"Çünkü en zayıf olduğum yerden sınanmış,
En hassas olduğum yerden vurulmuşum.
Hangi yanımdan yara alsam, o yanımdan ağrımışım.
Taşıyamam zannettiklerimi taşımış,
Taşırım zannettiklerimin altında kalmışım.
İçimdeki ummanı önce sızdırmış, sonra taşırmışım."
- Nazan Bekiroğlu.
Bölüm Şarkıları;
Son Seslenişim - Yüzyüzeyken Konuşuruz
Dursun Zaman - maNga, Göksel
Son Bakış - Sezen Aksu
Bir Beyaz Orkide - Cihan Mürtezaoğlu
Yaralarını Ben Sarayım - Berk Baysal
Ta Uzak Yollardan - Nilüfer
Breakin' Dishes - Rihanna
(Bölüm sonundaki notu mutlaka okuyunuz, önemlidir.)
-
Gözlüğümü kenara atarak saçlarımı karıştırdım, saat gece yarısını geçmek üzereydi ve sabah geldiğimden beri odadan çıkmamıştım. İşimle yoğunlaştığımdan ötürü gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Arada çay söylüyordum, yemek de canım çekmiyordu. Gözlerim sızlamaya başladığında başımı geriye yasladım, masa lambamdan yayılan loş ışığın aydınlattığı tavanıma bakındım. İşim zordu. Çok zordu. Daha ilk yıldan bu denli ağır bir davaya bulaşmak kimsenin yapacağı türden bir delilik değildi. Bela almıştım, ateşle oynuyordum. Fakat sorun değildi ateş yanardı, beni de yakardı. Ben ise küllerimden en güçlü şekilde yeniden doğardım. Özümde alevler vardı. Yanmaktan korkacak değildim. Guruldayan karnıma attım elimi, açlığım artık görmezden gelebileceğim boyutu aşmıştı. Ayaklanarak kantine inmeye karar verdim, aynadan kısaca görüntüme baktığımda göz altlarımın koyulaştığını görebiliyordum. Hayal mayel hatırlıyordum; Babamın da gözaltlarında daima koyu halkalar yer edinirdi. Annemin de yoğun bir çalışma hayatı olduğundan dolayı onda da vardı fakat makyaj malzemeleri ile gizleyebiliyordu. Derin bir nefes aldım, yolun sonunda ışık vardı. Her şeye değecekti.
Aynadaki yansımamdan gözlerimi çekeceğim esnada arkamda gördüğüm bedenle duraksadım. Katilim, celladım. Nefret dolu gözlerine bakar bakmaz boğulduğumu hissediyordum. Belimdeki yara izi hep olduğu gibi sızlamaya başladığında dişlerimi sıktım. Uykusuzdum, stresliydim, gerçek değildi. Halüsinasyon görüyordum. "Ahsen.." bir adım attı, elini omzuma koydu. İtsem de geri çekmedi. Bunu yapmam bile saçmaydı, hiçbir zaman rızamı almazdı. Bakışlarım masamdaki çantama kaydı, ilaçlarımı almalıydım. Fakat hareket edemiyordum. Bedenim donakalmıştı, "Benden kaçabileceğini mi sanıyorsun?" sesi tüylerimi ürpertiyordu. Bazı tonları vardı ki şu yaşımda bile beni kanlarla yere serdiği güne döndürebiliyordu. Göremediğim elini havaya kaldırdı, avuçları arasında parlayan cam parçasıyla yutkundum, "Git buradan." öfkeme, nefretime tutundum. Senelerdir ölmüştüm, bir kez değil, bin kez. Çığlıklarla, feryat figan ondan kurtulmayı denemiştim. Sonuç başarısızdı. Ama artık içimde bir yerlerde yoğun bir güven hissiyatı vardı, nereden geldiğini bilmiyordum fakat vardı işte. Kurtulabilirdim. Korkumun gücümü yenmesine izin veremezdim. En azından artık bunu yapmayacaktım.
O camı her sapladığında yerlere yatıp ağlamaktan yorulmuştum.
Aciz değildim, karşısında ağlayıp ona bu zevki yaşatmayacaktım. Şu an sırtıma hafif bir baskı uygulayarak dik durmamı sağlayan bir Acar yoktu, yine de sanki varmış gibi dikleştim. Gözlerimde gördüğü ifadedeki değişikliği hemen fark etmişti, rahat mimiklerinin aksine şimdi sinirleniyordu. Dönüştürdüğü canavardan korkacak değildi, değil mi? "Sen.." bir eliyle arkadan boğazımı kavradı, sıkı tutuşu düzenli nefeslerimin bozulmasına neden olurken kendimi sakin tutmayı deniyordum. Bu benim zihnimdi. Yönetebilirdim. Boynuma dayadığı ucu kanlı cam parçası gerçek değildi, hiçbir şey gerçek değildi.
Havada kaldırdığı parça ile belimdeki sızı devasa bir hâl aldığında derinlerdeki çığlık atan çocuğa sarıldım. Çocukluğuma. Ve öne atılarak karşımdaki aynayı yumruğumla parçaladım, kırıklar yere düşmeden önce hızla büyük bir tanesini tutarak ona döndüm. Sırtımı verdiğim duvarda kaldırdığım elimle karşımdaki boşluğa bakıyordum. Kimse yoktu.
Titreyen vücudumla avuç içimdeki cama fazla baskı uyguladığımdan sebep ufak bir kesik oluşmuştu. Sıcak kanım bilek içimden süzülerek dikkatimi çekmeyi başardığında tutuşumu gevşettim. Yere düşen parça diğerlerinin arasına kanımla beraber eklendi, kolumu indirerek kanlı elime baktım. Kapı tıklanmadan birden açıldığında ise telaşla avucumu arkama sakladım, "Alçin.." izinsiz dalan Saadettin'in cümlesi gördüğü görüntü karşısında havada kalmıştı. Tek kelime etmeden yanındaki boşluktan koşar adımla odadan çıktım. Yanlış zamandı. Beni kimse böyle görmemeliydi, mantıklı bir açıklamam bile yoktu. Koridorda peşimden geldiğinin farkındaydım fakat daha da hızlanarak kendimi lavaboya attım.
Suyu açarak kanın akmasını izledim, bana neler oluyordu? Onunla yüzleşmeye nasıl cesaret gösterebilmiştim? İçimdeki Alçin uyanıyor olamazdı, senelerdir köşede sinerken şimdi ortaya çıkmasının bir sebebi olmalıydı. Ahsen'i dahi yok edecek kadar güçlü bir sebep. Bilinçaltımda neler döndüğünü çözemiyordum. Kan elimden tamamen gittiğinde avuç içlerimi suyla doldurarak yüzüme çarptım, yetmedi, boynumu, saçlarımı da ıslattım. Ellerimi lavabo zeminine yaslayarak aynaya baktım, "Sakin ol." gözlerimdeki kararma bana ait olamazdı. Tekrardan kanamaya başlayan avuç içimle selpak kopararak sardım, askeriyenin sağlık ocağına göstersem iyi olurdu.
"Sakin ol.. Bir şey yok, iyisin." mırıltılarımla derince soluklandım. Kapıyı açmadan önce sahte bir surat takınarak duygularımı gizledim, açtığımda karşımda gördüğüm kişi beklediğim kişiydi, "Alçin, iyi misin?" gözleri ellerime kaydı, "Ne oldu eline?" uzanarak bileğimi tuttuğunda tebessüm ettim. Önemli bir şey olmadığını söylememe rağmen bana inanmıyordu, "Teşekkür ederim." sargı sarılan avucumu havaya kaldırdım, hemşire geriye çekildiğinde ayaklandım. İlla da doktor diye tutturmuştu. Keşke tutturmakla kalsaydı, bir ara sırtına atıp götürmeye kalkışmıştı. Telaşlı gözlerle bana bakan Saadettin'e yaklaştım, "Ne bu endişe? Korktun mu yoksa?"
Birbirimize soruya karşılık soru sorunca sinir olmuştuk. Göz devirmesinden anlayabiliyordum. "Yeterli delil mi yok?" başımı olumsuz anlamda salladım. "Sorun ne peki? Babamla alakalı mı?" kurduğu cümle karşısında çevreye bakındım, ulu orta yerde böyle konuşamazdı. Bize dönen gözlerle dişlerimi sıktım. Ucunu tutamadığım bir öfke sabahtandır peşimi bırakmıyordu. Her şeyi gizli yapmak için kıçımızı yırtarken pervasız hareketler sergilemesi daha da sinirlenmeme sebep olmuştu. Kolundan tutarak dışarıya sürükledim. Odama çekiştirerek kolunu bıraktım, kapıyı kapattığımda ise sinirle ona döndüm, "Ne yaptığını sanıyorsun?"
"Askeriyenin içinde hainler var demiyor muyuz? Herkesin içinde böyle konuşamazsın."
"Haklısın.. Boşluğuma denk geldi, kusura bakma."
"Gelmesin. Gelmesin Saadettin, senin boşluğun kaç kişinin sonu olur haberin olmaz."
Kısık bir sesle özür dilediğinde pişmanlığını görebiliyordum. Düşen omuzları içimdeki sebepsiz öfkenin sönmesine sebep olmuştu. Şimdi pişman olan taraf bendim. Bazen bir saman alevi, bazen koca bir yangındım. İlk seçenek her zaman daha büyük bir üzüntü getiriyordu, hem bana, hem çevreme. Dudaklarımı dişleyerek ona sırtımı döndüm, kendime gelmeliydim. Sert davranmak çözüm değildi. Başta abim olmak üzere herkesin kaderi bize bağlıydı ve birbirimize ters düşmemeliydik. Deri geniş koltuğa, hemen yanına oturdum, "Tamam, kusura bakma lütfen. Biraz gerginim." alınacak intikamlar bizi birbirimizden uzaklaştırmamalıydı. İkimizin de sırtında barındırdığı yük strese girmemize sebep oluyordu, morarmış gözaltlarına baktım, "Eve mi gidiyordun?"
"Hayır, çalışmaya devam edeceğim. Aç olup olmadığını sormaya gelmiştim."
Saf saf konuşması karşısında başımı omzuna koydum, "Yemek yiyelim mi?"
"Sen ısmarlayacaksan olabilir."
Başımı kaldırarak sağlam elimle omzuna vurdum, "Hiçbir fırsatı da kaçırma!" söylenerek ayaklandığımda o da kalkmıştı, "Kalbimi kırdın, ne olur yemek ısmarlasan? Savcı maaşlarına zam geldi zaten." göz devirdim, benim paramı kuruşuna kadar hesaplıyordu. Ve ben aylardır ufak tefek şeyler dışında herhangi bir harcama yapmamıştım. Ki genelde paramı köşede biriktirmeyi, yatırım yapmayı denerdim. Yine de şu dava süreci başarıyla sonuçlandığında kendimi ödüllendirmekte bir sorun göremiyordum. Kıyafetler, ayakkabılar, çantalar, makyaj malzemeleri istiyordum. Tanrım.. Şimdiye dek raflardan sadece izlemekle yetindiğim şeyleri özgürce alabilirdim. Fakat bir kısmıyla da bağış yapmak istiyordum, kendime küçüklüğümden beri verdiğim bir söz vardı; Kendi paramı kazandığım ilk günden itibaren düzenli bağış yapmak. Fırsatını bulduğumda düzgünce araştırarak yapacaktım.
"Dışarı mı çıksaydık?" Saadettin'in memnuniyetsiz sesiyle kantinden içeri girdik. Tebessüm ettim, "Burada bir şeyler içelim sonra odaya yemek sipariş ederiz." çaylarımızı alarak masalardan birine oturduk. Ortam boştu, nöbetçi askerlerin ihtiyaçlarını gidermesi için kantin açıktı yalnızca. Elimdeki sıcak sıvıdan bir yudum aldım, "Umay iki gün sonra gidiyor." keşke aynı yerde yaşayabilseydik. Hakkını nasıl öderim en ufak fikrim yoktu. Yıllardır her zor anımızda beraberdik ama bu sefer çok farklıydı. Ölümümü görmüştü. Duygularımı en derin hâliyle yansıtmama rağmen elimi bırakmamıştı. Sinirlenmiştim, ağlamıştım, bağırmıştım, ortalığı yıkmıştım; Saçlarımı sevmiş, sıkıca sarılmıştı.
Bana yol gösteren sözleriyle toparlanmamdaki en büyük etkendi. İçimdeki hırsı nasıl kullanmam gerektiğini öğretmiş, namluyu doğrulttuğum kansızları vurmadan yerin dibine sokmama sebep olmuştu. Canımdı. Abim bulunduğunda da beni yalnız bırakmamıştı, hastanede kaldığı süre boyu elinden gelen desteği sağlamıştı. Her şeyin yanı sıra devasa bir davayla uğraşıyordu. Avukat ordusuna karşılık tekti. Son demlerine varmak üzere olduğunu düşündüğü dosyada karşı tarafın gözünde büyük bir tehdit unsuruydu. Açıkçası onun adına endişeleniyordum, içime su serpen tek şey Bona Dea çetesiydi. Güçleri vardı. O günden sonra onları bir daha görmemiştim, hatta hayal gördüğümü, kendi kafamda kurduğumu düşünmüştüm. Kimse konusunu açmamıştı. Merak etmiyorum desem yalan olurdu, en azından o kadar delirmediğimi bilmeye ihtiyacım vardı.
"Numarasını aldım, güzel arkadaşları varmış. Sosyal medya hesabından hepsini teker teker ekledim. Canım kadınlar."
"Sen Dila'dan hoşlanmıyor muydun?"
"Esmerim diye yerlere yatıyordun?"
"Sarhoşken de yaptıklarımızı az çok biliriz.." elimle ensemi kaşıdım. Malum anlar gözümün önünden bir bir geçerken, bir kez daha salaklığıma yakındım. Adamı öpmüştüm. Benden uzak durmaya çalışan kişiyi ellerinden tutmuş, kendime çekmiştim. Ne dediğimi ve sonrasını çok anımsayamıyordum. Kelimeler karışıktı fakat hisler yüreğimdeydi. Yakından gördüğüm mavi gözlerini ise unutmak imkansızdı. İç çektim, "Sen bir şey yapmışsın.." günlerdir ağzımı bıçak açmıyordu, Umay videoları izlerken bizimle dalga geçtiğinde dahi cevap verememiştim. Sado'mla atışmalarını aptal bir sırıtışla izlemiş, hep onu düşünmüştüm. O geceden sonra hiç görmemiştim, kısa bir göreve gittiklerine dair bilgi ertesi sabah elime ulaşmıştı. Bir haftadır yoktu. Aklımdan çıkmıyordu, stresimin büyük bir kısmı sağ salim olup olmadığı konusundaki telaşımdandı.
"Yaptım.." ellerimle yüzümü kapadım, "Ne yaptın?" büyük bir şaşkınlıkla bileklerimi çekmeye çalışıyordu. Kimseye anlatmamıştım, "Yarın akşam bizim eve gel, Umay ile aynı anda anlatayım." o kadar süre nasıl bekleyeceği konusunda söylenirken açlığa daha fazla dayanamamış, bir süre söylenmeye ara vermişti. Odama sipariş ettiğimiz yemekleri getiren subaya teşekkür ederek kapıyı kapadım.
Oldukça beyefendi bir arkadaşım vardı, çoktan yemeklere yumulmuş, elimdeki poşeti kaparak içerisindekileri masaya dizmişti. "Hayvan." ettiğim hakaretle omuz silkti, "Babamı bile satarım kızım ben yemek için. Yani en azından eskisini."
"Ne derdin var adamla? Nankör evlat." plastik çatalı salataya batıran canım kadınlardan olmayı çok isterdim ama yeşillikten nefret ediyordum. Bu yüzden çatalımın ucundaki eti ağzıma atarak büyük bir zevkle çiğnedim, yemek konusunda seçici olduğum söylenemezdi. Tek tük şeyleri sevmiyordum.
"Aynı soruyu ben de ona sormak isterdim. Bakamayacaksanız çocuk yapmayın kardeşim." kendi cümlesine ufak bir kahkaha attığında, çiğneyişim yavaşlamıştı. Babasını öldü biliyordum. "Haklısın.." diye mırıldanarak üzerine gitmemeye karar verdim, doğru bir zamanda kendi de isterse anlatırdı. Şu an yoğun bir dönemden geçiyorken direterek canını daha da sıkmak istemiyordum. Geçmişin hepimizde derin yaralar bıraktığı açıktı. Uzun uzun yediğimiz yemeklerin ardından çeşidini sayamadığım kadar çok tatlı gömmüştü. Bir ara onun yerine benim midem bulanmıştı. "Şu olaylar durulsun savcılık ve hakimlik sınavına girerek sana meslektaş olayım. Paran ne tatlı." göz devirdim, "Muhtemel bir şeker komasının eşiğinde olabilirsin."
"Lokmalarımı sayman çok kabaca."
Hayvani bir kahkaha attığında ister istemez ben de güldüm, değişik bir uyumumuz vardı. Herkesin anlaşabileceği türden bir insandı. Buna rağmen askeriyede ben dışında seveni yoktu. "Babamı hallettik sayılır da Hasım amca biraz zor." haklıydı. Hasım Kuleli; Görevden haksız yere alınan eski bir askeri hakimdi. Örgütün içeri soktuğu hainlerin kurbanlarındandı, tıpkı uğruna çalıştığımız diğer herkes gibi. Üzerine bir cinayet yıkıldığından ötürü bir kaç yıl içeride yatmak durumunda kalmıştı, o dönemler sesi olacak kimse olmadığından mağduriyetle hüküm giymişti. Bir noktada herkes için güçlü deliller yakalayabilsek de onun adına kilit bir nokta bulamıyorduk. Kimin kuyruğuna bastıysa canını fena yaktığı su götürmez bir gerçekti.
Durumu da pek parlak sayılmazdı. Sağlıksal sıkıntıları vardı, yaşadığı yoğun üzüntü onda kanser başlangıcına sebep olmuştu. Mesleğine geri dönemese bile en azından adının temizlenmesini diliyordu. Uğruna ölümü göze aldığı vatanının haini olarak gitmek istemiyordu dünyadan. Tedaviler sonuç vermezse kısıtlı zamanı vardı ve bu beni daha çok strese sokuyordu. Gözlerindeki yorgunluk içimde bir yerleri kanatıyordu, vicdan insana büyük bir yüktü. Bende fazlasıyla mevcuttu. Ellerimle boynumu okşadım, "Halledeceğiz."
Tek diyebildiğim buydu, neyi nasıl halledeceğimiz konusunda en ufak fikrim yoktu. Yine de her şey yoluna girecekti, halledecektik.
"Umarım ölmeden önce onu özgürlüğüne kavuşturabiliriz."
Son nefesinde dahi yoğun bir pişmanlıkla gözlerini kapayabilirdi. Bunu istemiyordum, adalet için daha fazla çalışmam gerekiyordu. Bu yüzden ağrıyan gözlerime gözlüğümü takarak odama kahve söyledim, galiba bana yardım edecek insanları tanıyordum.
Adaletin gün yüzündeki savaşçısı bensem, yeraltında işler onlardan geçiyordu.
Masum insanları kirletenlerin cezası benim elimden olacaktı.
Suçsuzları soktukları durumu temizleyen ben olacaktım.
Şeytanların kaotik planlarını yıkan ben olacaktım.
Abimin intikamını alacaktım, onun tek bir gözyaşını akıtanların pis kanlarını döken ben olacaktım.
Şeytanlıksa şeytanlık, hangi kalıba sokmak isterlerse ben oydum. Sadece adalet için değil, aynı zamanda intikam için savaşacaktım. Hem Alçin, hem Ahsen'dim. Ve iki benliğimin de tek bir ortak noktası vardı; Kısasa kısas. Kartlar yeniden dağılıyordu, oyunu yeniden başlatıyordum. Hem de onların anladığı dilden. Bildikleri şeytanlıktan. Ben hazırım, peki siz hazır mısınız?
-
Islak toprak postalların altında sertçe eziliyordu, yer yer karla kaplı alana düşman kanı akıtan Vahşet Tim kısa süreli bir operasyondaydı, henüz bir hafta olmuştu.
Yağmaya başlayan kar ortamın görüş alanını kısıtlarken, soğuk en üst seviyedeydi. Öyle ki tende kâğıt kesiği hissiyatı bırakıyordu. "Ne var Burak?" dedi bıkkınlığını gizleme gereği duymadan. Bir kaç dakikalığına yemek molası vermişlerdi, yaklaşık üç gündür neredeyse hiçbir şey yemediklerinden dolayı timdekilerin sağlığına zarar gelmesini istemiyordu. "Alçin savcımla.." cümlesini devam etmesine fırsat bırakmayan mavilerle sustu. Öyle böyle bakmıyordu Acar komutanları, insanı diri diri yiyecek türden bakıyordu. Ki cüssesine bakılırsa gerçekten istediğinde bunu da yapabilirdi.
"Sor Burak." dedi bir cesaretle Barlas, dostunun terslikleri ona sökmezdi. Çocukluktan alışkındı uyuzluklarına. Burnundan soluyan Acar lokmalarını sertçe çiğnerken gereken cevabı verdi, "S.ktirin gidin b.kunuzla oynayın." kısa ve netti. Dila ile Esin'e bakarak kusura bakmayın demeyi de ihmal etmemişti. Hem kaba, hem düşünceli olmak da yalnızca ona yaraşır bir huydu. Bu laftan sonra herkes sessizce yemeğine odaklanmıştı, biri hariç. "Sıkıntın ne Boran?" suratı asık adama döndü herkes. Elindeki plastik kaşığı konservesinin içinde gezdiriyordu, yemeye gönlü olmadığı açıktı. Normalde timin en küçüğü Candar kadar enerjik biri olmasına rağmen bir haftadır en durgunları oydu. Gözünden kaçmıyordu. "Benim hanım doğum yapacak, aklım onda." karın ağrısının sebebi belli olmuştu.
"Bu seferkisi kız, değil mi Boran abi?" Esin'in sorusuyla başını onaylar şekilde salladı. Oğlu Arslan'dan sonra şimdi de bir kızı olacaktı, erkek evlat da güzeldi lakin kız daha doğmadan yüreklerde tahtını hazırlamıştı. "Adını ne koyacaksınız abi?" silahının dış kısmını temizleyen Candar'a çevirdi gözlerini.
"Aysu." eşini bir ay ışığı altında, su kenarında görmüştü. Daha ilk gördüğünde vurulmuş, ilk çocuklarında bu ismi belirlemişti. Erkek olunca koymak nasip olmamıştı ama şimdi çocuklarından birine bu adı verebilecekti.
"Aysu.. Amcası olarak ilk altınını ben alacağım kızımın." Burak'ın garip bir altın takıntısı vardı, Diyarbakır'ın göbeğinden kopmuştu. Normaldi.
"Hiç kusura bakma, bu sefer sırada ben varım." Esin'in cümlesiyle minik bir atışma başlamıştı. Arslan'a babasından bile önce boyu kadar altın takan Burak, şimdi de aynı şeyi Aysu için yapmayı amaçlıyordu. Timde evli olan tek kişi -Boran- ile çocuk hasretlerini gideriyorlardı. Herkes aralarında kimin ne takacağını konuşurken ufak bir kargaşa meydana gelmişti.
Atışmaları buruk bir tebessümle dinleyen adamın aklı hâlâ eşindeydi. "Sıkma canını, yetişiriz." eyvallah dercesine başını hafifçe eğdi. Acar komutanları öyle diyorsa yetişirlerdi. Hiçbir zaman altı boş konuşan bir adam olmamıştı. Bir şey olacak derse olurdu, aksi bir ihtimal yoktu. Konserveler bittiğinde biraz daha dinlenmek için vakit bulabilmişlerdi, ekipmanlarını kontrol ederek gerekli bilgileri üstlere geçmiş, planı son kez kafasında toparlamıştı. Akad ve Çınar'ı esir alan Fehdal itinin arkasındakileri avlayacaklardı. Timdekilerin gülüşme sesleriyle başını kaldırdı, ardından gökyüzünden akan kar tanelerine doğru çevirdi mavilerini.
Şu anda olmazdı. Şu anda aklına Alçin gelmemeliydi. Herkese lafını geçirebilen Acar, solunda, tam kalbinde kanatlarını çırpan Alçin'e karşı tek söz edemiyordu. Gönlü laf dinlemiyordu. Soğuk en üst düzeydeyken dahi içini ısıtacak bir düşünceye tutundu; buklelerine kar taneleri değse kimbilir ne denli güzel gözükürdü? Aşk bir karmaşaydı, onu düşünürken hem yanıyor hem ısınıyordu. Güzellik de beraberdi, zorluk da. Derince soluklandı kokusunu içine çekmek istercesine. O kıvırcık saçların her tanesine ayrı ölür, ayrı dirilirdi. Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm yer edindiğinde nefesini verdi. Barlas'ın yanına kayaya yaslanmıştı ki ortamda aniden koca bir patlama duyulmuştu.
Hafifçe sarsıldıklarında şaşırmalarına fırsat kalmadan anında refleks göstermişlerdi. Boynundaki bezi yüzüne çeken Acar, köşeden kaptığı dürbünle neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Barlas diz çökerek MK14 tüfeğini kavramıştı. Dila hemen ardında yerde, Boran yanında pozisyonunu almıştı. Esin ile Candar ise komutanlarının yanı başında, odakları çevredeydi. Burak, Leupold Mark 4 dürbünüyle alanı taradı. Musul’un kuzeyindeki küçük Türkmen köyü Tel-Afer, çevresinden dumanlar yükseliyordu. "Burak, gözlemini aktar!" Acar'ın dediğiyle hızla lafa girdi. "Komutanım halk koşturuyor, herkes panik hâlinde. Okul içerisinde altı.. hayır, on silahlı adam var! Orada.." gördüğü görüntüyle bir küfür savurdu, "Öğrencilerin bir kısmını rehin almışlar."
"Bize yakın alanda herhangi biri yok komutanım." Dila'nın bildirisiyle temkinli bir şekilde ayaklanmışlardı. Kulak içi kulaklığından ses yükselen Acar dinlemedeydi, "Kanlı Gök! Kanlı Gök! Acil durum; bölgedeki terör unsurlarının hareketlendiğine dair bilgi alındı. Okul içerisindeki bir öğretmen jandarmayı arayarak yardım istedi. Duruma bakılırsa halka bir saldırı planlanıyor, tetikte olun."
"Kanlı Gök komutanı Kıyamet konuşuyor. Telafer köyü civarında bir patlama meydana geldi. Siviller tehlikede. Öğrenciler rehin. Alana intikal etmek istiyoruz lakin en kısa sürede ulaşabilmek için hava desteğine ihtiyacımız var." komuta merkezinin intikal için verdiği onayla koordinatları söyledi. Bir taraftan çevreyi kontrol ediyordu, "Hava desteği talebiniz alındı Kanlı Gök. On dakika içerisinde bulunduğunuz konuma ulaşacaklar. İletişimde kalın."
Kod adlarıyla konuşuyorlardı; VAHŞET TİM, Kanlı Gök.
Kıdemli Üsteğmen Acar Acarbay, Kıyamet.
Üsteğmen Boran Uçur, Kara Pençe.
Astsubay Başçavuş Badem Gaye, Gölge.
Astsubay Başçavuş Dila Curkes, Kara Izdırap.
Astsubay Başçavuş Esin Lale, Mermi.
Astsubay Kıdemli Üstçavuş Candar Besin, Kıyım.
Tim adları gibi, her bir kod adında düşmana korku vermeyi amaçlamışlardı. Ki bazıları bizzat onların ağzından duydukları hitap şekilleriydi. Vahşet, her anlamda son noktayı koyardı. Gerek en acılı şekilde, gerek en acımasız hâliyle.
"Son durum ne Burak?" yaklaşarak elindeki dürbünü aldı, "Komutanım içeride de öğrenciler var, dışarıya öğretmenleri çıkardılar. Okula hedef alındığını duyan halktan, öğrencilerin aileleri kapının önünde. Jandarmalar engel olmaya çalışıyor." çevrelerinde bir kaç asker daha vardı ama bordo berelilerin geleceğini duyduklarından bir hamle yapmıyorlardı. Yalnızca herhangi bir ölüme karşı tetikte duruyorlardı. Dürbünü bırakarak ekibe hazırlanmaları gerektiğini söyledi, içerideki düşman sayısı yaklaşık 16 idi.
Tamı tamına dokuz dakika sonra helikopteri gördüklerinde çantalarını sırtlarına atmışlardı. "Kanlı Gök, helikopter inişte. Okul içerisinde patlayıcı tespit edildi, öğretmenin telefonundaki arama hâlâ açık. Fark edilmeden önce alana hızla intikal edin."
Karın kapladığı arazi gökyüzünden daha netti. "Komutanım görünüşe göre okul bahçesinde dokuz terörist bulunuyor. Öğretmenlerin dördü dışarıda, hepsinin başına silah dayalı. Öğrencilerin başında bekleyen iki terörist var. Jandarma ekipleri alana girmeye çalışan aileleri tutuyor, keskin nişancılar tetikte bekliyor. Komuta merkezinin belirtmesine göre içeride iki adet patlayıcı tespit edildi lakin daha fazlası da olabilir." inişe bir kaç dakika kalmıştı, "Öğrencilerin bir kısmı okul içerisinde rehin. Dikkatli olmakta fayda var." pilotun bildirisiyle kafasında az çok plan kurmuştu Acar.
"Okulun kat sayısı az. Çatıdan giriş yapmamız mümkün değil. Bodrum katından da sızamayız, ana ve giriş kapıları tutuluyor. Tek seçenek arka pencerelerden binaya girmek." gözlerini tek tek silah arkadaşlarında gezdirdi. "Binaya ben ve Dila gireceğiz. Geri kalanınız bahçedeki rehinelerle ilgilenecek."
"Komutanım iki kişi girmeniz riskli olmaz mı?"
"Dışarıdaki ortam daha fazla kişi gerektiriyor." mavilerini Dila'ya çevirdi, "Şok bombası atacağız. Direkt sersemleyecekler. Çok hızlı olmamız gerek, tek bir kayıp istemiyorum."
"Kansızlar rehineleri öldürmeye başlamadan en büyük tehdit oluşturan kişilere öncelik verir. Öğretmenler, çocukları kurtarmak için ellerinden geleni yapacaklardır. Bahçedeki ekip buna dikkat etsin." planın geri kalanını da kısaca anlattıktan sonra helikopterden, okula uzak bir alanda iniş yapmışlardı. Koordinatlara göre yürüyerek on dakika vardı. "Keskin nişancılar tüm dikkatinizi veriyorsunuz. Önceliğimiz çocuklar."
Arka tarafta kimse yoktu. Hepsi tek sıra hâlinde, kontrollü biçimde ilerliyordu. Sniperlar kulak içinden sürekli bilgilendirme yapıyorlardı. "İki terörist devriye geziyor komutanım, biri arkaya gelmek üzere." belinden namlusunda susturucu bulunan silahını çıkartarak gittikçe yaklaşan teröriste ateş etti. Eceline gelmişti, habersizdi. Öyle sessizlerdi ki şu anda kimsenin ruhu duymuyordu. "Üç yönüne ses bombası at." Barlas, "Anlaşıldı komutanım!" diyerek üç yönüne, pimini çektiği bombayı hızla fırlattı. Bu sayede kansızlar oraya yöneleceklerdi. Düşündükleri gibi de olmuştu. Bir kaçı bombanın getirisiyle sersemlemiş, olduğu yerde bayılmıştı. Diğerleri ise o yöne koşturuyorlardı. Bir hamlede okulun arka camının önüne gelmişlerdi, Esin'in lazer kesici ile kestiği cam sayesinde çıt dahi çıkmadan içeri girebilmişlerdi. Mavilerini kısaca timinde gezdirdi, konuştukları gibi diğerlerini ön tarafa yönlendirirken yanına Dila'yı alarak okulun içine girdi. Duvarlardaki kurşun izleri, yerlerdeki dağılmış kâğıtlar ve kırılmış tahta sıralar.. Öğrencilerin fısıltılarının aksine bağıran teröristler. Her birini zihnine kazırken, kapısı açık bir sınıfa adımladılar. Dila, Acar'a koruma sağlıyor, aynı şeyi Acar'da ona yapıyordu. Sırt sırtalardı.
"Çocukları al Kara Pençe!" kulak içi kulaklıklarından dışarıda olanları da takip edebiliyordu. Hızlılardı, okulun iki yanından ayrılmış, birbirleri ile iletişim hâlindelerdi. Teröristlerin daha yoğun olduğu bölgede; Barlas, Esin ve Burak vardı. Sol tarafta ise Boran ve Candar. Az önce bomba etkisiyle sersemleyen adamların -düşündürücü- bir kısmı uyanmak üzereydi. Sessiz atışlarla anında hepsini vuran Esin birini gözüne kestirerek ona doğru ilerledi.
"Harbiden mermi bu kadın." kod adının hakkını verdiği inkar edilemez bir gerçekti. "Bunu konuşturursunuz komutanım." cebinden çıkardığı bıçakla etkisiz hâle getirdiği elemanı Barlas'a teslim etti. Öldürmeyecek kadar saplamış, süründürecek kadar yaralamıştı. "Salak bunlar yemin ediyorum. Bu kafayla bir de saldırı düzenliyorlar." Burak yerdeki kansızlara bakındı. Ses bombasının etkisiyle hepsi kendinden geçmiş, ayılamadan kaşlarının tam ortasından delik açılmıştı. Gülmekle yetindi Esin.
Sol tarafta durumlar biraz farklıydı, "Komutanım ben diyorum ki direkt dalalım."
Siyah gözleri boş konuşan Candar'a değdiğinde sabırla bakışlarını alana çevirdi. Rehinelerin başındaki iki teröristin de odak noktası, az önce gidip de geri dönemeyen kişilerdeydi. "Sen git bak." dedi bozuk türkçesiyle aralarından biri.
"Sizin tarafa gelen biri var Feryat." diye uyardı ekip arkadaşlarını Candar.
Diğeri onu onaylayarak uzaklaştığında cebinden bir misket çıkardı Boran, oğlunun misketi. Evden çıkmadan yanına alabildiği tek şey buydu, ailesine dair eşyaları görev sırasında yanında taşımak iyi hissettiriyordu. Mavi boncuğa bakındı kısaca, ardından yerde yuvarlayarak öğretmenlerden birinin dizine çarpmasını hedeflemişti ki bingo! "Helal sana aslanım. Helal sana babasının aslanı!" dedi anlık. Küçük Arslan'ın zorla babasına misket oynattığı zamanlar tam da bu noktada işe yaramıştı, operasyon ortasında evladına minnet duyuyordu. Elleri başının gerisinde olan kadın dizine değen mavi boncuğa, sonra geldiği yöne çevirdi gözlerini. Üniformalarıyla, kollarında Türk bayrağıyla şanlı Türk askeri karşısındaydı. Saatlerdir tuttuğu nefesi verdi öğretmen, artık güvendelerdi. Misketi avuçları arasına aldı, sıkıca tuttu. Ardından önüne dönerek teröristi kontrol etti. Silahı onlara dönüktü lakin bir kaç adım uzakta, az önce yolladığı kişiye dikkat kesilmişti.
Yanındaki öğrencilerden birini kucakladı hızla, "Sessiz ol, oraya doğru koş!" diye fısıldadı. Küçük çocuk korksa da kollarını ona açan askeri görmesiyle hızla koştu. Candar, Boran'ın arkasında tetikdeydi. Adamı alnının ortasından vurmama sebebi çocukların gözünün önünde olmasıydı. Ellerinden tuttuğu küçüğü ortalarında sakladı, "Gözlerini ve kulaklarını kapat." kadın bir çocuğu daha kucaklayarak koşması gerektiğini söylediğinde iki öğrenci kurtulmuştu. Başını anlık çeviren kansız hiçbir şey fark etmemişti ama gidenin geri dönmemesi onda şüphe uyandırmıştı, "Aşağıya dört kişi gönderin!" dedi gizleyemediği bir telaşla. İki katlı okulun üst katından iki terörist ancak gelebilmişti. "Dört demedim mi?"
"İkisi öldü." bu noktada farklı bir dil konuşmaya başlamışlardı. İkisi ölmüştü çünkü Dila onları vurmuştu. Bunlar ise kaçabilenlerdi. Öğretmenler bu hararetli konuşmayı fırsat bilerek bir bir çocukları kurtarıyorlardı. Boran duvardan jandarmaya teslim ettiği küçükler ile yeniden pozisyon almıştı.
"Lütfen, söz veriyorum bir şey olmayacak." gözlerinden akan yaşları sildi yavaşça, çocuğu ayağa kaldırdığında sırtından hafif bir dokunuşla ilerlemesini sağlamıştı. "Ne oluyor? Orada ne oluyor?" kansızlardan birinin bağırmasıyla her şey anlık gelişmişti.
Kargaların sesleri dahi karışmış, velilerin çığlıkları artmıştı.
Candar silahına davranan adamlardan birini vurmuştu ama diğeri de küçüğü vurmuştu. Kurşun çocuğun belini delerek adımlarını durdurduğunda, dizlerinin üzerine yıkılmıştı. "Hayır!" koca bir feryatla ayaklanan Maysa Öğretmen, öğrencisinin yolunda, kafasına yediği tek kurşunla kalakalmıştı. Ve ölüm; varını yoğunu adadığı mesleğinde onu yakalamıştı. Can bulduğuyla, can verdiği aynıydı. Diğer öğretmenler küçüklerin üstüne kapanarak onları korumaya almıştı.
Avuçları çözülürken sakladığı mavi boncuk yere düşmüş, çıkardığı her ses onu ölüme biraz daha yaklaştırmıştı.
Fidan demekti Maysa, büyüyüp ağaç olmuştu Maysa.
Peki ne uğruna solmuştu bu fidan?
Bir elini yerde, kanların aktığı bedene doğru uzattı. "Özür.." diye fısıldayabildi yalnızca. Fazlasına gücü yoktu. Uğultular birbirine karışıp onu uçsuz bucaksız bir ebediyete yollarken hissettiği son şey, yüreğinde yer edinen pişmanlıktı. Özür diledi içinden. Eğilmek istedi, yapamadı. Onun yerine yıkıldı. Yavaş yavaş değil, birden, en acılı şekilde.
Bal sarısı gözleri öğrencisinin kanlı bedenindeyken bilincini kaybetti.
İki intikamı, iki mermiye sığdırdı Candar. Yere yığılan teröristler ile aceleyle diğer öğrencileri ve öğretmenleri güvenli alana almışlardı. Boran yerdeki bedenlerin nabzını kontrol etti, çocuğun nabzı çok yavaştı lakin öğretmeninki müdahele ile normal düzeye gelebilir gibi duruyordu. Soldakiler ilk yardım müdahalesiyle boğuşurken sağ kanatta durumlar yerindeydi.
Fakat okul içerisi biraz karışıktı.
Sınıfın önüne ilerleyen ikili kısaca içeriye baktıklarında, bir kansızın dışarıyı gözetlediğini, diğerinin öğrencilerin başına silah tutarak emirler yağdırdığını görmüşlerdi. Çocukların korkudan titreyen bedenleri ve akan her gözyaşları için öldürecekti bu itleri. Mavilerinde vahşi bir pırıltılı belirirken, koyulaşan çevresinin yaydığı kasvet; düşmanın iliklerine kadar sızarak onları avlıyordu. Tek bakış. Tek bir bakışla almıştı kıyamet kod adını. Alçin'e huzur veren gözler, başkasının kıyameti oluyordu. Arkasındaki Dila'ya kısaca bakarak başını hafifçe eğdi. Tek kelime etmeden emri anlayan kadın, tüy kadar hafif adımlarla sınıfın içine girmişti. Küçüklerin başında duran kişi, camın oradakine çevirdiği gözlerinden ötürü henüz başına geleceklerin farkında değildi. Öğrencilerin bakışları üzerinde olduğundan silahı beline takarak, tüfeğini gerisin geri sırtına sabitledi Dila. Kurtaracağım derken yaşam boyu onlara eşlik edecek bir psikolojik tramvaya mahkûm etmek istemiyorlardı çocukları. Yoksa bir kurşunla nefes keserlerdi. Bacağındaki kemerden çıkardığı çakıyı adamın ş.hdamarına s.plarken ağzını sıkıca kapamıştı. Olabildiğince geriye doğru çevirerek k.nın ortama sıçramasına engel oldu. Öyle ki camdan dışarıyı gözetleyen, bunun farkında dahi değildi. Çocuklar irkilirken aceleyle iti sınıftan dışarıya bir çöpmüşcesine fırlattı.
Komutanının gözlerinde yine sessiz bir emir vardı, çocukları buradan çıkar. Acar'da tüfeğini tek koluyla arkasına iterken Dila'nın elindeki çakıyı kavradı, komutu dinleyen kadın koridoru kontrol ederek bir bir öğrencileri sınıftan çıkarıyordu. Lakin gözüne ilişen dört kişi ile susturucu taktığı silahını kaparak, "Arkanıza dönün." demişti miniklere. Karşıt hamle gelemeden ikisine anında ateş etmişti. Adamlar ses bile çıkaramadan yere yığıldıklarında son nefeslerini vermişlerdi. Diğer ikisi kaçmayı becerebilmişlerdi. Acar ise sakin adımlarla ilerlediği hedefi kıskıvrak yakalamıştı. "Noluyor?" şaşkınlıkla bağıran adamın ağzını avucuyla sıkıca kapamış, tüfeğine davranan elini bileğinden bükmüştü. Dizinin arkasına vurduğu tekmeyle kansızın yere savrulmasını sağladığında tamamen savunmasızdı. "Düzeneği kurduk. Çok büyük bir şey değil ama iş görür." başka dilden bir ses duyuldu sınıfta. Acar anlamıştı. Konuşmak adına telsize uzanan kansızın bir elini postalları altında ezerken, diğer ayağıyla ağzına bastırıyordu. Eğilerek ses cihazını eline aldı. Devamını duymayı bekledi. "İki dakikası kaldı. Uzaklaşın!" vakit yoktu. Koca bir s.kt.r çekti. Telsizi köşeye fırlatarak postalı altındaki yüze sert bir tekme attı. Bayılan bedeni umursamadan kapıdaki Dila'ya doğru ilerledi. "Çocukları çıkarıyoruz, acele et!" ardından kulak içi kulaklığına yönelik konuştu. "Alandan uzaklaşın!" hızla çocukları en kısa yön olan sınıftaki cama yürüterek teker teker dışarı çıkartırken tetiktelerdi. Bina ani bir patlama sesiyle sarsıldığında geriye hiç çocuk kalmamıştı. "Geç." Dila'da camdan çıkarak okuldan ayrıldığında dumanlar yayılıyordu. "Komutanım! Dikkat edin!" Dila'nın bağırışıyla alevlerle yanan bir tahta önlerine düşmüştü. Ardından çöken üst katın tavanı ile gerileyen Acar, tüm bu karmaşanın içinde bir hıçkırık sesi duydu. Mavilerini sesin geldiği yöne çevirdiğinde gördüğü ufaklıkla kaşlarını çattı. Uzun, kızıla çalan saçlarındaki bukleler aklına birini getirmişti. "Senin burada ne işin var?" bir kaç adımla yanında bittiğinde yangın hızla büyüyordu.
Çocuğu kucaklayarak sınıftan çıktı. "Kaçtım." hafif çekingenlikle söylemişti. Sınıfı basan silahlı teröristleri görmesiyle koşarak lavaboda saklanmıştı. Alt katın koridorundaki alevler çıkışı kapatıyordu. Patlama üst katta yaşanmasına rağmen orada durumlar daha iyiydi. "Korkuyorum." diye mırıldanıyordu küçük. Gözleriyle çevreyi taradı Acar, burada güvenli bir alan yoktu. Yangın bu hızla devam ederse bina üstlerine çökecekti. "Korkma, ben varım." iki seçeneği vardı; ya bu katta kalarak riske girecek ve enkaz altında kalacaklardı ya da yanma riskine rağmen üst kata çıkacak, kurtulma şanslarını arttıracaktı. Düşünmeye vakit yoktu. Çocuğun gözlerini tek eliyle kapatarak üst kata doğru koştu. "Komutanım, çıkış kapandı. Neredesiniz?" kulak içinden bağıran Burak ile merdivenleri bitirmişti. "Üst kat."
"Kocamansın. Dev gibi." yüzü omzuna gömük olduğundan ne dediği pek anlaşılmamıştı. Şu anda açık bir cam arıyordu lakin tüm camlar sıcağın getirisiyle patlamış, ahşaplarını alevler sarmıştı. Koridor sonundaki sınıfa doğru koşturdu, alevler henüz oraya ulaşmamıştı. "Sen de prenses olmalısın." küçük bir çocukken yaşanılan en ufak acının hayatındaki yerini iyi bilirdi. Silinmeyeceğini, unutulmayacağını, üstünün kapatılamayacağını. Her şeyi iyi bilirdi. Bu sebeple savaşın ortasında dahi yeni bir dünya yarattı miniğe. Tozlardan, ateşlerden uzak. Mermilerden, düşmanlardan ırak. "Senin prensesin var mı?" sınıfın en uzak köşesine geldiklerinde kucağından indirerek yere bıraktı. "Var." diye cevapladı gözleriyle çevrede çıkış ararken.
"Gözel mi?" Türkmen'ler güzel kadınlara gözel derlerdi.
"Saçları benimki kadar gözel mi?" tebessüm etti Acar. "Gözel. Aynı seninki gibi kızıl."
"Değil, yanımda ufak kalıyor." onun heybetinin yanında Alçin fazlasıyla ufak kalıyordu. Gölgesinde kayboluyordu. Oysa kısa bir kadın değildi, mankenlerle yarışır fiziğiyle oldukça çekiciydi. Yine de Acar'ın cüssesinin büyüklüğünün haddi hesabı yoktu.
"Evet, serçeler gibi." alt kattan gelen patlama sesi ile irkilen küçüğün saçlarını okşadı. "Senin de gözlerin gök gibi, gökyüzü gibi." tekrar bir patlama sesi meydana geldiğinde okul bu sefer şiddetli bir biçimde sallanmıştı. Küçüğü kucağına alarak, yıkıma karşı üzerine siper oldu. "Hadi bana bir masal anlat." dedi dikkatini dağıtmayı amaçlayarak. "Sana gökyüzü ve serçe masalı anlatacağım." bir yandan kulak içi kulaklığından operasyonu takip ediyordu. Keskin nişancılar görüşün zor olduğunu, gri duman bulutunun çevreyi kapladığını söylüyorlardı. Fakat içeride risk oluşturabilecek birini gördüklerini eklemişlerdi. Geriye iteklediği tüfeğini hazır hâle getirerek pozisyon aldı, çocuğun kafası göğsüne yaslı olduğundan silahı göremiyordu.
"Bir varmış, bir yokmuş.. Bir zamanlar, güzel mi güzel, parlak mı parlak masmavi gökyüzünde bir sürü kuş yaşarmış. Hepsi özgürce uçar, kanatlarını rüzgâra çırparmış. Ama minik olanlar hiç uçamazlarmış. Ve bu duruma çok üzülürlermiş, en çok üzülen kızıl bir serçeymiş. Diğerlerini izler, kendini uçarken hayal edermiş." küçük kız durduğunda, dinlediğini belli eden mırıltılar çıkarmıştı. Boynundaki askeri künyeyi ne ara üniformasından dışarı, elleri arasına almıştı en ufak fikri yoktu ama demirin ucuyla oynuyordu. "Bir gün cesaret etmiş ve uçmak istediğini dile getirmiş. Fakat tüm arkadaşları onunla dalga geçmiş!" bu noktada sinirlenmesine tebessüm etti Acar. Çocuklar gerçekten de ilaçtı, en zor anlarda dahi minik bir gülümseme oluşturabiliyorlardı. Masala devam etmek yerine kendi yazdığı senaryoya sinirlenen ufaklığın söylenmeleri kulağındayken, belli belirsiz bir silüet fark etti.
Aynı zamanlama içerisinde gözlerine kaçan yoğun toz ile bakışlarını kısarak hedef aldı. "Korkma." dedi çocuğa doğru. Sonrasında her şey bir anda gelişti; Göz gözü görmezken ve ateşler gittikçe yayılmaya devam ederken ilk kurşunu sıktı. Camlar patlıyor, ahşaplar çöküyordu. Alevlerin sıcaklığı, dışarıdaki soğuğa karışıyor, hem yakıyor, hem üşütüyordu. Karşıt mermiler bir bir dökülürken kaç kişi olduklarını sayamadı, bir ila iki arasında değiştiğini düşünüyordu. Birini öldürdüğüne emindi. "Sakin ol. Korkma sakın." derken kolunu sıyıran kurşun ile sinirle soludu. "Evveliyatınızı s.keyim sizin ben.." bulunduğu pozisyonda ve ortamda atış zordu. Mavilerini kırpmamak için verdiği çabanın getirisi ile göz çevresi yanıyordu. Bir kez gözünü kırparsan, bir kurşun yersin derdi babası. Daha da kötüsü o kurşun, senin sorumsuzluğun sebebiyle silah arkadaşını yaralar diye de eklerdi. Korkudan titreyen kızın titremeleri durmuştu. Defalarca küfrederek mermilerini sıktığında iki de ikiydi. Artık risk yoktu. Yine de bir süre bekledi. Kimsenin olmadığına kanaat getirdiğinde ise tüfeğini sırtına geri iterek hafifçe dikleşti. "İçerisi temiz."
"Komutanım koridorun hangi noktasındasınız?"
"Sağ. Sağında en sonundayız. Yangın gittikçe yaklaşıyor."
"İyi misin?" kulaklığı çıkartıp omzundan sarkıttığında elini uzatarak çocuğun saçlarına dokunmuştu. Lakin parmaklarına bulaşan ıslaklıkla duraksamıştı. Kan. Hızla, kapandığı bedenin üstünden kalkarak neler olduğunu anlamaya çalıştı. Tam kafasının üstünden kurşun yemişti.
Elleri altında bir çocuk son nefesini vermişti. Ve Acar hiçbir şey yapamıyordu. Çok kez ölüm görmüştü, çok kez ölümünü görmüştü ama bu farklıydı. İlkti. Kolları arasında bir çocuk ilk kez şehit oluyordu, saniyeler önce umutla bakan gözler şimdi içinde bir ruh barındırmıyordu. Çaresizlik ne deseler, tam olarak bu durum denilebilirdi. Başını sağa sola salladı, henüz çok küçüktü. Önünde koca bir hayat vardı, ölemezdi, ölmemeliydi. Ellerini birbirine kenetleyerek kalp masajı yapmaya başladı, "Hadi kızım." ne bir soluk vardı, ne bir dönüş. Tekrarlara rağmen bir sonuç alamıyordu. Binanın solunda büyük bir patlama meydana geldiğinde soğumaya yüz tutan kızı kendine çekti. "Nefes al kızım. Nefes al!" kucağındaki minik bedende herhangi bir hareket yoktu. Uzun bukleleri havada süzülürken aralarına karışan kan yere damlıyor, aktığı yeri yakıyordu. "Yapma bunu, bırakma kendini." parmaklarını boynuna değdirdiğinde kalp atışı hissetmemişti. En azından onu buradan çıkarmalıydı. "Komutanım iyi misiniz?" kulak içinden telaşla bağıran Burak ile gittikçe yayılan ateşlere baktı. "Çocuk ölüyor, onu çıkartmam gerek!" kendi kolundan akan kanın bir önemi yoktu. Daha kötülerini yaşamıştı. "Dayanın komutanım!" yüzündeki bezi çözerek kızın ağzıyla burnunu kapadı, ciğerlerine duman girerse daha kötü olabilirdi. "Serçe ve gökyüzü masalı bitmeden gidemezsin, daha sonunu duymadım." aldıkları onca eğitim sayesinde koruduğu sakinliğini zaman ilerledikçe yok oluyordu. Göğsünün solundaki sızıyı söküp atmak, kendini parçalamak istedi o an.
Merdivenler yıkılmıştı. Camlar kırılmıştı. Binanın tam ortasındaki tavan da, kulak yırtıcı bir sesle birden yıkıldığında koca bir delik açılmıştı. Tavanın ortasından sarkan ip ile gözler önünde Esin vardı. "Komutanım!" diye bağırdı duman yüzüne vururken. Ateş bu hızla ilerlemeye devam ederse kurtulmak için vakitleri kalmayabilirdi. Acar kucağındaki bedenle ayaklanarak o yöne koştu, "Çocuğu al!" Esin gözleri kapalı kızı kolları arasında aldığında sürüklenerek helikopterin içine girmişti. İkisi de bu harabeden kurtulurken havalanan helikopterle eş zamanlı olarak tüm bina koca bir patlamayla yerle birdi. Eğer bir saniye daha geç kalsalardı şu anda küle dönmüşlerdi.
"Komutanım.." çocuğun nabzını kontrol eden Esin'in mırıltasıyla başını camdan dışarıya çevirdi. Helikopter yere yaklaştıkça ambulanslar, bağıran anne babalar ve evladını arayan insanların sesleri ortamı inletiyordu. "Sakin olun lütfen. Oğlunuz burada." timdekilerin yönlendirmeleriyle çocuklarına koşturan velilerin yüzünde oluşan rahatlama gözle görülür türdendi. Postalları toprakla buluştuğunda koca bir soluk çekti içine, mantık dedi bir kez daha. Mantıklı olmalı, duygularını gizlemeliydi. Çatık kaşlarının arkasına sakladığı hisleri görebilen bir Alçin yoktu çevresinde. Şu anda dik durmalıydı, tıpkı hep yaptığı gibi. Zayıf bedeni yavaşça kucakladı. Şakaklarından akan kanlar kuruyordu. "Hemşire! Buraya bakın!" dillerinden anlamıyorlardı fakat bu durumda bir şekilde anlaşıyorlardı. Gür sesi duyan sağlık çalışanları gördükleri askere koşturup kızı alarak gözden kaybolmuşlardı. Arkasından boşluğa bakakaldığında, sağ koluna dokunan el ile mavilerini Barlas'a çevirdi. "Komutanım kanamanız var." her ne kadar gerek olmadığını söylese de, sol koluna sıkıca bağlanan bez askeriyeye dönene kadar idare edebilirdi. "Kaç şehit var?" diye sordu utana sıkıla. Kolları arasında ölen bir çocuktan sonra başını yerden kaldırmaya yüzü yoktu. "Bir öğretmen, iki çocuk şehit oldu, iki çocuk da yaralı." sıkıntılı bir nefes vererek kayalardan birine oturdu. Sesler birbirine karışıyordu ama ortamda tüm sesi susturacak bir feryat yayıldığında herkes duraksamıştı.
"Evladım!" hamile bir kadın, bir ambulans önünde çığlık çığlığa bağırıyordu. Annenin eli karnındaydı, dizleri onu tutmayınca yere düşmüştü. "Ölmedi! Kızım ölmedi!" mavilerini ondan çekerek sıkıntıyla alnını sıvazladı, kızı kolları arasında son nefesini vermişti. Merhamet en büyük silahtır derdi babası Cevdet Bey, namlunun ucu ise her zaman kişinin kendine çevrilidir diye eklerdi. Erkek adam ağlamaz, vicdanın her daim geri planda olsun.. Ona dayatılan hiçbir cümlenin önemi yoktu bu durumda. Bir anne, kızının cesedinin önündeydi. Onlara sırtını dönerek helikoptere ilerlerken kolundaki sargıyı tek hamlede çözmüştü. Omuzları çökmemeliydi, çökmeyecekti. Yanında yuvası bildiği kadın yoktu, belki de hiç olmayacaktı; Yıkılamazdı. Otuz üç senedir olduğu gibi başı dik, dikenleri zehirli durmalıydı. Duygularını yut, içine akıt. Çığlıklar kulağını yırtarken en güçlü bombalardan bile daha çok ses getiriyordu. Barlas onu kendine çekerek sıkıca sarıldığında , "Lan oğlum.." demişti ki devamını getiremedi. Sesi kısıktı. Diyecek sözü de yoktu. "Elinden geleni yaptın." iki kez dostunun sırtına vurdu. "Bana bak. Sen elinden geleni yaptın." birlikte koskoca bir çocukluk, neredeyse bir ömür geçirmişlerdi. Gözlerini dünyaya açtığında bile yanında bu adam vardı, konuşmasa da az çok bir şeyleri anlayabiliyordu. Acar'ın merhameti saklı bir kutuydu; göstermek için çabalamaz, saklamak için de uğraşmazdı. İçinden nasıl geliyorsa öyle davranırdı ve şimdiye tek, silah arkadaşları ile Çınar görebilmişti yalnızca. Şimdi ise kutunun içini açan, anahtarını bulan Alçin girmişti hayatına.
Komuta merkezinin, omzundan sallandırdığı kulaklıktan talimatlarını duyuyordu.
"Kanlı Gök! Dönüş sağlıyorsunuz."
Kaşları çatılarak tek hamlede kulaklığı geri taktı, "Bir görevimiz daha var." diye düzeltti. "Doğru bir zaman değil. Dönüş sağlıyorsunuz." öfkeyle dişlerini sıktı. Dağda bir kaç kansız avlayıp, içindeki ateşe az da olsa su serpmeliydi. İntikam istiyordu. Üstleri ikna etmeyi denese de başarısızdı. Dönüş talimatı kesin olarak verildiğinde başka çare yoktu. "Kadının bilgilerini öğrenin." baygınlık geçiren anneyi daha sonra detaylıca araştıracaktı. Bugün, bu alanda üç Türk şehit olmuştu.
Maysa öğretmen adına bir okul açılacak, iki çocuğun adı da bir ormanda yaşam sağlayacaktı. Bir bedende değil, bir çok insanda can bulacaklardı. Kadının okulu kimsesiz ufaklıkların eğitimini sağlayacak, çocukların ormanı nefes olacaktı.
Şehitler; bizim aldığımız her nefeste yeniden yaşarlardı. Nice öğretmen, çocuk ve yurdum şehitleri anısına.. İyi ki varsınız, iyi ki vardınız.
-
Yağmur taneleri cama bir bir vururken bakışlarımı dışarıdan çekerek abime çevirdim. Hastanedeydim, akşam eve geçecektim. İzin günümün tamamını burada geçirmiştim, doktorlarla görüşmüş, güncel bilgileri öğrenmiştim.
Yanıklar yeni yeni iyileşmeye başlıyordu, neredeyse iki ay olacaktı fakat hâlâ canını yakıyorlardı. Neyse ki bir çok kısmı düzelmişti, şu anlık yalnızca üst bedenindekiler sıkıntılı duruyordu. Bacağındaki his kaybı geçiyor sayılırdı, parmak uçlarını oynatabilmişti ama kırıkların iyileşmesi için biraz daha zamanı vardı. Kolundaki, bileklerindeki kemikler hızlı kaynamışlardı, iki haftaya oralardaki alçılar çıkacaktı. Bacaklarındakiler ise bir süre daha kalmak zorundaydı. İç organlarındaki sıkıntılar yavaş yavaş geçiyordu, dikişler alınmış, yüzüne geçirdiği operasyonların sonucu tertemiz olmuştu. Yurtdışından getirilen özel hekimlerin iz bırakmadan bu işi tamamlamaları olağanüstüydü. Şu anlık tek sorunumuz ciğerlerinden gelen solunum sıkıntısı ve fizik tedaviydi. En güzel haber ise psikolojik destek gerekmediği söylenmesiydi. Psikoloğun demesine bakılırsa abimle yalnızca dört seans gerçekleştirilecekti.
Ama beklediğimiz gibi esir durumdan ötürü değil, geçmişimizden dolayıydı.
Oralarda ne yaşadığı hakkında hiç konuşmamıştık, psikoloğun neden bunu dediğini sorduğumda aldığım tek cevap; bastırılan, kaçılan duyguların gün yüzüne çıktığıydı.
Bir gece rüyasında annemi sayıkladığını duymuştum. Geride bıraktığı geçmişiyle yüzleşecekti. Gerekirse ve rızası olursa da seans sayısı artacaktı.
Açıkçası endişelenmiyorum desem yalan olurdu çünkü değişmesinden, altından kalkamamasından korkuyordum. Ben kalkamamıştım. Umarım, dilerim ki onun için çok daha farklı, olumlu bir sonuç alırdık. Camın önünde oturduğum fayanstan kalkarak kendimi koltuğa attım, Verda ile abim fotoğraf albümlerine bakıyorlardı. İkisine özeldi. Tebessüm ettim, gerçekten inanılmaz bir kadındı. Etkisi, duruşu.. Abimin hayatında büyüyen çiçek, toprağını sulayan yağmurdu. Bebek konusunu konuşmadıklarını öğrenmiştim, hastaneden taburcu olmasını bekliyordu. Doğru zamanda, doğru yerde yapacağını söylemişti. İçim içimi kemiriyordu. Gözlerine bakmak her geçen gün daha zorlaşıyordu çünkü yeğenim benim yüzümden ölmüştü.
Pişmanlığımın haddi hesabı yoktu.
Her başımı yastığa koyduğumda düşüncelerimle boğuşuyordum. Ondan bir yaşam çaldığım yetmiyormuş gibi, onun canından bir yaşamı sonlandırmıştım. Bilinçli değildi, isteyerek hiç değildi. Keşke abim o gün beni koz olarak öne sürdüklerinde diğer seçeneği tercih etseydi. Belki o zaman sevdiği kadınla ve bebeğiyle yan yana, mutlu, sağlıklı olabilirdi. Başımı geriye atarak tavana diktim gözlerimi, tüm bu duyguların ağırlığı altında ezilirken solumdaki sızı da beraberinde büyüyordu. Bir yerlerde onu haklı çıkarmaya çalışıyordum, hatamı arıyordum. Kalbimdeki yerine nefret değmemesi için verdiğim çaba devasaydı. Sözlerinin etkisi bendeki ona dokunmamalıydı. O benim tanıdığım, bildiğim adamdı.
Ben onu sevmiştim, onun beni sevme ihtimalinin önemi yoktu.
Sevgim değişirse sevgi olmazdı, sevdam biterse sevda olmazdı.
Parmak ucuma doladığım saçımla düşünmeye devam ettim. Başka birini severse ne yapacaktım? Tanrım.. Bunu düşünmemeliydim. Saniyesinde sağdan sağdan sinir şakaklarıma vuruyordu. Fakat ortada böyle bir gerçek de vardı. Benim yerime seveceği kadın ona mutluluğu verebilir miydi? Ben ona ağır geldiysem muhtemelen tam tersim birini severdi. Güneş gibi, neşeli, huzurlu, cıvıl cıvıl. Başka bir evrende ben de öyle biri olabilirdim, ailem ölmeseydi, tüm bunları yaşamasaydım. Yine de suratı gülecekse ve yaraları sarılacaksa sessizce kenarda dururdum. Mutlu olacaksa başka bir kadına aşık olabilirdi. Karışmaya hakkım yoktu ki açıkça yüzüme yüzüme beni istemediğini söylemişti. Peki ben ne yapmıştım? Bir kaç gün sonra adamı yakalarından tutmuş, çekmiş, yanaklarından öpmüştüm! Üstelik kendi yanaklarımdan da öptürmüştüm. Alkol almak gerçekten saf zarardı, tüm kötülüklerin anası derken şaka yapmıyorlardı. Büyüklerimizin bir bildikleri varmış diyerek sorgulamamak gerekiyordu bazen. Aşkın insanı aptal yaptığı düşüncem ise her geçen gün suratıma çarpıyordu, benden kaçmasına rağmen salak salak sırıtmamın başka bir açıklaması olamazdı.
Telefonuma gelen bildirimle ekrana baktım, Sado mesaj atmıştı. Es geçerek üstteki saate dikkatimi verdim, sonra dışarıdaki yağmura. Ardından ofladım. Koca bir of. "Alçin, iyi misin?" abimin sesiyle gözlerimi ona çevirdim. Verda'da bana bakıyordu, "Bir şey soracağım.." diye mırıldandım, "Göreve gittiğinizde gece nerede uyuyorsunuz?"
İkisi kısaca birbirlerine baktılar, "Uyumuyoruz."
"Nasıl yani? O kadar gün uykusuz mu kalıyorsunuz?"
"Hayır, genelde bir kaç güne kadar kalıyoruz. Bir süre sonra nöbet tutarak sıra sıra iki saat kestiriyoruz." Verda'nın cevabıyla başımı omzuma yatırdım, "Yetmez ki.."
"Uykuda bile tetikte olduğumuz için gayet yetiyor." abim cümlesinin bitiminde derince soluklandığında dudaklarımı dişledim, onu çok yormak istemiyordum. Bu yüzden bakışlarımı yengeme çevirdim, "Acıkıyor musunuz peki?"
"Acıkınca yemek yiyoruz. Konserveler var ama çoğu zaman canımız bir şey istemiyor."
"Biz Hava Kuvvetleri altında çalıştığımız için genelde hayır.. Kara Kuvvetlerine sorulması gereken sorular bunlar." daha fazla kurcalarsam abim bir şeyleri anlayabilirdi. Verda'nın yüz ifadesi üstelememem için gerekli tepkileri veriyordu. Ama son bir sorudan da zarar gelmezdi, "Telefon kullanabiliyor musunuz peki?"
Aynen Alçin. O kadar mantıklı bir soruyla kendini riske attın ki anlatamam. "Sık değil." başımı onaylar şekilde salladım. Abimin birazdan muayenesi yapılacak, sargıları değişecekti. Sonra kısa bir yürüyüş yaparak uyuyacaktı. Bu sebeple ayaklandım, "Ben kaçayım artık. Yarın yine buradayım." kabanımı üzerime geçirerek telefonumu cebime koydum. "Git güzelce dinlen. Dün yoğundun baya." ah canım yengem, benim yorgunluk ve yoğunluk asla bitmez. Kıvırcık saçlarını birbirine karıştırdım, benden küçüktü ama şakasına yenge demek hoşuma gidiyordu. O da bu durumdan oldukça memnundu.
"Neden geldin ki bugün? Dinlen biraz kızım." abimin cümleyi tek solukta kurması ve sonunda zorlanmamasıyla tebessüm ettim, "Karışma bana, bir tanecik abim var. Özlüyorum." saçlarına minik bir öpücük kondurdum, canımdı. Eve geçeceğimiz günü iple çekiyordum. Yaralarının iyileşmesi, doya doya sarılabilmeyi büyük bir sabır istiyordu.
En azından kanlı canlı karşımda durduğu gerçeğine tutunarak bu süreci en hızlı şekilde geçirmeyi deniyordum.
Kısaca vedalaştığımızda telefonumun açık olduğunu, her an, her saniye arayabileceklerine dair haftalardır tekrarladığım cümlelerimi sıraladım. En ufak ihtiyaçlarında direkt buraya koşardım, ki çoğu zaman burada sabahlıyordum.
Hastaneden çıkalı yaklaşık yarım saat olmuşken arabamı evin önüne park ederek kapıya doğru ilerledim. İçeriden gelen seslere bakılırsa Saadettin'in bizde olduğu kaçınılmaz bir gerçekti. Anahtarla açtığım kapıdan eve girdiğimde ise bu tezimi doğrulamış sayıyordum.
"Rahat bırak beni d.ngalak herif!"
Yastıklar havada uçuşurken resmen birbirlerine saldırıyorlardı. Ayakkabılarımı çıkartarak düzensizce köşeye attım, çantamı ve kabanımı askılığa astım. İki tane çocuğum olsa bu denli yorulmazdım. Aylardır birbirlerine sataşıyor, sonra barışıyor, sonra yine kavgaya tutuşuyorlardı. Ama eninde sonunda günü beraber bitiriyorlardı. Kafa yapıları uyuştuğu için doğan zıtlıklar minik sorunlar yaratsa da çözebiliyorlardı. Bu sefer dertleri neydi anlayabilmiş değildim, hoş, bir süreden sonra anlamayı da bırakmıştım. Adımımı attığım an kafama yediğim yastık bana verdikleri cevap olabilirdi.
Sesler kesildiğinde sakince yerdeki yastığı kavradım, "Hanginiz attı bunu?" ikisi de birbirini gösterirken derin bir soluk verdim. Gerçekten uğraşacak hâlim yoktu, enerji konusunda bitiktim. Elimdekini koltuğa bırakarak oturdum. Onlar da toparlanarak yan yana karşımdaki koltukta yerlerini aldılar. Yaramaz çocuklara benziyorlardı. Kavgalarının sebebi Saadettin'in bu akşam için bir planı olması ama Umay'ın buna uymamasaydı. Hak veriyordum. Dansözden sonra bence de asla ona güvenmemeliydik. Üçümüz de tartışmaya başladığımızda son cümlemi söylemiştim.
"Asla Sado! Bir daha sana asla uymam."
Arabanın içerisinde, direksiyonda o, yan koltukta ben ve arkada Umay ilerliyorduk. Radyodan yayılan Serdar Ortaç'dan Poşet en yüksek sesle mahallelinin bize küfretmesini sağlıyor olabilirdi. Hatta bence direkt öyleydi. Büyük bir zevkle oynayan arkadaşım muhtemel hakaretleri umursamıyor, bulunduğu durumdan gayet zevk alıyordu.
Araba hedefe yaklaşırken uzanarak şarkının sesini kıstım, "Kapatma, en güzel kısmı geldi." açacağı anda durdurdum. Rezil olmak istemiyordum. Şu andan itibaren bizler, çok saygılı yetişkinlerdik. Arabayı kenara çekerek indiğimizde ağzında hâlâ aynı cümleleri mırıldanmaya devam ediyordu. Bir kaç merdiveni çıkarak geldiğimiz kapının önünde Umay omzunu dürttüğünde toparlanması gerektiğini hatırlatmıştı. Hepimiz en efendi hâllerimize büründüğümüzde zile bastım.
Üç, dört saniyenin ardından açılan kapı ile karşımızda tüm sevinçsizliğiyle Sevinç teyze vardı.
Boğazımı temizledim, "Biz Badem'i almaya gelmiştik de." resmen el pençe duruyorduk. Burak'ın söylenmeleri bir şehir efsanesi değildi, gerçek anlamda bir tık suratsız biriydi. Hepimizi gözleriyle süzerken kızına seslendi, onun aksine gayet tonton olan eşi Rıfkı amca tüm güleryüzüyle aramıza geldiğinde, gerginlik rüzgârları esen ortam az da olsa durulmuştu.
"Çocuklar, gelsenize içeri. Niye davet etmiyorsun Sevinç?" yandan bir bakışla kocasını terslediğinde, Rıfkı amcanın kınar ifadesi yüzündeki yerini almıştı. Olası bir aile tartışmasına maruz kalmamak adına lafa girdim.
"Teşekkür ederiz, biz kapıdan uğradık öyle."
"Olur mu öyle şey? Gelin bakalım."
Arkamdan öne doğru uzanarak kadının elini kavrayıp, öpüp, alnına koyan Sado'mla bir an hepimiz duraksadık. Asla böyle bir şey beklemiyorduk. Aynı şeyi Rıfkı amcaya da yaptıktan sonra hafifçe geri çekildi, "Nasılsınız efendim? Bir ihtiyacınız var mı?" az önce suratı asık olan Sevinç teyzede anlamsız bir tebessüm oluştuğunda şaşırmama engel olamamıştım. Hatta bir elini Saadettin'in omzuna koyduğunda öylece izliyordum.
"Berhudar ol evladım. Sen Badem'in arkadaşı mısın?"
"Sayılır teyzecim. Pek sevmiyor o beni."
Kapının önüne gelen Badem'le lafına devam etti, "Bizim kızımız biraz suratsızdır." konuya oldukça yabancı olan saftirik Badem babasının yardımıyla botlarını giydiğinde gözlerini üzerimizde gezdiriyordu. Sonunda o kaçınılmaz soruyu sormuştu.
"Bir şey yok canım, hazır mısın sen?" az daha burada kalırsak olacakları kestiremiyordum. Elimizde fincanlarla, salonda, bir kek eşliğinde televizyondan sesi duyulan pembe dizilerden birini izleme ihtimalimiz vardı. Aslına bakılırsa gayet tatlı bir fikirdi, Sado'mun planı pek güven vermediğinden buna daha sıcak bakıyordum. Lakin Sevinç teyzeye bu teklifimi sunarsam sonuçlarını düşünemiyordum. Umay'ın kolunu dürttüm, köşede sessiz sessiz gülüyordu. "O zaman biz gidelim." dedi en sonunda olaya el atarak.
Rıfkı amca gitmeden önce bizi burada uğurlama sözünü alarak ancak serbest bırakabilmişti. Badem Kütahya'lıydı, ailesi memleketinde yaşıyordu. Kızlarının yanına kısa süreliğine gelmişlerdi. Şu anda geldiğimiz küçük ev ise timin kadınlarına aitti. Dila, Badem ve Esin birlikte yaşıyorlardı. Odama uğradıkları kısa vakitlerde anlattıkları anılardan dolayı az çok bilgi sahibiydim.
"Ay evladım düşecek, düştü!" arkamıza döndük, Sevinç teyze gereksiz bir abartıyla bağırıyordu. Saadettin bu sernezişe kayıtsız kalmayarak Badem'e kolunu uzatmıştı yardım etmek amacıyla. "Kızım tutsana çocuğun kolunu." karın ağrısı şimdi belli olmuştu. Sado'mdan nefret eden Burak'a, kaynanasının Saadettin'e bayılması şoku.. İnadından yardım almayan kızın yanına ilerledim, "Gel canım." elimi Sevinç teyzeye doğru salladım, "Hallettim ben!" suratıma çarpan kapı irkilmeme sebep olmuştu. İyi haber, artık bu kadını ben de sevmiyordum.
Geldiğimiz mekanda kısaca göz gezdirdim; Bir tür modern meyhane sayılırdı. Çevrede tek tük insan vardı, kulağıma ilişen şarkılar ise türküden uzaktı. Masalardan birine oturduk, Umay yanımdaydı. Diğerleri ise karşımızda. Menüyü getiren garson ile siparişlerimizi vermiştik.
"Anlat hadi Alçin! Meraktan patladım."
"Neyi?" Badem ve Umay aynı anda sorduğunda sonra anlatacağıma dair bir şeyler mırıldandım. İlerleyen saatlerde kelimeleri daha iyi seçebilirdim. Garson kızartmalar, mezeler, rakılar gibi bir çok şeyi masamıza bıraktığında kısaca teşekkür etmiştim. "Bu gece biraz dertleşelim." buna ihtiyacı olduğu ses tonundan belliydi, Burak'a karşı duygularından emin olup olmadığını sormak istiyordum.
"Burak ile nasıl gidiyor?" Saadettin içimi okumuştu.
"Karışık. Fazlasıyla karışık." önümüzdeki patatesen ağzıma attım, "Nasıl karışık?"
"O benim arkadaşım, her şeyden önce sırt sırta savaştığım can yoldaşım. Tıpkı diğerleri gibi." sıra sıra bize rakı koyan Umay'a tebessüm ederek ben de onun bardağını suyla tamamladım. "Yani?"
"Biz böyle çok güzeliz ve bunu bozmak istemiyorum. Ama bir şeyler hissetmediğimi de söyleyemem."
Arkadaştan aşka.. Gerçekten zor bir durum olmalıydı, özellikle karşındakine aynı gözle bakmıyorsan. İki tarafında elinde değildi duygularını kontrol edebilmek. Lakin gördüğüm tabloda karşılıklı bir aşk vardı. İkisi de birbirlerinden hoşlanıyorlardı ama Badem'in tereddütleri yok sayılabilecek türden değildi. "Bizim ilişkimizin timi etkilemesinden endişeleniyorum. Düşünsenize aramızda bir sorun olacak ve ya ayrılacağız, gerginliğimiz herkesi diken üstünde hissettirecek."
"Neden olumsuz bakıyorsun ki? Belki de bunların hiçbiri olmayacak. Hem olsa da yetişkin insanlarsınız canım." Umay'a katıldığımı belli eden mırıltılar çıkartarak telefonumu elime aldım. Abimin nasıl olduğuna dair Verda'ya kısaca mesaj attım. Aklım bir taraftan da oradaydı. Geri masaya koyarak sohbete döndüm.
"Bence sen çok düşünüyorsun." mezelerden ağzı yanan Sado'm rakıyı diktiğinde yüzünü buruşturmuştu. "O ne demek?" ah saftirik Badem'im, seni en iyi ben anlarım. "Şu demek; ihtimaller üzerine hayatını şekillendiremezsin." ağzıma bir patates daha atarken yeniden onaylar mırıltılar çıkardım. "Bir şey ya olur, ya da olmaz. Olmazsa deneyim dersin cebine koyar ilerlersin. Ama olursa yüzüğünü takar yedi gün, yedi gece düğün dernek.." anlık duraksayan Umay ne dediğini sorgularcasına kalakalmıştı. Asla onun tarzında bir cümle değildi. Gözümden kaçmamıştı, yeni çevresi onda olumlu etkiler bırakıyora benziyordu. İyileşiyordu. Eskisi kadar öfkeli, hırslı ve içten içe hüzünlü değildi. Tebessüm ettim. Rakımdan bir yudum alarak ona karşı hissettiğim mutluluğu kalbime sakladım.
"Badem.. Burak gerçekten iyi biri." dakikaların sonunda ben de diyecek bir şeyler bulabilmiştim, "Kafanda kurduğun o ihtimalleri yaşatmayacak kadar iyi biri. Günün birinde tereddütlerin gerçekleşse dahi kimseye kötü hissettirmeyeceğine eminim." kısa sürede az çok tanımıştım. Neşesi ve çocuksu kişiliğinin yanında oldukça olgun biri vardı. Hastane koridorunda yaptığımız konuşmada görmüştüm, temiz kalbinde tek bir siyahı arasanız da bulamazdınız.
"Haklısınız." diye mırıldandı, ifadesine bakıldığında düşüncelere dalmak yerine sanki aydınlanıyordu. Tanıdığı, bildiği adamı korkularının gölgesi yüzünden görememişti. Fakat şimdi her şey daha netti. "Sıramı sana bırakıyorum, sendeyiz." yanındaki Sado'ma omuz attığında drama kraliçesi olarak hemen elini koluna atmıştı.
"Kızım sen askerin asker. Kolum çıktı." ovaladığı dirseğiyle kahkaha atabilirdim. "Senin kasların bende yok be!" yanındaki kadının kollarına bakarken gözlerinde kıskançlık seziyordum. "Allahım ne büyük dertler içerisindeyim!" diye iyice abarttığında göz devirdim. Yine de kıkırdamama engel olamamıştım. "Anlat hadi, sabaha kadar seni bekleyemeyiz." Umay'ın cümlesiyle yandan bir bakış attı. "Aşktan dert mi olurmuş? Elin kızı için tek gözyaşı dökmem." iddialıydı. Biten rakımı doldururken, "İlla aşk konuşacak değiliz. Vardır daha derinlerde bir şeyler." diye söylendim.
"Ben o derinleri içerisindekilerle beraber gömdüm." dedi net bir şekilde. Sesinde saklayamadığı bir öfke vardı. Geçtiğimiz gece ettiğimiz sohbetle bağdaşlaştırıyordum, babasıyla ilgili geçmişinde sıkıntılar yaşamış olabilirdi. Üzerine gitmemiştik. Fakat bir kaç dakika sonra kurduğu cümlenin aksi bir tavırla konuşmaya devam etti, "Bir insanda merhamet çok önemli bence." yeni bir rakı koyarken ellerinin titremesi gözümden kaçmamıştı. Sessizce onu dinliyor ve izliyorduk ama sonra bunun onu rahatsız hissettireceğini düşünerek çatalımı mezelerden birine batırdım.
"İnsanı insan yapan şey merhametidir. Bak gerçekten söylüyorum sana, ne para ne pul. Yüreğinde vicdan yoksa hiçbirinin bir önemi yok." sanki bizimle değil, kendi kendine konuşuyor gibiydi. Sözlerini bize değil, kendine söylüyordu. Hatta inandırmaya çalışıyordu. "Sokakta aç bir hayvan görsek dahi içimiz sızlıyor. Gidip yemek alıp koyuyoruz önüne." sesinde pek fark edilmese de tıpkı ellerindeki gibi titreme vardı. Hepimiz onu onaylar kelimeler söyledik. "Hiç unutmam; bir gün işten dönüyorum. Hava da yağmurlu baya, yolumun önünü bir köpek kesti. Gitmek istiyorum bırakmıyor, ceketimin ucundan beni bir tarafa doğru çekiştirmeyi deniyor." koca bir yudumla daha saniyeler önce koyduğu rakıyı bitirmişti. Ellerindeki titreme arttığından dolayı bardağını ben doldurdum. "Amacı zarar vermek değil tabi, anlıyorum. Neyse dedim peşinden gideyim, derdi neymiş öğreneyim. İlerledik, ilerledik, sonra birden durduk. Yerde yavru bir köpek vardı kanlar içerisinde, şerefsizin biri çarpıp kaçmış." lafı arasında bana teşekkür ederek baş parmağıyla göz pınarını silmişti. Gözleri dolu doluydu. Saadettin'i daha önce hiç böyle görmediğimi fark etmiştim, neden ağladığını henüz çözememiştim. "Kucakladığım gibi veterinere götürdüm, hemen bacaklarımın dibinde de büyük olan var. Ağlıyor, çıkardığı seslerden çaresizliğini hâlâ unutamıyorum." tutamadığı gözyaşı sol gözünden yanağına süzülürken elinin tersiyle sildi. Cümlelerinin devamı nereye çıkacak merak ediyordum. "Ameliyat boyu anne olan köpek ağladı. Saatlerce kapının önünde öylece bekledi. Sonra durdum, dedim ki kendime; hayvanda bile yavrusu için yüreği parçalanacak merhamet var." Umay'ın uzattığı peçeteyi eline aldı, sonrasında söylediği cümle hepimiz için can sıkıcıydı.
Denecek tek söz bırakmamıştı. Ne denir onu bile bilmiyordum. "Benim babamda, oğluyla karısını ardında bırakıp giderken bir kez olsun cama dönüp bakacak merhamet yoktu." sesindeki hüzün kaybolmuştu. Tamamen gitmemişti, derinlerde saklıydı ama yerini daha çok öfkeye bırakmıştı. "Yedi yaşındaydım. Bizi bir çöp gibi atıp, ayağının altında ezdiğinde henüz okuma bile bilmeyen bir çocuktum. Ve ben harfleri bile bilmiyorken her yerde, sokak sokak babamı aradım." el kol hareketlerini kontrol edemiyordu, sinirini duymakla kalmıyor, görüyor hatta hissediyorduk. Hepimizin boğazı düğümlenmişti. "Annem beni kollarımdan sarsarak, yeter, o gitti diye ağlayarak yalvardığında büyüdüm. Kabullendim." bazı insanlar babası yönünden hiç şanslı olmuyordu. Bu konuda şükrediyordum, ben babam konusunda çok şanslı biriydim. Çocukluğumdaki en güzel anıların bir kısmı ona aitti. Annelerin çocuklar üstündeki etkisi halk arasında çok konuşulsa da, bence anneler kadar babaların davranışları da oldukça önemliydi.
Çünkü baba demek, bir noktada güven de demekti.
En azından benim için öyleydi.
Lakin tüm bu eksikliğe rağmen kendini çok güzel yetiştiren bir adam, karşımda ağlıyordu. İyi ki insanların tüm laflarına rağmen onunla arkadaş olmuştum, neşeli ve hareketli kişiliğinin arkasında böyle büyük bir acıyı sakladığını asla tahmin edemezdim.
"Ama şimdi karşıma çıksa, oğlum ben döndüm dese tek bir şey sorarım. Gözünde bir köpek kadar bile mi değerim yoktu?" bu soruyu daha çok bize soruyordu. İçimdeki titremeyi geri plana atarak sakin kalmayı denedim. "Evladını hiç mi sevmedin, beni yedi sene boyunca bir kez olsun sevmedin mi baba demek isterdim." ayağa kalkarak yanına gittim, kollarım arasına aldığımda omzumda ağlıyordu.
Gömdüğünü sanmıştı, gömememişti. Geçmiş sandığımız kadar basit değildi, hiç olmamıştı. Yalnızca kendimizi kandırabilmek, acıdan kaçabilmek için köşeye iterdik. Fakat zaman farketmeksizin açığa çıkar, kederimizin büyüklüğünü bize gösterirdi. Belki de insanoğlunun yaptığı en büyük hata kendinden, yaşadıklarından kaçmaktı. Kaçtığını, kaçabileceğini sanmaktı. Hayat da zaten bu düzen üzerine kuruluydu. Zannetmek ve yüzleşmek. Oysa ilk andan yüzleşebilsek, yaramızın kabuk tutmasından çok yok olmasını istesek her şey daha kolay olabilirdi. Ama bazı yaralar vardı ki kabuk bile tutamazdı. Omzumda ağlayan adamın yarasının izi kalmıştı, hatta kanamaya devam ediyordu. Sakin olmaktan uzak, içli içli akıtıyordu gözyaşlarını. Annesinin daha fazla ağlamaması için daha yedi yaşında kurutmuştu içindeki tüm yaşları. Titriyordu. Dizlerimi kırarak yüzüyle aynı hizaya gelebilmek adına eğildim, "Bak bakalım bana." burnunun ucu kızarmıştı. Bu ifadesiyle küçük çocuklara benziyordu.
"Dilediğin kadar ağlayabilirsin, bunu yapmak sana iyi gelecekse beraber ağlarız. Ben yanındayım." başını olumsuz anlamda salladı, elinin tersiyle gözyaşlarını sildiğinde derince soluklandı. "Babanı bilmem ama bende çok değerlisin Saadettin." kolunu sıvazladım, "Düşersen seninle düşerim. Yıkılırsan seninle yıkılırım. Ben hep buradayım." kısık bir sesle teşekkür ettiğinde gözlerindeki minneti görebiliyordum, "Ailen olurum. Baban dahi olurum be! Zenginim hem ben, bakarım size." kıkırdamaya başladığımda o da gülmüştü. Yanaklarını sıkarak ayaklandım, kendi yerime oturduğumda Badem'in onu kontrol ettiğini görmüştüm. İyi olup olmadığını soruyordu. Böyle anlarda insan fazla üstüne gelinsin istemiyordu, bu yüzden odağımı ondan çektim. Telefonumu kontrol ettim, Verda'dan bir fotoğraf ve bir mesaj vardı. Abimle ikisi uzanıyordu, altına ise uyuyor yazmıştı. İyi geceler dileyerek kalp emojisi koydum.
"Babaların yaptığı tek iyi bir şey yok zaten, gözyaşı dökmene değmez tatlım." Umay'ın sesiyle telefonumu yeniden masaya bıraktım. Tanrım, bu kız herkese kendinden emin tavırlarını yutturabilirdi fakat bana asla. Onun ağzından hayatını hiç dinlememiştim, o da benimkisini. Geçmişimizi asla açmasak da birbirimizi gözlemlediğimiz kadar biliyorduk bir şeyleri. Babasından nefret ediyordu. "Benim de var başımda bir illet, gebereceği günü merakla bekliyorum." karşımızdaki ikilinin gözleri kocaman açılırken ben rakımdan bir yudum aldım. Şaşırmıyordum. Ki babası da hak ediyordu. "Bakmayın öyle, bir katile acıyacak değilsiniz herhalde?" kimsenin bir şey sormaya cesareti yoktu. Babası annesini öldürmüştü, Pars abiden duyduğum kadarıyla ikisi de hiç kolay bir gençlik geçirmemişti. Kardeşini o günden sonra bir daha eskisi gibi göremediğini söylemişti. Umay'a bakan biri onu kolayca duygusuz biri olarak isimlendirebilirdi. Duvarları olduğunu söyler, kaçabilirlerdi. Lakin o duvarların arkasına sakladığı sıcak kalbini tanıyordum. Bu sözleri söylerken yüreğinde bir yerlerde canı yanıyordu. Ellerini kavrayarak başımı omzuna koydum, yetmedi, kenetlediğimiz avuçlarımızı yaklaştırarak öptüm. Çok sarmaş dolaş bir ilişkimiz olmasa da şu sıralar içimden gelen buydu.
"Hadi sen anlat bakalım. Havamız değişsin." omzunu hafifçe indirip kaldırdığında başım bulunduğu yerden sekmişti. Geriye çekilerek gözlerini üzerime diken bedenlere baktım, nereden başlanır bilmiyordum.
"Kısaca böyle." önümde kaçıncı bardak olduğunu sayamadığım rakıdan gecenin bilmem kaçıncı yudumunu alarak gözlerimi onlarda gezdirdim. Normalde özel hayatımı insanlarla paylaşmayı sevmezdim fakat bu sefer başka insanların ne düşündüğüne ihtiyacım varmış gibi hissediyordum. Çünkü duygularım karmakarışıktı ve bir şeyler duymam lazımdı. Saçmaladığımı, bunun aptalca olduğunu söyleyebilirlerdi. Ama sonuç olarak kafamın içindekilerin biraz netleşmesi gerekiyordu.
"Öncelikle.." hepsi birbirine kararsızca bakınmıştı. Söze giren Umay oldu, ellerini önünde birleştirerek elalarını bana kenetlendi. "Ben ortada bir iletişimsizlik olduğunu düşünüyorum."
"Adam resmen istemiyorum demiş, ne iletişimsizliği?" Saadettin araya girdiğinde gözlerim ikisi arasında mekik çekiyordu. "Sesini kesersen oraya da geleceğim." tersi pisti. "Ben olaya biraz daha mantıksal bakmamız gerektiğini düşünüyorum, anlattığın adamın sana karşı bir şeyler beslememiş olması imkansız."
"Bu konuda katılıyorum." Sado'ma çevirdim gözlerimi, Badem'de onaylamıştı. "Bir erkek olarak anlarım, var bir şeyler."
"Ama bir g.tlük de var bu işin içinde ben söyleyeyim."
"Bence yanlış bir zamana denk gelmiş bir konuşmaydı."
"Yanlış bir zamana gelse de az adam olup düzgün konuşsaydı."
"Saadettin bu konuda haklı Badem. Ne olursa olsun.."
Aralarında soluksuz tartışan üçlüyü yorgun sesim böldü, "Tam şurası.." elimi kalbimin üzerine getirdim, "Yandı." ki ben gerçek ateşlerin içinde savaş vermiş biriydim. Esra'nın yüzümü şömineye tutması, sırtımda sigarasını söndürmesi dün gibiydi. Fakat ilk o zaman tanışmamıştım o acımasız sıcaklıkla. Rüyamda gördüğüm o korkunç görüntü; ailemin ölümü. Alevler eşliğinde arabanın patlamasının gerçekliğinden henüz emin değildim. Ama içten içe hissediyordum. Biz böyle ölmüştük. Onlar böyle ölmüştü. Ben tüm bu yangınları yaşamışken seneler sonra tekrar yaralanmayacağımı sanardım. Önce minik bir kıvılcım, sonra koca bir orman içimde alev alev kül olurken yanılgım suratıma bir tokat misali çarpmıştı. Küllerimden doğarken bir an olsun geçmişe dönmemeye yemin etmiştim ama en kötü duygular ve en güzel duygu -aşk- sanki birleşmişti. Bana o sözlerle hissettirdikleri tam olarak buydu. Geçmişimi geleceğime karıştırmıştı. Birden çocuk olmuştum, her anlamda.
Sol gözümden süzülen yaş çakırkeyifliğin saçma bir getirisiydi. Buna da sinir oluyordum, kimsenin ağladığımı görmesine izin vermezken şimdi aptal bir duygusallıkla yaşıyordum.
Elimi çekerek doldurulan rakıdan koca bir yudum aldım. Avucumun tersiyle yanağımdaki ıslaklığı silerken ağzımdaki sıvıyı yuttum, "İlk kez aşık oluyorsun değil mi?" Sado'mun sorusuyla gözlerimi ona çevirdim. Başımı onaylar şekilde salladım, daha önce buna hiç vaktim olmadığını düşünürdüm. Fakat benim yine vaktim yoktu. Abim esir düşmüştü, aylarca onun için büyük bir çaba vermiştim ve yine o anda Acar'a aşık olmuştum. Olay vakit değildi. Ben onu beklemiştim, ona susamıştım, onda can bulmuştum. Ben onda yeniden nefes almıştım.
"Verdiğin değerin büyüklüğü farketmeksizin kendine bunu yapma. Sözlerine üzül, parçalanma. Tavırlarına kırıl, yıpranma. Onu düşün, kendini boğma. Aşk bu değil Alçin. Aşk her şey yerindeyken güzel. Her şeyin fazlası zarar."
"Biliyorum, sadece.. Benim için bazı şeyler hiç kolay değildi." bakışlarımı tavana çevirdim, kendimi anlatabilmem için en doğru kelimeleri seçmem gerekiyordu. En doğru kelimelerim en derinlerimde saklıydı, "Benim ailem yok." hiç kimse o evde ne yaşadığımı bilmiyordu. Buna abim de dahildi. Saadettin'in gözlerine bu cümlem ile bir hüzün çökmüştü, Badem ağzının içinde başın sağ olsun mırıldanırken bu cümleye duyduğum nefret büyüktü. Duymanın ağırlığı hiç değişmiyordu. "Çocukken abim dışında kimsem yoktu. Hâlâ da öyle. Yıllar sonra unuttuğumu sandığım o yuva hissiyatıyla karşılaşmak.." dudaklarımı ıslattım, bazen bazı cümleleri kurmak zordu. Geri itmeye çalışırdınız gözyaşlarınızı, sanki geriye binlerce dert sıkıştırmamışsınız gibi. O durumdaydım. Yine de devam etme gereği duydum, "Benim için özeldi."
"Onun sana hissettirdiklerini seviyor olabilir misin? Bazen kişiyi değil, duygularımızı severiz."
Badem'in çekingenlikle kurduğu cümlesiyle başımı olumsuz anlamda salladım, "Ne demeye çalıştığını anlayabiliyorum, öyle değil." bendeki yeri sadece bununla sınırlı değildi. Hiçbir zaman öyle olmamıştı. Onu boşluklarımı doldurmak veya yaralarımı sarmak için sevmiyordum. Eksikliklerimi tamamlamak değildi amacım, en azından bu kadarını bilecek kadar duygularım yerindeydi. Sevmekle, ihtiyaç arasındaki o çizgiyi anlayabiliyordum. Oysa bazı insanlar için bu kalın çizgi o kadar inceydi ki..
"Bir tarifi yok. Anlatamıyorum, sebebi de yok. Hissediyorum sadece, seviyorum. Çok seviyorum." sesli dile getirmek büyük bir sarsıntı ile eşdeğerdi. Kendimden bu cümleleri kurmak kesinlikle beklenmedikti. Umay kafasını kafama yaslayarak masanın üzerindeki elimi kavradığında omuzlarım düştü. Gönlümdeki sevdayı taşımanın ağırlığı gün geçtikçe kontrol edebileceğim düzeyden çıkıyordu. Doluyordu, taşıyordu.
Daha fazla konuşmak istemedim.
Çünkü diğer insanların ne düşündüğüne değil, hislerimi dökmeye ihtiyacım olduğunun farkına varmıştım. Ve ne olursa olsun bana kimse yardımcı olamazdı, bu Acar ile benim meselemdi. Çözebileceğim tek kişi de oydu.
Saatler ilerlerken diğerlerinin sohbetleri kafamda çorba gibi karışmaya başlamıştı. Yanağımı avuç içime yaslayarak karşımdaki boş sandalyeyi izlemeye başladım, ne yapacaksın Alçin dedi solum.
Abini, ondan aldığın canı, büyük davayı, ailenin ölümünü, sevdanı..
Buz dağının görünen kısmı olarak başlıca sorunlar bunlardı. Esra'yı, psikolojimi ve diğer şeyleri saymıyordum. Hayatım zordu, hiç kolay olmamıştı. Ama savaşabiliyordum, mücadele ederek ayakta durabiliyordum. Bu şekilde bu yaşıma kadar gelmişken son bir kaç aydır olduğum kişiden çok uzaktım. Burası, buradakiler benim duvarlarımı yıkıyorlardı. Sakladığım duygularımı çıkarıyor, zincirlediğim benliğimi söküp alıyorlardı. Ağlamayı zayıflık olarak görürken elimden tutuyor, beni anladıklarını söylüyorlardı. Oysa ben şimdiye dek insanoğlunun nankör olduğuna emindim. Kim olursa olsun beni yalnız bırakacağını bilirdim. Fakat artık bana bir umut veriyorlardı, sulamam için bir fidan sunuyorlardı. Arkadaşlarım olmuştu, abimle tekrar aile gibiydik ve sevdamla tanışmıştım. Fidanı sulamak için sebeplerim vardı, ağaca dönüştürmek için fırsatım vardı. Ama geçmiş denilen lanetin topraklarını kurutmasından korkuyordum. Yine bir kaç saniye içerisinde herkesi kaybetmek, bildiklerimin hiçe dönüşmesini istemiyordum. Duvarlarımın yıkılmasına bu yüzden karşıydım, o benim koruma kalkanımdı. Sanki mesafeli olursam hiçbir hüzün bana dokunamazdı.
Artık beni mayhoşluğa sürükleyen rakımdan yeniden içtim. Sezen Aksu'dan Son Bakış kulaklarımdaydı. Sarhoş değildim, sadece çakırkeyiftim. Şarkının sözlerini kendi kendime mırıldanmaya başladım, acaba üşüyor muydu? Rakımdan bir yudum daha aldım, acaba yaşıyor muydu? Tanrım.. Acilen saçmalamayı kesmem gereken o noktadaydım. Kendine gelmelisin Alçin, kendine gelmelisin. Boş sandalye dolarken bir kaç kez gözlerimi kırpıştırdım. Galiba sarhoştum. Kesinlikle sarhoştum. Karşımda oturan Acar'ın başka bir açıklaması olamazdı. Hem de üzerinde beyaz bir gömlek vardı. Tıpkı rüyamdaki gibi. Derin bir nefes alarak mavilerine bakındım, bazen bir deniz, çoğu zaman bir gökyüzüydü.
Benim denizim, benim gökyüzüm.
Dudaklarımdan çıkamayan seni seviyorumu gözlerimden görsün istedim. Hayal de olsa beni duysun, gönlümdeki yerini bilsin istedim. Kurduğu cümlelerin kestiği nefesim yine onda can bulsun istedim, ben onu ve sevgisini çok istedim. Kovduğu kapıdan gitmeyecektim, gururluydum, kendime saygım vardı fakat korkuyordum. Abimle bir kavgadan sonra girmişti aramıza mesafeler, aylardır o olmadan sınanarak pişmanlığını çekmiştim. Ve Acar'da bir askerdi, ne zaman ne olacağı belli değildi. Ki onun şehit olma ihtimali kadar benim de şehit olma ihtimalim vardı. Hayatlarımızı vatan uğruna yaşıyorduk. Zamanı belirsiz, ölüm ihtimali yüksek yaşamlarımızda kaybedecek bir saniyemiz bile yoktu. Şimdi o kapıdan yine kovulacaksam dahi en azından hislerimi bilmeliydi. Karşılığı yoksa da bendeki kendini duyması gerekiyordu.
Mavilerine baka baka bitirdiğim bardağı masaya bıraktım ve o bana gülümsedi.
Derince soluklandım kokusunu içime çekmek istercesine. Çekemedim. Sanrısı yavaş yavaş kaybolurken kalbimi de beraberinde götürmüş, yerine ince bir sızı bırakmıştı.
Hoşçakal dedim içimden. Hoşça kal sevgilim. Bana gelene kadar hoş kal, bana gelene kadar yaşa. Senelerdir abim için ettiğim duaların yanına biri daha eklenmişti. "Alçin, iyi misin?" Umay'ın hafifçe koluma dokunmasıyla bakışlarımı boşluktan çekerek ona çevirdim. Çok net değildi, hatta biraz bulanıktı görüntü. Yandan bir öğürme sesi duyduğumda gözlerimi o tarafa çevirdim.
"Kalkalım hadi, mekanın ortasına s.çacak şimdi."
Saadettin'in öğürtüsü yeniden kulağıma dolunca midem bulanmıştı. Elimi karnıma atarak ben de öğürdüm, "Sen dur." dedi sık nefesleri arasından. Gerçekten beti benzi atmıştı, "Asıl sen dur." diye tersledim.
"Kızım sen durmazsan ben hiç duramam.." cümlesini tamamlayamadan öğürdüğünde ben de kendimi tutamamıştım. Kusmuyorduk ama bu kadar içmenin tabiki de yan etkileri olacaktı. Hesabı ödeyen Umay, Saadettin'in kartını kullandığını söylediğinde koca bir hayır bağırışıyla sokağı inletmişti. Kendi benim paramı yerken aynı hayırı benim de iç sesim haykırıyordu.
"Anahtar nerede?" bizden daha az içmişti, hatta neredeyse hiç alkol tüketmemişti.
Cebimden aldığı anahtara gerek yoktu, ben zengindim. Sürücü kapısına koşarak parmak izimle açtığımda bunu yeteri kadar belli etmiştim. "Geç arkaya." bu sefer Badem ile Umay önde, biz arkadaydık.
"Alçin, hadi seninle oyun oynayalım."
"Ne oyunu?" derken hafif peltek konuşmuştum. Gözlerimi kısarak yanımdaki adamın suratını seçmeye çalıştım.
"Tokat atma oyunu. İlk ben başlayacağım." ne olduğunu idrak edemeden kafama yediğim şamarla gözlerim irileşti. "Normalde suratına vurmam gerekiyor ama kıyamadım." kendi kendine güldüğünde sinir olmuştum ve benim sinirlenmem pek iyi değildi. Tüm gücümle suratına okkalı bir tokat yapıştırdığımda eliyle yanağını tutmuştu, "Hayvan."
"Sen kime hayvan diyorsun?" bağırarak saçlarına asıldığımda büyük bir çığlıkla kendini benden kurtarmaya çalışıyordu. "Yardım edin!"
Umay bir kolunu arkaya uzatarak ikimizi de ayırmak için çabalıyordu. "Tamam sakin olun, durun." Badem'de olaya el attığında bizi ancak uzaklaştırabilmişlerdi. Bir kaç dakika küs bir şekilde sessizce oturmuştuk fakat aklıma gelen fikri onunla paylaşmam gerekiyordu. Omzuna dokundum tüm uysallığımla. Sanki az önce adamı yolan ben değildim. Avuçlarım arasındaki sarı saç tanelerini görmemle hızla üfleyerek yok ettim. Bana döndü ters ifadesiyle, "Ne var?" hafif çekiniyordu. Tekrar dayak yemekten korkuyor, bir yandan da sinirini göstermek istiyordu.
"Gel seninle yarışma yapalım."
Kararsızlıkla bakındı, "Ne yarışması?" diye sorarken sesinde gizleyemediği bir merak vardı. "Tekerleme söyleyeceğiz." ilgisini çekmiş olacak ki bedenini tamamen bana doğru çevirdi. Ben de aynı şekilde ona döndüm. "Tamam, ne söyleyeceğiz?" onun da konuşması gittikçe bozuluyordu ve bu çok komik olacaktı. Sırıttım.
"Be birader buraya bak diye başlayanı biliyor musun?" onayladı. Önceliği bu sefer bana verdiğinde kendimi hazırladım, "Be birader buraya bak, başı bereli, burma bıyıklı, bastı bacak bayan berberiyle bizim.." dilim dolanmıştı. Salak salak kıkırdadığımızda Umay önden, "Gerizekâlılar." demişti.
"Sıra sende gerizekâlı." dedim Sado'ma gülerek. "Tamam.." gülmesini durdurarak derin bir nefes aldı, "Be birader buraya bak, başı bereli, burma bıyıklı, bastı bacak bayan berberiyle bizim Bedri.." ağzı birbirine girdiğinde ikimiz de koca bir kahkaha attık. Benden bir kelime daha fazla söylemişti. "Bak şimdi aynı anda devamını söyleyelim."
"Bizim Bedri bey birlikte bir pirinci birinci buluşta birbirine dizip Bursa pazarına indi." saçma sapan sesler çıkmıştı ortaya, asla cümle kuramıyorduk. Kahkahalarla yeni bir tekerleme daha denedik, "Uykucu Ülkü, ucu tüllü üç örtüyü ütüyle ütüleyip de mi üstüne örtünmeli, üç örtünün ucunu tülleyip ütüleyip de mi üstüne örtünmeli?" tekte, sorunsuz söylediğim cümleyle çığlık attık. Gerçek olamayacak bir şeymiş gibi davranıyorduk. O da denedi fakat başaramamıştı. Bir süre öğretmeyi denedim, yine de yapamaması beni sinirlendirdiğinden daha fazla uğraşmamıştım.
Badem'in açtığı radyodan yükselen şarkıyla duraksadık. "Bu şarkı senden Dila'ya gelsin!" dedim bağırarak. "Senden de Acar'a gelsin!" karşılığıyla başımı onaylar şekilde salladım.
Şarkının başındaki anlamsız sözlere ve melodiyi taklik ediyorduk. "Karam aşkın sevgin bu mu? Ne olacak bu aşkın sonu?"
"Benden de sana gelsin Karan!" üçümüzün de sevdiği esmerdi. Yani benimkinin saçları koyu, teni süt gibiydi. Olsun, esmerdi. Saadettin her ne kadar Dila'yı sevdiğini kabul etmese de her sarhoş olduğunda aynı kişiyi sayıklamasının başka bir anlamı olamazdı. "Bilemem yarını, göremezsem seni şansım yok. Çalarım kapını, başka çarem yok!" sevdiceği kumral olan tek kişi Badem'di. Bu yüzden kimseye ithaf edememişti.
"Al artık koynuna beni karam!" ne güzel olurdu, "Anladım sensizlik haram!"
Şarkının içinden geçtiğimiz dakikalarda en yüksek sesle Bingöl sokaklarını inletiyorduk. Radyoda bu sefer kumralım şarkısı yükselmeye başlayınca Badem mutlulukla, "Bu da benden sana gelsin Burak!" demişti. Kahkaha attık, lakin şarkıyı bitirmesine fırsat kalmadan evine gelmiştik. Umay onu arabadan inip ailesine sağ salim teslim ederken üzerimize kapıyı kilitlemişti. "Açın ulan kapıyı!" camı yumruklayan Saadettin'e ayak uydurdum.
Arabaya dönen Umay ikimize de ters bir bakış atarak yeniden yola koyulmuştu.
Büyük uğraşların sonucu nihayet eve geldiğimizde Sado'm salonun ortasına kusmaktan son anda durulmuş, kelimenin tam anlamıyla koltuğa bayılmıştı. "Gel Alçin, gel canım." onu izlerken sendelememe engel olamamıştım. Üstüne battaniye örten Umay loş ışıkları açık bırakarak beni odama götürüyordu. Kıyafetlerimi değiştirmiş, yerine pijamalarımı giydirmişti. Yan yana uzandığımızda sıkıca sarıldım, "Ben seni çok seviyorum." dedim kollarımı sıkılaştırarak.
"Özür dilerim.." gittikçe kendimi kaybediyordum, "Seni ihmal ettim." diye mırıldandım. Sıcaklık o kadar cazipti ki dışarıda yağan karın sesiyle uyuyakalmama saniyeler vardı. "Ne ihmali? Yok öyle bir şey." ellerini saçlarıma atarak okşadı, iyice mayışıyordum.
"Aşktan korkma olur mu? O seni seviyor.." beni anladığından bile emin değildim. Sadece içimdekileri tutamıyordum, "Sen annen değilsin.. O baban değil.. Gözlerinde gördüm, sana kıymet veriyor." buklelerimdeki avucu kısa süreliğine duraksamıştı. En son belli belirsiz bir şeyler mırıldandığını duydum.
Aralarından en net seçebildiğim buydu. Uyku beni kendine çekerken teslim olarak gözlerimi kapadım.
Önümüzdeki günlerin bana ateşi harlanan bir cehennemi getireceğini bilmeden, her şeyden habersizce.
-
Bir kar küresi; İçerisinde pembe elbiseli ve yine pembe şapkalı bir kadın. Yanında onun aksine siyahlara bürünmüş, irice bir adam. Kar taneleri etraflarını sarmış, yeşillikler çevrelerinde yer edinmiş.
Kadın figürün elinde bir orkidenin solmuşu varken adamın elinde canlısı.
Kadın çiçeğe bakarken, adam kalbinde filizlenen cana bakıyor. Seviyor, belli. Sevmese yaptırır mı bu kar küresini özel olarak? İçine koyar mı onlardan bir parça?
Avuçları arasındaki yuvarlak camı sallayan Bilge, yavaşça düşen kar tanelerine bakıyordu. Aşk yenidendi. Beklenmedik bir zamanda, beklenmedik şekildeydi. On üç şubat gecesi, yeni güne girmek üzereyken kapısının önünde biten Barlas'ı kesinlikle beklemiyordu. Uzattığı kutuyu alırken gözlerini birbirlerinden bir an olsun ayırmamışlardı, lakin özel kuvvetlerin bu ikilinin aşkına garezi vardı. Birden gelen telefonla askeriyeye çağrılan adam sadece görüşürüz diyebilmişti.
Elinde tepsiyle koltuğa kurulan Lâl, ablasının elindeki küreyi alarak bıkkınlıkla masaya koymuştu. Onun yerine buram buram sıcak çikolata kokusu gelen bardağı avuçlarına tutuşturduğunda Güven'de tekli koltuktaki yerini almıştı. "Ne oluyor bakalım size?" ablası da, erkek kardeşi de son zamanlarda fazlasıyla garipti. Mutlu oldukları inkar edilemez bir gerçekti ama çoğunlukla sessizlerdi. Gözlerini kaçıran Güven radardan kaçamayacağının farkındaydı, "Bir şey olduğu yok." koca bir yalandı, o boncuk gözleri aklından çıkaramıyordu. Hira fazlaydı. Hira çok fazlaydı; Çok iyiydi, çok narindi, çok güzeldi, çok merhametliydi. Ama Hira; Çok öfkeli, çok hüzünlü, çok nefret dolu, çok da güçlüydü. Tüm duyguların tek kişide birleşmesiydi.
Bazen öyle bakıyordu ki, gözünün çevresine bocaladığı o siyah kalem bile Güven'e çirkin gelmiyordu.
"Git bokunla oyna Güven. Ben senin ciğerini bilirim, kime neyi anlatmıyorsun acaba?"
"Haksız mıyım Bilge? Sanki çocuğumu tanımıyorum ben. Dökül çabuk."
"Abla anlatacak bir şey yok ki."
Kafasına yediği yastıkla daha fazla zorlamamaya karar vermişti. Küçük ablasının dayağı biraz fena oluyordu. Pek dayak denemezdi gerçi ama tırnakları uzundu. "Dinliyorum."
"Ben galiba Hira'dan hoşlanıyorum." duraksadı, "Galiba değil. Ben Hira'dan baya hoşlanıyorum."
"Siz daha yeni tanışmadınız mı?"
"Öyle, ilk görüşte aşk benimkisi."
Realist bir kadındı. Aşka da inanmıyordu fakat bozmak istememişti. "Olur abla, oldu işte. Onu düşünmeden duramıyorum." çatıdaki günün sonrasında ilk mesajı atmıştı. O gün sabaha kadar konuşmuş, hastanede de kısa sohbetler geçirmişlerdi. Büyük ablasının hazırladığı eğlencede ise aklına ilk gelen isim oydu. Bir kez şarkı söylerken dinlemişti, sesi de kendi kadar güzeldi.
Lâl tam konuşmak için ağzını açmıştı ki, "Asıl olay ben değilim." lafını bölen Güven başıyla gözlerini kar küresine dikmiş olan Bilge'yi işaret etti. "Daldı yine."
"Ay baydın sen de!" bardağı masaya sertçe koyarak yanındaki kadını dürttü. "Noldu?" irkilen masum Bilge anlık afallamasına engel olamamıştı. Bu leyla hâlleri oldukça tanıdıktı. "Sana sormalı."
"Ya yemin ederim sizi var ya!" diğer yastığı da ablasının suratının tam ortasına vurduğunda herhangi bir tepki alamamıştı. Durum gerçekten vahimdi. Bir kaç saniyenin ardından omuzları düşerek, "Korkuyorum." diye mırıldandı. Aşk onu daha önce en derininden yaralamıştı, ihanetin zehiri kalbini yakıp yıkmıştı. Ailesini bir adam uğruna geride bırakırken, geride bırakılan olacağını hiç düşünmemişti. Babası evlatlıktan reddetmiş, annesinin de görüşmesini yasaklamıştı; Öyle ki neredeyse ölürken bile yanına gelmemişlerdi. Yollanılan tek şey evlatlıktan reddedilme belgesiydi. Resmiyete kavuşmadan davadan vazgeçse de artık çocuğu olmadığını açıkça dile getirmişti. İhanet, kayıplar ve pişmanlık. Her duygu ruhunu kanatırken tek yaptığı şey bitmek bilmez psikolog randevularına gitmek olmuştu. Aşk, Bilge için yalnızca hataydı. Fazlası olamazdı.
Tüm bu süreçte yanında olan Lâl ve Güven'e çok şey borçluydu. Kardeşlik sadece anadan babadan ibaret değildi, hayatında başına gelen en güzel şey bu ikisiydi. Yetersizliğinden yakınarak her gece ağlarken yanı başında biten kardeşleri en dibe onunla birlikte batmışlardı. Ve en baştan beraber doğmuşlardı, minik bir kafe açmış, adına da "Orkide" demişlerdi. Temiz sayfaları simgeleyen bu çiçeğin yeri onda ayrıydı. Hatalarını kabullendiği, eskiyi silip attığı zamanlardan bu yana bir kez olsun o adam için gözyaşı dökmemişti. Fakat şimdi, iki sene sonra sol gözünden akan yaşa öfkeleniyordu. Ellerini yüzüne kapatarak olduğu yerde adeta küçüldü. Utanıyordu bir şeyleri aşamamış gibi gözükmekten.
"Bilge saçmalama." elindeki bardağı masaya bırakarak oturduğu yerden ablasına doğru kaydı, kolları arasına aldığı bedenin sırtını sıvazlayarak varlığını hissettirmeyi denedi. İnsan bazen sözlere değil, sadece bir omuza ihtiyaç duyardı. Güven'de dikleşerek elleriyle sertçe yüzünü sıvazladı. Dayanamıyordu. Seneler evvel o adama yumruğu vurması bile içini soğutmuyordu. Bilge'nin yerdeki bedeni gözünün önünden gitmiyor, kanlar akan hâlinde bile sevdiğinin adını sayıklamasını sindiremiyordu. Değmeyecek biri uğruna kullandığı haplar gözlerindeki ışığı çalmıştı. "Geçti, geçiyor abla." sarı saçlarına minik bir öpücük kondurdu.
Yetemiyorsun Bilge, senin gibi bir kadını karım yapamam.
Senin saçmalıklarına katlanamıyorum.
"Bebeğim, bebeğim bak bana." elleri indirerek kızarmış yüzünü ortaya çıkardı. "Sen kimseye yetmek zorunda değildin." avuçlarını sıkıca sardı. "Doyumsuz birine sen değil, kimse yetemezdi abla." yeşilleri bir Lâl'e, bir Güven'e değdi. İkisi de haklıydı. Hep daha fazlasını isteyen bir insana her şeyinizi verseniz dahi yetemezdiniz.
Bir gözü dışarıda, bir eli kapıdaydı. Korkaktı, zavallıydı. İki gözü onda, iki eli kolundaydı. Aşıktı, aptaldı.
"Şimdi, tekrar birini sevebiliyorken bunu harcama Bilge. İçindeki gerçeğini serbest bırak artık."
"Hem bu sefer daha iyi dövüşebilirim abla."
Küçüklerinin cümlesiyle ikisi de tebessüm ettiler. "Karşımızdaki özel kuvvetler mensubu bir asker, bir vursa uçarız ama olsun. Ablamızın kalbini kıranı bozarız yani."
"Salaksınız siz. Ne ara bu kadar büyüdünüz?" kollarını açarak kardeşlerini kendine çekti. Başını göğsünden kaldıran Lâl, "Senle benim aramda bir yaş var yalnız." demeyi ihmal etmemişti. Fakat başına yediği şamarla bulunduğu yere sinmekten başka çaresi kalmamıştı. Herkes gücünün yettiğine atarlanıyordu. "Beni bırakmayın olur mu? Sizsiz eksilirim." gerçek kardeşlerini bulmuşlardı ve o konu hakkında aralarında hiç konuşmuyorlardı. Geri plana atıyor, olabildiğince Çınar'ı ziyaret etmeye çalışıyorlardı. Zaman demişlerdi kendilerince, zamana bırakmak istiyorlardı.
Saatler ilerlerken yeri gelince ağlamış, yeri gelince kahkahalara boğulmuşlardı. Günün sonunda ise Güven kapılarına gelen Hira'yla dışarı çıkmış, Lâl bacağını kontrol amaçlı hastaneye gitmişti. Elindeki kar küresini izlemeye dalan Bilge ise bir karar vermeliydi.
Ya yeniden sevda kalbine konacaktı.
Ya da korkak birinin esiri olacaktı.
Barlas'ı düşünürken dudaklarında oluşan içten tebessüm aslında bir çok şeyi açıklıyordu; Aşk yenidendi. Belki de ilk kez, en güzel hâliyle. En saf biçimde. Sadece bunu kendine itiraf etmeli, kaçmayı bırakmalıydı. Korkular ihtimalleri öldürürdü. Yüreği ile mantığının vereceği savaşta kazanacak olan henüz belirsizdi. Güneşi doğdurmak da onun elindeydi, söndürmek de.
-
Kulaklığı çıkartarak kenara koyan Lâl derince bir nefes aldı. Psikologunun kapısının önünde bekliyordu, hastaneden çıkar çıkmaz buraya gelmişti. Her ne kadar istemese de gördüğü kabusların ardı arkası yoktu. El mecbur seansları tamamlamalıydı, çocukluğuna kadar inmelerine ne gerek vardı çözebilmiş değildi ama sürece güvenerek varını yoğunu anlatıyordu.
Anlattıkları kanatıyordu. Ruhunu, içini, kalbini söküp atma şansı olsa bir an olsun durmazdı.
Yaşadıklarının ağırlığını her insan kaldıramazdı. Kucağına beş yaşında bir bebek verilmiş, kör kuytu yerlerde onu büyütmüştü. Cehennemde bir çiçek açmasını sağlamış, soğuk duvarlara kendi kanıyla resimler çizmişti. Hayallerini masal olarak anlatmış, o kansızları ise oyun olarak yansıtmıştı. Güven onun çocuğuydu. Başka hiçbir şey bu gerçeği değiştiremezdi. Çantasının içinde aynasını ararken gördüğü ayak uçlarıyla duraksadı, "Evsiz gibi giyinmeyi kesmelisin." duyduğu ses tonu yabancı değildi. Derin bir nefes vererek başını kaldırdı. "Sen de yazlık yerlerde yaşayan emekli dayılar gibi giyinmeyi kesmelisin." ufak bir kahkaha atan Akad yanındaki boş koltuğa kurulduğunda gözlerini devirdi. "İzin verdiğimi hatırlamıyorum." bakışlarıyla koltuğu gösterdiğinde karşısındaki adama her şeyiyle uyuz olduğunu inkar edemezdi.
"İzin aldığımı hatırlamıyorum."
"Yaşça büyüğüm ben senden, düzgün konuş."
Sorun yok dercesine bir elini göğsüne koyan Akad'a yüzünü buruşturdu. Seansları sürekli çakışıyordu. Birbirleriyle laf dalaşına giriyor, günün sonunda ise sinirle klinikten ayrılıyordu. Kulaklığına uzanacağı esnada, "Hatırlat, bir dahakine sana kardeşimin kıyafetlerinden getireyim." diyen adamla vazgeçti. "Hatırlat, bir dahakine sana yeni kıyafetler alayım."
Tarzları birbirinden oldukça zıttı.
Lâl salaş ve rahat giyinmeyi tercih ediyordu. Oduncu gömleğiyle kombinini tamamlıyor, spor ayakkabılarını ayağından hiç çıkarmıyordu. Bazen bağcıklarına takılıp düşme tehlikesi yaşasa da açılan ipleri kenarlara sokuşturuyor, yoluna devam ediyordu. Tüm bu dağınıklığını yetmezmiş gibi koca bir çanta taşıyor, onun da içini gerekli gereksiz her şeyle dolduruyordu. Belinden aksesuar olarak kullandığı fularını asla eksik etmiyordu. Kısa saçlarını olduğu gibi bırakıyor, kaküllerini düzeltme gereği duymuyordu. Suratında çoğu zaman makyaj yoktu, bazen kırmızı ruj sürmekle yetiniyordu. Sadece maskara ve ruj kullanmayı seviyordu. Çillerini de saklamıyordu. Akad ise tüm bu karmaşanın tam tersiydi. Kumaş pantolonları kombinlerinin kaçınılmaz parçasıydı, klasik bir ayakkabıyla tamamlıyordu. Kemerlerini özenle seçiyor, gömleklerini daima ütülü giyiyordu. Arada süveter de ekliyordu görünümlerine. Kabanını da soğuk havalarda çıkarmıyor, atkısını boynuna sarıyordu. Lâl'in aksine çanta taşımayı tercih etmiyordu. Klasik tarzını fazlasıyla yansıtan bir adamdı. Geniş omuzlarına eşlik eden uzun boyu onun makyajıydı. Mavi gözleri bir bakanın bir daha bakmasına sebep oluyor, işinden uzak olduğu her an az sakal bırakıyordu. Bu yüzden birbirlerini her gördüklerinde ilk olarak kıyafetlerine laf atıyorlardı, emekli dayı ve evsiz.
"Ne demek o? Telefondan bakacağım." ekranı açtığı gibi telefonun elinden alınması bir olmuştu. "Ne yapıyorsun? Ver şu telefonu."
Henüz öğrenmesini istemiyordu, eve gittiğinde aklına bile gelmediğine o kadar emindi ki o zamanlar aratmayacağını biliyordu. Memleketine özel bir biçimde sevgilim dediğini bilmesi için erkendi. "Neyden korkuyorsun o zaman?" telefonu kabanının cebine koyan Akad gülümsedi, "Çenen düştü bugün bakıyorum." şu ana kadarki en uzun sohbetlerini gerçekleştiriyorlardı. Normalde Lâl küfreder, Akad terbiyesiz diye azarlardı. Birbirleriyle inatlaşmalarının sonunda kulaklığını takarak gözlerini kapayan kadını dakikalarca izlerdi.
Üstelik bugün tek tük kelimelerin aksine uzun cümleler kuruyordu. "Ben de diyorum neden başım ağrıyor, seninle konuşurken zeka seviyem düştüğünden demek." büyük bir aydınlanma yaşamışcasına ses tonuna abartı kattığında incittiği kalpten habersizdi. Bozuntuya vermeden alayla karşılık verdi, "Of ne laftı ama.." kısaca alkışlayarak önüne döndü.
"O yaşlardaki insanların daha olgun olduklarını sanardım."
"Sen kaç yaşındasın?" aslında biliyordu.
Ağzı hafifçe aralanan Lâl, "Seninle gerçekten daha fazla.." diyemeden adının söylenmesiyle susmak zorunda kalmıştı. Seans vaktiydi. Çantasını koluna takarak ayaklandığında bir elini adama doğru uzattı, "Burada işimiz bittiğinde kahve içerken alırsın." böyle bir şey duymayı asla beklemediğinden afallasa da kaşlarını çattı. "Telefonumu ver." dilini damağına vurarak cıklayan Akad ile öfkeyle bir ayağını yere vurdu. Gerçekten bu adam onun imtihanıydı. Üstüne atlayarak telefonu almak bir seçenek gibi gözükse de temas sevmiyordu. Bu yüzden görüş alanından çıkana dek ters bakışlarını ona dikerek odaya girmişti. Gülümseyen aşığından ise birhaberdi.
Kadının yüzündeki huzur dolu ifadeye dahi sinir olduğu bir andaydı. Anlam veremediği bir şekilde sürekli sakin biriydi. Uzun koltuğa geçerek cevap niteliğinde başını sallamakla yetindi. "Seans günlerimi değiştirebiliyor muyum?"
"Maalesef, ancak başka danışanlarımla konuşup anlaşman gerekiyor fakat o da pek mümkün değil. Bir sorun mu var?"
"Kapıdakine ayar oluyorum, uyuz herifin teki."
"Sürekli laf atıp duruyor. Giydiklerime kadar benimle uğraşıyor. Neymiş çok evsiz gibiymişim.. Vücut hatlarımın belli olması beni rahatsız ediyor." öfkeyle hızlı hızlı konuştuğundan ne dediğinin pek farkında değildi.
"Neden? Aslında bir çok insanın hayal edebileceği bir fiziğe sahipsin gibi duruyor." her danışanında farklı bir yol izliyordu. Lâl çoğu şeyi direkt olarak söyleyebilen biri değildi, lafı evirip çevirerek ağzından kelimeleri cımbızla almak gerekiyordu. Bu yüzden ince düşünüyor, olabildiğince normal bir sohbet seyirinde seansları başlatıyordu. "Ne kadar da büyük bir ayrıcalık." bakışlarını yere odaklayarak düşen ifadesiyle sessizleşmişti.
"Vücut hatlarının belli olması mı seni rahatsız ediyor yoksa sana bakanlar mı?"
"Dar kıyafetler giydiğinde ve gözler üzerinde olduğunda ne hissettiğini açıklayabilir misin?"
Geçmiş bir sarmaşıktı, anılar ise bataklık. İçine daldığımız çamurdan kurtulmaya çalışırken, elimizi kolumuzu bağlayarak bizi en dibe çeken sarmaşıklarla boğulurduk. Ne kadar çırpınsak da, dirensek de bu değişmezdi. Yaşadıklarımız zihnimizi ele geçirir, bizi kanlı canlı yiyip bitirirdi. Korkularımız da bu sürecin zehriydi; Sarmaşıkların dikenlerinden bedenimize nükseden bir tutam ölüm. Kaçtığımız geçmişin anıları korkularımızla harlanarak alev alev yanmamıza sebep olurdu. Hissettikleri tam olarak buydu. Bedenini istemiyordu, güzel olmak istemiyordu. Biri ona baktığında ve ya temas ettiğinde zihninde bir çığlık kopuyordu. Çocukluğunun bittiği gün, kansızların yaklaştığı an. "Boğuluyorum.." dedi ilk olarak. "Yapışıyor üstüme, boğuyor beni. İnsanlar baktığında da çıplak hissediyorum, çırılçıplak. Savunmasız."
Lâl'in haberi olmasa da psikolog onunla ilgili bir not daha ekledi defterine.
Çıplaklık onun için savunmasızlık demek.
Diğerleri ise şu şekilde yazılmıştı;
Lâl, konuşamaz olmak anlamına geliyor ve adını anlamını bilerek, kendisi seçmiş.
Temastan nefret ediyor, özellikle karşı cins ile.
Kardeşi için her şeyi yaptığını söylüyor. Bu esnada elleri titredi ve beden dilinden korku sezdim.
Küçükken yeme bozukluğu sorunu çekmiş, büyük lokmaları hâlâ yiyemiyor.
Notların bir kısmını kısaca gözden geçirdiği anda büyük resmi görmüş olmak kanını dondurmaya yetmişti. Fakat bir psikolog olarak takındığı ifadeyi bozmadan dinlemeye devam etti. Hislerini döktüğü esnada özellikle hareketlerini incelemiş, tespitini doğrulamıştı. Konudan uzaklaşmadan başka bir soru yöneltti, "Şimdiye dek herhangi bir ilişkin oldu mu?" başını olumsuz anlamda sallayan kadın ile bir süre daha aynı konudan konuşmuşlardı. Yaptığı çıkarımlar sonucu kendini gösteren gerçekler tüyler ürperticiydi. Direkt olarak sormanın onu tetikleyebileceğini bildiğinden henüz üstü kapalı konuşmuştu. Buna rağmen inanılır gibi değildi.
Kalemini köşeye bırakarak başka bir soru yöneltti. "Abini ilk gördüğünde hakkında ne düşündün? Onun henüz abin olduğunu bilmiyorken." sorunun alakasızlığıyla duraksayan Lâl ne düşündüğünü hatırlamayı denedi. Fakat aklında bağıran ve dudaklarından dökülen tek bir kelime vardı, "Güven." çünkü babası da, abisi de, yıllar geçse de onda sadece bu anlama geliyordu. Güvenmek. Kardeşine de o ismi vermesinin sebebi buydu. "Özellikle karşı cinse karşı temkinli olmanı bir kenara alırsak, öyle bir ortamda bile onu gördüğünde ilk hissettiğin duygu güven miydi?"
Bocalamasına engel olamamıştı, gerçekten de öyleydi. Herkese mesafeli biri olarak, yabancı bir adamı ilk gördüğünde nasıl öyle hissedebilirdi?
"Hafıza ve zihin bağlantısı. Zamanla unutulmuş ya da hatırlanmayan bir kişiyle yıllar sonra karşılaşıldığında, aslında onu tanımış olduğumuzu hissederiz ancak bu his farkındalık seviyesinde değil, bilinçaltında gerçekleşir. Psikolojide, "gizli tanıma" anlamına gelen bu olayı yaşamışsın bir bakıma. İnsanın eski bir anıyı ve ya kişiyi bilinçaltında bir şekilde kaydettiği ancak o anıya dair tam bir hatırlama yapmadığı bir durumu. Yıllar sonra abinle karşılaştığında bilinçaltında bir tanıdıklık hissi doğmuş ama bu his bilinçli olarak fark edebileceğin bir boyuta ulaşmamış. Hafızanın anılarını ve bağlarını, mevcut durumda fark etmeden yeniden yaşaması diyebiliriz kısaca." oturduğu yerde dikleşen Lâl duyduklarıyla hafifçe öne doğru eğildi. "Yani ben abimi aslında tanımış mıyım?" kolay kolay gözyaşı dökebilen bir kadın değildi ama şu anda tüm duygular en uç noktadaydı. Gözleri dolu, kalp atışları hızlıydı.
"Evet. Zihninde abin olduğunu kabullenmişsin ancak sadece bununla da sınırlı değil. Bu durumu kalp ile ilişkilendirdiğimizde, duygusal bağ ve içsel güven hissi ön plana çıkıyor. Onu hissetmen bilinçaltındaki güçlü bir bağlantının ve sevgi temelinin yansıması. Abin, kalbinde hâlâ fazlasıyla büyük bir sevgi ve bağlılık hissine sahip." masadaki peçete kutusunu Lâl'e doğru uzatarak suyu işaret etti. Devam etmek için biraz kendine gelmesini bekledikten sonra cümleleri toparladı, "Küçüklüğünüzden bahsederken en net onun adını geçiriyorsun, ona karşı duyduğun hayranlık seneler geçse de değişmemiş belli ki. Bu da seni bilinçli olarak, aynı zamanda fark etmeden, yeniden tanımaya ve güvenmeye itmiş. Duygusal belleğinde en güzel köşeye sakladığın kişi abin gibi duruyor. Kalbimiz böylesine özel bağları unutmadan yaşamaya devam eder. Unuttuk sanarız fakat saklarız. Onu öldü bilmene rağmen kalbin ilişkinizi, bağınızı hissetmiş. Bu sayede içsel duyguların karşılaştığınızda yüzeye çıkmış bulundu." duyduklarının etkisiyle biraz düşünmeye ihtiyacı olduğundan seansı bitirmeyi talep eden Aşkım ayaklanarak odadan çıkmıştı.
Bıraktığı yerde bekleyen Akad'ı görmezden gelerek lavaboya koşturdu. Yüzüne soğuk bir su çarpmadan kendine gelemeyecekti. Hızlı adımlarla yürürken peşinden bağıran adamı beklemeden içeri girdi. Çantasını tezgahın üzerine neredeyse fırlatarak suyu açtığı gibi aceleyle yüzüne çarptı. "Neden, neden?" bunca yıl bir an olsun sorgulamamıştı. Neden o duruma düştüğünü, neden o iğrenç şeyleri yaşadığını. Fakat dayanamıyordu. Artık dayanamıyordu. O kadar uzun zamandır güçlü durmaya çalışmıştı ki kaldırabilecek gücü kalmamıştı. Birinin onu bu yükün altından çekip çıkarması gerekiyordu ve o biri karşısına çıkmıştı. Öldü sanarken canını, en umutsuz anda bulmuştu. Hasret kaldığı kokusunu içine çekmeye fırsatı bile olmadan karşılaşmışlardı.
En acısı da yanı başında öleceğini sanmaktı. Aşamıyordu gördüklerini, gözünün önünde işkence çektirdiklerini. Güven'i kendini öne sürerek kurtarmayı başarsa da bu sefer yapamamıştı. Korkmuştu. Bir kez daha o şeylere maruz kalmaktan deli gibi korkmuştu. Derin bir nefes alarak hıçkırıklarını dizginlemeye çalıştı, toparlanması gerekiyordu. Yeniden başlayabilirdi. Hayatına sevdiklerini dahil ederek ayağa kalkabilir, her şeyi aşabilirdi. Son kez dedi kendi kendine; Son kez ayağa kalk Aşkım, sonrasında bir daha düşmeyeceksin.
Gözyaşlarını elinin tersiyle silerek dışarı çıktı, kapının önünde bekleyen Akad'a doğru ilerledi. "Telefonum." demesiyle hızla kabanından çıkardığı gibi eline vermişti. "Noldu sana?" hafifçe yanağından tutarak başını kaldırdığında aralarındaki temastan garip bir şekilde çekinmemişti. Rahatsız da olmamıştı. Çenesindeki parmaklar yanağına doğru kayarak belirli belirsiz okşadığında, karşısındaki adamın ancak göğsüne geldiğini yeni idrak edebiliyordu.
Bir şey yok dercesine başını sağa sola salladıktan sonra bir adım gerileyerek teması kesmişti. Eli yanına düşen Akad içeriden adının çağrılmasıyla kısaca o yöne bakındı, "Gitmem gerek. Ama istersen ekebiliriz, kahveye ne dersin?"
Vedalaşmanın ardından ayrılmışlardı. En son kapıdan girerken gözleri denk düşmüş, ilk defa birbirlerine tebessüm etmişlerdi. Şimdi ise parmakları ekranda tek bir kişinin üzerindeydi, Abim.
Yeni telefonuna kaydettiği numarayı, ablasının düzenlediği eğlencenin gecesinde çekinerek almıştı. Dudaklarını dişleyerek ismin üzerine tıkladı, kulağına yasladığında bir kaç saniye geçmeye kalmadan onun sesini duydu.
"Merhaba, rahatsız etmiyorumdur umarım."
Avuç içlerini sıkarak olduğu yerde heyecanla kıpırdanmasına engel olamıyordu. Kısa bir hışırtıdan sonra yeniden konuştu abisi, "Olur mu öyle şey? Etmiyorsun tabi ki. Nasılsın?"
"İyiyim, sen nasılsın?" nasıl hitap edeceği konusunda kararsızdı. Biraz çekiniyor ama utancını yenmeye çalışıyordu.
"Ben de iyiyim.." sessizlik çöktüğünde ikisi de aynı anda söze girmişti.
"Ben müsait misin diye soracaktım.." öksürmeye başladığında cümle yarıda kalmıştı, "Ben gelemiyorum biliyorsun, belki yanıma gelirsin." tekrardan öksürdüğünde arkadan Verda'nın sesi duyuldu. Yavaşça nefes alıp vermesini söylüyordu. Abisi biraz daha durulduğunda cevap vermek için bir saniye beklemedi. "Gelirim tabi, geliyorum şimdi." heyecanını sesine de yansımıştı. Daha fazla onu yormamak adına vedalaşmış ve yeniden hastaneye doğru yola koyulmuştu.
Artık kaybedecek bir saniyeleri dahi yoktu. Aralarındaki tüm engeller yanmış, kül olmuştu. Şu saatten sonra Meva kardeşleri ayırabilecek tek şey ölümdü. Ve ölüm kapıyı çaldığında geride kalanlar bir kez daha kederle savaşacaktı.
-
"Hayır! Çınar durmalısın!" gülerek ellerini yüzüne siper eden Verda aylar sonra ilk kez bu denli mutlu hissediyordu. Sevdiği adamın hayatındaki yerinin büyüklüğünü anlatmaya kelimeler yetmezdi. Gözünün önünde götürdükleri an hayat durmuş ve şimdi yeniden başlamıştı. Solan renkler canlanmış, güneş tekrar doğmuştu. İçinde filizlenen canı toprağa tek başına gömerken ruhundan bir parçayı da yanına bırakmıştı. Zaten diğer yarısı annesinin ve kardeşinin mezarındaydı. Hayat onu hep ölümlerle karşılarken koca bir belirsizlik içerisinde aylarca mücadele vermişti. Ve kazanmıştı. Şimdi ise minik bir haylazlıkla mücadele içerisindeydi; Sargılar değişmeden önce dikkatle duş aldırmaya çalıştığı biricik nişanlısı kafasını oynatıyor, uzamış saçlarından yayılan sularla onu ıslatıyordu.
"Bir daha kocaya gıcık demek var mı?"
Kafasını geriye yatırarak ayaktaki kadına çevirdi mavilerini, "Beyinin sözünü dinle böyle." suratına iki saniyeliğine tutulan duş başlığı cevap niteliğindeydi. "Ah şu ellerim alçılı olmasaydı.."
Arsız bakan mavileri kınayarak suyu kapadı. Şampuanın Çınar'ın bedenine değmemesine özen göstermişti. Doktora danıştığında bu gibi durumlarda kullanılan tıbbi bir örtü olduğunu öğrenmiş, hastaneden rica etmişti. Her şeyi en ince ayrıntısına dek araştırıyordu. "Terbiyesiz koca." köşedeki havluyu eline alarak tüm dikkatiyle, canını yakmadan kurulmayı denedi. "Arsızım ben, doyur beni." kısaca kahvelerini ona değdirdiğinde bu hınzır sırıtış karşısında başını hafifçe sola eğerek tövbestağfurullah diye söylenmişti. Hep böyleydi. Çınar ile başa çıkmanın zorluğuna herkes katlanamazdı. Bulunduğu durumda bile asla susmuyor, hep nişanlısıyla uğraşıyordu. İlk zamanlarki sessiz hâline kıyasla bu şen şakrak tavırlarını tercih eden Verda ise içten içe bu durumdan oldukça memnundu. "Sizi doyurmak ne mümkün Çınar Bey, oralara hiç girmeyelim." havluyu köşeye bırakarak yeniden ona döndüğünde sırıtmasını görmesiyle göz devirdi. Odaya geçtiklerinde alt bedenine pamuk kumaşlı, ince ve bol eşofman giydirmişti. Bacak bölgesindeki yanıkların büyük bir çoğunluğu geçmişti, kesiklerin de yalnızca izleri gözüküyordu. Yine de temas sağlamayacak genişlikte, hava alan kumaşları giymesi daha doğruydu. Üst bedeni için hemşireler sargıya geleceklerdi. Lakin öncesinde biraz kaçamaktan zarar gelmeyeceğini düşünen Çınar aklına gelen fikirle yerinde kıpırdandı, "Yaklaşsana, gözün kızarmış sanki emin olamadım."
"Köpük falan kaçtı herhalde, yaklaş bakayım."
"Kaçmadı ki." hafifçe yatağın üzerindeki nişanlısına doğru eğdi suratını. Dudaklarında hissettiği sıcak dudakların teması sadece bir kaç saniye sürmüştü. "Sen gerçekten.." denecek hiçbir söz bırakmıyordu, "Bir de inanıyorum." kendine isyan etse de durumdan aldığı memnuniyet gözlerinde saklıydı. "Çok emin olamadım tekrar bakayım." minik bir kıkırtıyla uzaklaştı. "Hemşireleri çağırıyorum." bir kaç adımla kapıya doğru yürümeye koyulmuştu.
"Benim hanım da gavat oldu iyice. Beyinin vücudunu herkese sergiliyor."
"Senin hanım bu durumdan hiç memnun değil."
Söylenerek odadan ayrılan Verda ile başını geriye yaslayarak derince soluklandı. Sessizliğin getirisi ağırdı. Sevdiği kadın yanındayken zihnindeki seslerden kaçabilse de, yalnız kaldığı süreçlerde bu pek mümkün değildi. Esir düşme durumunun onu psikolojik olarak yıktığını söyleyemezdi, sadece yaralamıştı. Korkudan değil, gördüklerindendi. Annesi seneler sonra yanına gelmişti, oysa rüyalarına bile uğramıyordu. Onu görememeyi yetersizliğine vurmuştu, belki de Alçin'e yeteri kadar sahip çıkamadığından dolayı annesi öfkeliydi. Bilmiyordu. Fakat ölüme en yakın olduğu zamanda hissettiği eller gerçekti, duyduğu ses, o koku.. Her şey gerçekti. Tıpkı çığlıklarla yardım isteyen küçük Alçin gibi, tıpkı alev alev yanan ailesi gibi.
Daha on yedisinde babasının dağılmış uzuvlarını gördüğünde dahi direnmişti. Ateşler büyük bir patlamayla her yere sıçrarken kucağındaki bedeni sarıp sarmalamış, annesinin elini tutmuştu. Bir cenazede her şeyim dediği insanları toprağa verirken yıkılmamıştı. Babasının ihanetinde dik durmuş, depresyonun en dibindeyken yaşamak zorunda kalmıştı. Her daim güçlü olmak bildiği tek şeydi. Yine bildiğini okumuş, kansızların hiçbirine bir kez olsun yalvarmamıştı. Ettiği tek bir ahtan utanmış, dişlerini sıkarak acıya göğüs germişti. Fakat bildiklerini bozan, ezberlediklerini unutturan bir çift mavilik onu yıkmaya da yakmaya da yetmişti. Aşkım. Beş yaşında öldüğünü sandığı kız kardeşi.
Kanlı canlı karşısında, gözleri gözlerindeydi.
Buna da direnirdi, bunu da yutardı. Ama onu bir yabancı sanarken hayatını dinlediğinde duyduklarını unutmak mümkün değildi. İşte buna kahrolurdu. Beş yaşındaydı, ne fazlası ne eksiği. Kucağında bir bebekle o iğrenç köpeklerin içinde mücadele verirken belki de hepsinden daha güçlüydü. Bunca yıllık hayatında ettiği isyanlardan utandırmıştı Çınar'ı. Ne kadar zor olsa da en azından özgürdü; Yiyecek yemeği, içecek suyu vardı. Doyabileceği bir gökyüzü, özgürce soluyabileceği bir oksijene sahipti. Sağlıklıydı. Yattığı yer yumuşak, bulunduğu ortam sıcaktı. Dilediğince yürüyebiliyor, koşabiliyordu. Kahkaha atabiliyor, hatta istediği gibi konuşabiliyordu. Bunlar dışarıdan çok normal gözükse de Aşkım bu imkanların hiçbirine senelerce sahip olamamıştı. Yemek yiyememişti mesela, ödemesi gereken bedeller vardı. Verdikleri kuru ekmeği ve kokmuş şeyleri kendinden önce küçük kardeşine yedirirdi. Sularını paylaşırlardı çünkü susuzluktan bayılacak duruma geldikleri olurdu. Gökyüzünü sadece tahta camdan yansıyan aralık ışıklardan görebilirlerdi, oksijen ise yalnızca rutubet ve küf kokusundan ibaretti. Leş kokan ağızlar, ter kokan bedenleri saymaya gerek yoktu. Yattıkları yer taştan, bulundukları ortam soğuktu. Isınmak için yalvar yakar ve yine bedel ödeyerek battaniye alabilirdi. Eğer şanslıysa bileğindeki zincirin ağırlığını taşıyabildiğinde yürür, küçücük odada sessizce oyun oynarken koşarlardı. Kahkaha atamazlardı çünkü zaten gülecek hiçbir nedeni yoktu. Konuşurken fısıldar, sesinin duyulmaması için elinden geleni yapardı. Sesini kesmişlerdi, her anlamda.
Hayat, Aşkım ve Güven'e bir çocukluk borçluydu.
Tüm bu gerçekler yetmezmiş gibi bir de üstüne hiç doğmadı sandığı kardeşinin yaşadığını öğrenmişti. Onu ilk gördüğünde solunda, daha önce kendinin bile fark edemediği koca bir boşluk dolmuştu. Bir nefes vermiş, bin huzur çekmişti. Mucize bir çocuktu, görünüşü tamamen annesi ve büyük ablasıyken, gözleri kendine ve küçük ablasına benziyordu. Yapısı ile heybeti yaşına bakıldığında oldukça fazlaydı. Baş başa konuşma fırsatı elde edememişlerdi fakat Verda'dan öğrendiği kadarıyla Tıp Fakültesi öğrencisiydi, hem de en iyi üniversitelerden birinde. Gururdan akıtmak istediği gözyaşını tutmuş, kendine bunu hak görmemişti Çınar. Bu çocuğun hiç ailesi olmamıştı, şimdi ona en doğru şekilde nasıl bir aile olacağını düşünüyordu. Birbirlerini tanımak adına uzun bir yolları vardı. Ve bu yolda, henüz hiçbir şeyden haberi olmayan Alçin'de vardı.
Gözlerini sıkıca kapayarak düşüncelerinden sıyrılmayı denedi. Geçecekti, bunlar da geçecekti. Her şey yoluna girecekti. Önce sapasağlam ayaklanması gerekiyordu. Stres yaparken bu pek mümkün olmayacağından, bir süre her şeyi zamana bırakmaya karar verdi. Eşzamanlı olarak aralanan kapı ile gözlerini açtı. "Müsait misin kocam?" az önce gavat falan demişti fakat bu büyük bir hakaretti. Çünkü nişanlısı gavat olmaktan çok uzak bir kadındı. Hem de çok çok, fazlasıyla çok. Kıskançlıktan ötürü topuğuna sıktığı zamanı unutmak onun aptallığıydı.
Hemşireler pansumanı yapıp, sargıları değiştirdikten sonra Verda üstüne bol, ipek bir tişört geçirmişti. Odadan çıkan kişilerle şimdi yeniden ikisi yalnızdı. "Canın acıyor mu? Dışarı çıkıp hava almak istersin diye tişört giydirdim ama çıkartabiliriz."
"Acımıyor yavrum." bir kaç saat sonra rutin kontroller yapılacak, gidişat hakkında bilgi verilecekti. Yatağın ucuna oturan kadına çevirdi mavilerini, bir derdi vardı, belliydi. Fakat söylemiyordu. Gözlerinden anlardı Çınar, bakışından bile değil, sadece gözlerinden. Babası ile ilgili bir sorun olabilir diye düşünmüştü, üzerine gitmiyordu. Sadece yapabildiği kadar sarıp sarmalıyor, kafasını dağıtmayı amaçlıyordu. "Çınar.." dedi mırıldanarak, bu anlara erir giderdi mesela. O ses tonuyla yaptıramayacağı hiçbir şey yoktu. Daha şimdiden büyülenmişcesine kalakalmıştı. "Çınar.. Telefonun çalıyor sevgilim." masadaki telefonu alarak kimin aradığına bakındı. Lâl diye değil Aşkım diye kayıtlıydı. Bu isim çoğu zaman minik bir kriz yaratıyordu. Başka birileri acaba telefonuna nasıl kaydediyor diye düşünmeden edemiyordu. Tebessüm ederek aramayı yanıtlamış, hopörlere alarak sevgilisinin yakınına koymuştu.
"Alo?" dedi Çınar kim olduğunu anlamak istercesine.
Fakat kesinlikle küçük kız kardeşini beklemiyordu. Mavileri ekrana çevrildiğinde anlık duraksamıştı. Yerinde hafifçe dikleşerek telefona başını yaklaştırdı. Kısa sohbetleri bittiğinde buraya geleceğini bilmek anlamsız bir heyecana sebep olmuştu.
Pek heyecanlanan bir adam değildi.
"Büyüdükçe çok güzel bir kadın olmuş." küçüklük fotoğraflarından ve nişanlısından dinlediği kadarıyla aşinaydı. "Keşke böyle büyümek zorunda olmasaydı." uzun cümlelerden sonra derince soluklanıyordu.
"Artık kavuştunuz sevgilim. Beraber yaralarınızı saracaksınız, geçmişi unutacaksınız." saçlarını okşadı. "İnsanlara ne kadar iyi geldiğini bir bilsen.." Çınar etkisiydi. Hayatına girdiği kişilere güneş gibi geliyordu, yanında olduğu insan kendini daha güçlü hissediyordu.
"Sen herkese, ben sana." saçlarından öperek az da olsa özlem gidermeyi denedi. Fakat yetmedi. Biraz da dudaklarından bir tutam özlem kopardı. "En çok sana. Her şeyim en çok sana Verda."
"Verda.." kıkırdadı gözyaşını silerek, "Bana ilk böyle seslendiğinde şaşırmıştım." ismi Begil olmasına rağmen öyle denmesi garip gelmişti. "Gülüm olduğunu o an anladım işte. İleri görüşlü bir adamım." anlamı gül çiçeğiydi. "Yavrum da demiştin."
Timlerinden Hilmi ve Kamil farkında olmadan aynı kızla flörtleşmişlerdi. Gerçek bile olmayan profil, ismini "yavrum" yapmıştı. O iki saftirik de buna inanmış, yavrum yavrum diyerek ortalıklarda dolanıyorlardı. Bir gün aynı kızla, ki kız bile değildi, konuştuklarını anladıklarında Kamil kızı sesli aramış, telefonu açan erkeğe de yavrum demişti. O an erkek sesi duymak ikisi için de büyük bir vurgundu. Tüm bunlar yaşanırken arkadan gelen Çınar komutanları enselerine şamarı basmıştı. Ve hem onlara iyi bir ders olması açısından tüm askeriyeyi diş fırçasıyla, yağmurun altında köpükleterek temizletmiş, hem de unutulmaması için timdekilere yavrum diye seslenmeye başlamıştı.
Aşkım gelene kadar ufak kaçamaklar yapan ikili, kapının tıklanmasıyla birbirlerinden uzaklaşmak durumunda kalmıştı. "Geldim!" kapı kolunu indiren Verda karşısında gördüğü bedenle kocaman gülümsedi.
"Merhaba." aynı şekilde gülümseyen Aşkım içeri girdiğinde kısaca birbirlerine sarılmış, hâl hatır sormuşlardı. "Bunu nereye koyabilirim? Bilmiyorum yiyebilir mi ama hatırladığım kadarıyla.." devamını getiremedi. Hatırladığı kadarıyla abisi ekler seviyordu. Çok eskilerden bir bilgiydi, emin de değildi. "Evet, seviyor canım." karşısındaki kadının sırtını sıvazlayarak poşeti eline almış, odadaki mini dolaba yönelmişti. Peşinden yürüyerek sakin kalmayı denedi, biraz gergindi.
Yatağın üzerindeki Çınar, kardeşini görmesiyle tüm içtenliğiyle tebessüm etmişti. "Hoşgeldin."
"Hoşbuldum.." önünde birleştirdiği ellerini birbirine doluyor, sıkıyordu. Heyecanlıyken sık sık yaptığı bu hareketi hatırlayan abisi derin bir nefes aldı. En azından bazı şeyler bıraktığı gibi kalmıştı. "Kusura bakma, pek iyi görünmüyorum farkındayım." cümle bitiminde öksürük başladığında, bir kaç adımla ilerleyerek masadaki suyu abisine içirdi. "Hayır, gayet iyi görünüyorsun." bardağı yeniden yerine bırakarak uzaklaştı.
"Geçsene canım." koltuğu işaret eden Verda ile başını onaylar şekilde sallayarak oturdu. Yengesi gerçekten güzel bir kadındı, kahverengi uzun kıvırcık saçları, aynı renkte koca ceylan gözleri ve nahif ses tonuyla oldukça zarif gözüküyordu. Hafif belirgin kol kaslarını es geçmek olmazdı tabi. Kokusu da anlamsız bir güven oluşturuyordu. Abisine çevirdi mavilerini. Değişmişti. Kumral saçları uzamış, sakalları çıkmıştı. Çehresi sertleşmiş, bakışlarına yorgunluk eklenmişti. Oysa bunca yıl kafasında on yedi yaşındaki gibiydi; Parlayan gözleri, neşeli davranışları. Bir insanı nasıl bırakıyorsak öyle hatırlardık. Belki de bu yüzden yeniden karşılaştığımızda yabancılık çekerdik. Çünkü değişirlerdi, değişirdik. Masum isek kirlenir, mutluysak durulurduk. Fakat zamanın eli değdiğinde mutlaka olumsuz olarak evrilirdik.
"İyi olmaya çalışıyorum." yeniden garip bir sessizlik çöktüğünde birbirlerinden gözlerini kaçırıyorlardı.
"Alçin.. Abla, ablam nasıl?" bir an ne diyeceğini bilememişti. Kutlama günü ilk kez baş başa konuştuklarında kalbi pır pır atmıştı. "O da iyi, yoğun biraz." başını onaylar şekilde sallayarak, "Güven ile konuşuyorlar." dedi. Arada mesajlaştıklarından haberdardı. "Güven nasıl, iyi mi?"
"İyi, şu sıralar biraz garip sadece."
"Hayırdır?" ses tonundaki merağı gizleyememişti fakat derinlerde saklı olan korkuyu bir tek Verda anlardı. Yeteri kadar kötü olay üzerine bir de en küçük kardeşine zarar gelmesini istemiyordu.
"Hayır galiba. Aşık olmuş. Alık alık geziyor evde."
"Aa, ne sevimli." yengesinin sözüyle kıkırdadı. "Bir de bize sor."
"Kime peki, tanıyor muyuz?" abisinin sorusuyla başını onaylar şekilde salladı. "Hira."
"Bizim Hira?" aynı anda şaşkınlıkla konuştuklarında önce küçük bir kıkırtı, sonra kahkahaya dönüşen gülümsemesini kontrol edemiyordu Çınar. Fazla şiddetli gülmek canını yaktığında elini kaburgalarına attı. Acar'ı Alçin'den uzak tutma çabaları bir yana dursun, kendi kardeşi adamın kardeşine aşık olmuştu. Bir de karşılıklı ise şu an ondan mutlusu olmazdı. "Acarbay'ların Hira'dan mı bahsediyoruz?" emin olmak istercesine direten Verda ile bu sefer öksürerek gülmeye başlamıştı. "Abi dur bir şey olacak şimdi." öne atılan Aşkım korkuyla yengesini onayladı, "Evet, o Hira." bir yandan abisinin yastığını düzeltiyordu, eliyle kolunu tutarak sakinleşmesi konusunda söylenmeden de edememişti.
Gülüşü yavaşça durulan Çınar, az önce duyduğu kelimenin etkisiyle kolundaki ele çevirdi mavilerini.
"Ne oldu?" ikiliye baktı, "Bir şey mi oldu?" avcunu çekerek ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Yaklaşık bir saat boyunca sohbet etmiş, hayatlarındaki güncel şeylerden bahsetmişlerdi. Koskoca on sekiz yılı kısacık zamana sığdırmayı denemişlerdi. Artık olumsuz cümleler yoktu, geçmiş hiç yoktu. Sadece yaraların bıraktığı izler ve her izi kapayacak bir sevgi bağı vardı. Tamamen yok etmezdi ama unuttururdu.
Hiç yaşanmamış sayılamazdı ama o kadar da üzmezdi.
Belki tam anlamıyla kardeş olamazlardı, yabancı kalırlardı ama denerlerdi.
Çünkü gönülden büyüyen bir sevgi bağı, her insana umut olurdu. Ve umut; İnsanı yaşatırdı.
-
"Canım." sıkıca kollarım arasına aldım Umay'ı. Gidiyordu. Vakit ayrılık vaktiydi. O gecenin ertesi günü sadece ona vakit ayırmıştım. Aylardır yan yana olmamıza rağmen göremediğimiz bir çok şeyi paylaşmıştık birbirimizle. Nasıl aşık olduğunu, bunu nasıl anladığını anlatmıştı. Oradaki arkadaşlarını, evini, anılarını, dava sürecini dinlemiştim.
Bir apartman içerisinde, üç ev arkadaşıyla beraber yaşıyordu. Kızların ikisi doktor, biri hemşireydi. Bahar'dan bahsettiğinde göz devirmeme engel olamamıştım, o kızla birbirimize uyuz oluyorduk senelerdir.
Ve tanıştığımızdan beri ilk defa onun ağzından hayatını dinlemiştim. Duyduklarım ağırdı, fazlasıyla ağırdı. Lakin her şeyin aksine onun içindeki gücün fazlalığı en göze çarpandı. Hırsı ya felaketi olacaktı ya da zaferi. Umarım ki ikincisi olurdu. Her şeyin en iyisini hak ediyordu, yüreğimde en güzel köşede yeri vardı.
"Keşke gitmesen." dedim geri çekilmeden. "Özle beni biraz, g.tle don gibi olunca değerim azalıyor tatlım." kıkırdayarak hafifçe uzaklaştım. Dün sadece ondan değil, benden de bahsetmiştik. Onun aksine çocukluğumu açamamıştım belki ama içimdekileri dile getirebilmiştim. Bana yine çok yardımcı olmuştu. Duygularımın arkasında durmamın doğru olduğunu söylemişti çünkü bunu gerçekten hak eden birine yapacağımı biliyordu.
"Kalp kendine yakışanı seçer Alçin, öz saygını yitirmediğin sürece zorluklar karşısında direnmen en doğrusu."
Öz saygı kısmını vurgulamıştı, aynı zamanda öz sevgiyi de. Hiçbir adamın, hiç kimsenin bunlara zarar vermemesi gerekirdi. Günün sonunda kendimizle baş başaydık ve sığınacağımız tek kişi yine kendimiz oluyorduk. Sevgim için direnecektim ama yıpranmayacaktım. Aşkım için savaşacaktım ama her sonuca hazır olacaktım. Sevdamı hep yüreğimde saklayacaktım ama istenmezsem de sadece kendim yaşayacaktım. İlkti. Bilgim yoktu, belki saçmalıyordum, belki abartıyordum fakat bu şekilde yaşıyorduk hayatı. Deneme ve yanılma üzerine kurulu bir düzende benim de payıma düşenler zor olanlardı. Aşkım da kolay olmayacaktı. "Ara beni olur mu?" suratımdaki çocuksu ifadeye göz devirdi.
"Bir de bana değiştin diyorsun, asıl kendine bak." gülümsediğimde, duyduğum koca çığlıkla başımı sesin geldiği yöne çevirdim. "Umay! Dur!" Saadettin, topukları poposuna vurarak buraya koşturuyordu. Suratı kıpkırmızıydı. Nefes nefeseydi. "İtiraz ediyorum!" mahalleden bir kaç kişi camdan dışarı çıkmıştı. Tek elimle ağzımı kapatarak büyük bir dehşetle karşımdaki adamı izliyordum. "Neye itiraz ediyorsun oğlum?" kaşları çatılan arkadaşım neler olduğunu çözmeye çalışıyordu.
Avuçlarını dizlerine yaslamış, sık nefeslerini düzene oturtmayı deniyordu. Hafiften toparlandığında cebinden bir paket çıkardı, "Bana veda etmeden gitmene itiraz ediyorum." buruşmuş paketin içindekini merak ediyordum. "Bak, bizim." dedi paketi kendi yırtarak. "Madem kendin açacaktın, neden pakete koyduruyorsun?"
"Arada çok fiyat farkı yoktu. Değerlendireyim dedim."
Başımızı sağa sola salladık, umutsuz vakaydı. Dikkatle üç saat çıkardı, birini kendi aldı, birini Umay'a uzattı ve birini bana verdi.
Elimdeki saate bakındım, kayışları siyah deridendi. Dokusu gerçekten kaliteliydi. Biraz daha inceledim, kadranında bir adalet terazisi yer alıyordu ve hemen yanında kocaman bir biçimde el yazısıyla baş harfim yazıyordu. Gerçekten hem zarif, hem ağırdı.
"Dostluk saati." bileğine geçirerek bize döndü, gözleriyle beğenip beğenmediğimizi anlamaya çalışıyordu. "Bunu hiç çıkartmayacağım." birbirimize yardım ederek taktığımızda Umay'ı onayladım. "Nereden geldi aklına?"
"Hiç arkadaşım yokken geldiniz buldunuz beni, ufak bir hediye vermek istedim size."
"Asıl sen beni buldun, birden kahve içme tekliflerinle darlamasan ne yapardım?" kolunu sıvazladım, "Sen de beni buldun Alçin, dayak yerken hem de." güldük hepimiz. Değişik ama bir o kadar da özel şekillerde, doğru zamanda tanışmıştık. Umay telefonunun çalması ile artık yola çıkma vakti geldiğini söylemişti, kapının önüne gelen arabayla son kez sarıldık.
"Selamünaleyküm." Karan elini göğsüne koyarak ağır abi selamı verdiğinde gülmemek için dudaklarımı dişledim.
Bu adamın her hareketi Umay'ın o kadar zıttıydı ki her seferinde kahkahalara boğulacak gibi oluyordum. "Selam." dedi Saadettin sevecen bir tavırla. Ama burada sevilmediği gibi Siirt'de de sevilmiyordu anlaşılan. Çünkü Karan'ın ona karşı olan bakışlarındaki tersliği sezmemek imkansızdı.
Hafif bir baş selamıyla karşılık verdim, arabaya sevgilisinin çantasını ve ufak tefek eşyalarını yerleştirirken bizimle sohbet ediyordu. "Abiniz nasıl oldu?"
"Sağ olun, toparlıyor diyelim."
"Kaldırın şu resmiyeti, bayılacağım gerçekten!" bakışlarım ela gözlere döndü, "Beni de götür." çocuk gibi ayaklarımı yere vurarak huysuzlanmak istiyordum. Çok işim vardı. Daha buradan askeriyeye geçip, klasik denetimlerden geçecektik. Fakat ben arkadaşımın arabasına atlayıp, onunla orada bir kaç ay kalmak istiyordum. Ne olurdu döndüğümde her şey çözülmüş olsa? Hiçbir derdim tasam kalmasa, tek sıkıntım aşk olsa.
Sado'mun heyecanla söylediği kelime ağzına tıkılmıştı. Karan resmen gözleriyle ateş atıyordu. "Kardeşim sana zahmet olmazsa bana bir bardak su verebilir misin?" cümlesi kulağa çok kibar gelse de ses tonundaki gerginlik hissediliyordu. Başını onaylar şekilde salladı garibim. "Anahtar kapının üzerinde." diye mırıldandığımda çoktan mutfağa gitmişti.
Umay ona ayak uydurmak yerine beklemeye karar verdiğinde, kollarını göğsünde birleştirerek yenilgiyle bagaja yaslanmıştı.
Aradan geçen bir kaç dakikanın ardından arabanın içindeki bedenlere el sallıyorduk, ilerleyerek gözden kaybolduklarında Saadettin'in elindeki su dolu bardağı alarak arkalarından döktüm. En azından boşa gitmemişti.
-
Geniş alanda gezinen gözlerim aynadaki aksimle kesiştiğinde üzerimdekileri inceliyordum. Dar, siyah, tüm bedenimi saran bir tulum giymiştim. Birnevi spor yapacağımızdan dolayı rahat olmak önemliydi. Sol bacağıma taktığım kemer belimi de sarıyordu, bu şekilde yabancı filmlerden çıkmış ajanlara benziyordum. Normalde topuklu botlarımla tamamlayacağım mükemmel kombinimi spor ayakkabılarımla bozmak zorunda kalmıştım. Neyse ki tepeden sıkıca at kuyruğu yaptığım saçlarım durumu toparlıyordu. Askeriyenin genelde askerlerin eğitim gördüğü kısmındaydık. Öyle ki bir çok kişi bizi izlemek için toparlanmıştı. "Kendinize güveniyor musunuz savcım?" yanımda, kulağıma doğru fısıldayan adama çevirdim gözlerimi. Başsavcıydı, yaşı çok olmasa da benden büyüktü.
"Bu sefer şansa ihtiyacınız olacak."
Küçümseyici bakışlarına karşılık en rahat ifadelerimi gönderdim. Fazla konuşuyordu, "Güç şans gerektirmez Başsavcım." Saadettin sözleriyle yanımda bittiğinde benim aksime en ters ifadesiyle sağımdaki adama bakıyordu. Bir kolunu omzundan geçirerek biraz kendine çektiğinde, beni ondan uzaklaştırmıştı. Tepkilerimize suratındaki sırıtışıyla küfreden adama tebessüm ettim. Son gülen iyi gülerdi. "Derdi ne bunun?" kulağıma fısıldayan Sado'ma omuz silktim.
"Geçin bakalım." askerin konuşmasıyla atış alanındaki yerlerimizi aldık. Hepsinin eğitimini görmüştüm ve tahmin edin bakalım hem okulda, hem de stajda en iyisi kimdi? Dudaklarımı ıslatarak karşımdaki hedeflerde göz gezdirdim, belirli bir mesafeye kadar çıplak gözle gözüküyordu. Fakat burası o kadar büyüktü ki ilerideki hedefleri görmek için gözlerimi kısmam, hatta biraz da başımı öne eğmem gerekiyordu. Bu şekilde noktadan farksızlardı. Uzun uzun hedef almadan direkt bas Alçin, unutma, beklemek hedef şaşırtır. "Biraz daha öne gelin." hep birlikte dört adım attık. Belli bir noktaya gelince durduk. Önümüzdeki masada silah parçaları duruyordu. "Silahı kurun." yandaki sayaçtan süre başladığında elimi hızlı tutarak, tek tek tüm parçaları birleştirdim. Sonucunda ortaya çıkan Glock 17 ile en çabuk bitiren bendim. Diğerlerine baktığımda ise benden sonra Sado'm zaferin sahibiydi. Herkes teker teker kurduğunda bir dakika sürmüştü. "Gözlerinizi kapatın. Bir dakika içerisinde silahı sökmüş olacaksınız." gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım, sürenin başladığına dair komut verildiğinde avuç içlerimdeki metali olabilecek en hızlı biçimde parçalara ayırdım. Ellerimi havaya kaldırarak gözlerimi açtığımda ilk baktığım şey sayaç olmuştu, tamı tamına 34 saniye. Ve her şey olması gerektiği gibiydi. Yine ilk bitiren bendim. Az önce kafa tutan Başsavcı da bitirerek yandan bir bakış attığında önüne geri dönmüştü. Beden dilinden öfkelendiğini anlayabiliyordum. Yumruk yaptığı ellerini açıp kapıyordu. Aynı şeyleri G3 tüfeği için de yaptığımızda sonuç değişmemişti. Gerek eğitimler, gerek abimden ötürü silahlara çok hakimdim. Verda staj zamanlarımda yanımdayken ekstra olarak başımı ütülüyordu. Her şeyi en ince detayına kadar anlatmıştı, uygulamalı olarak da bir çok kez göstermişti. Şimdi sebebini daha iyi anlayabiliyordum. Aklımda kalanların yanı sıra el hakimliğim de gelişmişti. Asker notları aldığında ikinci turun atış olduğuna dair bilgilendirmişti. Başımı hafif bir açıyla soluma eğdim, ikinci sırada ben vardım. Ellerimi kütleterek bileklerimi çevirdim. "Başlayabiliriz." Sado'ma kısa bir bakış attım, ilk oydu. Tabancayı eline alarak gözlerini kıstı, istenilen hedefi tam on ikiden olamasa da yakınından vurmuştu. Diğer iki hedefe de aynı şeyleri tekrarladığında masaya bıraktığı tabancayla sıra bana geçmişti.
Bacaklarımı hafifçe iki yana açtım, omuz hizamdaydı. Önce gözlerimi kısarak hedefi belirlediğimde oraya kitlendim. Gözlerim alandayken masanın üzerindeki silahı sağ avucuma alarak iki elimle sıkıca kavradım. Soğuk metal içimde anlamsız duyguları tetikliyordu. Yanındaki tuşu çevirdim. Başparmağımı kapak takımının altına uzattım, daha sabit bir vuruş istiyordum. Kollarımı düzelmesine diktim, duruşumu daha sağlam hâle getirdim. Son kez hedefi gözüme kestirdiğimde parmağım tetiğe değdi. Düşünmedim, düşünürsem zaman kaybederdim. Gerçek bir düşmana karşı en hızlı hamlelerinizi kullanmazsanız ölürsünüz dedi kulaklarımda hocamın sesi. Hak verdim.
Her şey bir kaç saniye içerisinde gerçekleşmişti.
Kurşunlar havada uçuşmuş, atışlarımı gerçekleştirmiştim. "Demek ki bazen güç yetmezmiş savcım." sağ tarafımdaki adamın mırıltısıyla bakışlarım onu buldu. Kibirli ifadesinde saklamaktan geri durmadığı her türlü nefreti barındırıyordu. Benle derdi neydi çözebilmiş değildim. "Alçin Ahsen Savcı, belirlenen hedefin daha uzağına vurarak elindeki tabancayla ve bulunduğu mesafeyle yeni bir rekora imza atmış gibi gözüküyor." askerin cümlesiyle bozguna uğrayan adama göz kırptım.
Küçük hedefler tozdan farksızdı, elimin tersiyle dahi silmeye değmezdi. Üflerdim, giderdi.
Hedefin iki gerisindeki tahtalara atış yapmıştım. İçimdeki hırs bu noktada kendini ortaya çıkarmıştı, kimse beni küçümseyemezdi. Saygısızlık söz konusu bile olamazdı.
Sıra ona geçtiğinde az önceki öfkesinin yerini tedirginlik almıştı. Atış komutu verildiğinde bir kaç saniye beklemişti, elleri titriyordu, "Şansa ihtiyacınız var gibi duruyor. Ah yoksa güç mü demeliyim?" fısıltımla alnından akan terler yanaklarına süzülüyordu. Dişlerini sıktığını yandan görebiliyordum. Üç atış gerçekleştirdiğinde pek iyi sayılmazdı. Sırasıyla herkes elinden geleni yaptığında en yüksek takdire sahip olan bendim. Diğer askerlerin kısık cümlelerini duyabiliyorduk, genel olarak bana karşı şaşkınlıklarını dile getiriyorlardı.
Şimdi sandalyelere geçmemiz söylenmişti. Tek tek ellerimiz ve ayaklarımız arkadan bağlandığında yaklaşık beş dakika süre verilmişti. Su altı eğitimi almamıştık ama havuzda nefes kontrolü egzersizleri öğrenmiştik. Yine aynı şekilde daha önce sandalyelere bağlanmamıştık ama kelepçeleri anahtarsız açmayı öğrenmiştik. İpleri ilk kez deneyecektim. Askerin attığı düğüm sayısını görmememe rağmen aklımda tutmayı deniyordum, düdük çaldığında gözlerimi kapatarak odaklanmaya çalıştım. Üçüncü dakika olmak üzereyken ellerimi nihayet çözebilmiştim, çok az kalmıştı, Saadettin'in bağırmasıyla gözlerimi açtım. Başarmıştı! İlk yapan oydu. Gülümsedim, sonra yeniden işime döndüm. Ayak bileklerime eğilerek kıpırdayışlarımla gevşettiğim ipi tırnaklarımla söke söke çözmeyi denedim. Son kısmı da çözdüğümde ellerimi havaya kaldırarak ayaklandım. İkinci bitiren bendim. Biraz bekledikten sonra sürenin son bulmasıyla başarıyla sonuçlandırabilen yalnızca dört kişi vardı. Gerisi yapmamıştı.
Maalesef ki Başsavcı yapabilenler arasında bizimle yer alıyordu.
Dinlenmemize asla fırsat verilmiyordu. Ki doğru olan da buydu. Şu anda çevremizde bir çember oluşmuştu. Şimdi yakın dövüş vaktiydi. Boks kursu geçmişimin bu konuda bana fazlasıyla yardımcı olacağını biliyordum. Tek tek hepimiz subaylarla denemeye tabi tutulduğumuzda benimle birlikte hukuk ekibinden yalnızca bir kadın vardı. Söylemesi ayıp, diğerini -Hakime- içeri tıkmıştım. Daha doğrusu az kalmıştı. Sırada kendi aramızda dövüş vardı, en sona kalan bendim. İncelediğim hareketlerden güçlü olanları gözlemleyerek kendime pay çıkarmaya epey vaktim olmuştu. Muhtemelen diğer kadınla dövüşecektim. Esneyerek çevreye bakındım, baya insan toplanmıştı. Başsavcıdan sonra sıra bendeydi. "İzninizle Alçin Ahsen savcıyı meydan okumaya davet ediyorum." sesiyle bakışlarım alana çevrildi.
Sesler kesilip ortamda sessizlik oluştuğunda kısaca karşımdaki adama bakındım. Derdi neydi? O gözlerindeki nefreti biraz daha kısmazsa bana bakan gözlerini çıkarıp eline verecektim. "Ben varım, yetmez mi?" Sado'mun yükselişiyle sakin olmasını söyledim. Bana karşı olan koruyucu tutumu gün geçtikçe artıyordu. Birbirimizi bu sazanların içinde savunuyorduk çünkü kimin ne olduğu belli değildi. Davamız sonuçlanana dek herkese karşı tedbirli olmaya çalışıyorduk. Derin bir nefes aldım, "Kabul ediyorum Başsavcım." bir adım attım, ardımda söylenen Saadettin'i geride bırakarak bir kaç adımla yanında bittim. Peşimden bunun hata olduğuna dair söyleniyordu lakin bir kere sinirime basılmıştı. Geri dönüş söz konusu olamazdı. Pozisyonlarımızı almıştık, saatlerdir takındığım rahat ifademin aksine şimdi gerçek yüzümü gösteriyordum. Yüzüne bakarken ne onun gibi kin, ne de öfke doluydum. Tiksintiyle kuşandım. Bence bir insana verilebilecek en ağır bakış buydu. Karşımda beni küçümseyen, dalga geçmeyi esirgemeyen biri varken daha azıyla yetinemezdim. Anlık affalayan suratını toparlayarak bana göz kırptı, "Dikkat edin de kolunuz bacağınız kırılmasın savcım." açık açık niyetini belli ediyordu. Kolumu ya da bacağımı kıracak insan anasının karnından doğmamıştı. Şayet kıracak olursa bilekleri eskisi kadar sağlam olmazdı.
Zarar görürsem zarar verirdim.
Verilen komutla havada uçan yumruğunu geriye çekilerek boşa savurmasını sağladım. Beni o kadar küçümsüyordu ki beklemediği hamlem karşısında bocalamıştı, bunu fırsat bilerek suratına az önce boşa giden yumruğun nasıl atılacağını öğretmek istercesine sertçe vurdum. Etkisiyle sendeleyerek yana düşen yüzünü zor toparlamıştı. Kural bir; Rakibini asla küçümseme. Kendine güven ama belli etme. Özgüven damarlarında akan bir his, hırs olay anında zihninde dönen bir harita olsun. Öfkeyle ard arda tekme, yumruk, tekme, yumruk ve tekrar tekme denediğinde hepsinin boşa gitmesiyle ortamda sesler yükselmişti. Resmen kafes dövüşünde gibiydik. Kural iki; Duygularını düşmanından gizle. Herhangi bir duygu yansımaması onu psikolojik olarak zorlar ve fiziksel hatalar doğurur. Hamlelerini önlemek sıktığından çevremde dönerek tüm gücümle tekme attım, aslında yüzüne çok yakışırdı fakat koluna atmak da içimi soğutmaya yetmişti. "Ahsen.." dedi dişleri arasından. Adeta ateş fışkıran irislerinden geçen duygular netti, nefret. Birden böyle bir insana evrilmesinin altındaki sebebi çok merak ediyordum. Çok iletişimimiz yoktu, ilk başlarda da soğuk olsa da bu kadar değildi. Durduk yere böyle davranıyordu. Tuttuğu omzunu bırakarak üzerime öyle bir koştu ki her şey saniyeler içerisinde gelişti. Tek kolunu boynuma geçirerek beni çevirmiş ve arkamdaki yerini almıştı. Kafamı dirseğiyle göğsü arasına sıkıştırıyordu. Baskısı artana kadar hareket etmedim, yandan ona bakıyordum. Birbirimize attığımız bakışların başkalarına nasıl gözüktüğünü tahmin edebiliyordum. Baskısı artınca ve hareket etmediğimde nefesim gittikçe düzensizleşiyordu, "Fikriniz hâlâ aynı mı?" diye sordum. Güç ve şans. "Yanılmadığımı görüyorum." daha da sıktığında askerlerin üzerimize geldiğini görmüştüm. Tek elimi kaldırarak onları durdurdum, "Yeter bu kadar! Bırak." Saadettin'in öfkeli ses tonunu işitmemle duymazdan geldim, "Özgüven ve kibir arasında ince bir çizgi vardır." çenemi kaldırdım, tutuşu sıkıydı, "Kibir insanın sonu olur." cümlemin bitiminde biriktirdiğim tüm gücü ve öfkemi birbirine harmanlayarak kolunu kavradım. Sırtıma verdiğim destekle duruşumu da sağlama aldığımda ayaklarımı yere bastırdım. Bileklerime kuvvetti. Hafifçe eğilerek sırtımın üzerinden havada döndürdüğüm bedeni bir hamlede yere serdim. Şu dakikadan sonra beni kimse tutamazdı. Acı dolu büyük iniltisi öfkemi tetikliyordu, ayağa kalkarak karşımda dikildiğinde buruşan suratındaki tepkileri zayıf noktasının neresi olduğunu anlamama yardımcı oluyordu.
Bana yeniden dokunamazdı, o şansını kaybetmişti. Hızla omzundan tutarak karnına diz attım, inlemesine kulak vermeden beş, altı kere devam ettiğimde çevredeki bağırışlar o kadar büyüktü ki herkes kendini anlamsız bir yarışa kaptırmıştı. Kendini toplamasına fırsat vermeden yakalarından kavrayarak kafa attım, yeniden yere savrulduğunda baygındı. Burnundan akan kanın yanı sıra, kısık gözleriyle ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyordu. Askerler uzaklaşmamı söylediklerinde burnumu çekerek yerdeki adama elimi uzattım, "Şanslı günümdeydim. Üzerinize alınmayın lütfen, yetersiz olduğunuzu düşünmenizi istemem." gülümsedim. Ters bakışlarıyla elimi tutarak ayaklandığında bileğimi çekerek teması kestim. Sırtımı döndüm. Anca arkamdan bakardı. Bir kaç adımla uzaklaştığımda, Saadettin'i bulabilmek için kalabalık çevreye dikkatle bakındım. O kadar insan arasından gözlerim bir çift mavilikle kesiştiğinde adımlarım durdu.
Arkasında tim üyeleriyle beraber gelir gelmez soluğu burada almış gibilerdi. Toz, toprak içindelerdi. Ve itiraf etmeliyim ki gerçekten havalı duruyorlardı, Badem hariç tam takım karşımdalardı. Beni süzüyordu. Yoğunca, biraz da arsızca. Yüzünde gördüğüm memnuniyetin yanı sıra sanki biraz.. Hüzünlü? Evet, biraz hüzünlü bakıyordu. Operasyonda canını sıkan bir şeyler meydana gelmiş olmalıydı. Ben de, tıpkı onun gibi gözlerimi bedeninde gezdirirken arsızlığımı konuşturuyordum. Ateş ve baruta benziyorduk. Olur olmadık yerlerde, olur olmadık zamanlamalarda ortaya çıkan çekimimizi inkar edemezdim. Lakin fark ettiğim detayla bakışlarım kolunda durdu. Zaten çatık olan kaşlarım daha da çatıldı. Üniforması delinmiş, bir kısmı kanla kaplanmıştı. Bağlanan beyaz bez de kızıla dönmüştü. Yanına giderek yarasını incelemek istiyordum fakat yeri değildi. Kalp atışlarım kulaklarımdaydı. Derin bir nefes alarak bakışlarımı zorla ondan çektim, yanaklarıma pompalanan kanı ben hissedebiliyordum ama o az önceki kavgamdan ötürü kızardığımı düşünebilirdi.
"Alçin! Kızım sen ne yaptığını sanıyorsun?"
Saadettin'i alarak, Acar'ın yanından öylece çekip gittiğimde dönüp tekrar bakmamıştım. "Şu an konuşmak istemiyorum."
"Ne demek istemiyorum, ya sana bir şey olsaydı?"
Koca alanın çıkış kapısına ilerlerken gördüğümüz kişilerle duraksadık. Askeri inzibat alana giriş yapmıştı. "Ne oluyor?" bakışlarımı çevremde gezdirdim, askeri inzibat konu dahilinde olduğunda içeride bir hain var demektir. İçimizde, bizden.
Bir kaç adım atarak yanlarına ilerledim, "Sorun nedir?"
"Tutuklama kararı için birini almaya geldik."
Yutkundum, benim göremediğimi kim görebilirdi?
Gözden hiçbir detayı kaçırmadığıma emindim, belgelere işlemiştim tüm bildiklerimi.
Arkamdan süzülen bir beden önüme geçerek tam karşıma dikildi. Başsavcı. Polislerin önünde, yüzündeki kibirli ifadesiyle suratıma bakıyordu.
Sonra gözleri arkama kaydı, aradığını buldu.
"Teröre yardım ve yataklık şüphesinden, Saadettin Pekcan'ı tutukluyoruz."
.
.
.
.
Seviliyorsunuuzzzz, boollll sarılmalaarrrr.🧡🌻
Merhaba, sizlere bir takım duyurularım var, bölüm sonu notlarımı okuyanlar bilir. Önce hep yaptığım klasik bilgilendirmelerden başlayayım; @gardenpaeonia instagram hesabımdan bana ulaşabilir, kurgularıma dair bilgileri görebilirsiniz. Ayrıca kanal linkim de orada bulunuyor, öne çıkanlarda.
İkinci olarak, panoda ve instagram da duyurmuştum fakat görmeyenleriniz olabilir diyerekten tekrardan söylüyorum; Kırmızı Kuş, yeni adı, yeni versiyonu ve gelişmiş biçimiyle, wattpad @gardenpaeonia hesabımda yayımdadır. Orada yeni adımız "Ölüme Mahkûm Serçe." olarak geçiyor, seveceğinizden hiç şüphem yok. Şimdi tek tük bölümler paylaşıyorum ama yaza doğru uzun uzun, her hafta yeni bölümler yayınlayacağım. Buradan eski versiyona da devam edeceğim, tercih ettiğinizi okuyabilirsiniz.
Son olarak; Kırmızı Kuş bilmem kaçıncı bölümüne geldi, neden bu karakterler arasında yakınlaşma yok diye düşünüyor olabilirsiniz. Haklısınız. Bunu ben de sık sık düşünüyorum. Fakat ilk 12, 13 bölüm baya kısa ve karakterlerin iç dünyasını ele alıyordu. Başlarda da bu kadar uzun bölümler yazsaydım emin olun 12. bölümde çocuklarım sevgili olurlardı. Bu konuda sıkılmayın lütfen, bana güvenin. Halledeceğim.
Ve bir şey daha, bölüm arasını bu sefer baya uzattığımın farkındayım. Mahcubum. Ama hayatımda çok yoğun bir dönemden geçiyorum, telefonu dahi elime almaya fırsatım olmuyor. Yine de bunu düzelteceğim, bu tempodayken her iki haftada bir bölüm yetiştirmeyi deneyeceğim. Genelde pazartesileri yayınıma denk geliyor, akşam saatlerinde atmış oluyorum. Uzun lafın kısası, arkaplanda da çalışıyorum, burada da. Bir kaç ay daha dişimi sıkacağım, sonrası umuyorum ki bana özgürlük. En sevdiğim şeyi yaparak, kalemimi dilediğimce sizlerle paylaşmaya vaktim olacak. Bizi seviyorsanız lütfen sıkı sıkı tutun, bırakmayın. Arada pano mesajlarına da bakın, tek bırakıyorsunuz beni oralarda. Üzülüyorum.
Her neyse, şimdilik bu kadar. Unuttuğum bir şey var ise sonra duyururum, bölüm hakkındaki düşüncelerinizi alayım buraya. Ayrıca istekleriniz, görme hayaliniz olan sahneleri de benimle paylaşabilirsiniz. Eklemeyi, yazmayı denerim. Şimdilik kaçıyorum, bir dahakine kadar..💛
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
8.92k Okunma |
808 Oy |
0 Takip |
22 Bölümlü Kitap |