla yaklaşarak gelememişti, hatta bildiğim kadarıyla o ikisi de psikologla görüşüyordu. Abim her ne kadar iyi hissettiğini söylese de alanda uzmanlar konuşmadan inanmazdım.
"Tamam Alçin abla, haber bekliyorum ben."
Onaylayarak vedalaştığımızda aramayı sonlandırdım. Bıraktığım yerde bekleyen çiçeği burnunda çiftime doğru yürüdüm, "Umay, benim abimin yanına çıkmam lazım canım."
"Bir sorun mu oldu? Kim aradı?"
"Önemli bir şey yok, sorun da yok. Öyle bakmak istedim, hem sizin de konuşacaklarınız vardır."
"Beraber otursaydık bir yere. Hem Karan, Çınar abiyi görmek istiyor."
Gülümsedim, "Yarına kadar buradaysanız bugün dinlenin. Daha yeni geldiniz." kibarca öneride bulunduğumda durumu az çok tahmin edebilen Karan zorlamamıştı. Önce abimi kontrol etmem gerektiğini biliyordu. "Tanıştığıma memnun oldum tekrardan."
"Ben de memnun oldum." Umay'a sarılarak ikiliyle vedalaştığımda tam gidiyordum ki aklıma gelen fikirle duraksadım, "Ah, bir dakika, size şunu vereyim." koluma taktığım çantamın içerisinden anahtarımı elime alarak arkadaşıma uzattım. Gidecek başka yerleri yoktu. Buralarda otel bulmak da zor olurdu. Ağzı hafifçe aralanan Umay anahtarı eline alarak bana bakındı, "Ben eve uğramıyorum. Müvekkilin yol yorgunu, dinlensin." bana aldığı dantelli iç çamaşırı takımının ve üzerine giymem için getirdiği pembe transparan eşofmanların intikamıydı. Başını başka bir yöne çeviren Karan gülmemeye çalışıyordu. Ben ise çaktırmadan göz kırparak kaçmıştım. Boş ev veriyordum, daha ne olsundu.
İnşallah Acar eve gitmez dedi sağ tarafım, giderse yaptığım çöpçatanlık baltalanırdı. Asansör düğmesine basarak telefonumda ezbere bildiğim numaraya gitti parmaklarım. Anlamsızdı ama ezberlemiştim. İlk çalışta açılan telefonla sırıttım, "Alçin?" boğuk ses tonuyla kaşlarım havalandı. Sonra aklıma gelen gerçekle alnıma minik bir şamar attım. Gelen asansöre girerek katı tuşladım. Askeriyede olamazdı, hem izin günüydü, hem de akşam saatiydi. Muhtemelen dinlenme amacıyla uyumuştu. Benden ses çıkmayınca kıpraşmalar duydum, yattığı yerde dikleştiğine emindim. Alnımı sıvazladım mahçupça, "Uyandırdım mı seni?" sesime de yansımıştı.
"Hayır, bir sorun mu oldu?" yalan söylediği belliydi. Çünkü hemen sonrasında esnemişti. "Kusura bakma, rahatsız ettim. Evde misin diye soracaktım."
"Hangi ev?" adamın üç tane evi var Alçin, herhangi birinde de olabilir.
"Yok, uğramıyorum bayadır." daha dün orada olduğuna dair bir mesaj atmıştı.
Asansörün durmasıyla geldiğim katta indim, "Acar biz aynı evden bahsettiğimize emin miyiz?"
"Sen hangisinden.." duraksadı.
"Abim, sen, ben. Bizim ev işte."
Kısa bir sessizlik olduğunda odanın önüne gelmiştim, "Her neyse, sakın gitme tamam mı? Anahtarı Umay ve sevgilisine verdim."
"Niye p*zevenk miyiz biz Alçin?"
"Düzgün konuş. Yol yorgunuydu, ne yapsaydım? Gitme işte."
"Sen niye sormadan.." Aklıma Umay'ın az önce bahçede yaptığı cilve geldiğinde dudaklarımı dişledim. Birazcık ben de yapsam zarar gelmezdi sanki.. Sözünü böldüm, "Acar.. Neden gelmiyorsun yanıma hiç?" ilk düşündüğümü söyleyivermiştim. Görecekmişcesine yerimde süzülmem ise kontrolüm dışındaydı. "Gelmemi mi istiyorsun?" her şeyden çok. Özledim.
Cevap vermediğinde, "Gelecek misin?" diye sordum. Sıkıca sarılmak hakkımdı. Hakkımı almak istiyordum. Askeriyede görmek yetmiyordu, kokusu lazımdı. "Gelemem, müsait değilim." kafamda romantik anlar kurarken red cevabını duymayı beklemiyordum. Kaşlarım çatıldı, "Uyuduğunu sanıyordum."
"Peki.." kırıldığımı inkar edemezdim, belki biraz saçmaydı. Dinlense iyi olabilirdi ama yine de üzülmüştüm. "Başka bir şey demeyeceksen.." lafını kestim, "Demeyeceğim, görüşürüz." tekrar konuşmasına fırsat vermeden telefonu kapadım. Fakat son anda görüşürüz dediğini duyar gibi olmuştum. Boş bakışlar attığım ekranla bir süre öylece kalakaldım. Tavrını anlamlandıramamıştım. "Alçin.." adımı duymamla gözlerimi kapıya çevirdim, abimin sesiydi. Hafif aralık kapıdan gördüğüm kadarıyla karşısında Verda vardı. İçeri gireceğim esnada cümlenin devamıyla durdum. "Bana bakmıyor." konuşmakta artık zorlanmıyordu. Sadece bazen takılıyordu, çenesinde herhangi bir kırık yoktu. Dişlerinde hasar olanlar ise bir ay önce yapılmıştı. Tek sorunu arada nefes nefese kalmasıydı.
"İşleri yoğun, fırsat buldukça geliyor sevgilim."
"Hayır.. O anlamda değil.. Yüzüme.." duraksadı. "Yüzüme bakmıyor."
Duyduğum soru karşısında ne hissedeceğimi bilememiştim. Belki kendime kızmalıydım ona böyle düşündürdüğüm için, belki içeri girip inkar etmeliydim. Uğruma ölümden dönen canıma bakamama sebebim asla ondan korkmam değildi. Ondan nasıl korkabilirdim ki? Sadece mahçuptum, yüzüm yoktu gözlerine bakmaya. Verda böyle bir şey olmadığına onu ikna etmeye çalışırken soluklandım. Dolan gözlerimi toparlamayı denedim. Berbat bir insandım. Kapı kolunu tutarak odadan içeri girdim, gözlerim direkt olarak yataktaki abime çevrildi. Ne çektim, ne gizledim. Direkt olarak beni görmesini istedim. Korkuyla değil, iğreltiyle hiç değil. Hayranlıkla, sevgiyle, minnetle, özlemle.
Bir kaç adımla karşısında dikildim, mavileri yüzümdeyken gözümden bir yaş süzüldü. "Ben sizi yalnız bırakayım." buna ihtiyacımız olduğunu bilen Verda yanımdan geçerken omzumu sıvazlamıştı. Aslına bakılırsa konuşacak çok şeyimiz vardı fakat hiçbiri şimdi olmazdı. Şu an bendeki tek konu onun iyiliğiydi. Diğer her şey bekleyebilirdi. Kapı kapandığında abime ilerledim, duyduğumu anlamıştı. Yanındaki boşluğa oturduğumda konuşmak adına ağzını aralamıştı ki açıkta kalan alnına uzanarak öptüm. Yaralarının en az olduğu bölgeydi, canını yakmazdı. Ve bizim kelimelere ihtiyacımız yoktu, gözlerimiz vardı. Dudaklarım bir süre olduğu yerde bekledikten sonra geriye çekildim. Artık ağlayan tek kişi ben değildim. Mavileri önce yavaş yavaş doldu, kenarları kızardı. Sonra yaşlar bir bir aktı. Birbirimize zaman tanıdık. Usulca, içimiz yanarak duygularımızı birbirimize karıştırdık. Oysa ne o beni anlayabilirdi, ne ben onu.
Yıllarca ses tonumuzdan dahi birbirimizin ruhunu okuyan biz, o an yabancılaştık.
"Canım.." dedim tüm içtenliğimle. Sol elimi kaldırarak saçlarına dokundum, "Canım benim." yaklaşarak onları da öptüm. "Asıl can sensin." kısık sesiyle kurduğu cümleyi duymamla burukça gülümsedim. Kardeş bağından çok baba ve kız gibiydik. Ailemizi kaybetmiştik ama ben ona, o bana sahipti. Yeri gelince anası da olurdum, kardeşi de. Bunca zamandır yüktüm. Artık bir şeyleri değiştirme vaktiydi.
Kendi yaşamından kısıp, bana verdiği her bir saniyeyi ödeyecektim. Kendi güneşinden kısıp, toprağımı sulamak için yağmura dönüştüğü her bir anı telafi edecektim. Büyüttüğü ağacın altında dinlenebilecekti. On yedi yaşındaki bir çocuktan çaldığım hayatı geri veremezdim ama çok daha iyisini sağlayabilirdim. Her şey benim elimdeydi. Uğruna savaşabilirdim. "Ne çok özledim seni." parmak uçlarını kıpırdattığında gözyaşımı silmek istediğini anlamıştım. Önce onunkileri sildim avuç içlerimle. Masanın üzerindeki suya uzanarak içmesini istedim, yarım saatte bir kesinlikle su almalıydı. Saat tutuyordum. Bir kaç yudumdan sonra bıraktığında derin bir nefes aldım, "Ben hasret kaldım. Özlem de ne demek?" hafifçe tebessüm etti.
"Öğretemedim.. Sana.. Aynı anlama geldiklerini."
"Özlemek geçeceğini bildiğin durumlarda kullanılır, hasret kalmak zamanı belli olmayan anlara özeldir." çocukluğumdan beri kafamda böyle kurmuştum. Abim ise her defasında bunun uydurma olduğunu söylerdi.
"Hasret kaldım sana Alçin'im.." bu sefer ne inkar etti, ne tersime konuştu.
O da bana hasret kalmıştı çünkü ne zaman kurtulacağını hiçbir zaman bilememişti. Belki de kurtulamayacağını düşünmüştü.
Başım hafifçe önüme düştüğünde omuzlarım sarsılarak ağlamak istiyordum. Hâlâ gerçek gibi gelmiyordu. Oysa kanlı canlı yanımdaydı, "Kolum kanadım kırıldı sanki." düşüncemi yutmak yerine dile getirdim. Alçıların üzerinden ellerini kavradım, mavileri bu kadar keder taşımamalıydı. Altında ezilirdim, kalkamazdım. "Düzeltirim." dedi hiç düşünmeden. Gücü karşısında minnet dolu bakışlarımın yanına hayranlık da eklendi. Aylardır cehennemin içinde olmasına rağmen gözlerindeki öfke diriydi. Bana bakarken bunu geri planda tutuyordu ama ben derinlerinde görüyordum.
Parmak uçları uzun buklelerime değdiğinde tebessüm etti. Gülümsedim. "Hep böyle.. Kalsın." en son çocukken her an kıvırcık görebilmişti. Gözyaşımı silerek kıkırdadım, "Emin ol kabarık hâlini görsen bu fikrini sorgularsın." geçmişinden, çocukluğumdan bir parça gördüğünden gerek hasreti daha da derinleşmişti. "Doğum günün kutlu.. Olsun.." her duyguyu birbirine karıştırma konusunda üzerimize yoktu. Ağlıyor, toparlanıyor, gülüyor, sonra tekrar ağlıyorduk. Ayların acısına, birbirimizden ayrı kaldığımız her an için yapıyorduk bunu. Boynumdaki kolyeyi kıyafetimin içinden çıkardım, "Hediyemi senden almayı tercih ederdim." tuttuğum kolyeye çevirdi bakışlarını. "Annemizin." ilk gördüğüm andan itibaren tanıdık bir hissiyat belirmişti aklımda. Demek buradan geliyordu. Başımı eğerek kolyeye baktım ve zihnimde şimşekler çaktı.
"Keşke benimde böyle küçük bir kolyem olsa.."
"Anne bak! İçinde kristal gibi şeyler var!"
Annemin kucağına sinerek kolyesiyle oynadığım, avuç içlerimde uyuyakaldığım günler onlarca yıl uzaklıktaydı. Ama aklımda dün gibiydi.
Unuttuğumu sandığım bir anı daha hatırladıklarımın yanına eklendiğinde çenem titredi. Onlara dair her şeyin kaybolduğunu, tek tük eşyaların elimizde olduğunu sanıyordum. Fakat belli ki abim çoğunu benden saklıyordu. Çünkü geçmişimi çözmenin beni iyileştirmek yerine daha zorladığı dönemlerde psikoloğum üstünü kapatmaya karar vermişti. Daha sağlam bir zamanda açmanın en doğrusu olduğunu söylemişti. O sağlam zaman gelmek bilmiyordu. İlaçlar beynimi uyuştururken gerçekle hayali, yanlışla doğruyu ayırt edemiyordum. "Anneme.. Benziyorsun." soluklanması zorken onu daha fazla konuşturmak istemiyordum. Beni anneme benzettiğini yıllardır söylüyordu, özellikle büyümeye başladığımdan beri. Ailemizde annemin özelliklerine sahip tek kişi bendim; Kızıl ve turuncu karışımı kıvırcık saçlarım, aynı renk gözlerim, kadınsı yüz hatlarım, dolgun dudaklarım ve beyaz tenimle onun kopyasıydım. Kişilik olarak ne kadar benzediğimi anımsayamıyordum fakat abim o konuda da aynı fikre sahipti. Mimiklerimiz, tepkilerimiz, düşünce yapımız hatta ses tonumuzun dahi aynı olduğunu söylüyordu.
Küçüklüğüme dair hatırladığım şeylerden bir diğeri ise abimin anneme olan düşkünlüğüydü. Ki hâlâ fazlasıyla öyleydi. Çoğu zaman bana bakarken dalıp gidiyordu, şimdi annemin kolyesini bana verme sebebi de bu olabilirdi. Onun yanına gelmemle beraber bir şekilde eski hâlime dönmemi umut ediyordu.
"Teşekkür ederim." dedim fısıltıyla, daha fazlasına sesim yoktu. Kaybettiğim ailem içimde diri bir yaraydı. Kabuk tutmuyordu. Parmak uçları saçlarımı okşarken başımı hafifçe dizlerine yasladım. Canının acımamasına dikkat ediyordum. Konuşacağımız şeyler vardı, üzerinde durulması gereken duygular vardı. Hepsi için zaman da vardı. Askeriyeden uzun bir süre, iyileşene dek izni çıkmıştı. En azından bir kaç aylığına tehlike biraz nefes almamıza izin vererek peşimizi bırakacaktı. Bu yüzden acele etmedim, büyük hasretimin oluşturduğu derin çukurları yavaşça doldurmaya başladım. Gözlerimle konuştum, dudaklarımdan dökülemeyenleri yüreğine akıttım. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık, kapıdan giren Verda abimin bakım saatinin geldiğini söylediğinde istemeyerek ayaklandım. Araları nasıldı, bebek konusunu konuşabilmişler miydi en ufak fikrim yoktu. Ama sanmıyordum, akşama doğru gerçekleşecek seansın sonucuna kadar sessiz kalmayı tercih ettiğini düşünüyordum. Zoraki bir gülümseme takındım, içimde bir yerlerde neşe aradım, "Güven aradı beni. Ziyaretçi kabul ediyor musun abi?"
"Güven.. Askeriyedeki çocuk mu? İfadesi alınan?" Verda'nın sorusuyla onu onayladım.
"Evet. Numaramı vermiştim ona, izin istedi gelmek için. Ben de size sorayım dedim."
"Gelsin." abim sevgilisinin lafını böldüğünde aralarında anlamsız bir bakışma geçmişti. Gerginlikten uzaktı. Sanki biraz.. Merak? Bilmiyorum, değişik bir türdü. Çözme gereği de duymuyordum, ilişki konusunda iyi değildim.
"Sizi yalnız bırakayım ben. Birlikte vakit geçirin." yengemin omzunu sıvazladım dostça. Göz kırptığımda omzundaki elimi tutarak gülmüştü.
"Yakınsınız galiba." abimin cümlesiyle bakışlarım odadan çıkmadan son kez onu buldu. "Senin kadın versiyonun olabilir kendileri." Verda konuştuğunda benim bir şey dememe gerek kalmamıştı. Abime yaklaşarak yanına ilerlediğinde ikisine bakındım. Yakışıyorlardı. Aralarında inanılmaz bir bağ vardı. Abimin bakımı konusunda benden önce Verda atılmış, bundan sonra onunla geçireceği bir dakikayı dahi harcamamak istediğini söylemişti. Sevgisi samimiydi. Birbirlerine ufak ufak dalaşmaya başladıklarında orada yok gibiydim. En içten dileklerimle mutlu olmalarını diledim kalbimden. Sonra arkamı dönerek ayrıldım aralarından. Başta verdiğim tepki ağırdı, çok ağırdı. Ne olursa olsun abime bağırmamalı, ona yanlış cümleler kurmamalıydım. Hatalıydım, o da hatalıydı ama kırgınlığını yaşayacağın kişi ortadan kaybolunca büyüttüğün olayların ne kadar değersiz olduğunu anlıyordun. Ben anlamıştım.
Odadan çıkarak ikisini yalnız bıraktığımda nereye gideceğim konusunda en ufak fikrim yoktu.
Gaza gelip böyle çöpçatanlıklar yapmanın zorlu tarafı da buydu.
Önünü ardını düşünmeden hareket ediyorsun Alçin dedi sağ tarafım, resmen romantizm düşmanıydı. Çok gerçekçi ve mantıklı konuşuyordu. Neyse ki solum hızla olaya el attı; Huzurumuzu kaçırma, minik bir iyilikten zarar gelmez. Hak veriyordum. Veriyordum vermesine de, gerçekten ben şimdi ne yapacaktım? Gidecek yerim yoktu. Yapacak bir işim de yoktu. Cebimden telefonumu çıkartarak kapının karşısındaki sandalyelerden birine oturdum. Okuma gözlüklerim yanımda olmasa da bir kaç belgeyi incelemek adına Saadettin'in sohbetine girdim. Mesaj kısmına ilerleyen parmaklarım duraksayarak önceki sohbetlerimizi okuma gereksimi duydu.
Resmen restorana çevirmişti mesaj kutusunu.
"Alçin iki lahmacun söylesene. Açlıktan midem sırtıma yapıştı."
"Erkek adam şalgam içer deme. Erkek adam bazen ayran da içer. Mocha da."
"Alçin canım hamburger çekti."
"Bingöl ne ıssız yer a..*na koyayım, elimi nereye atsam yöresel yemek var."
"Nerede pizza, sushi, soslu makarna. Geçen yoldan geçiyordum teyzenin birine sordum buralarda yemek yiyebileceğim bir yer var mı diye, kadın bana bir restorant gösterdi. Sorina Pel diye de bir yemek önerdi, içimden dedim ki; İşte aradığım o İtalyan lezzetlerini buldum."
"Yalan yok tadı güzeldi. Senin kartın yanımda olsa yedi porsiyon rahat yerdim. Kendi kartımla anca iki yiyebildim."
"Savcı maaşları daha yüksek oluyormuş."
"Canım künefe çekti, bir el atsana."
"Alçin kartını buldum da şifresi neydi bunun?"
"Eyvallah, kralsın. Maaşın yarısı gitti helal et."
"Askeriyedeki garibanlara kebap ısmarladım. Acıkmıştı herkes. Kesene bereket. Ah benim şu iyi kalbim."
Aralarda bol sövmelerim, ona açtığımı iddia ettiğim sahte dava belgelerinin linkleri vardı. Mesajları okurken kahkaha atmama engel olamamıştım, en zor zamanlarımda gülme sebebimdi. Ciddileşmesi gereken yerlerde de gayet olgun biriydi. "Ne yapıyorsun Sadom?" yazdım kısaca. Bunu dememe uyuz oluyordu.
Onun cevap vermesini beklerken attığı linklerden birine tıkladım. Detaylarını inceleyip, önemli olduğunu düşündüğüm alanları not aldığım dosyalardan saatin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Akşama gelmek üzereydi fakat hâlâ akşam değildi, "Askeriyeye mi gitsem acaba?" mırıldanarak bakışlarımı telefondan kaldırdım. Başka davalarda göz gezdirebilirdim, boş vaktim vardı. Olabildiğince işimle yoğunlaşmak istiyordum. Yoksa aklım susmuyordu. Ve her ne kadar geri plana atmaya çalışsam da Acar kafama takılmıştı. Derin bir nefes aldım, telefonumun ekranında parmaklarım anlamsızca geziniyordu. Canım sıkılmıştı. Umay'a yazamazdım, müsait değildi. En iyisi yine kafamı işime vermekti.
Ekranı kapamadan önce Güven'e de mesaj attım. "İki saate müsaitseniz biz uygunuz canım." tatlıydı. Hem de fazlasıyla. Ona bir abla gibi davranmaktan kendimi alıkoyamıyordum ama artık konuşmamız için bir sebep de kalmamıştı. Onun ablası, benim abim bulunmuştu. Tesadüfi karşılaşmamız sonucu temiz kalbine rastlamıştım. Umarım geri kalan hayatında hep mutlu olurdu.
"Savcım, savcım!" telefonumu kapatarak ilk heceleri uzatarak bağıran kişiye döndüm. Koridorun sonundan buraya gelen Burak oldukça neşeliydi. Ayak uydurdum, "Burak, burak!" kaybettiği gülümsemesini tekrar bulmuştu. Yanıma geldiğinde elindeki bardaklardan birini uzattı. Tanrıya şükür kahve değildi, ikinci bir Umay vakasını kaldıramazdım. Karton bardağı elime alarak kenara koydum, yanıma kurulan adama çevirdim gözlerimi. Büyük bir imayla, "Sen gelir miydin benim yanıma?" dedim. Her dakika, her saniye Badem'in odasındaydı. Aynı hastanedeydik fakat ben oraya inmediğim sürece yüzünü dahi göremiyordum. Çayından yudumlandı, "Öyle demeyin savcım ya. Bırakamıyorum ne yapayım?" kıkırdadım, tam bir aptal aşık örneğiydi. Ben de bir yudum aldım, "Tamam demedim bir şey. Sen de bana savcım demeyi kes lütfen." askeriye dışında resmiyet istemiyordum. Hoş hissettirmiyordu. Bakışları bendeydi, bir şey söylemek istiyor gibi duruyordu, "Alçin.." dedi önce kısık bir tonla, "Korktum."
Avucum arasındaki sıcak çayı kenara bıraktım, "Neyden?"
"Her şeyden." dedi açıkça, "Çınar Yüzbaşı, Akad Yüzbaşı, Candar, Badem, sen.. Çok ölüm gördük biz. Çok şehit verdik, çok kardeşimi kaybettim. Sırt sırta savaştığım silah arkadaşlarımın organları ellerime düştü, yine yuttum. Fakat şu son bir kaç ay zordan öteydi." o da çayını kenara koydu, "Senle tanışalı altı ay olacak. Doğru düzgün sohbetimiz geçmedi ama görebildim seni, ne hissettiğini, ne düşündüğünü. Acın, acım oldu. Belki bir yabancıyım sana göre ama içimden geçenleri söylemek istiyorum iznin varsa." başımı olumlu anlamda salladım, "Kalbin durduğunda buradaydım, karmakarışık duygularla öylece bağırışları dinlemiştim. Yalan yok. Bir an dedim ki kurtuldu, şu cehennemden çıkabildi.. Sonra döndün. Parçalandın, yaktın, yıktın, yıkıldın. İnsanların sözleri gerekmez bazen onları anlayabilmek için, uzaktan da tanırsın gözlemleyerek." bir süre duraksadı, cümleleri öylesine anlamlıydı ki denecek tek söz bırakmıyordu. Dudaklarını ıslattı, "Demem o ki, kendini asla güçsüz hissetme. Her şeyin içinden biri olarak ben de zorlandım. Ben de yıkıldım. Güç ağlamamak değildir, duygularını saklamak hiç değildir. Güç her şeye rağmen dimdik ayakta durabilmektir. Bir gece yıkılırken, diğer geceler askeriye koridorlarında sabahladın. Hepsine şahidim. Şimdi bu neden böyle konuşuyor deme.." güldü, güldüm, "Karmaşanın içinde duymaya ihtiyacın vardır diye söylüyorum; Elinden geleni yaptın." bir eli dostça sırtıma dokundu, "Yeterliydin, yeterliydik. Savaştık sevdiklerimizin yoluna. Kazandık da. Artık mutluluk vakti." bakışlarımı gözlerinden çekerek tavana kaldırdım, oradan zemine, oradan koridorun başına. Dudaklarımı dişledim. Ne diyebilirdim ki? Kendime her türlü olumsuz sıfatı yakıştırmıştım, ben böyle düşünürken diğer insanlar da aynısını düşünür demiştim. Yanılmıştım. Buradaki insanlar sanki tanıdığım diğer herkesten çok farklıydı. Dostum olarak bildiğim tek bir insan vardı, Umay. Ondan başka dost, arkadaş bilmezdim ama şimdi bir çok dosta sahip gibiydim. Gibi değildi. Öyleydim. Timdekilerin desteğinin haddi hesabı yoktu. Özellikle son bir aydır kızlar sürekli yanımdalardı. Askeriyeye gittiğim vakitlerde işleri biter bitmez ellerinde mutlaka yemek, içecek getirerek odama gelirlerdi. Esin son zamanlarda zayıfladığımı, fit kalmamı kıskandığını söyleyerek tüm hamur işlerini ağzıma tıkmayı deniyordu. Dila hâlâ pişmandı, bazı şeyleri içinde kolaylıkla aşabilen bir kadın değildi. Kahvesini, suyunu, çayını getiriyor, sessizce masama bırakıyor, yine aynı sessizlikle sohbetimizi dinliyordu. Sohbet arasında söylerken benim bile unuttuğum detayları hatırlıyor, yardımcı olmayı deniyordu. Günler önce üşüdüğümü, atkımın evde kaldığını söylediğimde mesai bitimimde bir subayla atkı yollatmıştı mesela.
Badem telefonunu eline almakta zorlanıyordu, his kaybı vardı ve fizik tedavi görüyordu. Ama ona rağmen annesine ses kaydı attırıyor, aratıyordu. Tekerlekli sandalyeyle ben gidemediğimde yanıma geliyordu. Timin erkekleri de geri durmuyorlardı tabi. Boran abi, kırklarında olduğunu öğrendiğimden beri istemsiz böyle sesleniyordum, eşiyle bize yemekler yollatıyordu. Abimin yemesinin yasak olduğunu söylesem de kendisini içli köfte yedirmeye çalışırken yakalamıştım.. Barlas'ı hastane ziyaretinde değil, askeriyede görüyordum. Kısa sohbetlerimizde bir şeye ihtiyacımız olursa direkt olarak ona yazmam konusunda tembihliyordu. Candar en sevimlileriydi. Benden tırsıyor olabilirdi bir tık.. Gözünde nasıl bir izlenim bıraktıysam çekinerek geliyordu odama. Her gelişinde de bir bahane bulmayı deniyordu, bahanelerinin sonucunda masama çikolata bırakarak asıl gelme sebebini belli ediyordu. Her biri değerliydi. Abimin timindekileri hiç saymıyordum.. Onları sayarsam daha çok uzardı. Kısaca anlatmam gerekirse Talip'i en kibar tabiriyle cırlayarak kapıdan kovmuştum. Adam takmıştı abimle uyumaya!
Gözlerimi ona çevirdim, teşekkür ederim.
Havada kapmıştı. Soğumaya yüz tutan çayımdan bir yudum aldım, "Sen bir daha ciddi olma lütfen, neler saklıyormuşsun da haberimiz yokmuş Burak'cım."
Yoğun aşkını anlatmaya başladığında aralarda onunla dalga geçmiştim, telefonuma Saadettin'in bildirimi düştüğünde ise trip yemiştim. Her şey değişirdi fakat Burak'ın Saadettin nefreti asla değişmezdi.
Koridorun başından gür, tanıdık bir ses bağırdığında olduğum yerden sıçradım. Beklemiyordum. Bakışlarımı sesin yönüne çevirdim, Acar. Hızla ayaklandım, "Alçin.. Üstüne çay döktün." Burak'da ayaklandığında komutanın karşısında ciddiyetle duruyordu. Yandan yandan dalga geçmeyi de ihmal etmemişti. Gözlerimi mavi gömleğime çevirdim, çay lekesi!
"Ne konuşuyorsunuz?" gözleri üstümde gezindi, "Havadan sudan komutanım. Ben de şimdi Badem'in yanına gidiyordum."
Ters bakışlarıyla onu bulan maviler topuklamasına sebep olmuştu..
"Ben şunu yıkayayım en iyisi.." ben de aynı topukla lavaboya koşturduğumda anlamsız bir heyecan kalbimin hızlı atmasına sebep oluyordu. Aptal bir sırıtışla çay lekesi temizlemeye çalışıyordum, mantık denen şey de kalmamıştı. Bir kaç dakikalık çabamın sonucu hüsran olduğunda üstüm daha da batmıştı. Lavabodan çıkarak Acar'ın yanına gittim, "Ben bir şey yaptım.."
Annesinin sinirleneceği yaramazlıklar yapan çocuklar misali dikildim karşısında.
Arabada ilerlerken aramızdaki sessizliğin pekâlâ farkındaydım. Solumda anlamsız, huzursuz bir his vardı. Camdan çektiğim bakışlarımı ona çevirdim, ciddi ifadesi karşısında, yoldaydı. Mavilerinde hissettiğim soğukluk daha önce ondan bana hiç uğramamıştı. Bu yönünü ilk kez görüyordum, ilk tanıştığımızda dahi bu kadar yabancı değildik. Garipti.
Başka bir sorunu olduğunu düşünmeye başladım. Belli ki evde bir şeyler yaşamış olmalıydı, ailesiyle arası zaten iyi değildi. Yoksa kişisel algılamam saçmaydı. Hiçbir şey yapmamıştım. Bakışlarımın onu rahatsız etmemesi için önüme döndüm, kulak uğuldatacak türden batıyordu sessizlik. "Kendimi hafiflemiş hissediyorum." dedim konu açmak için, "Hayal gibi geliyor her şey." diye devam ettim.
Geçmişi konuşmak istemiyordum. Bu sebeple olumlu şekilde yönlendirdim kelimelerimi, "Her neyse, şu an o kadar mutluyum ki.. En son çocukken bu kadar mutlu olmuştum herhalde." ekledim, "Hayır.. Hukuk fakültesinden mezun olduğumda! Gerçekten havalara uçmuştum. Pek belli etmemiştim gerçi. Bilirsin, her zaman havamı korurum." minik bir kıkırtı kaçtı dudaklarımdan, "Bir keresinde doğum günümde tek başımaydım. Abim göreve gitmişti, yoksa ne olursa olsun yanıma gelirdi ama o sefer yoktu işte. Neyse.. Lojmandaki evimdeydim o zamanlar.. Orası da küçük bir ev, eğitime odaklandığımdan sadece uyuyup, duş almaya uğruyordum fakat görmen lazım, apartman tamamen kaos kaynıyor. Stajdan çıkarak ölü gibi merdivenleri tırmandığım anların birinde başımdan aşağıya bir tencere kuru fasulye dökülmüştü! İnanabiliyor musun? Üst komşum çocuğuna tencere fırlatmış! Duysan nasıl saydırıyor. O da bana denk geldi. Çocuğu görsen tam bir ergen, kahkaha atarak gitmişti." yüzümü buruşturdum, "O gün bugündür fasulyeden nefret ederim. İçine et falan da katmıştı. Benden özür dilerken yere düşen etlerdeydi gözü, içi gitmişti kadının resmen. Tabi ekonomi sonuçta, ne yapsın.. Bir hışımla kalkmış, tek kelime etmeden evime girmiştim. Kendimi duşa atmıştım ama duşta da uyuyakalmışım." soluklandım, "Sonrası daha kötü. Verda üst komşumdu benim, zile basmış o kadar hiçbirini duymamışım. Komşulara sormuş, onlar da en son eve girdiğimi söylemişler. Apartman yönetiminden yedek anahtarı alarak eve girmiş telaşla, tabi ben çırılçıplak suyun altında uyuyorum. Rezil olmuştum. O da o zamanlar kimliğini gizlediğinden sadece özür dileyerek çıkmıştı. Şu anki samimiyetimize inanamıyorum. Hayat gerçekten çok garip." bir süre duraksadığımda aklıma doğum günüm diye başladığım cümleyi devam ettirmediğim geldi, "Konuyu nereden nereye getirmişim, hiç de uyarmıyorsun. Doğum günümde tektim, birden zil çaldı.."
Elini uzatarak radyoyu açmasıyla cümlem ağzıma tıkılmıştı. Kaşlarım çatılarak ona döndüm, ne düşündüğünü anlamak zordu. Önüme geri dönerek radyoya odaklandım, duyduğum ton yabancı değildi. Dallama Ersin. "Evet efendim, yayınımız hız kesmeden devam ediyor. Söyle bakalım Pelin, ne dinlemek istersin?"
"Sevgili dinleyicilerimiz belli ki bugün üzgün. Önerilerde hep kederli şarkılar görüyorum. Bir tane de benden gelsin izninizle. Kuytu, Ada diyor efendim. Keyifli dinlemeler dilerim."
Ersin'in konuşmasından ötürü kıstığı sesi ben açtım, hatta biraz fazla arttırdım. Yandan onu kontrol ettiğimde hâlâ yola odaklıydı. Sert çehresinde mimik oynamıyordu. Abartmış mıydım? Gerçekten saçma sapan cümleler kurmuştum. Birden dilimden dökülünce kendimi kontrol edememiştim ama kafasını dağıtmayı deniyordum. Dudaklarımı dişleyerek sisli çevreye bakındım. Dirseğimi camın kenarına yaslayarak yanağımı avuç içime bastırdım. Yalan yoktu, biraz kırılmıştım. Buna hakkım var mıydı bilmiyordum fakat histi işte. Muhtemelen hassas bir anıma denk gelmişti, abimle yarım kalan konuşmamızdan sonra kendimi hâlâ toparlayabilmiş sayılmazdım. Onun açısından bir sıkıntı göremiyordum, evde ne yaşadıysa ve ya sorunu neyse büyük olmalıydı. Canı sıkkınken beni dinlemek zorunda değildi. İçinde sıkıştığım düşünceler nefesimi daraltırken oksijene ihtiyacım vardı. Camı açmak adına hareketlendim ki gözlerim yine onu buldu. Üstü ince gibi duruyordu, camı açarsam üşüyebilirdi. Bu sebeple düğmeye giden elim duraksadı. Ama bir kaç saniye geçmeden yarısı açılan camla soğuk rüzgâr yüzümü yalayıp geçmişti. Yeniden ona döndüm, yeniden gözlerine değemedim. Bir elimi camdan dışarıya uzatarak hızlı giden arabanın içinden rüzgârı hissetmeyi denedim. Deniz kokusu burnuma daha güzel esiyordu. Gülümsedim. Şarkının melodisi kulağa hoş geliyordu. Daha önce hiç duymamıştım.
Yağmur damlaları hafif hafif avuç içlerime değerken tebessümüm genişledi. Saçlarım dağılıyordu ama umursamadım. Aylardır fazlasıyla uzamışlardı. Üstelik artık şekil de vermiyordum. Buklelere rağmen göğsümün altını oldukça geçiyorlardı. Düzleştirsem belime gelirlerdi. Rahatsız etmiyorlardı. Gövdemde büyüyen yeni duygular mıydı sebebi kendime dönüşümün? Özümü mü buluyordum ben sevgiyle? Hiç sevgi görmemiş değildim, ailemden sonra abimin bana verdiği sevgi dört kişininkiyle eşdeğerdi. Fakat bu çok daha farklıydı. Aşkı bilmiyordum. Bilmem de gerekmiyordu. Bu denli ağır, bir o kadar da kusursuz bir hissi beslediğim tek bir insan vardı. Yanımdaydı.
Tarif edemiyordum ama içim içime sığmıyordu. Yaşadıklarımızı düşünme fırsatı yeni elime geçiyordu ve onunla her saniyesi büyüleyiciydi. En zor anımda yanımda olan adama çok şey borçluydum. Benliğimi kendimden bile saklarken ona yansıtmıştım. O da tüm çıplaklığıyla ruhunu benimle buluşturmuştu. Omzumda ağlamıştı, omzunda ağlamıştım. Keder bizi kanatırken birbirimizin yaralarını sarmıştık.
Kaç yaşına gelmiştim, yüreğim bir başkasına çarpmamıştı. Sanki bu zamana kadar onu beklemiştim. Kalbim durduğunda hayata onun sayesinde döndüğümü bilmiyordu. Elimden tuttuğunu, fırtınaların içinden çekip çıkardığını bilmiyordu. Denizin hırçın sularında kaybolacaktım, peşimden gelme ihtimaliyle vazgeçmiştim. Kendim için değil, onun için yaşamı seçmiştim. Dudaklarıma dudaklarını değdirdiğinde kalbim yeniden atmıştı. Hem yaşamaya, hem sevdaya. Ona olan aşkımı kesin olarak anladığım zaman dilimi buydu. Dönüşü olmayan bir yola saplanmıştım. Seni rahat hissettiren şey olmalıdır yuva demişti abim rüyamda. Eğer bu bir insansa, onu bırakma, o kadar sıkı tut ki parçalarınız birleşsin. Unutma, o senin için rahat bir alansa, bir yuvaysa, sen de onda aynı anlama sahipsin. Şimdi parçalar birleşiyordu, yanıma çevirdim gözlerimi. Acaba onda aynı anlama sahip miydim?
Eğer bu bir kokuysa, öyle dolu dolu çek ki içine ciğerlerini doldur. Kaybetme, bir daha unutma, zihnine kazı. Kokular insanın beynine bir kere girdi mi çıkmazlar, belki yıllar sonra tekrar duyarsın ama o an bile hatırlarsın. Dediğini yaptım, dolu dolu çektim ciğerlerime. Deniz kokuyordu buram buram, ferahtı. Getirdiği dinginliğin haddi hesabı yoktu, kriz anlarımda beni her sarıp sarmaladığında yatışıyordum. Uyuyamıyordum, boynuna burnumu yaslayarak uyuyordum. Ağlıyordum, başımı omzuna koyarak sakinleşiyordum. Geriliyordum, korkuyordum, üzülüyordum, göğsüne sinerek tüm olumsuz duyguların içinden sıyrılıyordum. Kokusu da, kendi de bir yuvaydı bana. Ve ben şimdiye dek yalnızca bir eve sahip olduğumu fark ediyordum onunla.
Eğer bu bir manzaraysa, onu her zaman gör. İmkan dahilinde değilse bile aklında canlandır, beyin görmek istediklerini ve göremediklerini saklar kendine. Çok istersen bunları sana sunar, manzaraların hatırası vardır kızım. Aylar önce, onun evinin terasındaydık. Karşımızda Bingöl'ün dağları ayaklar altındaydı. Hava soğuk, tenimizi donduracak türdendi. Duştan çıkmıştım, aynı şekilde o da. Buharı tüten yemeklere dokunmadan şişe bitene kadar şarap içmiştik. Bende başlayan çakırkeyiflik ortamın havasını yumuşatırken ondan bana şarkı söylemesini istemiştim, yemek yemem konusunda yaptığımız anlaşmayla o söylerken omzuna yaslanmıştım. Bir yandan bana çatal ile lokmalar uzatıyordu. Sesinin büyüsü karşısında onu dinlerken yiyordum uzattıklarını. Seçtiği şarkının sözlerine bulanık kafam da eklenince duygulanıp ağlamaya başladığımda saçlarımı okşuyordu. Sonrası hayal mayel hatırladığım silik görüntülerden ibaretti. Beni yatağa bırakıyor, yemin ederim ki seni asla yalnız bırakmayacağım sözü veriyordu.
Şarkılar birer birer son bulup sunucular değiştiğinde yolu bitirmiştik. Arabadan inerek kapıya ilerledim, verdiği anahtarla araladığım eve adımladım. O park ettikten sonra geleceğini söylemişti. Işığı açarak köşedeki aynadan üstüme baktım, gerçekten rezalet durumdaydım. Geniş salona girdiğimde ortamı incelemeye vaktim olmadığından koşar adımlarla merdivenleri çıktım. Bu evde uzun süre kalmıştım fakat hiç dikkat etmemiştim. Eşyaların rengini bile yeni fark ediyordum sanki. Her şey gözüme farklı geliyordu. Ama bir yerlerde seslerimizi de duyabiliyordum. Dertleşmelerimizi, sohbetlerimizi.. Kapısını açtığım odadan burnuma doluşan koku tanıdıktı. Tüm çevremi sarsa da teninden gelenle bir değildi. Bu koku, onun teninde başkaydı. Giyinme odasında kendi kıyafetlerimin aynı düzende durduğunu görmemle sırıttım, uzanarak siyah gömleğimi elime aldım. Sonra geri bıraktım. Parmaklarım usulca onun kısmına ilerledi. Anlamsızdı. Beyaz tişörtlerinden birini alarak üzerime geçirdiğim sırada aşağı kapının sesini duymuştum. Çıkarmakla çıkarmamak arasında kalmışken yeniden çalan zil ile aynaya bakamadan ona kapıyı açmaya gittim, "Yer bulabildin mi?" içeri girdiğinde kapattım. Çıkardığı montunu elime alarak askılığa astım, buram buram o kokuyordu.
Derince soluklanarak ona döndüğümde gözlerinin üzerimde olduğunu gördüm. Sonunda mavileri bana değebilmişti. Beni inceliyordu, "Yakışmış mı?" çevremde döndüm. Bu neşemin kaynağı ondan geliyordu. Asla yapmayacağım hareketleri yapmak istiyordum. Çocuklaşıyordum. Aşık olunca çocuklaşmak kavramı her zaman saçma bulduğum bir durumdu ama şimdi anlayabiliyordum. Çocukluğumuz en saf, en toz pembe bulutların üzerinde süzüldüğümüz zamanlardı. Mutluyduk. En azından ben bir süre mutlu bir çocukluk geçirebilmiştim. Şimdi on iki yaşımda kaybettiğim o muazzam duyguyu yeniden bulabiliyordum.
Gülümseyerek ona baktım, "Beğendin mi?" hâlâ tek kelime etmemişti. Tepkisini öyle saklıyordu ki çözemiyordum. Sırtını dönerek salona yürüdüğünde gülümsemem yavaş yavaş soldu. Ardında kalakaldım.
"Acar.." peşinden ilerledim, bana böyle davranması hoşuma gitmiyordu. Koltuğa oturdu, açık açık beni takmıyordu. Karşısına geçtim, "Bir sorun mu var?"
"Neden böyle davranıyorsun?" cevap vermedi, "Sorun ne Acar?" diye direttim. İçimde öfkenin kabarmasını bekledim, olmadı. Görmezden gelinmek nefret ettiğim durumlardan biriyken sinirlenmek yerine nasıl sessizleşebilirdim? Donuk bakışları bana değdiğinde üşüdüğümü hissettim. Fakat belli etmedim. Duruşumu dikleştirerek ona benzemeyi denedim. Şu an bir yabancıyı andırıyordu, ilk defa onu tanıyamıyormuşum gibi hissediyordum. Oysa böyle bir şey mümkün olamazdı. Saçlarımı seven, öpen, bana sözler veren adam nereye kaybolmuştu? Gözlerindeki dingin denizin yerini fırtınalı gökyüzü almıştı. İster istemez bir adım gerilemiştim. Ellerim yumruk şeklini alırken yutkundum, "Bir şeye canın sıkkın. Eğer yalnız kalmak istiyorsan söyle, konuşmak istediğinde gelirim."
"Git.." ekledi. "Bir daha gelme Alçin."
Bir kaç saniyeliğine duraksadım. Ağzım aralandı, sonra yeniden kapandı. Ne söylemem gerektiğini kestiremiyordum. Muhtemelen yanlış bir cümle kurmuş olmalıydı. Boğazımı temizledim, "Buraya mı? Uzak burası, hastanede görüşmek istersen orada da konuşuruz." dişlerini sıktığını kasılan çenesinden görebiliyordum, gözlerini yerden kaldırmadı. Bana bakmıyordu. Bir adım attım, "Başka odaya gideyim, orada durayım bir süre. Sonra yanıma gelirsin." çözüm önerileri sunmayı deniyordum. Canını ne sıkıyorsa söylemekte zorlandığı belliydi. "Bence birbirimizi yanlış anladık." dedi bakışlarını zeminden çekmeden. "Abilerimiz bulunduğuna göre mesafe koyabiliriz. Ortak bir amacımız, acımız vardı. Artık bitti. Yakın durmanın da, samimi olmanın da bir anlamı yok. Ben her şeyden önceki gibi sadece komutan, sen de sadece savcısın. Fazlası bize ağır gelir."
Sözleri bir hançerden farksızdı. Saplıyor, her kelimesinde daha da dibe batırıyordu. Her şeyi yanlış anlamanın aptallığı yüzüme tokat gibi yapışırken yanağımda ince bir sızı belirdi. Oradan yüreğime aktı. Tüm bedenimde gezindi. Uyuşmuyordu. Bir şeyler yerine oturmuyordu. Madem biz yalnızca yaralarımızı sarmak için ortak olmuştuk, o zaman gözleri ne diye o kadar güzel bakmıştı gözlerime? Ne diye bana sözler vermişti? Bir hiç uğruna bunları yapmış olamazdı. Çocuk kandırmıyordu. Yakın temaslarımızın yaşandığı zamanları unutması imkansızdı. Solumdaki sıcak sıvı artarken en köşelerde, kaybolmak üzere olan sinirime tutundum. Ona değil, kendime karşıydı. Sinirim saman aleviyken öfkem koca bir yangındı. Sinirlendiğimde anlık patlar, yıkar, sonra pişman olurdum. Öfkelenmem zordu. Öfkelendiğimde sonuçları her zaman daha ağır olurdu. Patlatır, yıkar, yakardım. Sonra bunu katlar, karşımdaki insanı kelimelerimle öldürürdüm. Fakat yaşadığım hayal kırıklığından ötürü göremiyordum; Ya ben gerçekten aptaldım ve kendimi koca bir yalana kaptırmıştım ya da o sadece basit bir yarabandına fazla anlam dolu hareketler sergilemişti.
"Neden birden böyle konuşuyorsun?"
"Günlerdir senden uzak durmaya çalışıyorum, anlamanı beklemiştim."
Günlerdir onu düşünmediğim bir saniye yoktu. Sözleri yakıyordu, bilmiyordu. Cümlelerinin şiddeti altında eziliyordum. Gözlerimi sıkıca kapadım, yeniden açtım. Burada daha fazla durmamalıydım. Dediği gibi gitmeliydim. Son bir şey sorma gereksimi duydum, "Hastane çatısında.. O gün, bana her hâlini görmek istiyorum demiştin." sonra heyecanımdan karnımda kelebekler uçmasını sağlamıştın. Şimdi bir değil, bin kurşunla kelebekleri elleriyle öldürüyordu.
"Anın büyüsüne kapıldım, yakınlaşmaların hepsi hatadan ibaret."
Bir süre düşüncelerimi toparlamayı denedim. Başım önüme eğildi, sessizlik hakim oldu. Elime bir avuç kırık kalp bırakıldı. Payıma düşeni aldım, kapıya ilerledim. Ne tek söz ettim, ne dönüp baktım. "Arabanın anahtarı montumun cebinde." tınısıyla duraksadım. Benimle dalga geçiyor olmalıydı, "Sen gördüğüm en korkak adamsın." bir hışımla gittiğim yolu geri döndüm. Ne yaptığımı ben de bilmiyordum, "Sırf abimden korktuğun için yapıyorsun bunu. Bu yüzden yaptıklarının arkasında duramıyorsun, her şeyi tek kalemde silip atıyorsun. Ama ben senin gibi değilim. Ben sana.." hızla kurduğum cümlemi yüksek sesiyle böldü. "Senin yalnızlığın parçalar bizi." gözleri konuştuğu süre boyu ilk kez bana değdi. "Ağır geliyorsun bana, kaldıramam seni Alçin. Duygularınla, geçmişinle uğraşacak gücüm yok."
"Senden bunu istemedim, ben sadece kendi içimde yaşıyorum."
"Kendi içinde de bitir. Şu kapıdan çıkıp gittiğinde beni sözlüğünden sil. Her şeyi unut."
Konuşmanın bu anına kadar sinirim kırgınlığıma ağır basıyordu. Ama artık kırgınlığım dengeyi delicesine bir farkla bozmuştu. Ona karşı kırgın, kendime karşı öfkeliydim. Gözlerime baka baka konuşmuştu. Kendime haksızlık yaparak, acizce, tanıdık bir duygu yakalamaya çalıştım mavilerinde. Eğer tanıdığımı sandığım adamdan bir parça görebilseydim sözlüğümden onu değil, az önceki kelimelerini silebilirdim. Unuturdum. Yaşanmamış sayardım. Lâkin yoktu. Nasıl bakıyordum bilmiyorum fakat gözlerini çekerek odağını arkamdaki duvara verdi. Bu evde tüm kötü anılara rağmen güzel şeyler yaşamışken her şeyi kirletmişti. Aslına bakılırsa söylediklerinde kelimesi kelimesine haklıydı. Nesine kırılıyordum ki? İfadesiz suratından ayrılarak sırtımı döndüm. Montunun yanındaki kabanımı ve çantamı aldım, giyme gereği duymadım. Şu anda vücudumda ekstra bir yük istemiyordum. Çizmelerimi de dolu olan ellerimden biriyle tutarak hızla evden çıktım.
Kapattığım kapının tok sesi kulaklarımda çınlarken kısa bir an sadece durdum. Hareket etmedim. Edemedim. Titreyen ellerimle çantamda telefonumu aradım, bulamayınca sinirle yere fırlattım. Yabancısı olduğum duygularla tanışmak bir hayli zordu. Bu şehre gelmeden önceki Alçin böyle değildi, kırılmaz, üzülmez, sert kalırdı. Aşk desen gülerdi, sevda desen o ne derdi. Ağlamak yalnızca tek başınayken yaptığı bir eylemdi. Onda da kısa sürer, akıttığı iki gözyaşına öfke duyardı. Kendimi tanıyamıyordum. Avuçlarımı alnıma bastırarak sakinleşmeyi bekledim ama buradan uzaklaşmayı da istiyordum. Merdivenleri inerek yerdeki çantamı tekrar elime aldım, nefes alışverişlerim düzensizdi. Dişlerimle tüm acımı dudaklarıma vermeyi deniyordum ki ağzıma gelen metalik tatla orayı da kanatmıştım. Bir bu eksikti. Küfrederek uzaklaştım. Buralar fazlasıyla ıssız olmasına rağmen tek şansım sokağın ucundan gelen bir taksi olmasıydı.
Elimi uzatarak durdurduğumda bindim. Binmemle bir şeyi fark etmem bir oldu, üstümde onun tişörtü vardı. Kokusu burnuma doluşuyordu. Ve benim için kayış orada kopmuştu, sol gözümden bir damla yaş süzüldüğünde elimin tersiyle sildim. Nesine üzülüyorsun Alçin? Yalnızlığın ortada, sen de biliyorsun bunu. Bilmekle kalmıyorsun, yaşıyorsun. Başını yastığa her koyduğunda, kendinle her baş başa kaldığında yüzleşiyorsun bu gerçekle. Son bir umutla taksi camından evinin kapısına baktığımda hiçbir şey görememiştim. Şu kapıdan çıkıp gittiğinde beni sözlüğünden sil demişti. Söylemesi kolaydı. Unut dediği anılar benim cehennemdeki ışığımdı. Nefesimdi. "İyi misiniz?" değildim. Yine de başımı olumlu anlamda salladım. "Çok sevdiğim bir şair; Çünkü hatıralar kuş gibidir, dal ister konacak der. Bu cümleyi düşünmeye ihtiyacınız var gibi duruyor." taksicinin dediğiyle yorgun bakışlarım dikiz aynasından onu buldu. "Her neyse, nereye gidiyorsunuz?" gideceğim yeri söyleyerek sessizliğe büründüm. Sesim titremişti. Boğazım bir çığlık koparmayı bekliyordu muhtaçlıkla. Bir yabancının sözüyle, bir tanıdığın cümleleri yanlış zamanda birleşmişti zihnimde. Hatıralar kuş gibidir, dal ister konacak. Tüm anılarla konacak bir dal arıyordum. Dalım da kırılmıştı. Yapraklarım da dökülmüştü. Mevsim değişmişti. Mevsimim değişmemişti. Konacağım tek şey yine dönüp dolaşıp kendim olmuştum. Adımın anlamı küçük kırmızı kuş demekti. Çocukken serçe kuşuna benzetilirdim babam tarafından, annem aksini savunurdu. Kızım güçlü, tıpkı bir anka gibi derdi. İnsan bir şeyi kırk kez söylerse olurmuş misali kaderimi sözleriyle değiştirmişti sanki. Serçe kuşları ilk gözyaşlarını döktüklerinde ölürlerdi. On iki yaşımdan sonra artık serçe değildim. Kimseye göre. Yanmıştım. Ağlamıştım. Kül olmuştum. Sonra ise evrilmiştim; Küllerinden doğan bir tuğrul kuşuna. Hiç kimseye ihtiyacı olmayan, her öldüğünde daha güçlü dirilen. Canım annem, dileğinin bendeki etkisinin büyüklüğünü kaldıramıyorum. Gücüm vardı, gücüm yoktu. İçimdeki minik serçeyle, ateşten doğan tuğrul kuşu mücadele veriyordu. Sonucunda kazanan hangisi olacaktı bilmiyordum ama bildiğim tek bir şey vardı. Yeni ve yine bir ölümün soğukluğu üzerime sinecekti. Tuğrul kuşu ölürse sorun yoktu. Zararı kendineydi. Toparlardı. Ama serçe ölürse.. Ah o serçe ölürse ben de ölürdüm. Serçenin ölümü çevremden bir canın eksilmesi demekti. Ve Alçin hiçbir zaman çevresine zarar gelsin istemezdi. Radyodan yükselen Göksel'den Yalnız Kuş eşliğinde gidiyordum.
Donuk bakışlarım taşlı yoldayken yaklaşık bir saatin sonunda taksiden inerek ödemeyi yaptım. Kendimi her zor anımda attığım alanda bulmuştum. Bozuk zemin ve dikenli çalıları iterek elimi duvara yasladım. Uzun pantolonuma rağmen bacaklarımda kesikler oluşmuştu. Kot pantolonumun diz kısmı kan olurken aldırış etmeden duvarın ardına geçtim. Ruh acı çekince bedendekinin önemi olmuyordu. Elimdekileri köşeye bırakarak göle ilerledim, duygularımı tutamıyordum, "Hayır, saçmalama.." mırıltımla burnum sızlamaya başladığında kendime engel olmak için ellerimle suratımı kapattım. Bomboş alanda hakim olan duru suyun sesi kulaklarımda, soğuk rüzgârın esintisi bedenimdeydi. Rüzgâr böyle esmemeliydi, tişörtten ötürü kokusu burnumda bitiyordu. Yutkunuşum canımı acıtacak bir hâl aldığında ilk olarak omuzlarım sarsıldı, sonra bir hıçkırık koptu. Öfkem ilk kez kırgınlığımın altında ezildi, beni de kendiyle beraber yok etti. Aşk ne zordu. Yalnız olduğumu ve ağır bir geçmişim olduğumun pekâlâ farkındaydım fakat bunu yüzüme vurması beni üzmüştü. Gocunamazdım, kötü anımda acıyarak yanımda bulunmuştu. Daha fazla kirli geçmişimle, aptal ataklarımla uğraşmayı istemeyebilirdi. Beni yük olarak kabul edecek tek kişi abimdi. Onu da az kalsın ölümle kaybedecektim. Saf zarardım.
İnsanlara ağır geldiğimi, geleceğimi bildiğimden mesafe koyardım. Hayatımda bir kez olsun bu mesafeyi sıfırladığımda ise olanlar ortadaydı; Göl kenarında hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Ellerimi yüzümden çekerek önüme düşen saçlarımı geriye attım, ayakta duracak dermanım kalmamıştı. Köşedeki bank gözüme iliştiğinde dahi bizi görüyordum. Gerçekten hiç mi bir anlamı yoktu anılarımızın? Bıkmıştı, kaçmıştı, hata olduğunu söylemişti. Ağır gelmemi anlardım ama bu kadar mı çekilmezdim? Oraya gitmek yerine durduğum yerde dizlerimi kırarak ıslak toprağa oturdum. Bacaklarımı kendime çekerek sessizce ağlamaya devam ettim. "Ben mi isterdim böyle olmasını?" insanların doğmadan önce yaşamlarını izlediklerine ve kendileri seçtiklerine dair bir inanç duymuştum. Devamında, şu anki hayatını seçmeye değer bir şeyler bulmuşsun belli ki diye tamamlanıyordu.
Bulmuştum, bulduğum gibi kaybetmiştim.
Gözyaşlarım kontrolden çıkarken artık silme gereği duymuyordum. Üstelik sessiz olmayı da bırakmışlardı. Cümlemi tamamlamama izin verseydi ona aşık olduğumu söyleyecektim. Hiç düşünmeden bunu yapacaktım. Fırsat vermemişti. Duyacaklarını biliyordu, bildiği hâlde istemiyordu. Ateştim ben, dokunan yanardı. Sıcaklığıma kapılarak kontrolünü sağlayamamıştı. Şimdi ne istediğini biliyordu. Ateşe dokunarak yanmak değil, uzakta yaşamak istiyordu. Söyledikleri kulaklarımda bir bir tekrarlanırken orada saatlerce içimi döktüm, bu sefer döktüğüm gözyaşlarına öfkelenmedim. Hissizleştim. Rüyamdaki bir sahne daha aklıma geldi o an.
Düşmem mi sanıyorsun en dipte olduğunu düşünürken? Işığı görünce tüm gücünle ona sarılsan dahi bırakmaz mı zannediyorsun? Gün gelir; Bildiklerin yalan, ezberlediklerin bir avuç uydurma çıkar.
En dipteydim. Sırtım her seferinde zeminden kaldırılıp yeniden, daha sertçe yere çarpılıyordu. Işığı görmüştüm, kalbimi aydınlatmasına izin vermiştim. Tüm gücümle ona sarılmıştım. Karanlıkta bırakmıştı. Sözleriyle iteklemişti. Yine bir hayatın geride kalanı, ilk gözden çıkardığı o can olmuştum. Beklemeye ve kayıplara mahkum yaşadığım hayatımda ilk kez kırgınlığı karşılamıyordum ama ilk kez hüznü aşkta buluyordum. Yüreğime acımasızca saplanan hançeri çekerek karşımdakine saplayabilirdim. Yana atarak iziyle yaşayabilirdim. Fakat hayır, hiçbirini istemiyordum. Hançeri saplayan kişiye atan kalbim buna da razı olmalıydı. Olmuştu da. Alçin yeniden bir girdap içinde süzülüyordu, fırtınalarla boğuşuyordu. Ve kendiyle tanışıyordu. Onu rahat bırakmamı isteyen benliğim arsızca çığlık atıyor, kurtulmayı deniyordu. Çünkü o bu durumlar için yaratılmıştı. Nerede olumsuz duygu varsa neşeye harmanlamayı deneyerek psikolojisini toplamayı amaçlardı. On iki yaşımda önce yarısını, bitmeyen psikolog seanslarımın sonucunda durumumun gerilemek yerine ilerlemesini fark etmemle de diğer yarısını kapana kapatmıştım. Kurtulması demek, hassas olmam demekti. Yalanlarına aldandığım gözlerin esiri olmaya hazır değildim. Kapan içerisindeki Alçin kuşunun kalbi diriydi, bir süre durgundu, gördüğü denizle yeniden atmaya başlamıştı. Telefonum çalarken bitkince cebimden çıkartarak gelen aramalara baktım. Umay'dan, Verda'dan hatta Güven'den bile bir çok çağrı düşmüştü ekrana. Hepsini es geçerek Verda'nın mesajını okudum.
"Neredesin Alçin? Çınar seni sorup duruyor."
"İyi misin? Her şey yolundaysa bana haber ver lütfen."
Yağmurdan ıslanan bedenimin üzerine kabanımı giyerek ayaklandım, zihnim yorgundu. Sesler susmuyordu.
Bundan sonra benim sözlüğümde anlamı değişen bir kelime daha vardı; Aşk demek, bir parça da keder demekti.
Sevda ise hâlâ aynı gözlerdeydi. Sevdam mavilerdi.
-
Akşam saatleri gelmişken herkeste gözle görülür bir heyecan vardı. Güven'in o gün hastaneye gelmesinin temel sebeplerinin arasında abimin doktorundan izin almak da vardı. Yanlarına gidip görüşememiştim, terasta öylece oturmuş, saatlerce sigara içmiştim. Fakat sonradan haberdar olduğum kadarıyla en büyük ablası Bilge, hem yılbaşı, hem kardeşinin bulunması, hem de doğum günümü birleştirerek kocaman bir kutlama yapmayı planlamıştı. Kafamızın dağılmasını istiyordu çünkü aylardır herkes çok zorlanmıştı. Fikrini abime danışmış, aldığı onayla doktorunun yanında soluklanmıştı. Hastaneden çıkışına izin yoktu ama bir günlüğüne, kendini yormadan ve temas sağlanmadan sorun teşkil etmeyeceğini söylemişti. Ertesi gün yeniden hastanede olmak zorundaydı. Ablasının tüm askeriyeyi davet etme düşüncesini son anda çevirdiği söyleyen Güven, üç timi çağırma teklifiyle zar zor susturabilmişti. Olayları bir haftadır bana bildiriyor, her an mesaj atmaya çalışıyordu. Sohbetlerimiz uzun sürüyor, beni mutlu ediyordu. Önümdeki çaydan bir yudum aldım. Bu dükkana daha önce gelmiştim, hatta Bilge denen kadını da o zaman gördüğümü anımsıyordum. Renkli masalar etrafa dizilmiş, bazıları birleştirilmişti. Duvarda nostaljik tablolar doluydu, fayanslar bile eski zamanları hatırlatıyordu. Küçük, sevimli, sıcak bir kafesi vardı. Masaları bu düzene göre koyunca ortada büyük bir alan açılmıştı. Bugüne özel minik bir sahne hazırlamış, ses sistemi kurmuştu. Sahnenin orada ne ara tanıştıklarını anlamadığım Güven ve Hira duruyordu. Heyecanla bir şeyler konuşuyor, müzik enstürmanlarını ayarlıyorlardı. Hemen yan taraflarında Bilge üzerinde pembe önlüğüyle hazırladığı yiyecekleri masalara diziyordu. Lâl bilgisayar ekranı başında müzik listesiyle uğraşıyor, herkes kendine göre bir iş yapıyordu.
En erken gelen bendim, şu anda kimse yoktu. Askeriyeden çıkar çıkmaz soluğu burada almıştım, kıyafetlerim bu etkinliğe bir tık resmi kaçıyordu. Siyah diz altı dar elbisem, üstünde blazer ceketim vardı. Topuklularım yerli yerinde, düz saçlarım olması gerektiği gibiydi. Yoğun makyajımdan da ödün vermemiştim. Aslına bakılırsa günümün tamamı askeri adliyede geçmişti, diğer şehirlerden gelen dava dosyalarını üstlenmiştim. Acar'ın bulunduğu binadan uzaklaşmak adına meslektaşlarımın işlerinin minik bir kısmını alma talebim, onlar tarafından mutlulukla karşılanmıştı. Tüm günümü çalışmakla geçirmişken eve uğramaya vaktim olmadığından direkt kafeye gelmiştim. Abim, Verda, Umay ve Karan beraber geleceklerdi. Bir an gelmemek için bahane aramıştım, yalan yoktu. Çünkü Acar, Akad ve Hira ile aynı masaya oturacağımız söylenmişti. Ondan kaçmak istemiyordum ama gözlerine de bakamıyordum. Söyledikleri yenir yutulur şeyler değildi. Kırgınlığım hâlâ yerini koruyordu. Bu yüzden elimden geldiğince uzak durmayı deniyordum. En azından bir süre.
Kazık gibi dikilmek yerine ayaklandım, gençlere nasıl bir yardımım dokunur en ufak fikrim yoktu. O yüzden onları es geçtim. Sarı saçları süzüle süzüle neşeyle koşturan Bilge'ye ayak uydurmam mümkün değildi. Hatta kremalı kekleri yere düşürme olasılığım oldukça yüksekti. Bu sebeple onu da es geçtim. Geriye Lâl kalmıştı. Açıkçası hiçbir iletişimimiz yoktu. Gidersem sen ne alaka bakışları yeme ihtimalim vardı. Yine de şansımı deneyerek yanına ilerledim, "Selam." gözlerini ekrandan kaldırarak bana çevirdi. Beklediğimin aksine gayet kibarca, hatta garip bir heyecanla selam verdi.
"Yardım etmeye gelmiştim. Herkes bir işin ucundan tutuyor, oturmak istemedim."
Gülümseyerek boşta kalan yere oturdum, "Ne yapıyorsun?" mavileri yüzümde dikkatle geziniyordu. Beden dilinden okuduğum kadarıyla şu anda gergindi. Ama kötü anlamdan uzak, tatlı bir heyecanı vardı. Anlam verememiştim. Ses çıkmadığında tebessümüm genişledi, ne tepki versem bilemiyordum. Bir tık tırsmıştım. Kendini toparlayarak boğazını temizledi. "Şarkı listesine bakıyordum. Ablam ve muhtemel sevgilisi hazırlamış."
"Muhtemel sevgili? O ne demek?"
"Açıkça birbirlerine ilgi duyuyorlar ama inkar ediyorlar."
"Anladım.." başımı olumlu anlamda salladım, "Flört etmek gibi?"
Tepkime kıkırdadı, sonra başını ekrana çevirdi. "Şu şarkılara baksana, kesinlikle birbirlerini bulmuşlar."
Ekrana biraz yaklaştım, ablasının muhtemel sevgilisinin Saadettin olma olasılığı yüzde kaçtı? Roman havası, halay, pop, yine halay, mezdeke, yine roman havası ve yine halay. Bolca hareketli parçalar vardı. Bunları kim dinliyor dediğimiz türden her şey bu listedeydi. Gülmeme engel olamadım, "Hareketli bir gece olacak gibi duruyor."
"Saz takımımızı da hesaba katarsak kesinlikle." başıyla sahnedeki ikiliyi gösterdi.
"Tanrım.. Onlar nereden tanışıyorlar?"
"Hastanede tanışmışlar. Bir haftadır her gün evde prova yaptılar."
Mikrofonun kulak yırtacak o sesi camları titrettiğinde yüzümü buruşturmama engel olamamıştım. "Güven! Keserim şimdi kabloları!" çevik bir hareketle ayağındaki terliği çıkartarak kardeşine fırlatan Bilge ile neye uğradığımı şaşırmıştım. Havada tutan Güven ise bu duruma bir hayli alışık duruyordu. "Ver terliğimi." terlik yeniden havada uçtuğunda yere düşmüştü. Yerden alarak tekrar sahneye fırlatılınca ağzım bir karış açılmıştı. "Düzgün ver şunu." sahneden inerek ablasına terliği giydiren Güven, kıkırdıyan Lâl ve Hira, tüm şaşkınlığıma olayı izleyen ben.. Mükemmel bir ortamdı. Kapıdan, "Ben geldim hanımlar!" diye dalış yapan Saadettin bu mükemmel ortamın en gözde misafiriydi. Kahkahalara son damlayı atmıştı. Herkes yüksek sesle gülmeye başladığında havada olan kollarını indirerek elindeki çantayı masaya koydu, "Albaya o kadar dedim ki bana bugün izin yazın. Akşama parti var. Yazmadı. Görüşeceğiz Albaycığımla." ah Sado'm, sen ve senin pot kırmaların.
Tüm gözlerin odağı Hira olduğunda az önceki sesin aksine şimdi sessizlik çökmüştü. Şanssızlığı konusunda yakınmalarını ciddiye almamız gerektiğini fark ettiğim anlardan birindeydik. Ağırca yutkundu, "Aa, Albayın kızı.. Ne tatlı bir şeysin sen öyle canım." yaklaşık otuz saniyenin sonunda kurduğu cümle samimiyetten uzaktı, sesli gülmemek için dudaklarımı dişledim. En azından havalısın deseydi.. Hira'nın siyah göz kalemini kapladığı göz kapakları, kırmızı ruju, simsiyah kıyafetleri ile pek sevimli gözüktüğü söylenemezdi.. "Öyleyimdir abi." dedi garip bakışlarla. Bozmadı. Sessizlik devam ederken mikrofondan yeniden yükselen cızırtıyla herkes sövmeye başlamıştı.
Kafasına fırlatılan terlikle sözü yarım kalan Güven ise bugünün kaybedeniydi.
Ortamda yoğun olmasa da bir kalabalık vardı. Akşam saatleri havanın kararmasıyla kendini belli ederken kapıdan diğerleri gelmeye devam ediyordu. Yaklaşık kırk kişiydik. Şahin Timi, Vahşet Timi, Kurt Timi ve ek olarak bizler vardık.
"Bu gece deli bir sürprizim var Umay!"
Saadettin'in yüksek sesten ötürü bağırmasıyla bakışlarımı ona çevirdim. "Ne yaptın yine?" bıkkınca cevaplayan arkadaşımla göz göze geldiğimizde gülmeye başladık. Sado'mun bu hareketlerini aşamıyorduk, her seferinde bizi daha şaşırtacak şeyler bulduğu için bir tık korkuyorduk, "Orası bende, siz dert etmeyin." dedi göğsünü kabartarak. İlerleyen saatlerde herkes yemeklerini yerken kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Gözlerimi önümdeki tabaktan ayıramıyordum, masa düzenini ayarlayan Bilge neredeyse tam yanıma Acar'ı koymuştu! Aramızda Akad abi oturuyordu.
"Evet sayın Türk Silahlı Kuvveti mensubları ve diğerleri, hepinize iyi akşamlar diliyorum!" sahneden bağıran Bilge cümlesini tamamlayamadan alkışlar kopmuştu, "Şimdi sırada şarkılarla eğlenme vakti, oturan tek bir insan görmek istemiyorum ona göre! İddialı olanları sahneye de alacağız." en ince detayına kadar planlamıştı.
Hira masadan ayaklanarak arkaplana Güven'in yanına ilerlediğinde Lâl bilgisayardan son ayarlamaları yaparak yanımıza oturmuştu. Semiramis Pekkan'dan "Neredeysen." zarif bir sesle bizi karşıladığında tebessüm ettim. Evlerine gittiğimde yaşadıkları kavga ağırdı, babasının otoriter biri olduğunu tahmin etmek zor değildi. Buna rağmen hayallerinin peşinden koşması gurur vericiydi. Odasında ağlayan kızdan, sahnede şarkı söyleyen kıza dönüşmesi beni sevindirmişti.
Şarkının sözlerini duymamla duraksadım.
"Rüyalar hep aldatır bilirsin.
İçimde yanan tek hasretimsin."
Herkes şarkıya eşlik ediyorken yandan Acar'a baktım, fakat gözlerini üstümde görmemle hızla bakışlarımı çektim. Sanki çevreye bakıyormuşcasına etrafı süzmeye başladım. Abim karşımızda Verda ile sarmaş dolaş oturuyordu, daha doğrusu pek temas etmemelerine rağmen öyle gözüküyorlardı. Hira'yı küçük kardeşi gibi gördüğünden ötürü gülümseyerek onu izliyordu. Arada şarkıyı sevdiğine dönerek söylüyordu. Barlas ve Bilge yan yanalardı, aralarında gerçekten de garip bir çekim vardı. Çünkü tam şu an Bilge sakince gençleri izlemek istese de yanındaki adamın ona sataşmasıyla sinirlenerek söyleniyordu. Bu durum hoşuna giden Barlas ise aynı hareketleri tekrarlamaya devam ediyordu. Umay ve Karan kısık sesle sohbet ediyor, Burak gözlerini Badem'den alamıyordu. Anlayacağınız herkesin bir aşkı vardı, bir benim yoktu. Daha doğrusu ben sadece aşık olanları görüyordum, mesela Saadettin şarkının sıkıcılığından yakınıyordu. Candar çerezleri yerken yerinde sallanıyor, Esin video çekiyordu. Dila'nın ise tüm ciddiyeti üzerindeydi. Baştan aşağı siyah kombiniyle benden farksız değildi, kollarını önünde bağlamıştı. Öylece duruyordu.
Şarkılar bir bir ilerlediğinde kısa bir mola vermek için sahneden inan ikiliyle listenin diğer yarısı çalmaya başlamıştı. Şu an ansızın roman havası yükselmişti.
Roman havasıyla birlikte Bilge'de yükselmişti.
Adeta koşarak sahneye atmıştı kendini, beline nereden bulduğunu anlamadığım bir bez bağlamıştı. Ve onunla beraber biri daha atlamıştı. Sado'm.. Boynundan çıkardığı kravatı başına yan bir biçimde bağlamış, o da ceketini beline sarmıştı. "Kameracı yanlış yeri çekiyorsun, burayı çek!" alanda tek çıt çıkmıyordu. Dila gördüğü görüntü karşısında gözlüğünü indirerek saatler sonra suratında ilk defa bir ifade belirmesine sebep olmuştu. Şaşkınlık. Hepimiz aynı fikirdeydik bence. "Kralı çek, çek! Kraliçeyi çek, çek!"
Bir erkek olarak o kadar güzel kıvırıyordu ki elim ağzıma giderek onu izledim. Enerjisinden bir parça alabilsem çok mutlu olabilirdim. Umay dayanamayıp kahkaha attığında ben de onunla birlikte güldüm. Sıcak basmaya başladığında şarap dolu kadehimi kafama diktim. "Geldi mi kapak sesi?" bir yumruğunu sıkmış, diğer elini üstüne sertçe bastırarak kapak yapmıştı. Hem de nasıl kapak; Dila'ya yaklaşarak resmen ona kur niyetine şarkının sözlerini söylüyordu. Anlaşamadıklarını hatırlıyordum az çok fakat bilmediğim şeyler gelişmiş gibi duruyordu. Gülmem şiddetlendiğinde Umay'la birbirimize vura vura kahkaha atmaya başlamıştık. Beşinci kadehimin sebep olduğu çakırkeyiflik üzerimdeydi. Alkole dayanıklı değildim. Şaşkınlığını yaşadığımız olayların daha fazlası gelemez diyorduk. Ama bu daha hiçti. Sado'm canına susamış olmalıydı, Burak'ın elinden tutarak sahneye çekmesinin başka bir açıklaması olamazdı. Fakat bir bomba daha yaşanmıştı, Burak'da roman havası oynuyordu! Dünden razı gibi eğlenmesi şaka olmalıydı. Muhtemelen çok içmişti çünkü gözleri kısıktı, "Bunu kesinlikle kayda almalıyım!" Esin büyük bir hevesle ayaklandığında video kaydını yakından almaya sahneye çıkmıştı.
"Asıl sen çık, mezdeke kursu birincisiydin."
Gerçekten kursun gözde öğrencisiydi. Bize ne kattığını hâlâ çözemediğim derslerin getirisini bugün öğreneceğiz gibi duruyordu.
Roman havası çaldığı süreç boyunca oturmayan üçlü herkesin bol bol gülmesine sebep olmuştu. Diğer ikisi sarhoştu ama Bilge gayet aklı başında, severek oynuyordu. Şimdi ise İbrahim Tatlıses'den Kara Üzüm Habbesi çalıyordu, içindeki alkolü bitirdiğim bardağı masaya koydum. Anlamsızca her şeye gülüyordum. "Alçin, yavaş git." Verda'nın sesini duymamla kafamı karşıya çevirdim. Ne dediğini çok anlayamamıştım, bıraktığım kadehi ona karşı havaya kaldırdım. Tekrar dudaklarıma götürdüm fakat içi boştu. "Bana biraz içki verebilir misin?" Umay'ın omzuna yaslandım. "Çok içtin aptal, gözlere bak." kıkırdadı, sonra huysuzluğuma dayanamayarak bir bardak daha koydu, "Teşekkür ederim."
"Birazdan sürpriz varmış duydun mu?"
"Bilmiyorum. Ben bir lavaboya gideyim."
Ağzımın içinde bir şeyler geveleyerek içkime uzandım, görüşüm hafif bulanıktı. Bulanıklığı gidermek için çevreme bakındığım esnada yine Acar'la göz göze gelmiştim. Ne bakıyorsun dercesine kafamı salladım, bu tavrımla bir tık at hırsızı diye adlandırılan halkımız kekoları kavramına uyduğumu düşünüyordum. Tepki vermeden önüne dönmesiyle kendimin bile anlamadığım bir biçimde söylenmiştim.
"Kara üzüm habbesi, le le le canım." kollarımı masanın üzerinde birleştirerek başımı oraya yasladım. Arkaplanda çalan şarkıya kulak vermeyi denedim. Düşüncelere dalmamaya çabalıyordum, biten bardağıma yeni bir içki bulamadığımdan canım sıkılmıştı. Sıcak da basıyordu. Ceketimi çıkarmak için hamle yapmıştım ki abimin ters bakışlarıyla karşılaştım, gerçekliğinden emin değildim. Bu sebeple yanımdaki Akad abiye omuz attım, "Bir şey diyeceğim.." diğer tarafındaki Acar'la beraber gözleri bana döndüğünde kaşlarım çatıldı, "Sen bakma." kalbimi çok kırmıştı, mavileri benden uzakta esmeliydi. Madem istediği buydu, o zaman ona göre davranması gerekiyordu. Önüne bakarak dolu kadehi tek dikişte içmişti. "Efendim Alçin?" abisi daha efendiydi. Bu konuda onu tebrik etmeyi aklımın bir köşesine yazmışken diğer konuma geçtim, "Ben çok göremiyorum da, abimin bakışlarını bana açıklayabilir misin?" hafif bozuk konuşmuştum. Kelimelerin telaffuzu konusunda her zaman kötüydüm, bence en zor dil Çince değil, Türkçe olmalıydı.
"Nesini anlamadın ya?" haksız sayılmazdı, güldüm salak salak. Şu durumda neyi neden, nasıl, niçin yaptığımı bilmiyordum. Kontrol bende de değildi. Suratıma öylece bakarken, "Abisinin neden öyle baktığını soruyor." diyen kardeşine döndü. Harika, Alçin Dili Ve Edebiyatını anlayan tek bir insan vardı. Adamın gözünde imajımız mükemmeldi. Alkolik, depresif, güçsüz ve aptal. Sinirlendim, "Sen sus." diye atıldım lafın ortasına. Oysa sinirim kendimeydi. İlla zayıf yönünü göstermek zorunda mıydın Alçin? Ağlayıp zırlamıştım kucağında, hem de bir değil, defalarca. Yine sessiz kaldı. "Haa.." dedi Akad abi mırıldanarak, "Pek tekin bakmıyor sanki."
"Sorma ya.. Boşver." elimi saçlarıma atarak karıştırdım, "Baksa ne.. Bakmasa ne.. Bir şey yapmadım ben." kelimeleri uzatarak, peltekçe söylüyordum. Başımı yeniden kollarım üzerine masaya koydum. Sıcaktı, uyku bastıyordu. Sesler birbirine karışırken duyduğum şarkıyla kafamı kaldırdım. Yeter diye çığlık atmama az kalmıştı, çok gürültülüydü.
"Esmerim biçim biçim. Ölürüm esmer için!" Dila'nın önünde diz çökmüş, bağıra bağıra şarkıyı adeta yaşayan Saadettin'e döndüm. "Yürü git be!" onu ittiren kadına aldırış etmiyor, elini tutmayı istiyordu.
"Kafayı mı yedin?" elini kurtaramayınca topuklu botuyla tekmelemeyi deniyordu. İstese onu karşı duvara uçurabilirdi fakat sarhoş olduğunu bildiğinden kendini tutuyordu. "Komutanım.." Dila çaresizce komutanına baktığında onu kurtarmasını istemişti ama Acar gülerek bakışlarını başka yöne çevirmişti. Sado'm pes etmiyordu. Hatta tuttuğu avuca yanağını yaslamıştı,
"Hele loy loy loy, kibar yârim esmerim, loy."
"Ah esmerler ah.." başımı yeniden kollarıma koydum, o gün beni kendinden kovmasa bu şarkıyı bağırarak söyleyebilirdim, "Ne zorsunuz, ne güzelsiniz." göz kapaklarımın ağırlığına karşı koymayarak bastıran uykuya yenik düştüm.
"Alçin.. Alçin kalk." kulağımın dibinde kadife ses tonu duymamla gözlerim yavaşlıkla aralandı. Kum taneleri göz kapaklarıma batıyormuş hissiyatıyla yüzümü buruşturdum, "Noldu?" dilim uyuşmuş gibiydi. "Canım eve geçelim mi?" Umay'ın sorusuyla önce boş boş etrafa bakındım, "Ne zamandır uyuyorum ben?"
"On dakika oldu. Geldiğimde uyuyordun."
"Ah.. Tamam.." başımı yeniden koyacağım anda yükselen sesle yerimde sıçradım. Bir tür mezdeke olmalıydı. "Alçin, sürprizime hazır olun!" neşeyle şakırdayan Saadettin dibimde bittiğinde dirseğimle ittirdim, "Rahat bırak beni."
Kolumdan çekiştiriyor, ben onu ittiriyordum. Ki birden içeriye yarı çıplak bir kadın girdiğinde duraksadım. Kolum yavaşça düştü, gözlerim fal taşı gibi açıldı. Dansöz müydü bu? Sado'mun sürprizi dansöz olamazdı. Bu kadarını yapmış olamazdı. Resmen bir ordunun içerisine dansöz sokmuştu. Kısık bir küfrettiğimde kadın öylesine şen şakraktı ki sahnenin ortasında şarkıya en uygun ritimleri yapıyordu. Keşke sahnenin orada kalsaydı. Masalara ilerlemeye başladığında yutkundum, gözlerim istemsiz Acar'ı buldu. Elindeki telefonla ilgileniyor, kadehteki şarabından yudumluyordu. Pek değil, hiç ilgisi yok gibiydi.
Kadın kıvranarak abimin yanında durduğunda dudaklarımı dişledim, Verda'nın ters bakışlarının odağı dansözdeydi. Abimin kafası ise sevdiceğinin boynundaydı. Normal şartlarda bu duruma kahkaha atabilirdim fakat arsız bir kıskançlık damarlarımda gezindiğinden pek mümkün değildi. Gülersem başıma gelirdi. Sarhoş olmama rağmen içgüdülerim yoğun çalışıyordu. Kadın yengemden korkmuş olacak ki bir adımla Acar'ın yanında bitmişti. Ve benim için kayış orada kopmuştu. Telefondan başını kaldıran Acar kısaca dansöze bakmış, sonra önüne dönmüştü. İlgilenmiyordu. Ama ben de boş boş duramazdım, bir hışımla ayaklandım. Oysa ne yaptığımı bile bilmiyordum. "Noldu?" Umay'ın bileğimi tutmasıyla soluklandım, bazılarının gözleri bana dönmüştü. Bir şeyler yapmalıydım. Şarkının ritmi kulaklarımda gezinirken ceketimi omuzlarımdan geri düşürdüm, sağ elimle tutarak yere düşmesini engelledim. Ardından belime dolayarak dansöze ilerledim. Tıpkı onun yaptığı ve kurstaki derste öğrendiğim gibi belimi kıvırıyordum.
Yanına gittiğim kadın gülümseyerek benimle oynamaya başladığında elinden tutarak sahneye çektim, masadan uzaklaşması onun iyiliğine olurdu. Tam ortaya çıktığımızda o kadar gün gidip aldığım belgenin hakkını vermeyi amaçlıyordum. Sadece belimi değil, bacaklarımı da aktif kullanıyordum. Titredikçe kalçalarım da hareketleniyordu. Ritim hızlanıyor, hareketlerim ona göre şekil alıyordu. Neyse ki göğüs dekoltem pek yoktu, üst bedenimi sallasam da hafif açık bir görüntü oluyordu. Şarkıya kendimi kaptırmaya başlamıştım, galiba tüm cilvemi burada kullanıyordum. Sorun şu ki, oldukça zevk de alıyordum. Tüm akşam herkesle dalga geçmiş, seneler önce de Umay'a bunun çok saçma olduğunu söyleyerek her anı zehir etmiştim. Sanırım insan yaş aldıkça bu tür şeylerden zevk alıyordu, geleneksel yanım ortaya çıkıyordu. Başım ufaktan dönüyordu, gözlerimi masamıza çevirdim. Sado'm tıpkı bizim gibi oynuyordu, hatta bize doğru ilerlemeye başlamıştı. Abimin başı hâlâ Verda'nın boynunda olduğundan benim sahnede olduğumu bilmiyordu. Verda ise onun görmemesi için çabalıyordu çünkü bir eliyle gelmem konusunda hareketler yapıyordu. Umay gurur dolu bakışlar atıyor, Güven ve Hira şaşkınlıkla bizi izliyordu. Evet.. Bir dansözle bir ordunun önünde mezdeke oynuyordum. Gözlerimi biraz daha çevirdiğimde Acar'ın mavilerini gördüm. Telefonu masaya koymuş, elindeki bardağından yudumlanıyordu. Erkeklere özgü bir oturuşla bacakları hafif aralıktı, bakışları biraz.. Değişikti. Odağı yanımdaki kadında değil, bendeydi. Baştan aşağı hareketlerimi inceliyordu.
Bunu yaparken içkisini içiyor, sanki aldığı sıvı yetmiyormuş gibi dudaklarını diliyle ıslatıyordu. Burası biraz sıcak olmuştu.
Zar zor ayırdığım gözlerimi Burak ve Saadettin'e çevirdim. İkisi birbirlerine sırtını dönmüş, biri başını diğerinin sol omzuna, biri başını diğerinin sağ omzuna yatırmıştı. "Burakcım sen işini biliyorsun." diye bağırdı utanmaz, arlanmaz, neden arkadaş olduğumuzu sık sık sorguladığım biricik arkadaşım. Bir bakıma haklıydı, inkar edemezdim. Burak deli gibi oynuyor, sahneden inmiyordu. Bu iş Badem'in canını sıkıyor muydu bilmiyordum, hoşlanıp hoşlanmadığı konusunda en ufak fikrim yoktu. Eğer hoşlanıyorsa bu gece fazlasıyla canı sıkılmış olmalıydı çünkü Burak şu anda dansözle oynuyordu. Ama gözleri onda değildi, tavanda, yerde, masada. Kendinde olmadığı açıktı. Dansözü masadan uzaklaştırıp bu ikisiyle dansa bıraktığım için amacımı gerçekleştirmiştim. Aralarından sıyrılarak oturduğumuz yere ilerledim, Verda'nın kolu çıkmıştı otur demekten.
Abim görse sinir krizleri geçirebilirdi, askeriyenin ortasında çıkıp aynı hareketleri yapmamla eşdeğer bir durumu yaşıyorduk. Karşı cins konusunda bir tık katıydı. 31 yaşıma özel hazırladığı doğum günü videosunda bile evlilik için henüz çok küçüksün, erkek yok diyordu. Sevimliydi. Karşısına birini çıkarsam tak diye bayılabilirdi, o kişiden emin olana kadar yapacaklarını kestiremiyordum. Sonunda el mecbur kabul edecekti. Fakat her şeyden önce sevdiğim kişinin beni kabul etmesi gerekiyordu. Tabi bir hafta önce sözleriyle her şeyi yakıp yıkmıştı. "Alçin harikaydın!" Umay'ın kulağıma fısıldamasıyla gülümsedim. Başımı omzuna yaslayarak az önce ortamı coşturan ben değilmişim gibi sessizce oturmaya başladım.
Gece aynı hızla devam ederken eğlence bitmek bilmemişti, "Eşarbını yan bağlama! Eşarbını yan bağlama!" Saadettin'in sol kolu omzumda, benim de sağ kolum onun omzundaydı. Ağzıma tıktığı çiğköfte ile yüksek sesim kısılmıştı. Ben de masadan aldığım sıkımlardan birini onun ağzına tıktım, "Zalım anan bana virmez. Zalım anan bana virmez!"
Bardağımdaki içkiyi bana içirdi, ben de onun bardağındakini ona içirdim. Esin'in kaydettiği videoda son iki saattir başroldük. Susmak bilmemiştim. Öyle ki mikrofonu bana uzatan Güven'e karşı koymamıştım, elden ele gezen aletle herkes farklı şarkılar söylemiş sayılırdı. Eğlenceme devam ederken omzumdaki kolun çekilmesiyle duraksadım, "Ne oluyor ya?" Sado'm kolunu kendi iradesiyle çekmemişti, başkası tarafından resmen ittirilmişti. Bakışlarımı arkama çevirdiğimde Acar'ı görmemle afalladım, boş boş göz kırpıştırdım. Bulanık görüşümden ötürü midem bulanıyordu.
Hiç kimse beni eve götüremezdi, "Abi yetiş!" dedim elimi havada sallayarak, abimin hangi yönde olduğunu anlayamıyordum. "Noldu abim?" sesin geldiği yöne döndüm, "Bu adam bana ahlaksız teklifler yapıyor!" parmağımla ardımdaki Acar'ı işaret ettim. "Ne diyor abim?" ne dediğini hatırlamıyordum. Bu yüzden bu soruya verecek bir cevabım yoktu. Saçlarımı karıştırdım, ne dediğini neden hatırlamıyordum?
"Ne demiştin sen?" arkama dönerek onu bulmaya çalıştım, birden belimden kavranılmasıyla kendimi havada bulmuştum. Dudaklarımdan küçük bir çığlık koptuğunda bulunduğum yerde çırpınıyordum. "Abin rica etti Alçin, arkadaşınla seni sağ salim eve götürüyorum." Umay da dibimde bittiğinde başımı onaylar şekilde salladım.
"Haber ver bana Umay." Verda abimin yerine konuştuğunda onaylar mırıltılar duymuştum.
Sokağa çıktığımızı yüzüme vuran soğuktan anlayabiliyordum, istemsiz irkildim. Kendine biraz daha çekti, göğsüne biraz daha sokuldum. Burnumu boynuna değdirdiğimde burada uyuyabilirdim. Yumuşak bir zemine bırakılmamla gözlerimi açtım, ferah deniz kokusu artık yakınımda değildi. "Eyvallah kardeşim." kapıyı açarak sürücü koltuğuna geçtiğinde o cümleyi Karan'a kurduğunu anlayabiliyordum. Çünkü camdan gördüğüm kadarıyla Umay arkada, sevgilisinin arabasına ilerliyordu. Önüme döndüm, "Neden bizimle gelmiyorlar?"
"Sormadım, görünüşe bakılırsa evin anahtarını vermen yetmemiş."
Gözlerimi ovuştururken esnedim, kafam yerinde değildi. "Boşver Alçin, uyu hadi." omuz silktim, uyumak istemiyordum. Araba ilerlemeye başladığında elim radyoya gitti, sesini yükselttiğim şarkı yeni başlıyordu. Gülümsedim. Kafamı kaldırdığımda tavandaki camı görmemle kıkırdadım, bana ait olan bir arabada değildik. Düğmenin nerede olduğunu bilmesem de direksiyona doğru atıldım, düğmelere tek tek basarken silecekler çalışmıştı. "Alçin dur. Ne istiyorsun?" Kahkaha attım. Delirmiş gibiydim. Tekrar düğmelere atılmıştım ki arabanın durmasıyla kafam Acar'ın kafasına çarptı.
"Ne istiyorsun söyle bana, ben yapayım."
Elimle alnımı sıvazladım, "Acıdı." mavileri kısaca oraya kaydı. Sonra derin bir nefes verdi. "Özür dilerim." suç benimdi, o olması gereken yerde dururken gidip kafa atmıştım. Yine de anlamsız komikti, "Suç benim, sen neden özür diliyorsun aptal?" kıkırdamamla ya sabır dercesine başını başka tarafa çevirdi. Ama dudaklarında silik bir tebessüm vardı. "Tamam Alçin, demedim say."
Başımı olumlu anlamda salladım, "Üstteki camı açsana."
Yine bir düğmeye giden elimi tuttu, elektrik çarpmış hissiyatıyla ikimiz de ellerimizi eşzamanlı olarak çektik. Beni durduramayacağını anlamış olsa gerek üst camı açtı fakat ceketimi giymem konusunda tembihlemeyi de geçerek kendi giydirdi. Yakın mesafeden dolayı burnum burnuna sürttüğünde nefesimi tuttum. Mavileri yüzümde dolanırken bir elimi kaldırıp yanaklarını tutmak istiyordum ki geri çekildi. Anın büyüsüne kapıldım, yakınlaşmaların hepsi hatadan ibaret. Cümlesi yüzüme tekrar bir tokat gibi çarparken bakışlarımı başka yöne çevirdim. Araba ilerlemeye başladığında başımı kaldırarak esen rüzgârı hissetmeyi denedim.
Kemerimi çözerek oturduğum yerde ayaklanmayı denedim, koltuğa düşmem sinirlenmeme sebep olmuştu. Topuklularımı koparmak istercesine çıkartarak köşeye attım. "Sakın düşündüğüm şeyi yapma." Yeniden ayaklanmayı denedim, bu sefer başarmıştım. Kollarımı tavan camından dışarı çıkartarak gökyüzüne doğru açtım, yağmur yağıyordu. Yüzüme vuran damlalarla yaşadığımı hissediyordum, oysa yine bir yağmur ve yine bir araba tüm ailemi benden almıştı.
Alkol olumsuz düşüncelerimle, olumlu düşüncelerimi birleştiriyordu. Sonucunda ise nasıl davranacağımı seçmeme yardımcı oluyordu. Zihnim bulanıktı fakat canımı yakan şeyleri hatırlayabiliyordum, cümleleri kulaklarımda bir hafta önceki kadar diriydi. Kırgınlığım tazeydi. Tüm o kelimelerin içinde yalnızlığıma vurgu yapmıştı, o kadar denecek şey varken yarama tuz basmıştı. Bu yüzden onun yanında asla ağlamayacaktım. Duygularımı göremeyecekti. Yalnızdım, yalan yoktu. Ama yalnızlığımı sadece kendim görecektim. Bağırarak şarkıyı söylemeye başladım, gözyaşlarım yağmurdan ötürü gözükmezdi.
Bu ışık hepimize fazla, geceyi böler."
Saçlarım ıslanırken bukleleri ortaya çıkmaya başlıyordu, sendelediğimde bacaklarıma dolanan kolla bakışlarımı aşağıya çevirdim. Üzerine düşeceğim esnada tek koluyla bacaklarımı kavramış, bir yandan arabayı sürüyordu. "Hadi in artık, düşeceksin."
"Düşersem düşerim, bırak!" kıpranarak bırakmasını sağlamaya çalışıyordum. Kolu sıkılaştığında derin bir nefes vererek yerime oturdum. Yüzüm, gözüm, her yerim ıslanmıştı. Önümdeki torpidoyu açarak selpak uzattı, elindekini alarak ters ters baktım. Eğlenmeme izin vermiyordu. Yol ilerlerken şarkılar değişmişti, en son Bombabomba.com çalıyordu. Açılan kapımdan ayaklarımı dışarıya attım, "90 60 90 vücudum var." çıplak ayaklarım soğuk betonla buluştuğunda hızla geri çektim.
"Soğuk!" önümde eğilerek köşeye attığım topuklularımı aldı ve tek hamlede beni de kucağına alarak kapıyı kapadı.
Midem çok bulanıyordu, çırpınmak yerine sessizce beni taşımasına izin verdim. Anahtarla açtığı evimizden içeri girdiğimizde indirmek yerine taşımaya devam ediyordu. Önüne geldiğimiz oda bana ait olmalıydı. Sırtım yumuşak yatakla buluştuğunda rahatladığımı hissediyordum. Kollarımı iki yanıma bırakarak yüzüne baktım. "Üstün ıslak, hasta olacaksın." dolabımdan bir takım çıkartarak yatağımın kenarına koydu. "Giyebilir misin bunları?"
Bakışlarımı kıyafetlerime döndürerek dudak büzdüm, "Canım istemiyor." dakikaların sonunda beni ikna ettiğinde sadece altımı giymiş, üstümde sütyenimle kendimi yatağa bırakmıştım. Kapı tıklandı. "Alçin? Giydin mi?" olumlu mırıltılar çıkardım. İçeri girmesiyle gözleri bana değince başını başka yöne çevirdi. "Giyinmemişsin."
"Giyindim işte, rahat bırak beni."
Ağzının içinden küfrederek yatağımdaki uzun kolluyu aldı, elimden tutarak doğrulmamı sağladığında gözlerini arkamdaki duvara dikerek üzerime geçirdi.
Kendimi yeniden geriye bıraktığımda kalkacağı anda elini tuttum, "Gitmesen olmaz mı?" sokak lambası odayı aydınlatırken loş ışık yüzüne vuruyordu. Mavi gözleri yakından çok daha hoştu. "Uyu hadi." dedi kısık bir sesle. Elini çekmesine izin vermedim, "Gitme." boşta kalan avucumu yüzüne çıkardım, arabada yapmak istediğimi yaparak hafifçe yanağını okşadım, "Kalbimi çok kırdın.." Gözleri önce kısıldı, sonra kapandı. Derin bir nefes verdi yüzüme doğru, "Beni itmenin bir sürü yolu varken en kanatanını seçmen ağırdı." Kirpiklerini de es geçmedim, yavaşlıkla sevdim. Parmak uçlarımdan tenine sevgimi akıtmayı deniyordum, yüreğime sığmayan, taşan duyguları hissederse belki beni sevebilirdi. "Ama sen hangisini seçersen seç ben yine kanardım. Çünkü.." Uzanarak dudaklarımı yanağına bastırdım, elimi tutan eli sıkılaştığında nefesini tutan bu sefer oydu. "Sana aşık oldum." Bir süre çekilmedim, doymaya çalıştım. Olmuyordu. Çok hafif uzaklaşarak diğer yanağına yöneldim, karanlıktan ötürü bu sefer dudaklarının kenarını öptüğümü sonradan anlamıştım, "Sen de öp." dedim safça. Onu beklemeden yanağımı dudaklarına bastırdım.
Vücudu kasılmıştı, nefes alamıyordu. Sabah utanacağım şeyleri şimdi alkolün getirdiği cesaretle yapıyordum. Sıcak dudaklarını tenimde hissetmek yakıcıydı. Kokusu ise gözlerimi kapatmamla yoğunlaşıyordu. Uykuya yenik düşmek istemiyordum, ağırlaşan göz kapaklarıma engel olmak için verdiğim büyük çabanın sonucunda kazanan belliydi.
Alçin'in düzene giren nefesleriyle geri çekilen Acar gördüğü görüntü karşısında büyülenmişti. Tüm akşam uzaktan izlediği kadına bir hafta olduğu gibi hasretti. Az önce yaşananları zihninden silip atmanın bir yolu olmalıydı, dayanamıyordu. O akşam kapısından kovduğunda kendine olan öfkesinin haddi hesabı yoktu. Parmak uçlarını buklelere değdirdi, saçlarını düz kullanması canını sıkıyordu. "Ne güzelsin.." dedi fısıldayarak. "Benimle mutlu olamazdın.. Bu zehri sana bulaştırmaya hakkım yoktu." yaklaşarak alnına minik bir öpücük kondurdu. Burnunu saçlarına değdirerek kokusunu derince içine çekti. Bir daha ne zaman bunu yapabilir bilmiyordu.
Baş parmağıyla yanağını belli belirsiz okşayarak doğruldu. "Seni seviyorum savcım." çöken omuzları yalnızca bu odada gücünü dışarıda bıraktığının göstergesiydi. Bu itirafı uyurken yapmak en doğrusuydu. Odadan çıkacağı sırada duraksadı, masanın üzerindeki kâğıt ve kaleme yöneldi.
Fakat gönül ferman dinlemezdi. En yüksek yerden yasak buyruğu da gelse, gönül sevdiği kimseden vazgeçmez, aşk buyrukla engellenemezdi.
"Hiç beklemediğim bir anda hayatıma girdin ve bana yaşıyorum dedirttin. Canım, gün ışığım, bir tanem velhasıl her şeyim. Ben süslü cümleler bilmem, lafı da uzatmam. Şiir bilmem, güzel sözlerden anlamam. Ama duygularımı anlatırım, seversen bırakmam. Seninle aynı ömrü paylaşma hayalini kurmadım diyemem, yalan olur. Seninle bir çok hayal kurdum, hepsinde gerçeklikten uzak, mutlu sonlarımız oldu.
Öyle dokundun ki yüreğime, öyle yaklaştın ki bana.. Duvarlarımı yıktın, altında ezildim.
"Yuva ne?" deseler, verebileceğim tek cevap senin adın olur. Oysa şunca yıllık hayatım boyu cevapsızdı bu soru. Geldin, estin, izini bıraktın. Bana sevmeyi öğreten kadın, bana kalbimin körelmediğini gösteren kadın.. Nasıl öderim hakkını? Nasıl uzak dururum senden? Zorunda kalmasam uzak durur muyum gözlerinden? Bilsem seni yormayacağımı, gözlerindeki ışığı çalmayacağımı, tutarım ellerinden, savaşırım uğruna.
Hoş, yine savaşıyorum. Yine senin yoluna ölüyorum. Bu sefer seni yaşatmaya, ışığını parlatmaya. Senin için senden vazgeçiyorum.
Bende mutluluk yok güzel savcım, gözlerin yollarında beklerken şehadet haberimi alırsan toprağın altına benden önce sen girersin. Tanıdım, bildim seni. Huzurla yaşaman için gitmem gerekiyordu. Üzerimde düşeni yaparken seni kırdığım için özür dilerim.
Benden nefret bile etme. Nefret seni yorar, bilirim bu hissi. Sadece unut, yavaşça değil, hızlıca. Hoşça kal güneş gözlüm, nefesim, can evim. Eğer cevabı merak ediyorsan, ben de seni seviyorum. Bizim oralarda aşk denmez, sevda denir. Sevdalandım sana. Saçlarını kıvırcık bırakmanı isteyecek kadar, buklelerini görünce kalbim hızlanacak kadar. Sevmediğin özelliklerine tek tek vurulacak kadar. Hoş kal savcım, değişme, olduğun gibi kal. Başka bir evrende, yine seninle, bu sefer mutlu hayalinle."
Acar.
Katlayarak odanın en kuytu köşesine sokuşturdu kâğıdı, günün birinde bulursa duygularının bitmiş olmasını diledi içinden. Sonra tüm sevgisini aldı, yüreğine saklayarak odadan çıktı. Aşk bazen de sevdiğin için sevdiğinden gitmekti. Bu hikayede ayrılmak kalana zor olduğu kadar gidene de zordu.
.
.
.
.
Seviliyorsunuuzzzz, boollll sarılmalaarrrr.🧡🌻
Merhaba sevgili okurlarım, sizleri bir kaç konuda aydınlatmaya geldim.
Öncelikle, Kırmızı Kuş'u düzenlenmiş ve ek sahnelerle, hatta çoğu kısım değişmiş olarak başka bir platformda yayınlamayı düşünüyorum. Şu anda arkaplanda güncellemede, peki nedir bu değişiklikler?
1) Bu bölümü yazarken Acar'a yeteri kadar değinemediğimi, her daim arkaplanda kaldığını fark ettim. Yeni versiyonunda iki ana karakterimizi de eşit bir biçimde önplanda göreceğiz, geçmişlerine değineceğiz.
2) Bir kaç bölüm önce Çınar'ın geçmişinde babalarına değinmiştik. O olayı daha detaylı işleyeceğim.
3) Karakter gelişimleri konusunda Alçin'i başta düşündüğüm gibi ketum, mesafeli bir kadın olarak yazmayı planlıyorum. Kurgunun bu hâlinde de öyle fakat güçlü tarafını daha fazla gösterip, kendi başına, yalnızlığını gerçekten iliklerinize kadar hissedebileceğiniz biçimde düzelteceğim. Aynı şekilde Lâl ve Güven'in yaşamlarını da ele alacağım.
4) Ek sahnelerle destekleyerek bölümleri uzatacağım, yan karakterlerin de biraz öne çıkmasını istiyorum ki hepsi için kafamda ayrı planlar var.
Peki bu versiyonu nasıl okuyabilirsiniz?
Kitappad'de güncellemeyi düşünmüyorum. Şu anda nasılsa o akışta ilerlemesini istiyorum fakat ileride bu durum beni zorlarsa yetkililere ulaşarak nasıl bir yol izleyeceğimi onlarla konuşacağım. Çünkü platformda bazı şeyler yasak ve yeni hâlinde okuduklarınızın kat kat fazlasıyla karşınızda olacağım.
Bu sebeplerden ötürü bölüm gecikti, çünkü hem o versiyon, hem de bu kafamda çok karışıyor. Her konu hakkında bilgilendirilmek istiyorsanız instagram hesabımı takip edebilirsiniz. @gardenpaeonia. Her türlü bilgiyi oradan veriyorum, burada da panodan paylaşıyorum. Ayrıca WhatsApp kanalıma da katılabilirsiniz.
Bu bölüm sadece Alçin ve Acar odaklıydı. Yan karakterlere değinemedim, sürecin uzamasını istemedim. Yüzleşmelere de ufaktan değindim, rüyalar, cümleler boşuna değil. Her satırda geleceğe dair şeyler saklıyorum, dikkatinizi vererek okuyun.
Şimdilik yazarınız merakla yorumlarınızı bekliyor, bir dahakine kadar..🧡
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
8.9k Okunma |
808 Oy |
0 Takip |
22 Bölümlü Kitap |