
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifâyetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
Orhan Veli Kanık - Anlatamıyorum.
-
Bu kurgudaki her şey hayal ürünüdür, gerçekle hiçbir alakası olmamakla beraber sadece uydurmadan ibarettir. Gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur. Bilginize.
Hayat beklenmedik anlardan ibaretti.
Beklemediğimiz zamanlarda, beklemediğimiz şeyler yaşardık. Bazen beklemediğimiz kişilerden öyle büyük darbeler yerdik ki; nefesimiz kesiliyor sanardık. Düşmanımız dost, dostumuz düşman kesilirdi. Ve biz bunların hiçbirini hayal dahi edemezdik. Oysa önümüze çıkan mesajları görmezden gelir, kulaklarımızı kapardık. Sanki sonucu değiştirebilecekmişiz, kaderimize müdahele edebilecekmişiz gibi.
Saatler önce yaşadığım şokun etkisini yeni yeni üzerimden atabiliyordum. Başsavcının cümlesini duyduğum ilk an beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Sadece ben değil, Saadettin'de şaşkınlık içerisinde kalakalmıştı. Herkes sessizliğe bürünerek, suçlayıcı gözlerini ona dikmişken korku doluydu. Ama başına geleceklerden değildi bu korkusu.
Benim de ondan şüphelenmemden, denilene inanmamdan korkmuştu.
Bileklerine kelepçeler takılırken, dudaklarından yalnızca benim adım dökülmüştü. Dönüp de yüzüne bakamamıştım, yaptığım ilk hata kesinlikle buydu. Ve belki de ikincisini birazdan yapacaktım. Kolumdaki onun hediye ettiği saati kontrol ettim, akşam vaktiydi. Karanlık çökecekti. Trafik ışıklarına geldiğimde durdum, bir elimi alnıma yaslayarak ağrıyan başımı sıvazladım.
Umarım hata yapmıyorsundur diyordu sağ tarafım, sol tarafım ise sadece neyi doğru görüyorsam onu yapmamı fısıldıyordu.
Arabaya bağlı telefonumun sesi içeri yayıldığında kaydırarak aramayı yanıtladım.
"Canım neler oluyor?"
Bıkkın bir soluk verdim, Umay'dan çetenin adresini istemiştim. Çünkü ilk gittiğimizde yolu takip edebilecek idraka sahip değildim. Adresini atmadan önce bir aksilik olduğunu anlayarak beni aramıştı belli ki, "Sorma. Saadettin'i tutukladılar, sinirim tavan." yeşilin yanmasıyla arabayı gazlayarak ilerledim. Söylediğim cümlenin getirisiyle anlık herhangi bir ses duyulmadı. Tepkisizdi.
"Kim?"
"Başsavcı."
"Neden?"
"Teröre yardım ve yataklık."
"Bu tür bir iftirayı atacak kadar ondan nefret etmesi normal değil." tıpkı benim gibi Umay'da Saadettin'den şüphelenmemişti. Şüphelenmezdik, sırf bu uğurda başta kendinden vazgeçmişti. Bu işe girerken ölme ihtimalini, üzerine çekeceği tehlikelerin pekala farkındaydı. Her şeyi geride bırakarak -en çok da benliğini- savaşmayı seçmişti. İftiraya maruz kalacağı günün geleceğini de biliyordu. Bu yüzden şaşırmamış, dik durmuştu. Fakat sesindeki korkuyu da ben bilirdim, tanırdım. Bizi bir arkadaş olarak solunda saklarken, saatler önce yaşananlardan dolayı ondan kopmamızdan ürkmüştü. "Sadece tutuklanma ile sınırlı kalmayacak." herkes, başta o kansızlar lakin en çok ben, en çirkin hamlelerimizi yapacaktık. Anladıkları dilden konuşacaktım. Bir süre konuştuktan sonra aramayı sonlandırarak attığı adrese sürdüm. Bona Dea kimdi ve neydi şimdi daha detaylı öğrenecektim. Onlar hakkında bildiğime emin olduğum tek şey; adaletin savaşçısı olduklarıydı. Biz kanunlara göre hareket ederdik, onlar kendi adaletini sağlarlardı. Biz suçluları psikolojik olarak zora sokmayı hedeflerdik, onlar direkt yok ederlerdi. Bir araya gelmemiz büyük bir tehlike demekti. Arabamı boş araziye park ettim. Topuklu ayakkabılarımla kendimden emin ilerlerken yürüdüğüm tek şey bir demir kapı değil, tehlikenin göbeğiydi. Telefonumdaki konumun hemen altında bir mesaj vardı, kapı şifresi.
Kapı var mıydı ki şifresi olsun?
Dikkatlice etrafa bakındım, zihnimi yokladım bir süre. Belli belirsiz bir şeyler hatırladığımda kafamda anımsadığım noktaya adımladım. Kapıyı bu kadar iyi kamufle etmeleri şaka olmalıydı. Sonunda bulabildiğim giriş ile rahat bir nefes verdim. Sabırlı olmalıydım. Benim için hiçbir anlam ifade etmeyen şifreyi girerken ufak bir küfür savurdum. Çünkü bence bu kimse için bir anlam ifade edemezdi. Bu denli karışık bir şifre koyabilmek, klavyenin üzerine oturmakla eşdeğerdi. Tamam, en zor sizsiniz deme isteğimi yuttum. Ekran hata verdiğinde sinirle dudaklarımı dilimde gezdirdim, sol üst köşedeki gizli kamerayı kimse fark edemezdi, ben ederdim. Kontrolüm dışında, tamamen içgüdüseldi. Oraya en ters bakışlarımı sundum, "Beni tanıyorsunuz zaten açsanıza şu kapıyı!" tık yoktu. Sabır diledim. Başımdaki ağrı artık gözümü karartacak boyuta ulaşmıştı, vakit bulabilirsem doktora gitmem şarttı. Muhtemel bir migrenim olabilirdi. Ki şaşırmazdım, yaşamadığımız şey kalmamıştı. Beynim de, kafam da, en ufak şeyi kaldırmıyordu.
Kendimden bile duymanın şaşırttığı küfürleri bir bir saydırırken nihayet şifreyi düzgün girebilmeyi başarmıştım.
"Şimdi bittiniz siz." kameraya bakarak kapıyı açtım. Geri kapatarak karanlık alanda yönümü bulabilmek için telefon ışığını ortama tuttum, merdivenleri görmemle yüzümü buruşturmama engel olamamıştım. Yerin bilmem kaç kat altına, o kadar merdivenle indiğimize hâlâ inanamıyordum. Bir asansör olduğunu söylemişlerdi ama duvarları okşayarak falan mı bulacaktık biz bu asansörü? Onu da gizlemişlerdi.
"Merdivenleri de gizleseydiniz keşke, uymadı bu."
Söylene söylene gerçekten de duvarları okşama fikrimi denedim, saçmaydı. Elimi çekeceğim esnada bir duvarın ortadan ayrılması daha da saçmaydı, "Cidden yaptınız mı lan bunu?" ağzım bir karış açık asansöre baktım. Adımlayarak tuşlardan en alttakine bastım, tuşları saklamamışlardı şükür. Onun yerine saçma sapan semboller koymuşlardı. Umuyorum ki doğru kata iniyordum.
Bastığım katta durduğumda önümdeki koca, yuvarlak mekanizmalı demir kapıyla derin bir nefes verdim. Doğruydu. Burasıydı, başarmıştım. Bir daha buraya asla gelmezdim. Burada nasıl yaşadıkları konusunda en ufak fikrim yoktu, asla yaşanabilecek bir yer değildi. Açıkçası içeridekilere üzülüyordum.
"Açın şu kapıyı." tekmelesem ayağım acırdı. Umay tıklarken belirli bir ritim tutturmuştu, ritmi de hatırlamıyordum. Kolumdaki çantama baktım, bu olmazdı. Servet değerindeydi. Ayağımdaki ayakkabılara baktım, her kadının canı ciğeriydi. Louboutinlarımı tabiki de buraya vuracak değildim. Çantamın içine bakındım; kırmızı rujum, maskaram, cüzdanım, bir kaç belgelerim, hırkam ve silahım vardı. Silahım. "Evet, sen olursun." abimin hediyesiydi. Bir askeri savcı olarak yanımda silah taşımamdan daha doğal bir şey yoktu.
Elime alarak ucunu demir kapıya art arda vurdum, gayet medeniceydi. Bu sesi duymamaları imkansızdı. İlla kapıya ateş mi etmem gerekiyordu?
Pes etmeden silahımın ucunu demire dakikalarca vurdum. Yuvarlak mekanizmayı döndürmeyi de denedim, "Açın şurayı dalağınızı s**eceğim şimdi!" aniden yüksek bir ses alanda yankılandığında amacıma ulaşmıştım. Yine de bana silah doğrultan bir adam görmeyi beklemiyordum. Beynim aldığım eğitimlerden ötürü direkt kendini savunmaya almıştı, silahımın emniyetini açarak adamın omzuna ateş ettim. Tek mermi. İnleyerek elini koluna attı, öldürücü bir hamle değildi fakat iş görürdü. Bana tanıtılan kişilerden değildi, çetenin hiçbir üyesine benzemiyordu.
Omzuma hedeflediği mermiyi kenara çekilmemle ıskaladı, ben de karşılık olarak topuğuna sıktığımda vurmuştum. Koca bir bağırışın yanına küfür de eklemişti. Bu sefer de topuklarıma sıkmayı denemişti ki kıvrak bir hareketle kurtulmuştum. "Kimsin sen?"
"Asıl sen kimsin?"
"Buraya gelen sensin. Cevap ver."
"Ne oluyor?" arkadan bir adam çıktı, işte bunu tanıyordum. Adı galiba Chiwon'du, Kore kökenliydi. Bana çevirdi gözlerini, "Alçin?" silahımı indirerek baş selamı verdim. "Tanışıyor musunuz?"
"Tanışıyoruz Murat." tekrar bana döndü, "Gel içeri." vurulmasını da, akan kanları da gram umursuyora benzemiyordu. Hoş, alışkınlardı. Murat denen şahıs arkasını dönüp seke seke gittiğinde bu tezimi doğrulamıştı, "Murat'ı hiç görmemiştim." kendimi Chiwon'a açıklayarak içimde bir şeytan yatmadığını kanıtlamayı denedim. Gülümsemesine bakılırsa başarılı olmuştum.
"Sen iyi misin?"
"İyiyim, sıkıntı yok."
Yine önce uzun bir koridor ardından renkli salona giriş yaptık.
Giriş yapmaz olsaydık; karşımdaki adamlar yarı çıplaklardı. Kimileri yere yatmış şınav çekiyor, kimileri ağırlık kaldırıyorlardı. Ve biri anlamsız bir şekilde boylu boyunca koltuğa uzanmış, cips yiyordu. O hariç hepsi yunan tanrısı gibiydi. Terler yapılı vücutlarını parlatmış, hırıltılı nefesleri arttıkça artmaktaydı. Gözlerimi onlardan çekerek yanıma gelen bedene çevirdim, "Hoşgeldin." Baran'dı. Dövmelerine sanki mümkünmüşcesine yenileri eklenmişti. Sarı saçlarına tezat koyu kahve kaşları yerli yerindeydi. Bir elinde kahve vardı, diğer elini cebinden çıkartarak bana uzattı, tutmadım. O da bunu beklediğinden tebessüm ederek elini indirmişti.
"İndir beni! Kusacağım." zarif bir kadın sesi bağırarak ortamı inlettiğinde B yönünü oraya çevirdi, "Giyinin hepiniz." erkekler kendilerince spor yapıyorlardı. Lakin bir tanesi sarışın kadınlardan birini, yanlış hatırlamıyorsam bu Ingrida olmalıydı, kucaklamış, ağırlık niyetine tek eliyle kaldırıp indiriyordu. Kısa saçlı kadın -F- adamın ensesine yapıştırdığında, sarışını yandaki koltuğa yavaşça bırakarak diğerleri gibi giyinmeye gitmişti.
"Hoşbuldum."
"Hangi rüzgâr attı seni buraya?"
"Saadettin'i tutukladılar."
"Biliyorum."
Gayet rahattı. Öyle ki kahvesinden bir yudum alarak omuzlarını indirip kaldırdı ne olmuş dercesine. Bu tavrına karşılık kaşlarımı çattım, "Nereden biliyorsun?" bir kaç adımla masaya oturarak rahatça bacak bacak üstüne attı.
"Benim bilmediğim bir şey yoktur."
Göz devirerek işaret ettiği sandalyeye oturdum, "Bir şeyler yapmayı düşünmüyor musun? Onu koruman için sana tonlarca para veriyor."
"Yeni uyandım, kendime gelmeliyim." göz çevresi gerçekten de şişikti. Akşamın bu saatine kadar uyumasına şaşırmamak lazımdı, saat kavramını bildiklerinden bile emin değildim. Gerçi o her şeyi biliyordu. "Ne ara yeni müşterimiz oldu?" az önce hem koluna, hem topuğuna sıktığım adam koltuğun oradan bağırıyordu. İspanyol kadın Fiona ise yanı başında, ters bakışlarını üzerinde gezdiriyordu. İtiraf etmeliyim ki şu kadından biraz tırsıyordum, ilk gördüğümde bir adamın yüzünün ortasına tekme koymuş, ikinci görüşümde yine bir adamın ensesine yapıştırmıştı. Şimdi ise yine bir adama öldürücü bakışlar atıyordu. Erkeklere karşı tutumu örnek alınasıydı. Tanımadığım başka bir kadın az önce vurduğum Murat'ı yatırmış kanlı canlı kurşunu çıkartıyordu.
"Müşteri değil." daha fazla detay sormadı. Önüme dönerek çantamdan bir kaç belge çıkardım, işimize yarardı. Baro başıyla acıdan inleyen adamı işaret etti, "İyi sıktın, izlemek keyifliydi."
"Kapıyı açmak yerine izlemen çok hoş."
Uyuz oluyordum, bu adama bir türlü ısınamıyordum. O da ısınmam için ekstra bir çaba göstermiyordu gerçi, ikimiz de birbirimize karşı ayna görevi görüyorduk. Başlatan oydu, devam ettiren ben. "Hoşgeldin." G ve H, -hastaneye beraber gittiğim adamlar- yanımıza geldiklerinde kısa bir tebessümle karşılık verdim. Hiç değilse bir kaç saat de olsa zaman geçirmiştik. Diğerlerine göre en tanıdık bu ikisiydi. Elinde tencereyle, saçlarını tam tepeden bağlamış bir adam gördüm. Sonra gözden kayboldu. Bu ev benzeri yerin içinde yaklaşık yirmi kişi yaşıyorlardı. Kimin ne olduğunu belli değildi. Aşiretler gibi her yerden farklı kişi çıkıyor ve hiçbirini de ayırt edemiyordum. B ayaklanarak, "Gel." dediğinde odağımı çevreden çektim. Önümde o, arkamda iki tane dalyan gibi herifle önce merdivenleri indik, sonra yine uzunca bir koridor yürüdük. Bir çok kapı vardı, sayamayacağım kadar.
Aralarından birine girdiğimizde odayı incelemeye başladım, pek bir olayı yoktu. Bir sürü sandalye, odayı kaplayacak kadar uzun bir masa. Duvarlarda aynı uzunlukta tahtalar, aynı şekilde ayaklı tahtalar ve yerde kutular vardı. "Bana buradan üç kişi seç." kaşlarımı çatarak önüme uzattığı dosyaya baktım. Neyden bahsettiği konusunda en ufak fikrim yoktu. Ben kıpırdamayınca çenesiyle dosyayı işaret etti, "Film çekiyoruz sanki." mırıltımla siyah kapaklı dosyayı araladım. İlk sayfa boştu, ikinci sayfada ise sadece baş harfleriyle çete üyelerinin fotoğrafları vardı.
Bazı fotoğrafların arasında boşluklar yer ediniyordu. Muhtemelen ölen kişileri kaldırmışlardı. Başımı kaldırarak ona çevirdim, "Neden seçiyorum?" göz ucuyla yeniden kişileri süzdüm. "Bu görevde sana yardım edecek takımını oluşturacaksın." Herkes en sert hâliyle lakin yüzlerinde saklayamadıkları büyük bir kederle kameraya bakıyordu. Sanki savaştan çıkmış ama toparlanmaya çalışıyorlardı. Buradaki insanların hiçbirini tanımasam dahi kesin olarak söyleyebileceğim bir şey vardı; dosyadaki kimse bir daha böyle bakmazdı. Bakmıyorlardı. Bu onların ölmeden önceki son hâlleriydi, ruhlarını öldürmüş, hayatlarını başkalarını yaşamaya adamışlardı.
Yine de sadece bir fotoğraftan seçmem saçmaydı. "Neden böyle bakıyorlar?" diye sordum kararımı daha iyi verebilmek adına. Ben en acımasızları istiyordum. En acımasızlar, en büyük acılardan doğarlardı. Büyük bir işe kalkışıyordum, yanımda en güçlüler olmalıydı. Sadece Saadettin'i içeriden çıkarmak değildi amacım, birazdan yapacağım anlaşmada kendi korumamı da onlara emanet edecektim. Takımım yeraltındaki elim, kolum olacaktı. "Bana geldikleri ilk gün." açıklamasıyla düşüncemi onaylamış bulundum. Parmak uçlarım sarışın kadına değdi, fotoğrafın altında "I" yazıyordu. Neşeli, deli dolu bir havası vardı. Herkesin aksine dişlerini göstererek koca bir gülümseme sunmuştu, gözleri aksini söylese de. Başka bir fotoğrafa ilerledim, "C"
"Güney'in ufak bir köyünde, güvenliğin az olduğu bölgede geçirmiş çocukluğunu. O yılların birinde Kuzey Kore'den gelen itler sınırdan kaçırmışlar. Bunu gören annesi de oğlunu kurtarmak isterken onunla birlikte esir düşmüş." gözlerimi fotoğraftan çekerek B'ye çevirdim. "Senelerce gözünün önünde annesine eziyet etmişler, tabi kendine de. Babasından o günden sonra haber alamamış. Muhtemelen adam intihar etti. Defalarca kez kaçmayı denemişler. Kaçamamışlar. Yakalandıklarında.." duraksadı, diyeceklerini tahmin edebiliyordum. Düşman her kanda düşmandı, kansız her zaman kansızdı. "Her neyse, kısa kesmek gerekirse annesi öldürüldü. O ise bir şekilde kaçarak Güney'de orduya katıldı. Annesinin son sözünü tutarak evlendi, mutlu bir hayat kurmayı denedi. Fakat sevdiği kadın da, bebeğiyle birlikte canice öldürüldü." bu insanların yaşadıkları çok ağırdı. Henüz birinin hayatını sadece bir kısmını dinlememe rağmen kalakalmıştım. "Babasının ülkesini vatanı bilerek buraya geldi. Fakat içinde yanan ateşi söndürmesinin mümkünatı yoktu, pis işlere bulaşmadan hemen önce kader onu bana getirdi." nasıl tanıştıklarını merak ediyordum ama daha fazla soru sormak istemiyordum.
Fotoğrafın üzerindeki parmak uçlarım hafifçe başka bir yöne kaydı, "K" öyle bir bakmıştı ki bu fotoğraf yalnızca bir kâğıt parçasından ibaret değildi. Adam ölmüştü. Yok olmuştu. Paramparça olduğunu sadece bakarak bile hissedebiliyordum. "Kazım'ın dört kardeşi vardı." vardı. "Babası devlet altında çalışan, bir sözü iki edilmeyen biriydi. G*tü de bir hayli kalkıktı ş*refsizin." G ve H onayladığında devamında neler diyeceğini dinliyordum, "Annesi son kardeşinin doğumunda vefat etmiş, bana kalırsa kadın kederinden öldü. Kocasını kaç ayrı kadınla basmış."
"Boşanamamış değil mi?" neden boşanmadığını sormadım bile, böyle bir şansının olmadığını açıkça görebiliyordum.
Adamın gücü vardı, paranın her kapıyı açtığı devirde yaptığı pisliklerin ya üstünü örterdi ya da tehditle yok ederdi. "Doğru tahmin. Çok kez istemiş fakat gerek odalara kapatılmış, gerek dayak yemiş. Ölmeden önce ise çocuklarını eşine değil, en büyük oğluna emanet etmiş." Kazım'ın ifadesindeki yıkılmışlık bariz bir şekilde annesinin sözünü tutamadığını gösteriyordu. Yorgunluk ise çabaladığını. Öz babasına karşılık savaş vermişti, hikayenin devamı ilgi çekici olmalıydı. "Senelerce mücadele etmiş kardeşleri için, babası varlıklı bir adam olmasına rağmen garsonluk yapmış. Bir çok işte çalışmış çünkü herhangi maddi bir yardım görememişler." insan kendi kanından, kendi canından olan evlatlarına nasıl böyle davranabilirdi? Saf kötülüktü, başka bir açıklaması yoktu. Körelmiş ve kararmış kalplere doğan yaşamlar küçüklükten aşinaydı bu acımasızlıklara. Hayat adaletsizdi, insanlar adaletsizdi. Adalet yoktu fakat biz olmayan bir şey uğruna kendimizi feda ediyorduk. Öyle ya da böyle, bir şekilde doğru sağlanacaktı. "Filmin koptuğu nokta insanın kanını donduruyor." duyacaklarımdan endişeliydim.
Her şeye hazırdım. Hazırdım da merhamet duygum da yüreğime koca bir darbe savurmaya hazırdı. "Bir gün işten eve döndüğünde en küçük kız kardeşini evde bulamamış. Beş yaşında ya var ya da yokmuş. Tüm evi birbirine katmış, diğerlerine sormuş, en sonundaysa.." bu noktada biraz duraksama gereği duydu. Durup da nefes alma ihtiyacımız olan konular izi geçmeyecek olan yaralarımızdı. Kimin sahip olduğunun önemi yoktu, bazı acıları sahiplenmek için sebep olmazdı. Vicdan yeterliydi. "Babası denen it kızı satmış. Kariyerindeki kara lekenin üstünü kapatabilmek için." yutkundum. Lanet ettim, kalakaldım, durdum.
Durdum ve derin bir nefes aldım.
Acı aldığım her nefeste bedenime, yanılıyorum, ruhuma işledi. Bir bıçak gibi saplandı, bir kurşun gibi deldi geçti. Ve şeref yoksunu bir baba gibi acıttı.
Beş yaşında ya vardı ya yoktu. Çocuktu, küçüktü, hiçbir şeyin bilincinde değildi. Aksi olsa da yaşanılan durum hafiflemiyordu. Hiçbir açıdan hafiflemiyordu. Hafiflememeliydi de.
O bir çocuktu, eşya değildi.
O bir kızdı, satılık değildi.
O bir insandı, kurban değildi.
O adam onun babasıydı, lakin hiçbir şeyi değildi.
"Bunu duyan Kazım babasının tüm kirli çamaşırlarını halka dökmüş. O yıllar içinde büyük bir skandaldı ama şimdilerde pek hatırlanmaz. Karşılığında tüm çocuklarını kaza süsü vererek diri diri yakan it, yalnızca Kazım'ı yaşatmış. Çünkü yaşamanın bazen ölümden daha ağır olduğunu biliyor." hikayenin geri kalanında Kazım'ın içeri atılmadan önce bir şekilde kaçtığını öğrenmiştim, bu noktada ona kapılarını açan Bona Dea devreye giriyordu.
Sonrasında her şey hak edildiği gibi olmuştu. O şeref yoksunları öldürülmüştü. Çete sayesinde Kazım kardeşlerinin intikamını almıştı.
Kararımı az çok vermiştim, herkesi tek tük dinlesem de hiç dinlemediğim Ingrida'yı, Chiwon'u, Heimric'i, Gregory'i ve Kazım'ı seçmiştim.
Chiwon bizi bu görevde bir arada tutabilirdi. Hayatın ona çektirdiği tüm acılara direnmiş, oradan oraya savrulmuştu. Fakat bir şekilde annesinin sözüne sadık kalmış, sonunda adaletini sağlamıştı.
Ondaki direniş bize bir örnekti.
Gregory güçtü, ünlü Rus f*hişesi annesi onu bir erkek pazarına satmıştı. Tüm o iğrençliklerin içinde geçirdiği çocukluğuna rağmen dimdik ayaktaydı. Bona Dea ile devletini ve ülkesinin bir çok cinsel pazarını ifşalamıştı. Yasalar önünde ülkeden sürgün edildiği görülse de asıl amaçları onu öldürmekti. Ama başarılı olamamışlardı.
Ondaki azim bize bir örnekti.
Heimric güneşimizdi, neşeli hâlleri bizi bu karanlık yolda aydınlatabilirdi. Hoş, gülmekten başka çaresi olmamıştı, bilim insanı babası onu fiziksel açıdan bir denek olarak kullanırken, psikolog annesi mental açıdan yok etmişti. Daha doğmadan başlamıştı ona yapılan zulüm. Öyle ki vücudunun içine yerleştirilen çip ile defalarca kez öz ailesinden kaçması önlenmişti, sonunda ise ölüm pahasına bir başına, vücudunu keserek çipi çıkarmıştı. Adam oğlunun bedeni üstünde yaptığı deneylerin sonucu olarak ödül alırken, annesi biricik eşini desteklemek adına onunla törendeydi. Ve Heimric kendini öldü göstererek ülkeden kaçmak durumunda kalmıştı, doğdu doğalı böyle şeytanların içinde yaşamak ona bir takım kurnazlıklar katmıştı. Ama her şey bir yana, kendini kendi kurtarmıştı. Yüzünden eksik olmayan gülümsemesi ve bitmek bilmeyen enerjisi ile sadece mutlu olmuyor, yaşamaya çalışıyordu. Yaşamak için mutlu davranıyordu. Saygı duyulasıydı.
Ondaki çaba bize bir örnekti.
Ingrida saklı kutuydu, geçmişini sadece Umay biliyordu. Kimsenin onun hakkında en ufak fikri yoktu. Yine de umudunu kaybetmemişti, takındığı sahte surat ile sadece ifadelerini değil, aynı zamanda duygularını da gizleyebiliyordu.
Ondaki soğukkanlılık bize bir örnekti.
Kazım ölümdü, ölümün soğukluğu her köşesini sarmışken bunu silaha çevirmiş, namlusunun ucunu babasına doğrultmuştu.
Ondaki intikam duygusu bize bir örnekti.
Ben zekaydım, kendimi bildim bileli en belirgin özelliğim aklımdı. Tilkilerimin kuyruğunu birbirine dolanmadan işleri yürütebilir, onları vahşi birer hayvana çevirerek düşmanımın üstüne salabilirdim. İçimdeki Ahsen dişlerinde kanıyla avını beklerken, Alçin tırnaklarıyla adaleti ölü topraklardan kazırdı. Zıt, bir o kadar da uyumlulardı. Dört aydır çalıştığım dosya üzerinde kaybetme şansım yoktu, ben kaybedersem geride kalan masumlar umutlarını yitireceklerdi. Şeytanlar yaktıkları ateşi harlayacak, kül olamayacaklardı. Gecemi gündüzümü, haftalarımı aylarımı harcadığım ve uykusuz geçirdiğim onca saatin sonunda zafer benim olacaktı. Acımasız bir insan değildim fakat sınırlarım vardı, ezberimi bozmazdım. Bozdurmazdım. Çizgilerim sevdiğim, değer verdiğim insanlardı. Başta abimi kanatmışlardı, şimdi dostumu yaralıyorlardı. Bu iki oluyordu. Ve benim sözlüğümde hata sadece bir ile sınırlıydı. Sınır aşılmıştı, vakit intikam değil, adalet vaktiydi. Son bir kaç aşama kalmıştı, onları da kusursuz ekibimle halledecektim.
Bendeki zeka bize bir kurtuluştu.
"G ve H, savcının seçtiklerini çağırın." ikisi de bir baş sallamasıyla aramızdan ayrıldıklarında dosyayı kapatarak arkama yaslandım.
"Savcı sana açık olacağım." sandalyesinden öne eğilerek kollarını masaya koyduğunda dikkatimi ona verdim, "Dinliyorum." gözlerime ciddiyetle bakıyordu.
"Sende bu işi yapabilecek göz yok. Yol yakınken bırak."
Kibir veya küçümsemeden uzak, daha çok önemser gibi bir ses tonuyla söylemişti. Bu yüzden terslemek yerine tepkisiz kaldım. "Yeri geliyor ceset görüyoruz ve katili biz oluyoruz, yeri geliyor yaralanıyoruz. En zoru da her şeyi gizli saklı yapıyoruz." son cümlesinden sonra sandalyesini çekerek biraz yaklaştı, "Bunlar benim için sorun değil.."
"Mesleğinden atılırsın."
"Ben aykırı bir şey yapmayacağım."
"Savcı.." dedi imayla. Bu dediğime ben bile inanmıyordum. Bu işe bulaşmak aykırı şeyler yapmak demekti, istesem de istemesem de yola adım attığım an her şeyi kabul etmiş olacaktım. Ki onları bildiğim hâlde susarak ilk darbeyi vurmuştum çevresine duvarlar ördüğüm benliğime. Fakat başka seçenek de yoktu, cesaretimi konuşturmalıydım.
Adalet için.
Çünkü kapanın içerisindeydik; bizi dört bir yandan kuşatmışlardı. Kimse maskesini düşürmüyor, düşürmedikleri gibi maskelerini takacak yeni şeytanlar buluyorlardı.
İhanete yatkınlığı ezelden aşina olan kanı bozuklar ise içimizdeki hainler olarak saf değiştiriyorlardı. Ve bu denklemde zarar gören benim sevdiklerim, benim vatanım insanları oluyordu.
Benim askerlerimin ölmesini içten sağlıyorlardı.
Bu yüzden adaleti ellerime kir bulaşarak arayacaktım, yakalarım ne olursa olsun temiz kalacaktı. Belki adımım yargı önünde yanlıştı ama niyetim değildi.
Benim birazdan vereceğim kararla seneler önce meslekten atılan insanlar kurtulacak, hainler yakalanıcak, abim gibi canı acıyan tüm askerlerimizin adaleti sağlanacaktı.
Gözlerimde gördüğü kararlılıktan emin olamayan B derin bir nefes aldı. "Merhametli kadınsın, bu işin dönüşü olmaz. Uyarıyorum seni, canın acıyacak. Şansın varken dön bu yoldan."
"Ucunda ölüm yok ya?" dalgaya almamla göz devirdi.
"Orası hiç belli olmaz."
Karşılık vereceğim esnada kapının açılmasıyla sözlerimi yuttum. "Söyleyin bakalım kimi öldürüyoruz?" Ingrida içeri büyük bir neşeyle girdiğinde bakışlarımı onlara çevirdim. "Bir savcı karşısında bunu açık açık söylemen de çok etik oldu." Heimric'in cümlesi minik bir kahkaha atmasına sebep olmuştu. Gregory elindeki dosyayı B'ye uzatıp, kamerayı köşeye bıraktı. "Oturun."
Herkes yerlerine geçtiğinde uzun masada toplam yedi kişiydik.
"Bunu imzaladığın an ekip senindir." önüme ittiği kâğıt parçalarına baktım göz ucuyla. "Yine de okumadan önce tekrar düşünmen konusunda seni son kez uyarıyorum." ısrarımı fark ettiğinde avucunu dosyadan çekerek arkasına yaslandı. Düşünecek bir şey yoktu. Kenardaki kalemi alarak sayfaları çevirdim, maddeleri bilmem yararıma olurdu.
Madde 1
- Burada yaşanılanlar ve bilinenler burada kalır.
Madde 2
- Çete hakkında bilgi sızdırılması demek, herkesin ölmesi demektir. Lider önce diğerlerini, en son kendini vurmakla yükümlüdür.
Madde 3
- Birinin hatası, herkesin hatasıdır. Hataya mahal yoktur, sorun gerçekleştiği an cezasını herkes çekecektir.
Madde 4
- Dönüş yoktur. Buradan çıkmanın herhangi bir yolu bulunmamaktadır.
Bu şekilde sıralı bir kaç madde daha bulunuyordu, hepsinde gizlilikten, bir kişiden herkesin sorumlu olduğundan bahsediliyordu. Bu sayfanın benimle pek ilgisi yoktu yine de okumaya devam ettim. Son iki madde diğerlerine göre daha sertti.
Madde 16
- Çeteye üye olarak giriş yaptığınız andan itibaren dışarı ile bağlantınız tamamen kesilecektir. Artık bir aileniz, sevdiğiniz, tanıdığınız kimse bulunmamaktadır çünkü ölüsünüz.
Madde 17
- Buraya kadar okuduysan ve bu sözleşme elindeyse, imzalamadan bu masadan kalkman mümkün değildir.
Az önce yoğun uyarılarının sebebini son cümleyle daha iyi anlamıştım. Diğer sayfaya geçtim. Kısaca buraya da baktığımda işbirliği durumunda bana sağlayacakları avantajlardan, onlara ödemem gereken paralardan ve gizlilikten bahsediyordu.
Eğer kabul edersem bana her şeylerini vermeye hazırlardı. Parmak ucumda tuttuğum kalemi imza kısmına yaklaştırsam da bir an duraksadım. Aylar önce, henüz hiçbir şey yaşamamış Alçin buraya büyük heveslerle gelmişti.
Hayal kurmanın aptallık olduğunu bildiği hâlde bir kez de olsun denemiş, yanılmamıştı. Her şey yanmış, kül olmuştu. Ne hayal vardı ne yaşam. Adalet bile yoktu. Davalarla uğraşacağım, adliye, askeriye koridorlarında dönüp dolaşacağım derken düştüğüm durumu sorgulamadan edemiyordum. Her şeyi bırakıp buradan gitmeye, birikimimle kendime başka bir hayat kurmaya cesaretim yoktu fakat şu anda bir yeraltı çetesiyle yasalara aykırı anlaşma yapmaya cesaretim vardı. Garipti. Seçtiğim yol ve kurduğum planda neler olabileceğini öngöremiyordum.
Ama çok seçenek yoktu; ya ölecektim, ya meslekten atılarak hüküm giyecektim ya da her şeyin istediğim şekilde ilerlemesi için çok çaba gösterecektim.
Derin bir nefes aldım.
"Sana yardımcı olmamı ister misin?"
B'nin sorusuyla daldığım düşüncelerimden sıyrıldım, "Efendim?"
"On yedinci maddeyi uygulayarak seni öldürmek istemiyorum, yazık olur. Bu yüzden sana bir şans vereceğim."
"Ben imzalayacağım.."
"İmzaladıktan sonra pişmanlık duymaman için ufak bir hediye."
Ayağa kalkarak köşedeki çekmeden çıkardığı laptopu önüme koydu. Kaşlarım istemsiz çatılırken ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Elindeki flashbelleği taktığında klasörlerden birine tıklayarak geri çekilmişti. Aklından geçenleri okumak zordu, amacını çözememiştim. Herkes yerlerinde sessizce oturmuş, en az benim kadar meraklı bakışlarla birbirlerine bakıyordu. Ekranı yalnızca ben görebiliyordum.
Önce siyah, karanlık bir görüntü yer edindi görüş açımda. Yutkunarak bekledim, video yavaşça aydınlanmaya başladığında bir adam gördüm. Başı önüne eğik, sandalyeye bağlıydı. Biraz daha öne yaklaşarak kim olduğunu anlamaya çalıştım, bir kaç kelime söylendi lakin bizim dilimizde değildi. Darmadağın, rutubet kokusunu buradan dahi hissedebileceğim bir odaydı. İster istemez yüzümü buruşturarak sessizce izlemeye devam ettim.
"Bırakın!" kadın çığlığı yükseldiğinde sesi arttırdım. Tanıdıktı ama çıkaramamıştım. Bunda başımdaki katlanarak ağrının da etkisi büyüktü tabi. "Bırakın dedim size or*spu çocukları!" küfürler savrulmaya devam ederken adamlardan biri sandalyeye bağlı kişinin saçlarına asılarak başını sertçe geri çekmiş, yüzünü açığa çıkartmıştı.
Kan dolu ifadesini pis bir bezle silerek netleştirdiğinde kalakaldım. Abim.
Az önce acıyarak baktığım adam abimdi. Kısık, çevresi kanlanmış mavileriyle kısaca kadını kontrol ettikten sonra doğruca kameraya baktı. Ve bir an benim için dünya durdu. Elim hızla tuşa giderek videoyu durdurdum, "Ne bu? Nereden buldun?" ellerim titremeye başlamıştı. Normal şartlarda asla bu kadar hassas bir insan değildim. Sakin ve umursamaz kişiliğim konu zaaflarıma geldiğinde kayboluyordu. Bu yüzden zaaflar, insanın kendine yapabileceği en büyük kötülüktü. Sesim olduğundan fazla çıkmış, gözlerim dehşetle açılmıştı. Kalp atışlarım o kadar hızlanmıştı ki kulaklarımla duyabiliyordum. "30 dakika 24 saniye." dedi soğukkanlılıkla.
30 dakika 24 saniye.
Bu kaydın her saniyesinde çığlık, gözyaşı, kan olacaktı. Abimin orada geçirdiği üç ayın en ufak gösterimiydi. Durdurduğum ekranda şu anda yüzü gözü bitik durumda, her yeri şişmiş ve kesilmiş abim duruyordu.
Bas ve yüzleş bağırışlarıyla Ahsen dibimdeydi.
Beni geri çekmeye çalışıyor, kendini öne çıkarmayı istiyordu. Yapmaması için içten içe yalvarıyordum ama o beni dinlemezdi. Parmaklarım yeniden tuşla buluştuğunda kalbimi elleri arasında ezerek tüm vicdanımı akıtmayı denedi. Çünkü o sadece acıdan beslenirdi.
"Konuşsana!" ağzından tükürükler yayıla yayıla bağıran adam ile tüylerim ürperdi. Korkunçtu. Abimin ağzından tek kelime çıkmayınca suratına yediği yumrukla dudaklarımı dişleyerek gözlerimi kapadım. O inlememişti fakat ben onun çektiği acıyla kendimi tutamamıştım. Ve ben ilk kez abimin ölmesini istedim. Bu işkencelere maruz kalırken aylarca, her gün yaşaması için yalvarmıştım. Bencillikti. Ölmeliydi, beraberinde beni de götürmeliydi. Ciğerlerime dolan oksijen yetersizdi. Parmaklarım beyazlayana dek sıkı sıkı tuttum sandalyemden. "Bak bana!" yumruk ve hatta kemik kırılma sesi duymamla başımı hızla sağa sola salladım. İstemiyordum, izlemek istemiyordum.
Aç gözlerini Alçin dedi Ahsen yeniden.
Gözlerini aç ve senin uğruna bir hayat vermiş adama yaşattıklarını izle.
Yaklaşık yedi dakika sadece sesleri duysam da gözlerimi açamamıştım. Kısa bir sessizlik olduğunda gözlerimi araladım, yanağımdaki ıslaklık ile ağladığımı bile yeni fark ediyordum. "Öldü mü?" dedi yine aynı it. Yaşadığını bilmeme rağmen korkuyla çarptı kalbim. Her çarpışında korku, yerini ilkel bir hisse teslim etti. Yüreğimdeki merhamet duygusu kendini aç, arsız bir hayvanın eline bırakırken nefreti de beraberinde getirdi.
Sorduğu sorunun cevabı abim değildi. O yaşıyordu. Fakat bir şey ölmüştü; ve bu onları o kadar zor duruma sokacaktı ki beni bir katil bile yapacaktı. Döktükleri kaynar su ile ilk kez ah eden abim idrakı yerine gelir gelmez sesini kesmişti. Dişlerimi öylesine sıkıyordum ki çenem kasılmaktan ufak bir sancı geçirmeme sebep olmuştu. Videoyu on altıncı dakikada durdurduğumda yanaklarımda kurumuş gözyaşları, içimde koca bir yangın vardı. Abim bir kaç kere başını kaldırmış, gözlerini kameraya değdirmişti. Dudaklarından dökülemeyenler, mavilerinden içime akmıştı. O cehennemde umudunu yitirmemişti, onu kurtaracağımızı bilerek direnmeye devam etmişti. İzlediğim on altı dakikada ondan çok yanındaki kadın çığlık atmıştı, yalvarmamıştı, tehdit savurmuştu. Anlamsız bir biçimde o tavrı bana güç vermişti. Lakin izlerken gözyaşlarımı tutamamış, titreye titreye sandalyemin kenarlarına sıkıca tutunmuştum. Kolay değildi merhametimi öldürmek, Alçin'i geri plana çekip Ahsen'i meydana çıkartmak. İçimdeki ilkel dürtünün sebebi de oydu, vahşetti. Alçin ellerini, kollarını tutarak durdurmaya çalışıyordu beni. Ahsen olarak sahneye çıkmadan önce ona -Alçin'e- bir süre verdim; hassas yüreği şimdiye dek kederden başka bir şey vermemişti ona. Vakit benim vaktimdi. Titrek nefesim dudaklarım arasından kaçarken kenetlendiğim mavilerden utandım. Tamamını izleyememiştim. Bu kadarı kâfiydi.
Donuk bakışlarımla bir süre bekledim, zihnimdeki çığlıkları susturmamın mümkünatı yoktu ama denedim.
Kendimi Ahsen'den kurtarmayı denedim.
Bugün bu odada hiçbir şekilde dövüşmemiştim, dayak yememiştim veya ezilmemiştim. Fakat yıkılmıştım. Aklım yine ve yine bana en büyük eziyet olmuştu.
Önümdeki laptopu çekerek köşeye bırakan B eline kamerayı almıştı, yorgun bakışlarımı diktiğim zeminden kaldırma gücü de bulamadım. G yanaklarımı avuçlayarak kafamı düz tutmamı sağladığında kenara çekilmişti, ardından yüzüme koca bir flaş patlamıştı.
"İmzala." titreyen ellerimden birini kaldırarak kâğıda kendi imzamı andıran bir şeyler karaladım.
Bulanmaya başlayan midemi tutarak güçlükle ayaklandım ve bu savaşta döktüğüm son gözyaşımı da elimin tersiyle sildim. Canımdan saydıklarım yanımda olmadığı sürece ağlamak yoktu. Arkamı dönerek kapıdan çıkacağım esnada söylemem gerekenle durdum.
"Yarın benim evime gelin."
Ne konuma, ne başka bir şeye ihtiyaçları yoktu. Onlar her türlü bulurlardı. Odadan ayrılarak eşyalarımı da almış, alanı terk etmiştim. Sıradaki durak tekrardan askeriyeydi. Benim için yeniden cennet olana kadar herkes cehennemi yaşayacaktı. Güneş doğana kadar herkes karanlıkta kalacak, ben nefes alana dek herkes ölecekti. Ve ben sonunda rahat bir nefesle, güneş dolan cennetimde huzura erecektim.
Yanımda ailemle.
-
Kısık bir sesle kendince mırıldanan Candar, ayağıyla yanında oturan Esin'i dürttü. Herkesin yüzü asık, morali bozuktu. Kolay değildi şehit vermek, yaşamaları uğruna savaştıkları insanları kaybetmek. Dün kızlar evlerine dağılmış, diğerleri askeriyede yataklarında dört dönmüşlerdi. Uyku yoktu, duygu yoktu. Soğuktu duvarlar, tıpkı ölümle tanışan kalpler gibi. Sabah uyanmış, yapacak hiçbir iş bulamayınca zorla timi izin gününde bir araya toplamıştı. Dışarı çıkmaya ikna etmek güç olsa da hepsi bir şekilde kabul etmişti. Fakat herkes başka bir şeyle ilgileniyordu.
"Ne var be?" oldukça ters şekilde yanıtladı arkadaşı. "Hadi sohbet edelim." tatlı ricası karşısında göz devirerek önüne dönen kadınla derin bir nefes verdi.
"Ben bi kayınbabama yemek götürüp geliyom." yüksek sesle video kaydıran Burak ve Badem'e verdi odağını, "Ben de izleyeyim." diye yanaşacağı esnada yine ciddiye alınmamıştı.
Koca bir of çekerek gözlerini diğerlerine çevirdi. Dila kahvesinden bir yudum alarak kulaklıkla türkü benzeri şarkı dinliyor, Barlas telefon ekranından saçlarını düzeltiyordu. Boran soluğu ailesinin yanında aldığından ötürü burada değildi, Acar komutanları ise Candar'ın teklifine yan bir bakışla gerekli cevabı vermiş, operasyona dair bilgileri geçmek ve onaylamak için albayın yanına askeriyeye gitmişti.
"Nasıl olmuşum lan?"
Masadakiler bakışlarını kaldırarak Barlas'ı süzdüler kısaca. Tüm bu özenli hazırlık Bilge içindi, havada kalan hediye sonrası hiç görüşme fırsatları olmamıştı. Ve kendini iyi hissedecek bir yere ihtiyacı vardı. Niyetini açıkça belli etmişti, cevabını merak ediyordu. En özenli şekilde çıkmalıydı hoşlandığı kadının karşısına; hafif uzamaya başlayan saçlarına elinden geldiğince şekil vermiş, gözleriyle uyumlu zümrüt yeşili gömleğin altına siyah kotunu giymişti. Düğmelerin bir kaçını açık bırakarak dikkat çekici boynunu önplana çıkarmıştı. "Yakıyorsunuz komutanım!" dedi Candar ilgiyle.
"Bir s*kime benzememişsin." dedi Burak ciddiyetle. Cümlesinin bitiminde sevdiceği tarafından ağzına atılan şamar kaçınılmazdı.
Barlas onu umursamadan gözlerini kızlara çevirdi, "Elinden geleni yapmışsın." kulaklıklarını çıkartarak kenara koyan Dila'nın yorumu da netti.
"Bu hazırlık özel biri için mi komutanım?" Esin'i onaylayarak yeniden telefonun kamerasından aksine bakınmaya başladı. Parmak uçları saçlarına değdikçe bozuluyordu, motorla giderken iyice dağılacaktı. Sinirle bardaktaki çayını tek yudumda dikmiş, ceketini giyerek kalkmaya karar vermişti ki aniden kafeye giren bedenle duraksadı. Heybetli bir vücut, kapıya sığmayacak kadar koca bir beden; Acar. "Hoşgeldiniz komutanım." herkese hafifçe baş selamı verdi. "İmzaları en kısa sürede atın." saatlerdir bu işle uğraşıyordu. Timdekilerin de imza atarak onay vermeleri gerekiyordu. İşi bitince ise eve gidip sessizliğe gömülmek yerine, askeriye yakınındaki buraya gelmeye karar vermişti. Hiçbiri bilmiyordu fakat dostlarının sesini duymak iyi hissettiriyordu. Başını sağa sola çevirerek boynunu çıtlattı, sırtı ağrımıştı. Sandalyeyi çekerek oturduğunda Badem'e ayrı baş selamı verdi, uzun süredir görüşmemişlerdi. "Nasılsın?" her birine ayrı ayrı değer veriyordu. Yerleri çok başkaydı, sırt sırta yaşam ve vatan mücadelesi verdiği kardeşleriydi.
"İyiyim komutanım." fırsat bulduğu vakitlerde ziyaretine bir kaç kez gitmişti, gidemediği her an aramayı ihmal etmemişti. Özellikle babasına ihtiyaç durumlarını sormuş, çekinmemeleri gerektiği konusunda güven vermişti.
"Bir şeye ihtiyacın olursa bana söyleyebilirsin." diyerek yeniden hatırlattığında teşekkür eden kadına tebessüm etti.
"Sen gitmedin mi eve?" sorusuyla ceketini çıkartarak köşeye attı. "Gitmedim." dün askeriyede duş almış ve sonrasında sabaha dek spor salonunda takılmıştı. Uyku tutmuyordu. Kolundaki bez parçası kanlandığından ötürü dikkat çekiyordu, "Revire göster." Barlas eğilerek kısaca kontrol ettiğinde dün sporda fazla zorladığı açıktı. "Hallettim, sıkıntı yok." yalandı. Uzatmak istemiyordu.
Sıcak bir çay söyleyerek önüne döndü.
"Komutanım haftasonu pikniğe mi gitsek?"
Candar'ın hevesli cümlesiyle masada kısa bir sessizlik oluşmuştu. Biraz yersizdi, yine de toparlanmaktan başka çareleri yoktu. Kimseden ses çıkmayınca yüzü düşse de, Badem, "Olabilir aslında." diyince diğerleri de onaylar mırıltılar çıkarmışlardı. "Baya özleştik." Burak'ın bunu kime ithafen dediği fazlasıyla açıktı ki sevdiği gözlere bakarken söylemekten çekinmemişti. Bu ikilinin aşk hayatı sessiz sedasız, akışına bırakılmış bir şekilde ilerliyordu. Birlikte vakit geçirmeye henüz fırsat bulamamışlardı. Parmak uçlarını Badem'in saçlarına dokundurdu, yumuşacıktı. Senelerdir yapmak istediği şeyi şu an yapabiliyordu, şükretti içinden. Nasıl güzel hayaller kurmuştu, nasıl istemişti onunla böyle olmak.. Derin bir nefes aldı kendini tutamayarak, bu hareketine karşılık çekingen bir tebessüm sunan sevdiceği ile daha da eridi lakin masadakilere dönmekten başka bir hamle yapamadı. Beklenti dolu bakışlar Acar'ın üstündeydi, "Tamam bakar konuşuruz." kararıyla herkes gülümsemişti. Bir arada olmak onlara iyi gelecekti.
"Ben kaçıyorum o zaman, size doyum olmaz." eninde sonunda ayağa kalkmış, ceketini hızlıca üzerine geçirmiş ve kimsenin tek kelime etmesine kalmadan koşarak kafeden çıkmıştı. Dördüncü denemesi başarıyla sonuçlanırken, sonunda Bilge'nin yanına gidecek olan Barlas'ın hareketleri arkadaşlarını güldürmüştü. Çaylar yenilenmiş, tatlılar gelmiş, bitmiş, gitmişti. Sohbete dalmış, aylar sonra ilk kez gerçek anlamda mutlu olmuşlardı. Candar'ın komik tavırları karşısında ciddi kalmak imkansızdı, öyle ki Acar bile moralsizliğine rağmen az da olsa düşüncelerinden uzaklaşmayı becerebilmişti.
Fakat çok kısa sürmüştü.
"Alçin savcı dün ne yaptı öyle ya?"
Dönüp dolaşıp bir şekilde adı karşısına çıkıyordu. Hayranlık dolu bir biçimde konuşan Esin'i onaylayan Dila'ydı, "Helal olsun, hiç beklemiyordum." ince ve biçimli bedeni oldukça feminen bir görüntüye sahipti. Aylardır herkese zayıf yönünü göstermiş, insanların gerçek onu görmesine izin vermemişti. Çünkü gerçeğini kendi bile kaybetmişti. Ve beklenmedik bir anda, bir adamla askeriye ortasında dövüşmüş, üstelik yenmişti. "Ama sanki sıradan bir antreman değildi, aralarında bir sıkıntı var gibiydi."
Candar'a katıldığını belli eden Burak, "Siz biliyor musunuz Acar komutanım, neymiş başsavcının bizimkisiyle sıkıntısı?" aynı evde yaşadıkları için -ki samimiyetleri de gözle görülür derecedeydi- herkes direkt ona soruyordu.
"Bilmiyorum." o adamın tavırlarına fazlasıyla dikkat etmişti, nefretini fark etmemek aptallık olurdu. Bu durumla da ilgilenecekti. Alçin'in hayatına dahil olmaması, onun canını sıkacak şeyleri ortadan kaldırmayacağı anlamına gelmiyordu. "Var bu işte bir şeyler, belli." Esin arkasına yaslanarak rahat bir pozisyon aldığında kendinden emindi. Ne dese doğru çıkıyordu, askeriyedeki en ufak şeye dair her zaman haberi olurdu. Kimsenin bilmediklerini bilir, görmediklerini gözlemlerdi. His denilen şey onda o kadar kuvvetliydi ki şimdiye dek tek yanlış sözü olmamıştı. Öyle ki Boran oğlu Arslan'a isim seçerken eşiyle belirlediklerini bir kâğıda yazmış, evladımın bahtı hangi isimle güzelleşir diye sormuştu. Saçmaydı, herkes kahkahalara boğulmuştu lakin ciddi manada işe yaramıştı. Arslan koyarsanız ailesine, en çok da annesine düşkün, efendi, kibar ve sakin bir çocuk olacak demişti. Olmuştu. Kendini temiz yürekliyim diye adlandırarak geçiştirse de, Burak'ın falcı aç, parayı kır fikirleri aklına girmiyor değildi..
"Esin devrem dediyse net vardır." çay bardağını kaldırarak ona doğru uzatan Burak ile göz devirdi, "Kro bu kızım, ne buldun bunda anlamıyorum." Badem'e söylediği cümle ile herkes gülmüştü.
"Bu arada.." aniden herkesin telefonuna grup görüntülü arama bildirimi geldiğinde sözü yarıda kalan Candar, tıpkı diğerleri gibi telefonu eline almış, sonra masadakilere bakmıştı. "Boran abi bizi niye görüntülü arıyor?" diyen Badem'in sorusunun tek cevabı aramayı cevaplamaktı. "Biriniz açın, herkeste ses olmasın." Acar komutanına karşı başını onaylar şekilde salladı.
Ve yeşil tuşa bastığında saçları alnına yapışmış, direksiyon başında yoğun bir küfürle bağıran Boran ile şaşkınlık yaşamışlardı. Onun sesini bastıran tiz bir çığlıkla Acar dahil masadakiler kalkmış, ekranı görmek adına telefona yanaşmışlardı. "Boran abi?"
"Ulan, Bingöl'de bu saatte trafik mi olur am*na koyayım? Aç lan, yolu aç! Hay sizin ben zürriyetinizi s*keyim! Dayan gülüm, yetişeceğiz."
"Çocuk çıktı çıkacak!" koca bir çığlık daha döküldü arkadaki kadından.
"Ay parçam gözünü seveyim dişini sık biraz, bağırırsan çocuk tabi fırtlar!"
"Boran! Çocuk o kadar kolay fırtlasa ben bu hâle düşer miyim? Kes sesini, hızlı sür!" cümlesinin sonunda bir kez daha büyük bir feryat kopmuştu.
"Boran abi?"
"Oğlum durumu görüyorsunuz yetişsenize!" anlık telefon ekranına bakmış, ardından araba camını açarak trafiktekilere bağırmıştı, "Karım doğuruyor lan! Aç yolu aç!" kornaya var gücüyle basarken bir hışımla yeniden ekrana dönmüş, "Hastaneye gidiyoruz, kızım geliyor!" yaşadığı koca telaş bir yana dursun, mutluluğu ses tonuna yansır derecedeydi. Eşinin çığlıkları ile sonunda telefonu kapatmıştı. Az önce neye şahit olduklarını anlayamayan tim üyeleri kısa bir duraksamanın ardından sevinç nidalarıyla birbirlerini kucaklamış, hesabı ödeyerek mekandan ayrılmışlardı.
"Ben sonra geleceğim." Acar'ı ikna etmek zor olduğundan bir şey diyememişlerdi.
Koştur koştur hastaneye giderlerken gün batımında doğan Aysu bebek, zor anlarında hayatlarına gelen mucize sayılırdı.
Koskoca bir ailesi vardı; üç hala, beş amcadan oluşan ekip, ona sonsuz bir sevgi vermeye hazırdı. Asker çocukları hem yalnız, hem de kalabalık büyürlerdi.
-
Dükkanındaki renk renk çiçekleri sulayan Bilge, sarı saçlarını tepeden toplamıştı. Üzerine giydiği pembe elbisenin düşen tek omzunu düzeltmiş, elindeki boş bardağı da alarak mutfağa ilerlemişti. Bingöl'ün güzel havasının da etkisiyle bugün neşesi yerindeydi, öyle ki yaptığı vişneli kekleri tezgâha dizmek yerine kendi bitirmişti. Sonra şarkı eşliğinde yeniden hazırlamış, mutluluğundan bir an olsun ödün vermemişti.
Kardeşlerinin güvende olduğunu bilmek içinin huzurla dolmasını sağlıyordu. "Ben her bahar aşık olurum.." radyodan yükselen Sezen Aksu'ya mırıldanarak eşlik ediyor, masaları temizliyordu. Kalbi yorgun bir kadındı Bilge, dışarıdan süslü bir hayatı olan, enerjisi yüksek birine benzese de geçmişindeki yaralar derindi. Gülümsediği her anın ardında geçmeyen hüzünlere sahipti. Elbisesinin omzunu yeniden düzeltirken ufak bir küfür savurdu, masalara o kadar odaklanmıştı ki içeri giren Barlas'ı duymamıştı bile.
"Merhaba?"
Gür bir erkek sesiyle dikkati dağılınca ister istemez yerinden sıçramış, o kişiye dönmüştü. Gördüğü görüntü karşısında ağzı hafifçe aralanmış, farkında olmadan adamın bedenini baştan aşağı süzmüştü. "Merhaba." dedi sonunda. Kalbi heyecandan hızla atıyor, fakat böyle atmasını istemiyordu. Yine aynı şeyleri yaşayacaktı. Elinde kocaman pembe gül buketiyle ona gelen adamla bir kaç adım geri attı, Barlas durdu, o da durdu.
Barlas yeniden bir kaç adım attı, Bilge yeniden bir kaç adım geri gitti. Yine duran Barlas'ın kaşları çatılmış, yüzü neler olduğunu anlamaya çalışır bir hâle bürünmüştü. O öne doğru yürüdü, kadın geriye. Ta ki kalçası masalardan birine çarparak onu durduruncaya dek.
"Bir sorun mu var?"
"Hayır."
"Neden kaçıyorsun?"
"Kaçmıyorum."
"Kaçıyorsun."
"Ne münasebet?"
"Bir yanlışımız mı oldu, o manada soruyorum."
"Hayır, bir şey olmadı."
"O zaman yüksek müsaadenle bir kaç adım yaklaşarak elimdeki buketi sana verebilir miyim?"
"Bana mıydı bunlar?" şaşırmışcasına verdiği tepkiyle gülümseyen Barlas başını onaylar şekilde salladı, "Alayım o zaman ben onları, düşünmüşsün o kadar." kollarını öne uzatarak buketi hızla almış, yeniden uzaklaşmıştı. "Teşekkür ederim." demeyi de ihmal etmemiş, iki koluyla çiçeklerini sarmıştı.
Arada ufak bir sessizlik olduğunda gerilerek, "Otursana." deyivermişti. Bu kadar sessiz bir ortamda kalp atışlarının duyulmaması imkansızdı, üstelik şu anda yanaklarının elma gibi kıpkırmızı olduğuna emindi! Normalde müşteri olan dükkanı bugün inadına bomboştu, sandalyelerden birine oturan adama elinden geldiğince bakmamaya çalışıyordu. "Ne istersin? Dur, menü vereyim.."
"Gerek yok. Sen ne verirsen olur."
"Peki.. O zaman şey, vişne sever misin?"
"Severim."
"Geliyorum hemen."
Kucağında boyu kadar buketle mutfağa ilerleyen kadının arkasından uzunca bakmış, dudaklarında derin bir tebessüm yer edinmişti. Onu beklerken kısaca dükkanı inceledi; renkli masalar, farklı çiçek türleri, su gibi bir müzik, nostaljik eşyalar barındırıyordu. Kendini işyerine fazlasıyla yansıtmıştı. "Geldim.." yaklaşık beş dakikanın sonunda elinde tepsiyle, bitki çayı ve sabah tekrardan yaptığı kekleriyle dönmüştü. "Teşekkür ederim." diğer sandalyeyi gösterdi, "Sen de otur lütfen."
"Rahatsızlık vermeyeyim."
"Sen bana rahatsızlık vermezsin Bilge."
Çekingence oturdu, normalde bu denli utangaç değildi. Hayatı boyunca özgüvenli biriyken, şu an neden böyle hissediyor anlam veremiyordu. "Nasılsın?" çayından bir yudum alarak konuşan Barlas gerginliğini pek yansıtmıyordu. "İyi, sen?"
"İyiyim."
"En son gittin aniden, görev mi?"
"Kısa bir operasyon diyelim."
"Anladım.."
Müşteri gelmeden bulduğu ilk fırsatta konuya girmek istiyordu, "Bilge, seninle konuşmak istediğim bir konu var." fakat bu adamın hiçbir şekilde şansı yoktu. Bir grup öğrenci içeri girdiğinde lafı yarım kalmış, içinden küçük bir küfür savurmuştu. "Kusura bakma, hemen geleceğim."
"Yardım ister misin?"
"Hayır, keyfine bak lütfen." aceleyle ayaklanarak müşterilerin yanında bitmişti. Geçen saatler sonucu insanlar artarak gelmiş, kafenin arka bahçesini bile doldurmuşlardı. "Lâl, buraya gelemez misin? Çok yoğun, yetişemiyorum."
"Abla.. Psikolog randevum var beş dakikaya çağıracaklar ama.."
"Hayır, kaçmak yok."
"Ama abla.."
"Hayır dedim bebeğim, fakat çıkışta yanıma gelerek yeni tarifimin tadına baksan fena olmaz." telefonda kıkırdayan kardeşiyle tebessüm etti, bir taraftan bugün çok satan kekinin harcını yeniliyordu. Garip bir şekilde son bir kaç ayın en çok müşterisi şimdi gelmişti, "Kapatıyorum aşkım." vedalaşmanın ardından omzuna sabitlediği telefonu önlüğün cebine koyup arkasına dönmüştü ki onu izleyen bedenle duraksadı. "Barlas.. Ne işin var senin burada?" harcı kalıplara dökerken, "Bir şey mi istedin? Kusura bakma lütfen, hemen getireceğim."
"Yardım etmeye geldim." sabahtandır oradan oraya koşturan Bilge'nin yardım için kardeşlerini aradığını duymuştu. Belli ki gelen giden yoktu, bu sebeple seve seve bu işe gönüllüydü.
"Olur mu öyle şey hiç? Dinlenmene bak." operasyondan döndüğü için yorgun olduğunu düşünüyordu. Ki göz altlarına, nasırlanmış ellerine ve çizilmiş kollarına bakılırsa yorgun olmaması imkansızdı. "Önlüğüm nerede şefim?" başını çevirince gördüğü pembe önlüğü tek hamlede eline almış, kafasından geçirmişti. "Barlas.." gülmeden edememişti, pembe.. fazlasıyla yakışmıştı. "Gerçekten çok mahçup hissederim, ben halledebiliyorum."
"Arkasını seninki gibi bağlasana." kurdele biçiminde şekillendirmişti. Daha fazla dayanamayarak minik bir kahkaha atan kadınla o da güldü.
Önüne geçerek bağlamaya çalışan Bilge'nin kolları yetişemiyordu. Adamın koca bir sırtı vardı! Ve şu an neredeyse sarıldıklarını ikisi de yeni fark ediyorlardı. Başını kaldırarak kaslı göğsüyle neredeyse bir olduğu adama baktı, yeşil gözler büyük hayranlıkla onu izliyordu. Hızla geri çekilerek arkasına geçmiş, heyecandan titrek ellerle ipe kurdele şeklini zar zor verebilmişti.
"Oldu."
"Seninkisi gibi mi?"
"Evet."
"Yakıştı mı?"
"Çok." ister istemez gülmeden edemiyordu. Çevresinde bu adam varken yanakları ağrıyordu, uyumlu bir enerjiye sahiplerdi. "Pasta mı yapacağız?" hijyen açısından eldivenleri eline geçiriyordu, açıkçası mutfakla hiç arası yoktu. Yine de belli etmemeye çalışıyor, sevdiğinin gözünde yükselmeye çabalıyordu. "Hayır, ufak kekler yapacağız. Meyveleri uzatabilir misin?"
"Meyveleri sonra mı eklesek? Fırında yanar."
"Bir şey olmaz merak etme."
"Ben yapayım mı?"
"Yap bakalım."
Tüm dikkatini kekin içine vişne koymaya veren Barlas'ın kaşları çatılmış, tezgâha doğru eğilmişti. "Oluyor mu?"
"Evet."
"Yapabiliyor muyum?"
"Yapıyorsun." şu anda küçük bir çocuktan farksızdı. Başını kaldırarak Bilge onu izliyor mu diye kontrol ettikten sonra yeniden önüne dönmesiyle, kesinlikle çok sevimli duruyordu. Koskoca adam, sevdiği kadının yanında kedi olmuştu. "Yaptıktan sonra fırına koy tamam mı, ayarlarını ben yaptım. Müşterilere bakıp geliyorum hemen."
"Tamam."
Mutfaktan çıkarken tam odak kekle ilgilenen adama bakmış, sırıtarak insanların içine karışmıştı. Bir kaç masanın ödemesini almış, temizlemiş, yerine gelenlerin siparişlerini almıştı. "Hemen geliyorum." arkasına dönerek mutfağa ilerlerken az önce not aldığı kâğıdı okuyordu, "Meyveli pasta, çikolatalı kek, frambuazlı cheescake, türk kahvesi, iki limonata." kapıyı aralayarak içeri girdiğinde defteri köşeye bırakmış lakin kaşları çatılmıştı. "Kekin piştiğini nasıl anlarız?" ellerini beline atarak öylece adamı izledi. Elindeki telefondan internette arama yapıyordu. "Barlas, bana sorsaydın ya."
Fırının yanına ilerleyerek ufak camdan içeri baktı, "Olmuş bunlar." köşedeki fırın eldivenlerini eline takarak kapağı açmıştı ki içeriden, "Sipariş vereceğiz de, ilgilenen var mı?" diye seslenen müşteriyle başını o yöne çevirdi.
"Tamam dur ben alırım siparişi."
"Defter tezgâhın üstünde."
"Ne yapacağım defteri?"
"Siparişi not alacaksın."
"Aklımda tutsam olmaz mı?"
"Olur, fark etmez." tepsiyi çıkartmış, fırını kapamıştı. Bir taraftan diğer siparişleri hazırlamış, öte yandan kekleri kalıptan çıkarmıştı. "Geldim, baya bir şey istediler. Ama hepsi aklımda, sayayım mı?"
"Say ama önce şu tepsiyi masa üçe götürebilir misin lütfen?"
"Tabi, hemen geliyorum."
Hafif ılıyınca süslediği tabağı rafa koyarak dükkan içinde görülmesini sağlamıştı. "Unutmak üzereyim, sayayım mı?" yanına koşan adama tebessüm ederek onayladı. Birlikte yeni siparişi hazırlarken iki kez bardak kıran Barlas dışında her şey gayet iyi ilerliyordu. "Sorun değil, nazar diyelim."
"Telafi edeceğim."
"Saçmalama lütfen."
"Pardon bakar mısınız?" dükkanın yoğunluğu gittikçe artıyordu, "Bingöl'de bu kadar insan var mı amına koyayım?" anlık kendini tutamamış küfretmişti. İster istemez bu tepkiye gülen Bilge içten içe katılıyordu fakat kârlı olduğu da su götürmez bir gerçekti. "O zaman ben tepsiyi götürüyorum, sen de siparişi alırsın olur mu?"
"Olur."
Koca tepsiyi dikkatle kucaklayarak bahçe yönüne ilerledi. "Afiyet olsun." tabakları koymuş, güzelliğine dair iltifatlar ile içi ısınmıştı. Kadınlar mükemmel varlıklardı; en ufak iltifat gönülde çiçekler açtırıyordu. Ve birbirimizi rengarenk bir bahçeye çevirmek bizim elimizdeydi.
Küçük dükkanından içeri girdiğinde kapının önüne de bir kaç masa atma fikri fena durmuyordu. Gözlerini çevrede gezdirdi, "Tabi buyrun." bir grup kadının olduğu masada, elleri arkada onları dinleyen Barlas'da takılı kaldı. Daha net duyabilmek adına içsel bir dürtüyle hafifçe yanaştı, çiçekleriyle ilgileniyormuşcasına hâlleniyordu. "Numaranızı rica etsem, fazlasıyla dikkatimi çektiniz de."
"Pardon?"
Cilveli bir kahkaha döküldü hanımefendinin dudaklarından, "Sosyal medya hesabınız da olur." yan bir bakışla masaya değdirdi yeşillerini. Karnında beliren ilkel hissiyat hiç iyi değildi. Hem de hiç. Kıskanıyor olamazdı değil mi? Hayır dedi kendi kendine, fakat ne cevap vereceğini duymaya da can atıyordu. Numarasını veya sosyal medya hesabını verse ne yapabilirdi ki, sonuçta bekar adamdı. Bekar mıydı? Her fırsatta yanında olmasına bakılırsa öyleydi, acaba her şeyi yanlış mı anladım düşüncesi sinsi bir yılan misali zihnine sızarken derin bir nefes aldı. Gitmek için adım atmıştı ki durdu. Cevabı çok merak ediyordu!
"Ben telefon kullanmıyorum hanımefendi, iyi günler." tam gidecekti ki, "Ah çok esprilisiniz! Mektuplaşsak da olur aslında." diyen kadınla durmak durumunda kaldı. Müşteri kaçırmak ya da kafenin adını kötüye çıkartmak istemiyordu, sonuçta sevdiği kadına ait bir yerdi. Yardım edeceğim derken köstek olmak en son istediği şeydi. Normal şartlarda cevap dahi vermeyeceği konuya sabırla yaklaştı, "Okuma yazma bilmiyorum hanımefendi, gördüğünüz üzere siparişleri de not almadım." koca bir kahkaha kafeyi inlettiğinde ister istemez yüzünü buruşturdu. Fakat o an beklenmedik bir şey yaşandı; "Kocam, bir sorun mu var?" sarı saçları süzülerek yanına gelen, ve bir elini koluna saran, üstelik ona kocam diye seslenen Bilge.
Yanına gelen Bilge.
Elini onun koluna saran Bilge.
Kocam diyen Bilge.
Bilge.
Ağzı lâl olmuştu, dudaklarını araladı, konuşamadı. Yalnızca kalakaldı. Kocam demişti, sevdiği kadın ona kocam demişti. Sevdiği kadın ona dokunmuştu. Şuracıkta bayılabilirdi. Gözleri ona odaklıyken sadece bakıyordu, tek kelime edememişti. "Hanımlar? Eşim siparişleri yanlış almış olmalı, bir de bana söyleyin lütfen."
"Aa, evli miydiniz?"
"Çocuklu da ayrıca."
"Çocuklu mu?"
"Evet, bebeğimiz dört aylık." yüzüklerle kaplanmış parmağını karnına götürerek okşadı. Açıkçası bunu neden yapıyor o da bilmiyordu, tek bildiği her şeyin aniden geliştiğiydi. Neyse ki kendince bir bahane bulmuştu. "Hayırlı olsun." dedi hepsi bir ağızdan. "Teşekkür ederiz. Evet, siparişleri alayım."
Yeniden aldığı siparişler eşliğinde kol kola mutfağa ilerlemişlerdi. Kapı kapanır kapanmaz temastan sıyrılan kadın bir kaç adım geriledi, "Hamile misin?" sorusu ise duymayı beklediği en son şeydi. Bu ikisi yan yanayken hem absürt, hem komik hem de en saçma şeyler evren tarafından onları buluyordu.
"Ne?"
"Bebek.. Hamile miyiz?"
"Barlas ne diyorsun?"
"Ben.."
Resmen kafası karman çormandı. Günlerin getirdiği yorgunluğun üstüne az önce yaşadığı şok da eklenince salaklık kaçınılmaz olmuştu.
"Rahatsız olduğunu düşündüm, ondan geldim yanına. Dediklerin o kadar saçmaydı ki ben de hem seni kurtarayım, hem de işe renk katayım dedim." ayak üstü uydurduğu yalanın önünde saygı duruşuna geçebilirdi, yine de rengini belli etmemek açısından gözlerini kırpıştırdı. "Tabi eğer yanlış bir şey yaptıysam kusura bakma, hani beğendiysen falan kadını hemen gidip durumu düzeltebilirim. İster misin?"
"Hamile değil miyiz?"
"Değiliz, evli bile değiliz!"
"Evli de mi değiliz?"
"Hayır. Sen iyi misin?"
Bir bardak su koyarak ona uzattı, tek dikişte içen Barlas'ın içi yanıyordu haberi yoktu! Derin bir nefes alarak kendini silkeledi, yetmedi bir bardak daha su rica etti. Buz gibi olanından. Sonunda, "Kötü oldu bu ya." diye mırıldandı. "Ney kötü oldu?"
"Hamile değilmişsin."
"Olmam mı gerekiyordu?"
Kalbinden fena olmazdı demek geçiyor olsa da kendini frenledi ve maalesef ki gerçek dünyaya dönmek durumunda kaldı. Henüz sevgili bile değillerdi. Tokat gibi çarpan bu bilgi sayesinde modu delicesine düşmüştü, hatta tarlası yanmış köylü misali bardağı tezgâha bırakmış, bir elini de başına atmıştı. "Ne oluyor sana ya?" başını sağa sola salladı beni kendi hâlime bırak dercesine. Kendi hissettikleri de dahil olup bitene anlam veremeyen Bilge daha fazla sorgulamamış, siparişleri hazırlamaya koyulmuştu.
Aradan geçen saatlerin sonunda güneş neredeyse batmak üzere, gökyüzü günbatımına karışmış vaziyetteydi. Dükkanda tek tük müşteri kalmış, onlarla da henüz iki dakika önce gelen Lâl ilgileniyordu. Anlık üstünde pembe ve arkasında kurdele bağlamalı koca bir adam görmek -ki bu adam bordo bereli bir askerdi- onu şaşırtsa da tepki vermeden uzaklaşmıştı. Nasıl olsa sonra neler olup bittiğini öğrenirdi.
"Teşekkür ederim bugün için, nasıl telafi edeceğim bilmiyorum fakat düşüneceğim bir şeyler."
"Ben seve seve yaptım, telafi yok."
Üstüne gitmenin bir faydası olmadığından sessiz kaldı, kapının önünde oturmuş, güneş batarken çay içiyorlardı. Elini çenesine koyarak yeşillerini gökyüzüne çevirdi, "Bugün hava çok güzeldi." bulutların rengi dahi hafif pembeye dönüyordu. "Evet, çok güzel." ona katılan adamla tebessüm etti lakin göz göze geldiklerinde aynı şeye güzel demedikleri kesindi. Bilge gökyüzüne, Barlas ise ona güzel diyordu. Hemen bakışlarını kaçırarak parmaklarına çevirdi, en ufak utanırsa yanakları kızarıyordu.
"Ben aslında bugün başka bir şey konuşmaya gelmiştim. Gitmeden önce havada kalmıştı diyeceğim şey.."
Lafını kesti, "Barlas."
"Efendim?"
"Ben.. Söyleyeceğin şeyi az çok tahmin edebiliyorum ama.."
Ne denirdi, nasıl söylenirdi bilmiyordu. Kendi de duygularından emin değildi fakat günlerdir düşündüğü tek şey karşısındaki adamdı. Bir an olsun kar küresini elinden bırakamamıştı, onunla uyumuş, onunla kalkmıştı. Daha bugün adamı kıskanmıştı! Bunların ne anlama geldiğinin belki de farkındaydı ama istemiyordu. Yeniden aşık olmak onu korkutuyordu. Ailesini geride bırakıp nişanlım dediği adamla yeni bir hayat kurmak için buraya gelmişti, üstelik beraber olduklarının ertesi günü onu başka bir kadınla basmıştı. Yetmemiş, kendi olmaktan çıkmıştı. Kavgalar, gürültüler.. O adamdan yediği tokat dün gibi yanağında sızlıyordu. Sevdiği adam başka bir kadınla el ele arabaya binerken görmüştü. Giderlerken bağırarak peşlerinden koşmuş, yağmurun ortasında düşe kalka yaralanmıştı. En kötüsü de bu anlarda ona çarpan başka bir arabaydı. Yerde kanlar içinde ağlarken hissettiği acı bedenen değildi, yüreğinden yanıyordu. Hava fırtınalıydı ama asıl fırtına zihninde olandı. Kardeşleri o gün onu kurtarmasa şu anda ölüydü. Hastanedeyken ailesi bir kez arayıp sormamış, üstüne evlatlıktan reddetme belgesi yollamışlardı. Her şeyin sonucunda gerçek anlamda delirmişti. İlk iki ay klinikte kalmış, çok uzun süre de ilaçlarla tedavi görmüştü. Sonunda ise yanında kalan tek kişiler için toparlanacak gücü bulmuştu. Kardeşleri.
Her an yanında olan, bir kez elini bırakmayan can bildikleri.
Hep birlikte bu kafeyi açmışlardı. Lâl yeni işe başlamış, Güven tıp kazanmayı hedeflemişti. Küçük bir ev tutmuş, en başından başlamışlardı. Şu anda düzenli bir hayatı vardı ve kendini sevmeye yeni yeni alışmıştı. Bunlar bozulsun istemiyordu. Korkuyordu. Oysa aşkın öyle bir şey olmadığını en iyi kendinden biliyordu. Yine de soluna saplanan zehirli oku çıkartıp atacak gücü yoktu. "Eğer tahmin ettiğim şeyi söyleyeceksen, ben kabul edemem."
Tek nefeste söylemiş, gözlerini bir kez ona değdirmemişti. Lakin sözler dudaklarından çıkarken göğsünün neden bu denli ağrıdığını çözememişti. Kendine gelmeliydi!
"Tahmin ettiğin şey benim seni sevmem mi?"
"Evet." dedi dudaklarını dişleyerek.
"Hayatında başka biri mi var?" sadece anlamaya çalışıyordu. Zorlama veya ters bir tepki yoktu, nedenini bilmek istiyordu.
"Hayır yok."
"O zaman neden?"
"Ben kimseyi istemiyorum, yapamam."
"Yapamayacak ne var Bilge? Beni sevmediğini söylersen anlarım ama sevmiyorum demiyorsun, yapamam diyorsun." ses tonundaki çaresizlik Barlas'a tanıdık gelmişti. Çünkü yıllar önce aynı şeyleri yaşarken sesi birebir böyle çıkmıştı.
Haberleri yoktu fakat ikisi de aynı şeyleri yaşamışlardı.
Ve aynı anda.
Yine de korkmuyordu. Başka bir kadını Bilge ile kıyaslamayacaktı, karayı aka bulaştırmayacaktı. Evlilik teklifi etmek için yanına gittiği kadını başka bir adamın yüzüğünü takarken görmüştü. Aynı kadın başka bir adamın arabasına binerek gözden kaybolurken bir kez olsun neden diyebilmek için son sürat peşlerinden gitmişti. Aklı delicesine dolu, gözlerinde dışarıdaki yağmurdan fazla yaşlarla.
Önünü göremezken birine çarpmıştı. Durmasına sebep olan şey yaptığı kazaydı. Hızla hastaneye yetiştirdikleri bedeni şu anda tanımıyordu. Karşısındaydı. O an zihni öylesine kendinde değildi ki oradaki hiçbir insanı hatırlamıyordu. Dostu Acar'ı çağırmış, onun ilgilenmesini söylemişti. Kendi ise tüm gece hastane terasında gözyaşı dökmüş, aldığı yüzüğü çatıdan fırlatmıştı. Belki ilaç tedavisi görmemişti lakin bir daha da eskisi gibi olmamıştı. Deli dolu değildi, makara yapmıyordu. Her daim öfkeli, çatacak yer arıyordu.
Yalnızca bir kişinin yanında farklıydı. Ve bunu fark ettiği an Bilge'ye aşık olduğunu anladığı andı.
Onların aşkı tesadüf değildi.
Kaderin yazgısıydı.
"Ne önemi var? İstemiyorum dedim işte, git başkasını sev." daha önce hiç gerçek bir sevgi görmemiş, gerçek bir adamla karşılaşmamıştı. "Sevmiyorum başkasını, sevmeyeceğim." cevabı da bu sebeple beklenmedikti.
"Bak Bilge.."
"Barlas bilmediğin şeyler var."
"Anlat, anlat ki bileyim. Bir sorunsa yardımcı olayım, neyle ilgili?"
"Ben.. Sadece vazgeçsen olmaz mı? Neden diretiyorsun?" açıklasa da anlamazdı, hem eninde sonunda bitecek bir şey için denemeye değmezdi. Bu sebeple inanmadığı sevgiyi geçiştirmeye çabaladı.
"Çünkü seni seviyorum!" doğru kişi için zaman gerekmezdi. Gördüğün ilk an, hatta görmediğin bunca yıl dahi kalbin onun için atardı. Yan yana geldiğinizde ise o görünmez ip sizi birbirinize sarmalar, düğümlerdi. Aşk upuzun yıllara değil, gözlere bakardı. Sözlere değil, hislere kanardı. Duyduğu cümleyle gözleri konuşma boyu ilk kez karşısındaki adama değdi. Ağzı hafifçe aralandı, bir şey demek istedi, ne diyeceğini bilemeyerek sustu. "Bilge bana susma, buradayım, varım. Konu neyse çözerim."
"Çözemezsin."
"Senin için her şeyi yaparım."
"Şu anda zamanı değil."
"Ne zaman anlatmak istersen buradayım. Fakat kestirip atma, bir kez olsun biz ihtimalini düşün." uzanıp elini tutmak istedi, yapamadı. Yapmadı. İki yeşil birleşti, koca bir orman oldu. Uçsuz, bucaksız, derin. Seslenseler yankıları birbirlerine çarpardı, Barlas bağırıyor, Bilge susuyordu. Birinin cesareti, diğerinin korkusu vardı.
"Tamam, düşüneceğim." dedi sonunda.
Sabahtandır çalan telefonu tekrardan çalmaya başlayınca sonunda aramayı yanıtladı. Zaten patlayacak yer arıyordu. "Bir dakika, geliyorum hemen." beyefendice kalktı, bir kaç adım uzaklaştı, "Ne var lan? Ne arıyorsun kaç seferdir oğlum?" az önceki sakin ses tonunun aksine öylesine soğuk ve sinirliydi ki Bilge ister istemez kulak vermişti.
"Doğum mu?"
"Ne ara?"
"Bakmadım oğlum telefona ben."
"Görüntülü mü aradı?"
"Hastanede misiniz?"
"Tamam, oda numarası ve katı yaz. Geleceğim ben de."
"Hadi kapat am*na koyayım, arama bir daha beni."
Burak'ın yüzüne kapayarak boğazını temizledi. Ardından yeniden masaya ilerledi. "Timden Boran abinin eşi doğum yapmış, onu haber verdiler."
"Hayırlı olsun, sağlıkla büyür umarım."
"İnşallah." bakmaya doyamıyordu, gram kalkıp gitmek istemiyordu ama ona biraz zaman vermeliydi. "Bana müsaade, yanlarına uğrayayım." dedi el mecbur. Kal dese şu saniye kalır, asla gitmezdi. Onu buradan götürebilecek tek şey Türk Silahlı Kuvvetlerinin görev emri olurdu. "Beş dakika bekleyebilir misin, hemen geleceğim." başını onaylar şekilde salladı, bir ömür beklerim diyecekti ki dilini ıssırdı. Aradan geçen dakikaların ardından elinde iki koca kutuyla gelen Bilge, taşımakta zorlanıyordu. Hızla ayağa kalkarak kucağından aldı. "Bunlar nedir?"
"Bir tanesi pasta. Bu sabah yaptım, neyli sevdiklerini bilmiyorum fakat meyveli. Dışına artan kremadan hızla bir şeyler yapmayı denedim, umarım beğenirler." Barlas, kutuları masaya koyarak pasta olanın kapağını açtı. Dışı beyaz pastanın üstünde meyveler vardı, kırmızı renkli krema ile minik kalpler çizilmişti. Güzel bir el yazısıyla pastanın tabanına, "İyi ki doğdun!" zeminine ise, "Sağlıkla büyümesi dileğiyle." yazmıştı. Fazlasıyla ince düşünceli bir kadındı. "Beğendin mi?"
"Senin yaptığın bir şeyin kötü olma ihtimali yok."
Utanmamak için konuyu değiştirdi hızla, "Bu da sizin için. Yani arkadaşların ve sen." pastayı kapatarak diğer kutuya uzandı, bugün yaptığı tüm kek çeşitlerinden fazla fazla koymuştu. "Bekle kurdele de getireyim." içeri koşturduğunda arkasında kalan adamın kalp hızından habersizdi. Her anlamda hayalleri ötesinde bir kadındı. Sadece yüz güzelliği değil, iç güzelliği de çevresine yansıyordu. Avucu içindeki beyaz ipi kutulara dikkatle dolayarak kurdele şeklini verdi. "Oldu."
"Teşekkür ederim onlar adına. Çok düşüncelisin." önemi yok dercesine elini salladı, "Ailesinden izin alarak bebeğin fotoğrafını göndermeyi unutma." kıkırdadı. Gülünce ayrı bir güzel oluyordu. İçi gidiyordu. Derin bir iç çekerek başını onaylar şekilde salladı, "O zaman kendine dikkat et."
"Sen de dikkat et. Tekrardan teşekkür ederim bugün için, sen olmasan çok zorlanırdım."
"En iyi şekilde üstesinden gelirdin eminim." tebessüm ederek başını önüne eğdi. Kontrol edemiyordu kendini, dudaklarını dişledi çekingenlikle. Eve gider gitmez yastıkları ıssıracak, yerinde zıplayacaktı.
"Görüşürüz." dedi Barlas daha fazla utanmaması adına.
"Görüşürüz."
Kutuları kucaklayarak son kez ona bakan adama el salladı kısaca.
Güneş batıyor, battığı yerden yeni sevgiler doğuyordu. Gün bitiyor, bittiği yerden yeni umutlar doğuyordu. Hayat buydu; bitti dediğin anda en güzeliyle yeni umutlar sererdi önüne. Görmeyi bilene.
-
Bilinmezlikler yaşanabilecek ihtimalleri doğurur ve öldürürdü. Saklananlar ihtimallerin değil, yaşananların da sonu olurdu. Ve yalanlar, kimilerini yakar, kimilerini yıkardı. Lakin her daim insanoğlunun sonuydu. Seneler evvel altı kişi, ahlaksız iftiralarla öylesine büyük darbe yemişlerdi ki şu an yaşayan ölülerden farksızlardı.
Gökhan KIZILTEPE
Hasım KULELİ
Utku TERKİN
Adem LEYENLER
Devran KURTER
Kenan DERİN
Devletin askerî üslerinde hukuk ekiplerinde görevlilerdi. Vatanlarını canları önüne koyarak, korkusuzca, adaletin ışığında savaşmış, savaştıkları yerden yara almışlardı. Fakat adalet her zaman yerini bulurdu, ne geç, ne erken. Kuşkusuz ki en acısından.
Hainler öylesine ince eleyip sık dokumuşlardı ki görevden atılmış ama ülke sınırları içinde yer alabiliyorlardı. Bu hainler; dost bildiklerimiz, yanı başımızda, nefesleri ensemizde olanlardı. Maskelerini düşürdükleri yerden gerçek yüzleri açığa çıkmış, görenlerin iblisi olmuşlardı. Ama cesaret büyük bir silahtı, sadakat ise mermi. Silahı doğrultmuş, mermiyi yaslamışlardı. Göz, olmuş, gez olmuş, arpacık olamamıştı. Her biri farklı şekillerde bu yola düşseler de kader onları bir şekilde bir araya getirmişti. Çünkü düşenin hâlinden yine düşen anlardı.
Toplandıkları masada tıpkı senelerdir oldukları gibi bugün de gerginlerdi. Huzur onlara yıllardır uğramamıştı. Tutundukları ufak bir ışık vardı, onları da karşı cephedekiler söndürmeye çalışıyorlardı; Alçin ve Saadettin.
"Ortada herhangi delil yok, adama komplo kuruyorlar!" burnundan soluyan Kenan dünden beri fazlasıyla öfkeliydi.
"Bizim için de delil yoktu." Utku köşedeki koltuğa oturarak elindeki kahve fincanını masaya bıraktı. Kırklı yaşların ortasında, sert mizaçlı bir kadındı. Kenan ile aynı askeriyede görev almış, aynı sebeple meslekten atılmışlardı.
"Bu çocuğun başına bir şey gelirse umut falan kalmaz." ses tonunun yüksekliği artık odadakiler için alışageldikti. "Başımı ağrıttın, sus be adam! Git başka yerde cırla." Utku onun aksine gayet rahattı. Tam karşılık verecekti ki, "Tamam yeter bu kadar." araya giren Gökhan ile susmak durumunda kalmışlardı. "Saadettin benim oğlum, bunların hepsini konuştuk ve bir gün hepsinin gerçekleşme ihtimalini kabul ederek girdi bu yola. Siz onu mu düşünüyorsunuz yoksa kendinizi mi, bence önce buna karar verin."
"Çocuğa tüm eğitimleri ben verdim. Öncelik biz değiliz, o." Adem'e katılan Devran'da konuştu, "Bizim için iş işten geçti. Gencecik birini yaktık, asıl sorun bu."
"O kadına her şeyi söylemediğimiz sürece sadece Saadettin'i değil, savcıyı da yakacağız."
"Zamanı değil. Önce Saadettin'i kurtarmamız gerek."
"Savcı yapabilir bunu! Tam zamanı, yoksa ikisini de kaybedeceğiz."
Derin bir nefes aldı Hasım, dünden beri susuyordu. "Alçin Ahsen eninde sonunda gerçekleri öğrenecek, tamamen olmasa da bir çok şeyi." masada öne doğru yaklaştı, "Ve o zaman sadece bu olay nezdinde değil, geçmişin de büyük sırlarını ortaya dökecek."
Büyük sırların, büyük günahlar içerdiğini bilmeden. Günahkârın en büyük kozu olduğundan habersiz kurgulayacaktı planlarını. Ne de olsa kan kanı çekerdi.
-
Askeriye koridorlarında topuk sesim yankılanırken gözüm kara, duruşum dikti. Bir gün olmuştu, Saadettin dünden beri nezarethanedeydi. Bu sabah evime çağırdığım dünkü ekibime durumu detaylıca anlatmıştım, eski hukuk ekibinden de haberleri olmuştu. C'ye göre asıl ilgilenmemiz gereken nokta onlardı. Her ne kadar istemesem de onlara da tamamen masum gözüyle bakamazdım. Kurtlar sofrasındaydık, kimin ne çıkacağı asla belli olmazdı. Nereden nasıl bulduklarını anlamadığım fakat artık sorgulamadığım bir bilgi vermişlerdi; Saadettin ve ben askeriyede göze batıyorduk. İki kişi onun hakkında şüpheli bir durum olduğunu söyleyerek ifade vermişti. İsimlerini de vasıflarını da aklımın bir köşesine not almıştım, gözüm üzerlerinde olacaktı. Ama merak ettiğim nokta neden sadece Saadettin'in içeride olduğuydu. Biz bir an olsun ayrılmıyorduk, bende olmayan, onda olan ne görmüş olabilirlerdi? Duyduğuma göre bugün başsavcı tarafından sorguya alınmış lakin çıkmasına izin verilmemişti.
Ortada gerçek bir durum bile yoktu. Delil yoktu, hiçbir şey yoktu. Yasal değildi. Umay'ı arayarak her şeyi anlatmıştım, avukatı olarak buraya gelecekti. Daha yeni gitmişti ama durum acildi. Bir kaç saate buradaydı.
Fakat benim sabrım yoktu.
Saadettin'i bir an önce görmem, iyiliğinden emin olmam lazımdı. Onu tek bırakacak değildim. Benim odamın bulunduğu katta olan meslektaşımın odasının önüne gittim, kapıyı tıkladım. Açılmadı. Defalarca tıkladım, açılmadı. Belli ki içeride değildi. Derin bir nefes alarak geri çekildim. "Alçin Ahsen savcım?" bakışlarımı kapıdan çekerek sesin geldiği yöne çevirdim.
"Evet?"
"Başsavcıma mı bakmıştınız?"
"Göründüğü üzere."
Bu kimdi bilmiyorum, kaşlarımın çatıklığından anlamış olacak ki kendini tanıtma gereği duymuştu. "Ben Bertu Akçay." elini uzattı, "Başsavcımızın kalemiyim." uzattığı eline baktım kısaca. Saçlarını özenle yana taramış, üstüne şık bir takım giymişti. Koyu kahve tutamların yanı sıra onun da gözleri tıpkı benimkiler gibi kendi saçlarıyla uyumluydu. Erkeksi yüz hatları olduğunu söyleyemezdim, çocuksu da durmuyordu. Kendinden eminliği ses tonundan belliydi. Yine de bakışlarında anlamsız ama bana kötü hissettiren duygular seziyordum. "Odasında yok mu?" diye sordum tanışma faslını es geçerek.
Havada kalan elini tebessüm ederek indirmiş, iki avcunu arkasında birleştirmişti. "Bu saatte yemek yemek için dışarı çıkar genellikle." göz devirdim, "Ne zamana gelir?"
"Ne zaman geleceğini kendisi çok daha iyi bilir." küstah tavırları karşısında çatık kaşlarım daha da çatıldı, bir adım yaklaştım, "Elbette öyle." yüzünden silinmeyen tebessümü karşısında ben de samimiyetten uzak bir biçimde gülümsedim, "Seni daha önce hiç görmemiştim."
"Fırsat olmadı savcım, ben hep buralardayım." durduğu yerde dikleşti, aynı boydaydık, "Fakat siz fazlasıyla zor zamanlar geçirdiğiniz için, bazı şeyleri fark edememiş olabilirsiniz." cümlesindeki iğneleyici sözleri ve sesindeki çok bilmiş tınıyı yanlış anladığımı düşünmüyordum.
Bir adım daha yaklaşırken altta kalmayacaktım, "Gözüme de çarptığın pek söylenemez." başımı omzuma doğru eğdim hafifçe, "Silik bir tip misin sen Bertu?" onun aksine gayet saf bir tonla konuşuyordum. Cümlemin etkisiyle gülümsemesi yavaşça soldu.
"Yanlış anlama, burada sessiz olanın başını ezerler. Dikkat et sen de zor zamanlar geçirme." dost tavsiyesi verirmişçesine lafını ona geri yediriyordum. Dağılmış ifadesiyle diyecek bir şeyler arıyordu ki onu ardımda bırakarak ilerledim. Şu anda uğraşacak vaktim yoktu. "Başsavcın gelince haber ver." arkama dönmeden söylenmiş, aşağı kata adımlamıştım.
Bana laf söylenmediği sürece kimseyi ezmezdim. Hak edeni ise en iyi şekilde yerin dibine sokardım.
Merdivenler son bulduğunda askeriye içi nezarethaneye gelmiştim. Kapının önündeki subay beni görünce şaşkınlığına engel olamamıştı, kısa bir baş selamı vererek kapı koluna uzanmıştım ki buna engel oldu.
"Savcım durun."
"Derken?"
"Başsavcımızın kesin emri var, sizi içeri alamam."
"Yazılı emir var mı?"
Sessiz kaldı, az önceki küstah adamın tersine bunlar beni tanıyan, bilen insanlardı. Var diyerek beni buradan uzaklaştırabilirdi, demedi. Gözlerinde suçlama yerine bunu yapmamamı söyleyen bakışlar vardı. Çünkü özellikle de yazılı emre karşı gelerek içeri girersem, hakkımda çok ciddi sorgu açılabilirdi. Ve o adamın ekmeğine yağ sürmüş olurdum, eminim ki beni düşürmek için de en ufak an kolluyordu. Neyse ki kayıtlara geçen bir istek değildi, sadece subayları tembihlemişti.
Onların da başına dert açmak istemiyordum, başsavcı yanlısı olsalar çoktan ona haber verirlerdi. Ki ortada kesin bir suçlama olmadığından ötürü Saadettin'e de karşı tavır koymuyorlardı. Askeriye içerisindeki herkes sessizdi. Dün gözleri önünde olan bu olay karşısında tepkisizce sonucu bekliyorlardı. Derin bir nefes alarak başımı tamam dercesine salladım, "Kolay gelsin."
Tabiki de gitmeyecektim.
Odama çıkarak yaklaşık yarım saat kadar bekledim, devir teslim saatlerinde orası boş olurdu. Bu sayede ne onlar azar işitirlerdi, ne de başkaları benim yüzümden başlarına bela alırlardı. İnadım inattı, disiplin soruşturması başlatacak kadar ileri gideceğini düşünmesem de az başım ağrıyacaktı. Her türlü ağrıdığı için sorun etmedim, alışmıştık artık bir takım şeylere. Kolumdaki saati kontrol ettim, sekiz dakika sonra işe koyulacaktım. Tek dileğim başsavcının hemen gelmemesiydi, yoksa çok zorlanacaktım. Oflayarak telefonumu kontrol ettim, canım ziyadesiyle sıkkındı.
Umay yolda olduğuna dair bir mesaj atmıştı.
Abim beni merak etmişti.
Verda aramıştı.
Burak ise bana bir bebek fotoğrafı atmıştı.
Sohbetine girerek fotoğrafa baktım, yeni doğan güzeller güzeli bir kızdı. Kime aitti en ufak fikrim yoktu, tebessüm ettim ister istemez. Altındaki mesajda kimin olduğu yazıyordu, "Boran komutanımızın yavrusu, Badem'le bana da nasip olur mu Alçin?" tanrım, bu adam gerçekten insanı deli ederdi. Henüz yeni sevgililerdi! Diğer mesajı da okudum, "Gel de gör şu bebeği, savcı olarak bir tam altın gelir mi halası?"
"Hangi kat ve oda numarası?" buradan çıktıktan sonra abimi görmeye hastaneye gidecektim, o sıra yanlarına uğrayabilirdim. Hem belki Acar da orada olurdu.. Abimin mesajına tıkladım, beni merak ettiğini ulaşamadığını söylüyordu. Tam yazacaktım ki gözüm saate takıldığında vaktin geldiğini görmüştüm. Telefonu kapatarak hızla cebime koydum ve oturduğum masa ucundan ayaklandım. Kapıyı açarak önce çevreyi kontrol ettim, koridorda yürürken dahi temkinliydim. Sanki gerçekten suçluymuşum psikolojisine girmiştim. Fakat bunu belli etmiyor, düz bir biçimde karşıma bakıyor ve dik yürüyordum. Ne hissettiğimin kameralara yansımasını istemezdim. Katları topuklu seslerime dikkat ederek hızla inmiş, duvarın arkasından kapıda kimsenin olup olmadığına bakmıştım. Tahmin ettiğim gibi boştu. Bulunduğum kısımda kamera da yoktu. Hızlı adımlarla ilerleyerek kapıyı araladım, içeride de kimse yoktu.
Odaya girerek kapıyı kapadım, ardında unuttukları anahtar epey işime yarayacaktı ki kilitledim. Unuttukları anahtar. Gülümsedim, insanlar temiz bir yüreği sözlerle değil hislerle anlıyorlardı. Sözler ne kadar saf gözükse de insanın kalbinin kiri davranışlarına yansırdı. Askeriye iç nezarethanesi küçüktü, demir parmaklıklar vardı, oturmak için duvara sabitlenmiş uzun bir tahta. Başı önünde, sarı saçlarını elleriyle dağıtmış Saadettin'i görünce adımlarım durdu. Kafasını kaldırıp bakmamıştı bile, ne kadar her şeyin başında olacakları kabul etmiş sayılsa da kötüydü.
Çünkü o da vatanını yürekten seviyordu.
Suçsuz yere hain ilan edilmek psikolojik açıdan fazlasıyla zordu. "Saadettin?" dedim sakince. Sesimi duymasıyla hemen ayaklandı, şok olmuştu. Yüz ifadesinden şaşkınlığını okuyabiliyordum. "Alçin, nasıl geldin sen buraya?" parmaklıkları kavradı avuç içleri. "Yemin ederim ben hiçbir şey yapmadım. Sana yemin ediyorum ki yapmadım." nefes almadan konuşuyordu. "Lütfen bana inan, ben öyle şerefsiz biri değilim." gözleri kısaca kapıya kaydı, "Senin girmen yasak buraya. Başına bela alacaksın." bir adım yaklaştım, "Bir sakin olabilir misin?" onun aksine gayet rahattım. Başını olumsuz anlamda salladı, "Olamam, çok fazla sorun var."
Gerçekten bitik hâldeydi. Gözaltları morarmıştı gecenin ve durumun getirdiği uykusuzluktan. Kıyafetleri dünküyle aynıydı, antreman biter bitmez almışlardı onu.
Bileğimi kontrol etti anlık, saatin orada olduğunu görmesiyle omuzlarından yük kalkmış misali serbest bıraktı. "Çok korktum." dedi çaresizlikle. "Onlara inanmandan çok korktum." kalan dakikalarımız kısıtlı olmalıydı.
"Şimdi sakin ol ve beni dinle." odağını bana verdi, "Hiç kimse onlara inanmıyor. Dışarıda hiçbir sorun yok. Umay'ı aradım, yolda. Ben buraya seni kontrol etmek için geldim. Çünkü gözaltı süresi bitti, herhangi bir delil yok ve seni tutmaya devam ediyor. Amacı ne bilmiyorum fakat çözeceğim. Sen sadece kendine dikkat et ve bize güven."
"Alçin.. Ben size zaten güveniyorum ama buraya gelmemeliydin."
"Sorun yok, sözlü uyarır sadece."
Hayretle baktı, "Bu adamın eline koz verdin! Sence sadece sözlü uyarıyla rahat bırakır mı seni? Gözünü seveyim çık kimse gelmeden."
"Çete ile anlaşma yaptım."
"Ne?"
"Duydun. Gerekeni yaptım, herkes için."
"Sen gerçekten kafayı yemişsin."
Sinirle ellerini saçlarından geçirdi, delirmek üzere olduğu açıktı. Yüzünü sıvazladı sertçe, "Biteceksin, bitirecekler seni!"
"Beni kimse bitiremez."
"Alçin çık, bak biri gelecek çık lütfen."
"Sorguda sana şüpheli gelen bir durum oldu mu?" ağzından ne kadar laf alırsam o kadar işime gelirdi. Bir yandan sık sık kapıya bakıyor, bir yandan o anları düşünüyordu. "Olmadı, sadece.. Bilmiyorum, fazla rahattı." kaşlarım çatıldı, "O ne demek öyle?"
"Herhangi bir duygusu yoktu, kendinden çok emindi." derince soluklandı, "Dünle alakası yoktu. Bir tür strateji yapmaya çalıştı sanırım, emin değilim, kafam yerinde değildi." uzanarak elini tuttum. "Sakin ol, biz her şeyi çözeceğiz. Yemek veriyorlar mı sana, karnın acıktı mı, susadın mı?" başını olumsuz anlamda salladı. "Sana yemek gönderteceğim tamam mı? Biliyorum zor ama biraz uyumayı dene. Ayakta durmak zorundayız biliyorsun." gözlerinde minnet dolu bir ifade vardı lakin ardında bana dair bir endişe gizliydi. "Kendine çok dikkat et Alçin, kimseye güvenme." ellerini sıktım hafifçe gülümseyerek. Tamam dedim ona son kez bakarak.
"Gidiyorum, akşam çıkmış olursun o zaman görüşürüz."
"Umarım, görüşürüz."
Arkama dönerek kapıya ilerledim, kilidi açtım ve tam kolu indirmeden hemen önce son kez ona değdirdim gözlerimi. Fakat o anda kapı karşıdan açıldı ve gerilemek durumunda kaldım.
Gelen başsavcıdan başkası değildi. Arkasında iki subay ve kalemi Bertu duruyordu. "Alçin Ahsen Meva, ne işiniz var bakalım burada?" kibirliydi, hem de fazlasıyla. Beni köşeye sıkıştırmış olmak o kadar hoşuna gitmişti ki bunu hareketlerinden belli ediyordu. "Denetime geldim." dedim benden beklediğinin aksine bir tedirginlik belirtisi göstermeden. "Denetim heyetini göremiyorum." çevreye bakındı, "Ve yazılı izninizi talep edebilir miyim?"
"Denetim heyeti yok, bir kaç dakikalığına kontrole geldim. Çevrede subay göremeyince de girmiş bulundum."
"Benim yasak koymama rağmen girdiniz savcım."
"Yazılı bir yasak var da benim mi haberim yok? Bana bilgi geçilmedi." tamamen içgüdüsel söyleyivermiştim, değişimden önceki subaya güvenerek. "Yazılı bir yasak yok lakin kalemim sizi bilgilendirecekti." sağ omzunun üzerinden Bertu'ya döndü, "Bilgi vermedin mi?"
"Kusura bakmayın başsavcım, unuttum."
"Her neyse, ortada yanlış hiçbir durum yok başsavcım." dedim derin bir nefes alarak, burada bunlarla vakit kaybetmek istemiyordum. "Var savcım, teröre yardım ve yataklık doğrultusunda nezarete atılan şüpheliyle görüştünüz. İçeride ne bir başkası vardı, ne de yazılı bir izin aldınız."
"İçeride başkalarının olmaması benim suçum mu anlamadım? Yanınızdaki kaleminizi işini düzgün yapması konusunda uyarsaydınız haberim olurdu ve emin olun emrinizi ikiletmezdim."
"Laf cambazlığı yapmayın Alçin Ahsen savcım, olan ortada. Şüphelinin yanında ne işiniz vardı?"
"Sorguda mıyız? Yanlış anlamayın tamamen meraktan soruyorum. Zamanımız fazlasıyla kıymetli takdir edersiniz ki."
Savcılıktan önce kısa süreli bir avukatlık geçmişim ve Umay'dan kalan laf çevirme yöntemlerimle durumu kurtarmayı deniyordum. Normal şartlarda bir savcı olarak nezarethanedeki herkesle görüşebilirdim ama şu an terörle ilgili ciddi bir suçlama vardı. Delil yoktu, ifadeler vardı. Hiçbir şeyden kesin olarak emin değildim. Ortada Saadettin'le görüşmemem konusunda yazılı bir emir olsa şu durumda kesinlikle hakkımda soruşturma başlatabilirdi. Kalemi beni bilgilendirmemiş, kendisi de kayıtlara hiçbir şey geçmemişti. Kapıda beni uyaran subay umuyorum ki haberim olduğunu kimseye söylemezdi. Yapabileceği tek şey sözlü ikaz veya ufak bir tutanak olabilirdi. Asıl karar albaya düşerdi.
"Sizi gözaltına alıyorum Alçin Ahsen savcım." dedi başını dikerek. "Anlamadım?" kaşlarım çatıldı. "Baş başa şüpheliyle bu odada görüştünüz, yasal değil."
"Beni delil olmadan, sırf kendi kişisel isteğiniz doğrultusunda sorguya almanız da yasal değil!"
Arkasındaki subaylara ufak bir kafa hareketiyle emir verdi. "Avukat Saadettin Pekcan'ı benim odama götürüyor, savcı Alçin Ahsen Meva'yı nezarethaneye atıyorsunuz. Şu andan itibaren tutuklusunuz savcı hanım."
"Sen ne saçmalıyorsun?" dedim kendimi tutmayarak, hatta ona doğru bir adım atmıştım ki subaylar önüne geçmişlerdi. "Sebepsiz yere bunu yapamazsınız! Görevi kötüye kullanıyorsunuz, hakkınızda tutanak tutarım!" elimdeki çantayı alan adamları sinirimden ötürü fark edememiştim.
"Alçin savcı hiçbir şey yapmadı, yalnızca kontrole geldi!" içeriden çıkardıkları Saadettin'i kolundan tutup, odanın dışında merdivenlere iteklerlerken beni onun yerine ilerletiyorlardı. Göz göze geldiğimizde sinirinden koyulaşan irislerinin başımıza hiç iyi şeyler getirmeyeceğini biliyordum.
"Bırak kolumu, girmeyeceğim!" dedim bakışlarımı subaya çevirerek. "Bırak dedim!" kolumu sertçe çekerek geriledim. "Ne yaptığını zannediyorsun sen?" önümdeki adam emir kulu falan değildi, açıkça başsavcıya katılan, onun köpeklerinden biriydi. Fazla güç uyguladığı hassas tenimin morarmasından belliydi. "Sana diyorum, sen kimsin ki bana böyle dokunabiliyorsun?" yüksek sesim soğuk duvarlara çarparak kulakları çınlattı.
"Zorluk çıkartmayın savcım, yazıyorum bunları." kapının önünde, elleri cebinde olan adama baktım hırsımla. "Sen kes sesini!" içimdeki canavarı görmek onu besliyordu. Beni zorladıktan sonra dönüştürdüğü kişiyi suçlamak onun için daha kolaydı. "Usulsüz bir konuşma biçimi. Hakkınızda gerekeni yapacağıma emin olabilirsiniz." cümlesinden sonra subay bir hışım beni parmaklıkların ardına iteklemiş, demiri kilitlemişti. Ellerimi saçlarımdan geçirerek dik bakışlarımı onlara diktim.
Nefretim karşımdaki insanı yakardı; kolayca kimseden nefret etmezdim lakin bir kez edersem dönüşü olmazdı. Ve andım olsun ki ne planlıyorlarsa sonları olacaktım.
"Sorguda görüşmek üzere." son kez bakmış, alandan ayrılmıştı. Kalemi Bertu kıstığı gözleriyle bir kaç saniye konumumu incelese sonra o da sahibinin peşinden gitmişti. İçeriye girerek masada oturan subaya diktim gözlerimi bu sefer, kapının önündeki bunun aksine daha tarafsız ve ılımlıydı. Sessiz kalarak köşedeki tahtaya oturdum ve bıkmadan, usanmadan sadece ona bakmayı sürdürdüm.
Aradan geçen onca saatin sonunda gece yarısı olduğuna emindim. Oturmaya devam ettiğim tahta parçasında belim deli gibi sızlamaya başlamıştı, kıçım da ağrıyordu! Şekilli, dolgun kalçalarımın düzleşmemesi mucize olurdu. Hiç kıpırdamadan bu rahatsız yerde oturmak bir hayli zordu. Bacak bacak üstüme atarak aynı noktaya bakmaya devam ettim, adam rahatsız olarak bir çok kez boğazını temizlese de geri adım atmamıştım. Morarttığı kolumun hesabını elbet soracaktım.
Kaç saat oldu gram bilmiyorum, fakat sabahın ilk ışıklarını karşılamış duruyorduk çünkü devir teslim yapılıyordu.
İçeri giren dünkü beni kapıdan kovan subaydı. Beni görmesiyle ağzı hafifçe aralanmıştı, "Savcım.."
"Hiç sorma."
Sözlerini yutarak sustu. Askeriyedeki herkes abimi tanır ve her biri ayrı ayrı çok severdi. Kardeş kontenjanından yararlanmak bu olsa gerek ki karşımdaki adamın benim yerime üzüldüğünü görebiliyordum. Üstelik tamamen yabancı olmasına rağmen. O geldiğine göre bir kaç saat gözlerimi dinlendirmeye karar vermiştim, uykum yoktu ama ayakta durmak zorundaydım..
"Alçin Ahsen savcım, günaydınlar." tok bir erkek sesiyle gözlerimi araladım. Başımdaki keskin ağrı kendini ilk hissettirendi, ardından sanki belime oradan bacaklarıma büyük bir hızla yayılmıştı. Dudaklarımdan kısık bir inilti kaçtı, bulanık görüşüm gittikçe netleşmeye başladığında bakışlarımı sesin sahibine çevirdim. Bertu'ydu. "Güne hiç bu kadar kötü başlamamıştım." diye mırıldandım.
Duymaması için çaba sarfetmemiştim ki o da duymuş, gülümsemişti. Demirin kilidinin açılmasıyla ayağa kalktım, "Kaç saattir uyuyorum?" subaya sorduğum soruyla duvardaki saate döndü, "İki oldu savcım." başımı onaylar şekilde salladım.
Parmaklıkların arasından çıkarak masanın üzerindeki çantama uzanmıştım ki, "Henüz değil savcım, sorguya geliyorsunuz." diyen Bertu ile göz devirdim, "O sesini keser misin henüz yeni uyandım ve inan uçan sineğe dahi tahammülüm yok."
Önüme geçerek eliyle yolu gösterdi, "Bu taraftan." yanından geçip giderken yeniden durdurmuştu. "Prosedür gereği." subaya işaret vererek kelepçe ile yanımda bitmesini sağladı. "Çekil git gözümün önünden delirtme beni." sinirle tersledikten sonra yeniden bir adım attım ki önüme geçti. "Başsavcımızın kesin talimatı var, çok saldırganmışsınız. Canı tehlikedeymiş." buna bir çocuk bile inanmazdı, beni kışkırtmak için yapıyordu. Göğsümdeki ateş tenimi kasıp kavururken, damarlarımdaki kanın cehennem sıcaklığıyla yandığını hissediyordum. Dişlerimi sıktım. Bir cümleyle bile o kadar büyük bir olay yaratabilirdim ki beni tutuklamak için onlara gerçek bir sebep verirdim. Fakat içimdeki şiddet ve hakaret isteyen tarafımı susturarak tüm gücümü çeneme verdim. Bileklerimi karşımdaki askere uzatarak kelepçelerin takılmasına boyun eğdim. Boynumu eğdirenlerin boynuna dolanacaktım. Peşimizde iki subay ve arkamda başsavcının kalemi Bertu vardı. Uzun koridor boyu ilerlerken bize dönen askerlerde koca bir hayret ifadesi oluşuyordu. Tam uçta gördüğüm Burak'ın da beni görmesiyle kaşları derince çatılmıştı. Adımları hızlanmış, tam bana doğru gelmişti ki açılan kapıdan içeri yönlendirilmemle mecburen öylece kalakalmıştı. Kalem dışarıda, subaylar dışarıdaydı. Boş ve gri odanın ortasındaki masaya ilk defa farklı bir taraf olarak ilerliyordum. Genelde karşıda olurdum.
Sandalyeye oturdum, belim, sırtım, tüm vücudum fena hâldeydi. Beni orada sanki bir yabancıymışım, bu askeriyenin savcısı değilmişim gibi bir saat bekletmişlerdi. Her saniyesinde ateşimi harladıklarından habersiz, kendi topuklarına sıkmışlardı. Dışarıdan düne göre sakin duruyordum, fazlaca üzerime gelmedikleri sürece pençelerimi çıkarmayacaktım.
Kapı aralandığında dönüp bakmadım, "Alçin?" Umay'ın sesiyle gözlerim o yöne çevrildi, "Kaydı kapat, çıkıyorsunuz buradan." ara kısımdaki subayları dışarı yolladıktan sonra yanıma adımlamıştı. Yasalar önündeki tüm hakları ziyadesiyle kullanıyordu, kollarını açarak bana sıkıca sarıldı.
"İyi misin güzelim? Bakayım sana."
Kısaca bedenimi kontrol etti, kolumdaki morluk gittikçe renk değiştiriyordu ve hafifçe yayılmıştı. "Bu ne?" dedi sesindeki öfkenin aksine nazikçe kolumu tutarak. "Subaylardan biri dün beni nezarethaneye atarken fazla güç uyguladı ve itekledi." annesine sokaktakileri şikayet eden çocuklar misali ben de ona söyledim. "Kim? Adı ne?" üniformasında yazan soyadını anımsadığım kadarıyla Umay'a verdikten sonra saçlarımı öperek yerine oturmuştu.
"Neler oluyor Alçin? Anlat bana."
"Dur, önce Saadettin nasıl?"
"Onu hallettim sayılır, şu anlık serbest fakat sorgu için yeniden çağrılma ihtimali var. İki kişinin ifadesi doğrultusunda tutuklamış. Boş. Aslına bakılırsa 24 saat dışında yasal hakkı bile yok."
"Beni de sebepsiz yere aldı içeri."
"Emre karşı çıkmışsın ve kötü konuşup, savcıya saldırmaktan usulsüzlük yapmışsın. Sözde tabi, sen öyle şeyler yapmazsın."
"Verdiği emirden haberim dahi yoktu." başımı çevirerek kamerayı kontrol ettim, ışık yanmıyordu. "Ben baktım sen rahat ol." diyen Umay ile devam ettim, "Sadece devir değişim öncesi kapıdaki subay söyledi, ama yazılı bir emir olup olmadığını sorduğumda sessiz kaldı." kapıdaki subayın bilgilerini de arkadaşıma verdim. "Sonra ben de odama çıktım, ortalığın boşalacağına emin olduğum bir vakitte gizlice içeri girdim. Subaylar anahtarları unutmuşlardı, kapıyı kilitledim. Saadettin'le beş ila altı dakika konuşmuşuzdur. Kapıyı açtığımda ise karşımda başsavcı vardı." masanın üzerindeki sulardan birini içtim, dünden beri ne sıvı ne de katı hiçbir şeyi ağzıma sürememiştim. "Sonra saçma sapan konuştu. Ben kendimi savundum, gerçekleri söyledim. Yasal olmadığını dile getirdim. O beni içeriye atmalarını söylediğinde öfkelendim, kolumu sıkan subaya bağırdım. Ona hakaret etmedim fakat usüle uygun konuşmadığım doğru. Sesini kesmesini söyledim."
Umay kendini tutamayıp güldüğünde başını sağa sola sallıyordu, "Ah be kızım, sana diyorum ki o an sakinliğini koru, ne yapacaksan sonra yap." çünkü kendisi tam olarak böyle yapardı. Her olay anında sessiz kalır, yüzünde mimik oynamadan, en sakin ses tonuyla en ağır cümleleri kurardı. En sonunda ise karşı tarafın içinden geçerdi. Umay'ın elinden içen de, kaçan da kurtulamazdı. Gülümsedim, "Ne bileyim ya, tutamadım kendimi."
"Bak şimdi, sen zaten biliyorsundur lakin avukatın olarak söylemek benim görevim. Üzerine yalan yanlış bilgilerle gelebilir, seni köşeye sıkıştırabilir, manipüle edebilir. Sen bildiğinden şaşmayacak ve sonuna dek inkar edeceksin." başımı onaylar şekilde salladım, sorgularda benden fenası yoktu ama bir de başsavcımızı görelim bakalım. "Merak etme seni fazla tutamaz, şov yapmış kendince. Güç gösterisi. Sakinliğini koru, ben de dışarıda gerekenleri yapacağım. Çıkınca konuşuruz."
"Tamam canım." diye mırıldandım, "Teşekkür ederim." saçmalama dercesine baktıktan sonra ayaklanmış, son kez saçlarımı öperek odadan ayrılmıştı.
Hemen ardından giren başsavcıyla gözlerimi ona diktim, "Merhaba Alçin savcım." başımla selamını aldım. "Nasılsınız, keyfiniz yerindedir inşallah." alaycıldı, sinir bozucu sırıtışına karşılık verdim, "Çok." ekledim, "Siz nasılsınız?"
"Baya iyiyim. Sorguya başlayalım o zaman." camın arkasındakilere onay vererek kamera kaydının başlamasını sağladı. Baktığımda kırmızı noktayı görmemle önüme döndüm.
"Evet, Alçin Ahsen Meva. Askeriyenin yeni ve gözde savcısı. Özel bir sebebi var mı bu denli önplanda olmanın?"
"Yeniyim, gözde olduğum tartışılır. Nasıl bir özel sebep, biraz açarsanız yardımcı olacağım." aslına bakılırsa artık yeni sayılmazdım. Eylül sonu Ekim başı gelmiştim ve şu anda neredeyse Mart başlarındaydık.
"Bir sebebi var yani?"
"Başarım ve zekam."
Sanki komik bir şey duymuş gibi gülümsemesi genişledi, aklı sıra özgüvenimi mi düşürecekti? O küçük beyni buna yetmezdi. Mesleki başarım kimsenin ağzına meze olamayacak derecede güçlü, azmim kimsenin hayal edemeyeceği derecede fazlaydı. Bu yüzden masanın bu tarafında olan ben, karşı tarafında olan oydu. Çünkü zekası bana yetmemiş, mahkûm ederek zaman kazanmayı denemişti. Muhtemelen sadece denemekle kalmıştı. Dediğim gibi, zekası yetmezdi. "Sizin kadar zeki bir savcının bu kadar amatör davranması insana düşündürüyor; fazla cesaretiniz mi var yoksa sandığınız kadar zeki mi değilsiniz?"
"Herhangi sorun teşkil edecek hiçbir şey yapmadım lakin yanınızda çalıştırdığınız amatör kaleminize de umarım aynı bu tavırla, işini nasıl yapacağını hatırlatmışsınızdır." ayağa kalktı. "Teröre yardım ve yataklık şüphesiyle içeri attığımız şahısla bire bir görüş, üstelik altını çiziyorum ki nezarethanede kimse yoktu. Heyetsiz giriş, görev suistimali. Üstünün emrine karşı çıkmak, usulsüz tavırlar sergilemek." bana doğru bir adım attı, "Söylesenize Alçin Ahsen savcım, tutanağınıza hangi birini yazdırayım?"
"Tutanaklık bir durum yok. Dediklerinizin hiçbirinin doğruluğu da yok."
"Hangi gerekçeyle girdiniz oraya?" yaklaşarak koyu gözlerini en derinlerime dikti. "Saadettin Pekcan'ın avukatı mısınız, dostu mu yoksa ona eşlik eden bir terörist misiniz?" dibimdeki varlığının üzerimde hiçbir etkisi yoktu ama bana kansızlıkla itham edemezdi. "Benim ailem vatan uğruna çalışmış insanlar. Çevremdeki herkes ya adalet ya da bayrak için hareket eder, yaşar ve ölür. Şahsıma diyeceğiniz her şeyin bir sınırı var, kendime terörist dedirtmem!" sesim sonlara doğru yükselmişti.
"Hangi gerekçeyle girdin nezarethaneye?" diye daha da yükseldi direterek. "Denetim." cevabımla artan sinir seviyesini hissedebiliyordum. "Örgüte yardım dosyasına adını yazmama şu kadar kaldı Ahsen." parmak uçlarıyla sabrının ufaklığını gösteren bir hareket yaptı. Gözlerimi dikmiş öylece onu izliyordum. "Yazamazsınız. Çünkü öyle bir şey yok."
"Öyle mi?"
"Öyle."
"Bertu!" diye seslendi camın arkasına doğru. Çok geçmeden aralanan kapıdan içeriye kalemi girmiş, elindeki ince dosyayı başsavcıya vererek aramızdan ayrılmıştı. Mavi kapaklı dosyayı önüme fırlattığında dibimde bitmiş, ilk sayfayı açmıştı. Bir fotoğraf vardı.
"Bak bakalım bu kim?"
Ağaçların yaprakları arasından çekilmişti. Tanıdık bir yerdi, Saadettin'in babasının eviydi. Kapıyı genelde annesi veya evde çalışan hizmetli açardı lakin bu sefer Hasım Kuleli açmıştı. Meslekten atılan hakim. İçimden bu şansa sövsem de dışımdan renk vermedim.
"Kim?"
"Demek böyle oynayacaksın savcı. Bilmemezlikten gelerek." fotoğrafı dosyadan çıkartarak eline aldı ve suratıma daha da yaklaştırdı. "Böyle bak bir de." başımı geriye çekerek uzaklaştım. "Tanımıyorum diyorum."
"Meslekten el çektirilen, teröre yardım ve yataklık şüphesiyle senelerce içeride yatan eski hakim. Dostunun iş birlikçileri!"
"Tanımıyorum."
Dosyanın diğer sayfasını çevirdi, aynı açıdan çekilmiş bir sürü fotoğraf vardı. "Saadettin Pekcan bu evde tamı tamına bir gün kaldı." çıkış saatini de belgelemişti. O an bu tür konuşmaların hiçbirini telefondan yapmadığımıza ve şifreli konuştuğumuza şükrettim. Çünkü işte o zaman gerçek anlamda biterdik. O eve giderken çoğunlukla telefonlarımızı dahi kapatırdık. Sinyal alınmaması açısından. Her şeyi düşünüp önlemlerimizi alırken en ufak şeyde takılması beni içten içe çıldırtıyordu. Parmak uçlarımdaki karıncalanmayı görmezden geldim; aksi takdirde tek tek önümdeki kâğıtları parçalar, yanımdaki adamı masaya yatırır ve söve döve ona yedirirdim. Derin bir nefes al Ahsen, sakin ol. Sen kirli oynarsın, sen onlara onlar gibi karşılık verirsin. Zekanı kullan, sinsi ol.
Kısasa kısas Ahsen, kısasa kısas.
Gün gelecek devran dönecek, baştan bir tarih yazacaksın. Fakat şu an plana sadık kal, nefes al.
"Şunlara da bakalım o hâlde.." ifade kâğıdı çıkardı. Tanıkları gizli tuttu ama ben zaten biliyordum. "Avukat Saadettin Pekcan, geçen gün benimle aynı ortamdayken şüpheli bir cümle kurdu. Emin değilim ama bunu size bildirmem gerektiğini düşündüm. Onunla doğrudan bir sorunum olmadı fakat buna da sessiz kalamazdım.. Yeterli delil ile ilgili bir şeyler söyledi telefonda, sonra babasıyla alakalı olup olmadığını sordu. Bu çok garip. Bildiğimiz kadarıyla onun bir babası yok. Başta yanlış anladığımı düşündüm. Fazlasıyla agresifti, telefonun kapanmasının ardından öfkeyle çevresindeki eşyaları devirdi. İlgilenmem gereken işleri bırakıp, endişeyle onu izledim. Sonra ise ağzında hepinizden nefret ediyorum benzeri bir cümle döndü. Aslına bakılırsa bir kaç gün takip etmeden sizinle konuşmayacaktım, ettiğimde şüpheli durumların gitgide artmasıyla endişe duyarak size geldim.." durdu, "Devamını da okumamı ister misin?"
Tamamıyla yanlış bir ifadeydi. Saadettin o cümleyi bana, askeriyenin sağlık ocağında kurmuştu. Sinirden uzak, sadece endişeyle. Ki kısık bir sesle konuşmuştu. İfadeyi veren kişi benim adımı geçirmemişti. Şüpheli durumlar artamazdı, biz odadan bile çıkmazdık. O kendi işinde, ben kendi işimde olurdum. Başımı olumsuz anlamda salladım, okumasına gerek yoktu, ben çoktan okumuştum.
"Kamera kaydı var mı belirtilen durumlarla ilgili?"
"Hayır yok, bunu kamerasız ortamlarda yapacak kadar zeki, açık açık teröristlerle buluşacak kadar aptal bir adam."
Gülümsedim, kahkaha atmak istedim, kendime engel oldum. Dalga geçilecek hâldeydi bu başsavcı, haberi yoktu. "Bu dikkatini çekmedi anlaşılan, bir de bu açıdan bakalım.." diğer ifade kâğıdını çıkardı, "Ben.. İnsanlar hakkında kesin durumlar dışında konuşmayı sevmem lakin korktuğum için başka bir yol bulamadım. Size anlatmam gerektiğini düşündüm. Uzun zamandır bizimlesiniz, sizi az çok biliriz. Size güvenebilirim.. Tesadüfen avukat Saadettin'in yanından geçerken, çok alçak sesle konuştuğu şeylere kulak misafiri oldum. Saklanmak, yardım, babam ve bir kaç uygunsuz kelime duydum. Yani en azından seçebildiklerim bunlardı. Tavırlarına bakılırsa belli ki konuşulması gereken türden şeyler değildi. Aslında o çocuk iyi birine benziyordu, bana çok yardımı dokunmuştur. Bu yüzden ona kondurmak istemedim fakat askerlere olan bakışları, yalnızken takındığı tavırları beni endişelendirdi. En son yüzünü net göremediğim, sadece sesini duyduğum biriyle konuşmasına denk geldiğimde ise her şey benim için kesinleşti, karşısındaki bir kadındı ama sesini çıkaramıyordum, yüzünü hiç görmedim.." yeniden durdu, "Bu kadının kim olduğuna dair çok hoş tahminlerim var." benden bahsediyordu. Devamını okumak yerine kâğıdı bıraktı. Bu da yalanların cümlelere büründüğü, saçma sapan uydurmalardan ibaretti. Tek kelime etmedim.
Aradan neredeyse saatler geçmek üzereydi. Sinir kat sayısı gittikçe artıyordu çünkü ağzımdan laf alamıyordu. Aldıklarıyla yetinemiyordu. Doğruları söylüyordum fakat kafasında kurduğu senaryoya inanmayı tercih ediyordu. "Sorgu boyunca ne avukatı sahipledin, ne de kiminle hangi yolda olduğunu belli ettin. Ezber hareketler bunlar savcım, geçeceksin bu işleri!"
"Mesleğinizde geçirmiş olduğunuz seneler boyu gerçek bir suçluyu gözlerinden tanırsınız diye düşünüyorum. Gözlerimde suç yok, sözlerim de gördüğünüzü yansıtıyor. Asıl sizin bu kadar diretme amacınız nedir başsavcım?" masada öne doğru yaklaştım, "Dışarıda görmemem gereken bir şeyler mi var, beni burada tutarak üstünü kapat.." aniden ayaklandı, burnundan soluyordu. Bana doğrulttuğu okları ona çevirmem hoşuna gitmemişti. İnsan hiç kendine yapılması hoşuna gitmeyen şeyi başkasına yapar mıydı, kınıyordum. "Kendini temize çıkarabileceğini mi sanıyorsun?" burnumun dibine kadar girdi, dişlerini sıka sıka konuşuyordu.
Gözlerimi dikerek, en ters ama kendinden emin bakışlarımı ona verdim. Elini masaya vurarak üzerime doğru eğildi, "Sınırlarını ne kadar zorlayabileceğini mi görmek istiyorsun? Göstereyim. Hakkında tutanak tutacağım, peşini bırakmayacağım ve sana yemin olsun ki seni hakim önüne çıkartacağım. Sonra ne olacak biliyor musun, deliller sunacağım, tanıklar göstereceğim. Senin kanını kurutacağım! Gerçekler gün yüzüne çıkıp da bir terörist olduğun anlaşılınca ise sizin gibi pisliklerden kurtulmuş olacağız! Sorgu bitmiştir." bağırışlarının sonunda kapıya ilerlerken ağzının içinde söylediği cümle bende de kayışın kopmasını sağlamıştı.
"Terörün iti. Abisi dirensin, kardeşi itlerin yatağına girsin!" muhtemelen duymadığımı düşünüyordu. Kelepçelerimi açmak için içeri giren subay bileklerimi serbest bırakır bırakmaz ayaklandım.
Peşinden aceleyle yürüdüm, "Sen az önce ne dedin?" bağırışımla koridor inledi. O da beklemiyor olacak ki anlık irkilmiş, bedenini bana çevirmişti. Ensem yanıyordu, parmak uçlarım karıncalanmaktan uyuşmaya doğru ilerliyordu. Gözlerim kararıyor, içimdeki canavar pençeleriyle bedenimi parçalıyordu. "Gel buraya!" çığlığımla onu beklemeden ben üzerine yürütmüştüm ki burada olduklarını bile fark etmediğim kişiler araya girdi. Umay beni bileğimden kavramıştı ama tutmaya gücü yetmemişti. Koluma sarılmış, yine becerememişti. Karşımda kaşları çatılarak yüzündeki hayret ifadesiyle beni izleyen adam ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Umay yetemeyince subaylardan biri, "Savcım ne oluyor?" diyerek tutmuş, itmemle duvara yapışmıştı. Adımlarım hızlanırken, işaret parmağımı ona doğru uzattım öfkeyle, "Sen had bileceksin!" boğazım delicesine acıyordu, sesim kendimin bile daha önce hiç duymadığı türden yükseklikteydi, "Sen bana or*spu iması yapamazsın!" daha sıkıca tutulmamla hızım kesilmişti. Yine de direnerek ona gitmeye çalışıyordum. Parmağım havada, ona sallıyordum.
"Yapmadım öyle bir şey! Yalan sana huy olmuş!" o da bağırarak karşılık verdiğinde içim içimi yemek üzereydi. Asıl yalancı oydu. Kanımın akışını dahi hissedebiliyordum fakat sesler artık uğultuya dönüşmek üzereydi. "İtsiniz dedim, inkar etmiyorum, terörün iti değil misiniz!" biri şu adamı acilen susturmalıydı. Sinirden kanayan burnumu elimin tersiyle sildim. "Bak.. Bırak lan!" cümlemi bölen şey defalarca vurduğum askerdi. Beni tutanın kim olduğunu idrak edemiyordum, benden fazlasıyla dayak yemiş sayılırdı. "Asıl it sensin! Ne saklıyorsun da dünden beri bu kadar direniyorsun?" önüme gelen saçlarımı yolmakla geriye itmek arasındaki farkı kavramayan beynim bir şekilde en makulünu seçmemi sağlamıştı. "Ne diyorsun lan sen?" o da bana doğru adımladı, kalemi Bertu önüne geçti.
Bağırışlar tüm askeriyeyi inletiyor olacak ki alana benimkiler giriş yapmıştı; Vahşet. Bunu Burak'ın dibimde bitmesiyle anlayabilmiştim. "Ne oluyor, Alçin.." cümlesine devam edemeden onu böldüm, "Hak ettiğini söylüyorum sana, it değil misin? İt!" tüm gücümle sonunda beni tutan kişiden kurtulabilmiştim. Duyduklarına şaşıran tim üyeleri olayı anlamaya çalışıyorlardı. "Benimle düzgün konuşacaksın savcı!" kükremesiyle çok büyük oranda yaklaşması bir oldu. "Terörün yatağına girdin diyen bir köpek mi söylüyor bunu? Beni o pis ağzına meze yapamazsın! Duydun mu?" şu noktada olaylar ani gelişmişti.
"Ne?" diyen Burak'ın kaşları derince çatılmış, benden önce o onlara doğru koşmuştu. Hızını alamayan Candar onu tutmaya mı yoksa çoktan yumruğunu Bertu'ya geçiren komutanına destek atmaya mı gidiyor emin değildim. Yumruğu başsavcı yerine Bertu'nun yemesi ayrı meseleydi fakat gayet tatmin ediciydi. Candar'da kesmeyince sırasıyla Dila ve Esin'de yanlarına koşmuşlardı. Barlas sonradan dahil olanlardandı, olayı bile bilmiyordu ama duvara yapışan Esin'i görmesi onun için gayet yeterliydi. Tüm bu karmaşanın ortasında Acar neredeydi bilmiyordum. Çünkü odaklı olduğum şey, bana laf atmaya devam eden başsavcıydı. Subaylar bizi tüm güçleriyle tutmaya çalışıyorlardı.
"Yakacağım seni, göreceksin!"
"Yakmazsan şerefsizin önde gidenisin!" ağız dolusu hararetle bağırıyor, indirmediğim parmağı ona sallarken beni saran kolları gerek tekme, gerek tokatlarla engellemeye çalışıyordum. O da aynını yapıyordu.
"Tutanak tutacağım!"
"Ben boş mu duracağım lan!"
Suratı kıpkırmızıydı, boynundaki damarlar patlayacak derecedeydi. "İyi demişim! Kaç paraya satıyorsun vatanını da, kendini de, söyle!" o an neye dönüştüm bilmiyorum ama koskoca askerleri aşmış, başsavcının yakalarına yapışmıştım ki son saniyede geri çekilmemle hırsımı alamadım. Sıktığım yumruğumu defalarca duvara geçirdim, "Sen, benim, hakkımda, böyle, konuşamazsın!" art arda vurduğum için nefes nefese çığırıyor, kelimeleri tek tek söylüyordum. Şu adamın yüzüne bir kere koyamadığım için göğsümün ateşi katlanarak tüm bedenimi yakıyordu. Bileklerim de tutuldu. Dişlerimi sıka sıka herkese sövdüm, o da aynı şekilde karşılık vermeye devam etti. En son güç bela onu götürdüklerinde koridordaki karmaşa neredeyse son bulmuş sayılırdı.
Fakat herkesi arkamda bırakarak askeriyeden ayrılırken ne öfkem dinmişti, ne de duyduklarımı sindirebilmiştim. Kendime yemin ediyorum ki, bana söylenen her kelimeyi bir bir o adama yedirecektim. Şu anda ihtiyacım olan tek şey krizimi dibine kadar yaşamak, yakıp, yıkmaktı. Kanayan burnumu yeniden elimin tersiyle silerek, arabamla evimin yolunu tuttum.
-
Şubat'ın neredeyse bitmek üzere olmasıyla Bingöl'ün hava şartları önceki günlere nazaran daha sıcaktı. Bu şehirde nadiren görülen güneş, tüm ışığıyla hastane odasından içeri yansıyordu.
Gözlerini kırpıştırarak aralayan Verda bir süre öylece olduğu yerde kaldı. Uyanmak istemiyordu, henüz çok erkendi.
Lakin gözüne gözüne yansıyan ışıkla bu pek mümkün değildi. Yanağını yaslandığı gövdeye biraz daha gömdü, yetmedi kıvırcık saçlarını da yüzüne doğru kapattı. Böyle daha iyiydi. Tatlı uyku onu tekrar hapsederken, aradan çok geçmeden yeniden uyanmak durumunda kalmıştı. Yüzünden çekilen saçları geri yüzüne koyarak uyumayı denedi. Bu döngü bir kaç kez tekrarlandığında huysuz mırıltılarla gözlerini araladı, bakışlarını kaldırdığında ise tüm bu uykusuzluğunun sebebi olan nişanlısını, koca bir gülümseme ile ona bakarken gördü.
Mavilerinde çocuksu bir heyecan vardı, sevdiği kadınla uğraşmak hoşuna gidiyordu. Üstelik uyuyan bir Verda demek, bebek gibi bir Verda demekti.
"Çınar.." dedi son heceyi uzatarak. Sesi yeni uyandığından hafif kısık çıkmıştı. "Uyanacak mısın?" onun aksine sevdiği adamın sesi fazlasıyla kalındı. Kalın ve çekici. Bazı özel anlarda daha derin, daha yüksek çıkıyordu. Sabahın bu saatinde aklına giren ahlaksız düşüncelerle kendini kınadı fakat gülmeden de edemedi. Bir an önce bu adam iyileşmeliydi. "Bırakmıyorsun ki uyuyayım." cilvelenerek parmak uçlarıyla Çınar'ın yüzünü okşadı.
Sanat gibiydi; kumral saçları, mavi gözleri, yüzüyle uyumlu keskin hatları.. Her karesi içini kıpır kıpır yapıyordu. Sanki şu an daha bir yakışıklıydı.. Başını hafifçe kaldırarak tekrar baktı, gerçekten de öyleydi.
"Ah şu yataktan bir kalkabilsem var ya.."
İkisi de birbirlerine belli etmeseler de aynı düşüncelere sahiplerdi.
"Ne olurmuş?" sınırları zorlayan sevgilisi sayesinde sorusunun cevabı anlık gözünün önüne gelmişti. Neler olmazdı ki.
"Sabah sabah.." diye mırıldandı. Fakat Verda'nın durmaya hiç niyeti yoktu, "En çok sabah. Biliyorsun." yaptığı imayı havada kapan Çınar derin bir nefes alarak güç diledi, yoksa eriyip gidecekti. Konuyu değiştirmek adına uyurken şahit olduğu muazzam görüntüyü anlatmaya karar verdi, "Defalarca yanaklarını şişirdin." her hareketini ezbere biliyordu. Öne doğru büzülen dudaklarına ufak bir öpücük kondurarak konuşmaya devam etti, "Işık yüzünden sinirlendiğinde ise derin bir nefes alarak bana daha sıkı sarıldın."
"Ne ara uyandın?" güneş mavi gözlerini gökyüzüne çeviriyordu. Kalbinden taşan tüm sevgisini parmak uçlarına vermeyi denedi, yavaşça, doya doya sevdi. "İki saat önce." tamı tamına iki saattir kucağındaki güzelliği izliyordu. "Verda.." diye mırıldandı bahsedeceği şey onu heyecanlandırırken. Meraklı kahveleri ona dönmüştü. "Sen uyurken bir şey düşündüm." yüzüne hafif ama içten bir tebessüm yayıldı. "Günün birinde kızımız olduğunda aynı sana benzese, bir kolumda o, bir kolumda sen olsan. Ve ben yine böyle bir sabahta sizi izlesem saatlerce, her güne aynı bu şekil uyansam.." gözbebekleri dahi parlıyordu hayal ettikçe. "Adını bile düşündüm." diye devam etti heyecanla. Fakat sevdiği kadının acı çektiğini bilmeden.
Annelik evladını ilk öğrendiğinden de önce, ilk içinde filizlendiğinde başlardı. Varlığından haberi olmadığı hâlde defalarca elini karnına atması, içten içe duygusal hissetmesi ve anlamsız bir şekilde her bebek gördüğünde karnının kasılması bu yüzdendi. Onu bilmiyorken bile, yüreği varlığını hissettiriyor, o burada dedirtiyordu. Yaşadığından önce gittiğini öğrenmek ise büyük bir darbeydi, çok büyük bir darbe. Bebeği, babasıyla birlikte yok olmuştu. Canının canını taşıyamamıştı. Öfke bu noktada hüznünü gölgelemiş, onu savaşmaya itmişti. Ama şimdi sevdiği adam yanındayken gardı iniyordu, derinlere sakladığı yası kendini ortaya çıkarıyordu. Derin bir nefes alarak doğruldu, elinden geldiğince duygularını gizlese de Çınar bir şekilde anlıyordu. Hissediyordu.
"Ya erkek olursa?" şakaya vurmayı denedi.
"Olmayacak."
"Ya olursa?"
"Tövbe de gülüm ya."
Bu ihtimalin onu ne kadar rahatsız ettiği gerçeğini saklama gereği duymayan adama göz devirdi. "Ben erkek doğuracağım. Sonra yine erkek olacak, sonra yine erkek olacak ve sonra yine." izledikleri dizinin repliğini taklit ettiğinde kendi kendine gülmüştü. Suratını asarak ona bakan nişanlısı ile duraksadı, "Sen ciddisin."
"Ciddiyim tabi. Esprisi bile komik değil."
"Artık sana akıl erdiremiyorum." toparlanarak yataktan kalktığında lavaboya doğru adımladı, "Kız istiyormuş, sanki ben seçiyorum." söylene söylene kapıyı kapatmış, içerideki işlerini halletmeye koyulmuştu. Verda'nın gitmesiyle boş tavanı izleyen Çınar, güçlükle köşedeki masanın üzerindeki telefonuna uzandı. Alçin'i aramak istiyordu. Açılan ekranla rehberindeki kardeşini tuşladı, bir kaç saniyenin ardından cevaplanmayan aranma ile yeniden şansını denedi. Tekrar, tekrar. Bu saatlerde işe yeni gidiyor olmalıydı, bu yüzden sesli mesaj atmaya karar vermişti.
"Güzelim aradım ulaşamadım sana.. Görüşemiyoruz kaç gündür, seni özledim.. Mesajı görünce beni ara olur mu? Sesini duymak istiyorum.. Hatta yanıma gel, alçılarım çıkacak yakında. Artık sarılabiliriz. Her neyse, bana ulaş.. Seni seviyorum bebeğim."
Aklına takılmıştı şimdi, abi yüreğiydi. En son aktif olduğu saat dünü gösteriyordu, sıkıntılı bir nefes vererek sohbetten çıktı. Kapadığı telefonu yanına koyarken, bakışlarını saçlarını toplayarak ona gelen nişanlısına çevirdi.
"Yavrum, Alçin'le konuştun mu?"
"En son iki gün önce konuştuk."
İkisi de askeriyede olanlardan birhaberlerdi. Verda Çınar'ı toparlayarak rutin kontrollere götürmüş, doktorlardan gelişmeleri dinlemiş ve ilaçlarını içirmişti. Her şey düzenle ilerlerken saat öğlen vakitlerine yaklaşıyordu, hâlâ kardeşinden haber yoktu. Aklı en çok Alçin'de kalsa da, Aşkım ve Güven adında iki kardeşi daha vardı. Aşkım ile daha dün kısa bir telefon görüşmesi yapmış, Güven'i de o ara bir kaç saniyeliğine duymuştu. Güven oldukça efendi bir çocuktu, saygılı, ağırbaşlıydı; gün içerisinde abisine mesaj atıyor, ihtiyaçlarından emin olmaya çalışıyordu. Aralarında düzgünce konuşamadıkları için hastaneye gelmeye çekinse de iletişimi eksik etmiyordu. Zamanla her şey yoluna girecekti. Lakin şu an ağzına tatsız tuzsuz bir çorba kaşığı sokulmaya çalışılırken biraz zordu.
"Doydum yemin ediyorum, lütfen yedirme."
"Aç ağzını Çınar."
"Valla doydum."
"Bir kaşık bile almadın, bakarak mı doydun? Aç çabuk şu ağzını, yiyeceksin!"
Çocukken yemek seçse de artık hayatında nazını çekecek kimse kalmadığından bu huyundan vazgeçmişti. Ne bulduysa yerdi, ki dağlarda da pek bir seçeneği olmuyordu. Üstelik aylarca aç susuz kalmışken kuru ekmek olsa dahi afiyetle yerdi. Fakat bu çorbadan artık gına gelmişti, her gün aynı menü, aynı tatsızlıkla karşılaşıyordu. Damak denilen şey de kalmamıştı, dilindeki tat alma duyusu kaybolmuştu resmen.
"Bana dürüm alır mısın?"
"Alamam."
"Sen istesen ben alırdım."
"Çınar.. Sabrımı sınıyorsun canım."
Nişanlısı hadi dercesine kaşığı zorla ağzına soktuğunda yüzünü buruşturmuştu. "Yok sana çocuk falan, gariban evladımın ağzına da böyle kaşık tıkayacaksan.." konuşmasından fırsat bilerek bir kaşık daha yedirmişti. "Senin gibi huysuz olacaksa istemem zaten." ufak çaplı bir atışmaya girdiklerinde Çınar başını sağa sola çeviriyor, Verda sinirleniyordu.
"Reglim, içimdeki şeytanı çıkartma benim!"
"Seninki bugünlerde değil ki yavrum."
"Stresten gecikti bir kaç aydır."
"Gel yanıma uzan, bırakalım çorbayı." her fırsatı değerlendirmekte üstüne yoktu.
Tıklanan kapı ile gel diye bağırmıştı ortamdan kaynaklanan bir gerginlikle. Bir süre hiç kimse girmeyince sinirle ayaklanmış, bir hışımla kapıya ilerleyerek açmıştı. Karşısındaki adamlar mum gibi dizilmiş, komutanlarına bakıyorlardı. "Gelin diyorum duymuyor musunuz?"
"Kızgın gibiydiniz komutanım."
"Geçin içeri."
Tek sıra hâlinde odaya girip, yine tek sıra hâlinde dikilmişlerdi. Şahin Tim, neredeyse üç aydır olduğu gibi, bugün de Çınar Yüzbaşı'larını ziyarete gelmişlerdi. "Biz geldik." dedi Talip sırıtarak, yüzündeki ifadeye bakılırsa bir şeyler karıştırdığı açıktı. "Hoş geldiniz, oturmaya davet mi bekliyorsunuz?" kaşığı kaseye daldırarak yedirmeye devam ettiğinde, el mecbur bitiren Çınar öğürdü öğürecekti. "Siz sürekli eliniz niye boş geliyorsunuz oğlum?" kusmaktan son anda dönerek buruşturduğu yüzüyle konuştu, canına tak etmişti, tatlı yemek istiyordu, lahmacun yemek istiyordu, kebap, baklava istiyordu.
Kaş göz işaretleriyle tepsiyi kaldıran Verda'yı işaret ettiklerinde ortamda sessizlik hakimdi. Aslında hiçbir zaman elleri boş gelmemişlerdi, alınanları yedirmeyen Verda komutanları yüzünden hastane çalışanları nasipleniyordu. Tepsi tepsi börekler, şerbetli şekerpareler ve daha bir çok şey hemşirelere, doktorlara dağıtılıyordu.
"Gözünüzü oyarım sizin."
Bakmadan da arkasında yapılanları anlayabilmesi takdire şayandı. "Benim hanım fena, korkun ondan."
"Korkmamak mümkün mü komutanım?" timin en küçüğü Rıfkı ağzının içinde mırıldandığında ona dönen ters kahvelerle yutkunmuştu. "Şu an rütbede miyiz?" Talip'in sorusuyla başlarını olumsuz anlamda salladılar. "O zaman.." gözleriyle yanındaki adamlara işaret verdi.
Ve hepsi aynı anda ceketlerinin fermuarlarını açarak karşılarındaki ikiliyi şok etmişlerdi; İçlerine yemek kapları saklamışlardı!
"Size inanamıyorum." sürekli yemek sokmalarının önü arkası kesilmeyince hastane yönetimiyle konuşmuş, özellikle bu beşlinin getirdiği şeylerin alınmamasını rica etmişti. Fakat durdurakları yoktu, başka bir yol bulmuşlardı. "O ne lan?" oturduğu yerde dikleşen Çınar'ın suratında adeta vatan gülüşü vardı. Önce Kamil tamı tamına dört kap çıkardı, katmer, Amasya Çöreği, bakla dolması, ve yufka tatlısı getirmişti. Yatağın üzerine koyarak sırıttı. "Ulan Amasyalı." diyen komutanına göz kırptı. Geriye çekildiğinde öne çıkan Rıfkı da dört kap çıkardı, Sivas Köftesi, Sivas Kebabı, madımak ve yaprak sarma getirmişti. "Çorbalardan yok mu?" diyen komutanına dudak büzdü, "Onu da artık çıkınca yaparız komutanım." aslında kendi yöresi çorbalarıyla meşhurdu ama dökülür korkusuyla risk almamıştı.
Bu sefer öne çıkan Talip, Ankara Tava, Beypazarı Güveci, iskender, bulgur pilavı ve Ankara Simiti getirmişti. "Yürü be Angaralı!" dedi heyecanla. Şu an gördüğü görüntüler karşısında gözlerine inanamıyordu.
Nezmi herkese üstten bir bakış atarak kendi yemeklerini gururla sundu, boyoz, İzmir Söğüş, İzmir Bomba ve kabak çiçeği dolmasını dikkatle bırakarak geri çekildi. "Kurban yaradana yemin ediyorum." uzanabilirse bombadan ağzına atmak istiyordu fakat olanları sessizce izleyen Verda asıl bombaydı.
Son olarak öne çıkan Hilmi, kendi getirdiklerini yememek için zor duruyordu. Çünkü Kayseri Mantısı, Kayseri Yağlama, içli köfte ve Kayseri Katmerine kimse dayanamazdı. "Şu yemekleri kaplarla birlikte yerim." dedi heyecanla.
"Siz mi yaptınız bunları?"
"Analarımız yaptı Verda komutanım, Çınar komutanımızı ziyarete gelmek istiyorlardı zor tuttuk. Bunları gönderdiler."
"Ellerine sağlık analarınızın, baş tacılar. Zahmet etmişler valla, gelmiş kadar oldular." mahçup hissetmişti Çınar, anne yemeği yemeli uzun zaman olmuştu, seneler kadar. Aslında sırf bu yüzden engel olmak yerine sessiz kalmayı seçti Verda, nişanlısının içinden geçenleri hissedebiliyordu. "Çok yemek yok ama tamam mı?" yumuşak saçlarına öpücük kondurarak yanına oturdu. Uslu bir çocuk gibi başını olumlu anlamda sallayan Çınar ile tebessüm etti.
"Komutanım benim anam ille de konuşacağım diyor. Bir arasam uygun mu size?" Rıfkı'nın annesi oğlunu ona emanet etmişti. Bir olarak yolladığı evladı ile artık yedi çocuğu vardı. Hepsinin annesi, her birini kendi evladı misali seviyordu. "Uygun tabi, getir telefonu." aramayı tuşlayarak komutanına uzattı. Diğerleri ise koltukları birleştirmiş, masayı ortalarına koymuşlardı. Ceplerinden çıkardıkları çatal bıçakları iyice temizlemiş, ortamın hijyeninden emin olmuşlardı. Ne kadar şakaya vursalar da sağlık konusunda hassaslardı, yemek getiriyorlardı fakat yedirirken de miktarı konusunda dikkat ediyorlardı. Ağır ameliyatlar geçirdiğinden ötürü en sağlıklısı sıvı odaklı beslenmesiydi. Şu an yaptıkları ufak kaçamak için yeteri kadar zaman geçmiş olmasına rağmen temkinlilerdi. Yaklaşık beş dakikanın sonunda, "Tamam anacığım siz de kendinize dikkat edin, elinize kolunuza sağlık tekrardan." diyerek aramayı sonlandırmıştı.
Şeytan tüyü denen kavramın karşılığı tam olarak Çınar'dı, yediden yetmişe, bebekten yaşlısına, hayvanlar da dahil herkesin kanını çekiyordu. İnsanlar sevmeden edemiyorlardı.
"Siz nasıl izin aldınız?" henüz iş bitimine daha çok vardı.
"Siz yokken bize de pek iş çıkmıyor komutanım." dedi Kamil boş bulunarak. Kimseden tepki gelmediğinde söylediğinin farkına varmış, eşzamanlı olarak yemek boğazında kalmıştı.
Art arda arkadaşının sırtına vuran Nezmi durumu kurtarmaya çalışıyordu, "Su iç su, öyle demek istemedi komutanım." can havliyle uzatılan suyu içerken başını olumlu anlamda salladı, "Ne dediğimi bilmem ben zaten hiç." karılı kocalı gariban tim arkadaşlarına çektirmedikleri kalmamıştı. "Görüşeceğiz seninle Kamilciğim." Verda'nın cümlesiyle ağırca yutkundu, "Karım sana neden Kamilciğim diyor lan Kamil?" Çınar'ın derdi epey farklıydı.
"Komutanım ben ne yaptım?"
"Komutana karşı gelinmez, gözüme çok batıyorsun."
Diyaloglara gülerek şahit olan diğerleri de nasiplerini almışlardı, "Çok güzel planlarım var hepiniz için."
"Yatarken bizi mi düşündünüz komutanım?"
"Hep aklımdasınız yavrum."
Göz kırparak karşılık verdiğinde sohbetleri sürmüş, yemeye devam etmişlerdi. Birbirlerine uzun zamandır hasret kalan sadece kardeşler, aşklar değil, aynı zamanda dostluklardı. "Biraz daha yiyeyim mi?" başını nişanlısının göğsünden kaldırarak kahvelerine baktı. Bazı anlarda Verda'ya sarılarak sakin sakin durmak hoşuna gidiyordu, şu anda herkes derin bir konuşmanın içine dalmışken de aynı şeyi yapıyordu. Sevdiği kadının belini alçıların izin verdiği kadarıyla kavramış, başını onun göğsüne yaslamıştı. Uzanıyorlardı. "Olmaz bebeğim." ince parmaklarını kumral saçları arasına daldırarak okşadı, işe dönünce keseceğini bilmek üzüyordu. "Tamam." zorluk çıkarmadan başını yeniden aynı yere koyarak uzanmaya devam etmişti. Bu tavrını içten bir tebessümle izleyen Verda ister istemez derin bir nefes aldı, çok seviyordu.
"Karnın ağrıyor mu gülüm?" yeniden mavilerini ona çeviren adama baktı, "Pek değil."
"Emin misin?"
"Eminim kocam."
"Komutanım siz ne zaman evleniyorsunuz harbi?" Talip'in sorusuyla odak noktası olmuşlardı. "Karım ne zaman isterse."
"Buradan bir çıkalım da, o zaman konuşuruz."
"Bizden niye kimse evli değil lan?" Nezmi aydınlanırcasına mırıldandığında herkes durup düşünmüştü. "Bunu senin sorman da komik oldu." çapkın olan İzmir bombası Nezmi, konuştuğu her kıza evlilik teklifi etmesiyle meşhurdu. Garip bir adamdı. "Evliliği falan bırakın da benim uzun zamandır merak ettiğim bir soru var.." Hilmi çayından bir yudum alarak gözlerini kıstı, "Sizin Tuğgeneral çevreniz mi var komutanım?"
"Aynen yavrum, hepsi kankam olur." diye yanıtladı alaya alarak, "Salak mısın oğlum sen?"
"Komutanım kızmayın yaa.. Siz hastanedeyken bir tane adam vardı üniformalı, o yüzden sordum." ağız dolusu yemekten dolayı ne dediği anlaşılmıyordu. Bahsettiği kişi Mansur'du.
Mansur, yanındaki Ilgaz ile ameliyat boyu beklemişti. İki gün daha kaldıktan sonra mecburi dönüş sağlamışlardı, kimsenin görmediği, bilmediği vakitlerde Çınar'ın yanına saatlik uğrar ardından Ankara'ya geri dönerdi. Koyu gözlerinde saklayamadığı bir pişmanlık, kimsenin göremeyeceği bir zeka taşırdı. Yaptıkları plan çocuğu bildiği kişiyi ölümle burun buruna getirmişti aylarca.
Sonuç belirsizdi.
Gizlilik adına sessiz kaldı, "Albayın tanıdığıdır belki, alakam yok." geçiştirmesiyle herkesi kandırabilirdi fakat nişanlısı asla. Yine de bozmadı.
Saat akşam vakitlerine yaklaşırken tim üyelerini kapıdan uğurlayan Verda sabahtandır yaptıkları kaş göz işaretlerine anlam verememişti. Odanın kapısını kapayarak dışarı çıktı, "Ne götünüz başınız ayrı oynuyor oğlum? Ne oldu?" dedi sorgularcasına. Bir karın ağrıları olduğu belliydi.
"Komutanım.."
"Ne?" hepsi yeniden sessizliğe gömüldü. "Lan söyleyin şimdi delirtmeyin beni, çatacak yer arıyorum zaten!" ah kadınların dramı regl döneminin getirdiği o ani duygu değişimleri.. "Ben giriyorum o zaman söze.." Talip herkesten onay aldığında derin bir nefes aldı. Sessizce, "Alçin'i tutukladılar." diye mırıldandığında önce bir kaç saniye kalakalan komutanları hiçbir şey anlamamıştı. Bildiklerini, askeriyede dönenleri kısaca anlattıktan sonra bir güzel azar işitmeleri ise kaçınılmaz olmuştu.
"Bu saate kadar nasıl yazmayabilirsiniz?" telefonunu çıkartarak acilen bildiği numarayı tuşladı. Sonuç alamayınca hızla cebine koymuştu, "Çınar görür diye riske atmadık." Talip haklıydı. O görürse sağlığı açısından hiç iyi şeyler olmazdı. Üstelik normalin üstünde bir gelişme sürecindeyken bunu bozmak istemiyorlardı.
"Ben yanına gideceğim. Böyle olmaz. Biriniz kalsın burada."
"Çınar anlar."
"Anlamaz. Merak etmeyin, Alçin'e ulaşamadığı için endişeli zaten. Eve çağırdı beraber geri döneceğiz derim."
"Ben dururum komutanım." öne atılan Nezmi ile başını olumsuz anlamda salladı. Bu adam tam bir aşk p*zevengiydi, nişanlısına pekala güveniyordu fakat bununla baş başa bırakacak kadar aklını peynir ekmekle yememişti. Saniyesinde odaya bir sürü kadın dolardı. "Sen duruyorsun Hilmi." dedi karşısındaki adamı göstererek. Ardından odaya girmiş, Çınar'a gerekli açıklamayı yapmış ve timdekilerle yola koyulmuştu.
Şahit olacaklarını bilmeden.
-
Bir varmış, bir yokmuş; Göğsü kınalı bir serçe varmış, süzülebileceği bir gök yokmuş.
Bu diyarlarda gök, insanlığa düşmanmış. Vazgeçişlerin nankörlüğe maruz kalan her yürek gibi, o da içini öfkeyle kuşatmış. Öfkesi kendiyle beraber herkesi bitirirken, bulutlarını yeryüzüne salıvermiş. Ağaçlar, evler, hayvanlar ve daha bir çok şeyin üzerine sis göndermiş. Bir sanrı misali çevreyi kuşatmış, özgürlüğü yok etmiş. Kuşlar dallardan dallara uçmayı kesmiş, göz gözü görmez olmuş. Öyle ki o an en nankör gökyüzü olmuş, çünkü kendini unutmayan tek varlığı yok etmeye başlamış.
Bacakları incecik, minik serçe; bulutları geri göndererek var gücüyle kurtulmak için mücadele ederken, uzun zaman sonra ilk kez şarkı söylemiş. Tıpkı eskiden söyledikleri gibi. Göğün unutulmadığı günler gibi. Lakin ne çare, herkes göğsü kınalı serçenin çabasını küçümsemiş, "Biz bile kaldıramıyorken sen uğraşma." diyerek umudunu öldürmeyi denemişler. Umudun en karanlık anların ışığı olduğunu bilmeden. Oysa o herkese rağmen, herkesin özgürlüğü için çabalamış.
Gönlündeki ışığı söndürmeden parlatmaya direnmiş. Korkmuş, korkusu ışığı titretmiş fakat yok edememiş. Umudum ölürse, sevdiklerim ölür demiş. Savaşmış. İncecik bacaklarıyla gökyüzünü itememiş belki ama güzel sesiyle durdurabilmiş. Gök, o an serçeye vurulmuş.
Fakat her vuruluşun bir ölümü de beraberinde getirdiğini bilememiş. Bilinmeyenler doğruları yok etmiş, kimse ses dahi çıkaramamış. Çünkü her şey için çok geçmiş. Göğsünün kınası farkında dahi olmadan bir ateşle yayılmaya başlamış. Serçenin direnişine karşılık sonunda biri, "Neden böyle yapıyorsun?" diye sormuş. "Bu kadar insan var yerde. Olur da gök yıkılıverirse, dayanak olmak için ayaklarımı kaldırıyorum." cevabıyla içindeki merhameti göstermiş küçücük bedeninde barındırdığı. Lakin göğün gürlemesiyle titremeden edemiyormuş.
Korkusunu hiç çekinmeden dile getirmiş, getirmesiyle küçümsenmesi bir olmuş. Verdiği çaba her anlamda karşılıksız kalmış. Ne serçeye vurgun olan gök davasından dönmüş, ne de uğruna savaştığı kişiler laflarından geri kalmış.
Ve yangın büyüdükçe büyümüş, göğsünün hem dışını, hem içini yakmış, kül etmiş.
Merhameti serçeye en büyük yara olmuş. Yangın kanatlarına yayılmış, parçaladıkça parçalamış. Gök bu görüntüyü geri çekmediği, ama ileri de gitmediği bulutlarıyla izlemiş. Durdurmak için gözyaşlarını akıtmış, koca şehri yağmuruyla ıslatmış fakat küçük bir serçenin yangınını dindirememiş. Serçe bir tuğrul kuşuna dönüşmüş, küllerinden doğmuş. O noktada ise hem benliğini, hem de merhametini kaybetmiş. Artık onu ne gök tanımış, ne de insanlık.
Sevgisi ve açtığı zararla ilk kez tanışan gök, o andan itibaren her an gözyaşı dökmüş.
Masada bulunan rakıyı yavaş yudumlarla içen Acar, derin bir nefes alarak etrafına bakındı. Kısık mavilerinde gözle görülür bir yorgunluk hakimdi, operasyondan dün dönmüşlerdi. Bir an olsun uyuyamamış, en sonunda soluğu burada almıştı. Haberi yoktu fakat şu an tam olarak Alçin'in önceden oturduğu konumdaydı. Kalp, her anlamda kalbe karşıydı. Yüreğinde hissettiği sızıyı dindirmenin bir yolu yoktu, ne yaparsa yapsın, ne kadar zaman geçerse geçsin ilk günkü kadar tazeydi. Kapıdan yolladığı kadın o an evden tek başına değil, kalbinden söküp aldığı bir parçayla beraber çıkıp gitmişti. Yapmamalıydı, onun için bile olsa o sözleri söylememeliydi. Pişmandı fakat pişmanlığın bir anlam ifade etmediğini bilecek yaştaydı. Elleri arasındaki savunmasız serçeyi, kanatlarını kırarak sokağa atıvermişti.
İki gündür herhangi ses seda yoktu, Alçin'i en son yanından öylece geçip giderken görmüştü. Ciğerlerine dolan kokusu hak etmediği bir ödül gibiydi o an, derince içine çekmiş, doyamasa da tadını çıkartmayı denemişti. Omzuna anlık değen saçları, gözlerindeki bitkin bakış.. Tanıdığı kadındı fakat bir o kadar da farklıydı. Hırsına ikinci kez şahit olmuştu; sırt sırta iki kere dövüşmüşlerdi ama onu ilk kez böyle bir anda izleyebilmişti.
Kendinden emin bir kadındı, hareketlerindeki cesaret karşısındaki insanın elinin ayağına dolanmasına sebep oluyordu. Gözlerindeki ateşle, dudaklarındaki gülümseme birbirine tezat kaçsa da bir o kadar da uyumluydu.
Boynunu geriye atarak ağrısını bir nebze de olsa geçirmeyi denedi lakin başarısızdı. Ensesinden alnına kadar batan bıçak hissiyatını ilaçlar kesemiyordu. Görev sonraları genelde böyle olurdu. Tüm bunlar yaşanırken kolları arasında bir çocuk ölmüştü, kolay değildi. Hayatının her noktasında birileri can vermişti ama bu ilkti. Yaşayamadan ölmüştü, belki de şu kısacık hayatında her nefesini korkuyla alıp vermişti. Terör, lanetini bir kez daha masumlara bulaştırmıştı.
Elindeki boş bardağı masaya bırakarak yeniden doldurdu. Saatler ilerledi, Acar olduğu gibi kaldı. Ne solundan başlayarak tüm bedenine kadar yayılan pişmanlıklar gitti, ne de sessizliğine rağmen zihnindeki fırtınalar dindi. Garsona masayı yenilemesini söylerken gözü kenarda sessize aldığı telefonunun aydınlanan ekranına değdi, abisi arıyordu. Aldırış etmeden yeniden önüne döndü, Bir süre gözlerini aynı noktaya dikerek çalıp giden şarkılara kafa vermeyi denedi, Cihan Mürtezaoğlu'ndan, "Bitsin bu delilik." arkaplanda yer edindiğinde derin bir nefes aldı.
Aşk kalana zordu; geride bırakılanı kederinden öldürürdü. Gidene zor değildi, gitmek zorunda olanı yaralardı. Şu anda haberi yoktu fakat bu zehirden nasibini alacak olan Akad, bir elini kardeşinin omzuna koyarak varlığını belli etti. Mavileri yavaşça önce ele, sonra sahibine çıkan Acar ise şaşırmış gibi durmuyordu.
"Oğlum saatlerdir arıyorum, niye açmıyorsun?
Karşıdaki sandalyeyi çekerek oturduğunda davet bekler bir hâli yoktu. Aksine, fazlasıyla rahattı. "Niye açayım?" diye cevaplayan Acar aksiliğine rağmen çalışanlara işaret ederek bir menü daha açmalarını söylemiş, rakısından bir yudum daha almıştı.
"Telefonu yanında süs olsun diye mi taşıyorsun?" cevap vermek yerine duymazdan gelen kardeşiyle göz devirdi. Çocukken çok iyi anlaştığı, kendi kanından olan yabancıya baktı saklayamadığı bir hüzünle. Senelerdir birbirlerine doğru düzgün tek kelime etmemiş, bu küçük şehirde aile evi ve askeriye dışında denk gelmemişlerdi. Kırgınlık gizli bir duvar olarak aralarına dikilmiş, tuğlalarını kendi elleriyle dizmişlerdi. Ve bir baba, evlatlarına en büyük zararı uyguladığı davranışlarla değil, birbirlerinden uzaklaşmalarına sebep olarak vermişti. Fakat sevgi öylesine derin bir bağdı ki, koca duvarların ardından dahi duyulurdu. Abisi esir düştüğünde, kucağında kanlar içinde kaldığında ve ölüme en yakın olduğu zamanda gönlündeki kırgınlık yerini pişmanlığa bırakmıştı. Yine konuşmamışlardı, fakat düşman da değillerdi. En azından artık zor anlarda birbirlerine destek olacak kadar varlardı.
"Neye içiyoruz?" menü açan garsona kısaca teşekkür etmiş, bardağına rakı koyan kardeşine elini göğsüne koyarak eyvallah çekmişti. Biraz ağır bir adamdı Akad.
"Ben kendi derdime. Sen kendi derdine." onayladı, diretmedi. Saatler ilerleyip geçerken aralarına kurulan sessizlik bir an olsun bozulmamıştı. Sıkılmaya başlayan abisi söze girdi, "Senelerdir gözlerinde öfke dışında hiçbir duygu görmemiştim." elindeki bardağı hafifçe döndürüyor, alkolün sallanmasını sağlıyordu. "Şimdi biraz hüzün, çokça umut görüyorum." koca bir yudum aldı.
Yalan değildi; Alçin çokça umuttu.
Çocukluğundan beri ezbere bildiği sevgisizliği unutturuyor, tek bakışıyla geçmiş hiç yaşanmamışcasına iliklerine kadar sevgiyle dolduruyordu. Belki de onu fazla iyi bir insan olmaya itiyordu, yıllardır unutamadığı, yüreğini kinle doldurdan defterleri kapatmasını sağlıyordu. Teni tenine değdiğinde kalbi hızla çarpıyor, kokusunu içine çektiğinde huzur buluyordu. Saçları kıvırcık iken ise yaşadığını hissediyordu. Alçin Acar'da kocaman bir meseleydi, tertemiz geleceğin ışığıydı.
Fakat ışıklar da sönerlerdi.
Karanlık Acar gibilerin hayatını kaplar, içine çekerdi. Ne geleceği vardı, ne de şu anı. Sadece vatanı vardı, uğruna savaşacağı.
Göğsünün solunda bildiği tek sevda buyken şimdi bir kadın çıkagelmiş, bilinenleri yerle yeksan etmişti. Ezber bozuyordu. Yalan yok, başta bu hissi görmezden gelmek en doğrusu gibi hissettirmişti. Nereden bakarsa baksın, tutarsa tutsun, her şekilde yanlıştı. Kardeşim dediği insanın kız kardeşiydi. Emanetiydi. Ona güvenerek aynı evde yaşamayı teklif etmişti, hayattaki tek ailesini onunla aynı ortama sokmuştu. Hiç doğru gelmiyordu farklı duygular beslemek. Kaçmayı denese de bir süre sonra bu gerçek yüreğinin altında ezilmeye başlamıştı. Alçin ona bir adım geldiyse, Acar ona on adım koşmuştu. Ama insan bazen sevdiğinden de giderdi. Gitmek zorunda kalırdı. Yaşaması için.
Omzunda ağlayan, aylardır abisinin yoluna ölümden dönen sevdiğini bile isteye bu kadere mahkûm edemezdi.
Baş koyduğu yolda kendine ilk günden beri kimseyi yakınlaştırmamıştı. Tek gecelik eğlenceler dışında gönül işlerine bulaşmamış, kadınlardan uzak durmuştu. Yine aynısı olsun istiyordu, olmuyordu. Alçin bir şekilde onu kendine ait kılıyordu.
Sevda tek kişiye duyulurdu. Dönüşü olmazdı.
Az çok tanımıştı, bir kaç ayda da olsa kurdukları bağ, fazla zaman kavramının sadece insanoğlunun uydurması olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Bağ yürekte başlardı. Derin bir nefes aldı, "Çok çabuk sarhoş olduğundandır." oysa abisi kaç kadehte kendini kaybeder bilmiyordu bile. Hakkında hiçbir şey bilmiyordu.
"Kolay sarhoş olmam." dudaklarını ıslattı, "Artık şu derdini anlat yoksa s*ktir ol git."
"Gelen sensin."
En ters bakışlarını kardeşine sundu, normal şartlarda Acar pek takmazdı lakin dilini uyuşturan mayhoş tat bedeni ile beraber, zihnini de gevşetiyordu. Elindeki biten bardağı masaya koydu, "Mevzu derin."
"Hallederiz. Alçin mi?"
"Alçin." onayladı, dudaklarından dökülen ismi sesli duymak dahi hoşuna gidiyordu. Gözünün önünden bir an olsun silinmeyen aksiyle iç çekti. "Sevgili misiniz?"
"Değiliz."
"Ayrıldınız mı?"
"Hiç olmadık."
"Ağzından lafı cımbızla mı alacağım oğlum? Anlatsana tane tane." yükselen Akad ile kafasındaki düşünceleri diline dökmeyi denedi, "Yanlış, bizim beraber olmamız çok yanlış."
"Kime göre?"
"Çınar'a yanlış yapmak olur." karşısındaki maviler ona alayla bakıyordu, "Sen bir şeyi gerçekten istersen alırsın, karın ağrın bu değil belli. Söyle asıl sebebini." tahmininde yanılmamıştı. "Onu üzdüm." dedi artık saklama gereği duymadan. O gün o kapıdan Alçin'i kovarken, hayatı boyu ilk kez bir kadın uğruna gözyaşı dökmüştü. Elinin tersiyle o yaşı silerken buna hakkı olmadığını düşünmüş, kederini içine gömmüştü.
Dilinden dökülen zehir karşısındaki insanın duygularının değil, kendi sonu olmuştu.
"Ne yaptın?"
"Ağır konuştum, hak etmedi." kaşları çatılan Akad masada öne doğru yaklaştı, "Ters bir şey mi dedin kadına?" sesindeki öfkeyi gizleme gereği duymamıştı. "Her şeyi yanlış anladığını söyledim, bana anlattıklarından ve de anlatmadıklarından vurdum."
Üsteleyen abisine kısaca bir takım şeyler anlatsa da detaya girmemişti. Duyduklarıyla tek söz edemeyen Akad ile ikisi de sessizce rakıdan yudumlandılar. Farkındaydı. Ne kadar kötü bir durumda olduğunu pekala biliyordu. Yüzü olmasa da buna bir çözüm istiyordu, istiyordu istemesine de bu başta yaptığı hatayı değiştirmiyordu.
Kendi oluşturduğu bir çıkmazdaydı.
"Sen bu kadını yürekten seviyor musun?"
"Seviyorum." dedi bir an düşünmeden. Davranışları sözlerin önünde tutardı her zaman, ama şu anda kelimelerin hareketlerini gölgelemesi gereken bir durumdaydı. Belli belirsiz dudağı kıvrıldı Akad'ın. Bilirdi, Acar'ın kalbine değmek, onu ısıtmak zordu. Yanına kimseyi yaklaştırmayan bir adamdı, herkesle mesafesi vardı.
Doldurulması zor, derin bir çukurdu hisleri. "Nasıl oldu peki, nasıl anladın?" sevda aniden olurdu. Ne sebebi, ne zamanı yoktu. "Bilmiyorum." cevabı ise durumu özetliyordu. "Alçin.." soluklandı, "Sanki hep içimde bir yerlerdeymiş de haberim yokmuş." elindeki rakı bardağına değdi mavileri, "Çok ölü beden gördüm, çoğu avuçlarım arasında can verdi. Ama o gün, o hastane odasında Alçin'in kalbi durduğunda.." bunu söylemek bile zor geliyordu, bir kelimeyi söylerken duraksayacak kadar sevdalıydı. "Delirdim sandım, o bir kaç saniyede ben de öldüm." diliyle kuruyan dudaklarını ıslattı, "Çınar'ın emanetine sahip çıkamadım düşüncesi anlıktı, sevmiştim işte, daha fazla inkar edemedim kendime." son yudumu da kafasına dikti, içi yanıyordu.
"Hayırlı olsun kardeşim, tutulmuşsun bir sevdaya."
"Hem de ne sevda.." ateş gözler, alev saçlar, güzel bukleler, derin bakışlar. Kokusu.. Alçin'in deniz kokusu, sarhoş hâlleri, bazen çocuk, bazen ziyadesiyle iddialı bir kadın oluşu. Bir bir hatırladıklarıyla hızla atan yüreğinin sesini duyabiliyor gibiydi.
"Ne yapacaksın peki şimdi?"
"Bilmiyorum." dedi başını sağa sola sallayarak, iki mavi birbirine değdiğinde çaresizlik gözle görülür derecedeydi.
"Sen bu kadını sevmiyor musun kardeşim? Tut, çek öp! Anlattıklarına göre o da sana karşı boş değil. Birbirinizi kaybetmeyin."
"Öyle kolay değil.." sözünü abisi kesti, "Ölümden mi korkuyorsun?" O kadının mesleği seninkinden daha mı farklı, daha mı az riskli Acar? Onun da hayatı bir kurşuna bakıyor, senden benden farkı dağa çıkmıyor oluşu." şu ana kadar bunun farkında değildi. Alçin'in ölüm ihtimali aklından dahi geçirmek istemeyeceği kadar korkunç bir gerçekti. Kaşları çatıldı istemsiz. "Zaman kaybetmeyin. Ne zaman ne olacağımız belli değilken korkularınız sevginizin önüne geçmesin. Olur da bir gün ihtimaller gerçekleşirse kader diyeceksiniz, yaşadık en azından diyerek anılara tutunacaksınız. Yaşanamayanların daha acı olduğunu bilmiyorsun. Sen sanıyor musun ki sevda yüreğe bir kere düştüğünde uzak kalmak çözüm? Değil. Onun yanında can bulmak gerek, ona tutunmak gerek." terzi kendi söküğünü dikemezdi neticesinde, karşılığı olmayan bir aşka tutunuyordu Akad. Bu yüzdendi kurduğu her cümlede kardeşine adım atması için yalvarıyor oluşu, söylediği her kelimede gözlerinin biraz daha doluşu. Hiçbir zaman duygularını saklayabilen bir çocuk, bir adam olmamıştı. Sırf bu sebeple babasından yediği dayaklar, hislerini köreltmek yerine daha da alevlendirmişti. Acar'ın aksine. Abisinin dedikleri onda tokat etkisi yaratırken derince soluklandı. Aşk gerçekten de gözü kör ediyordu. Bir an önce eve gidip düşünmesi gerekiyordu.
Ses soluk çıkarmadıkları bir kaç dakikanın ardından söze giren yeniden Akad oldu.
"Ben büyük sıçtım."
"Bu bilgiyi bilmesem daha iyi olurdu." ciddiye almayan kardeşiyle kaşları çatıldı, "Ya bir dur oğlum ya, o anlamda mı diyorum.." ilk kez dile getireceği gerçekle adeta yerinde kıvrandı. "Ben de.. Ben de çok aşık oldum birine." aslına bakılırsa günlüğünde okumuşlardı fakat bozmadı. Sessizce dinledi. "Ama hiç kolay değil. Olmayacak da. Çok yaralı, çok hüzünlü." öyle bir kadındı Lâl, tam da anlattığı gibi. Dışına yansıtmadığı fırtınalar içinde kopardı, feryat figan çığlıklarını ruhuna akıtır lakin bir kez olsun ah etmezdi. Beş yaşındaydı düşman ininde yaşam savaşı verdiğinde.
Altı yaşındaydı bedeller ödediğinde.
Yedi yaşındaydı ölümü düşündüğünde.
Hiçbirini yapamadığında ise bedeni genç, hisleri koca bir kadındı. Hayatta iki şey başardım der, şükreder, önüne bakardı; kardeşinin yaşamasını sağlamak ve ikisini o cehennemden kurtarabilmiş olmak. Bu onu bir katil yapsa bile. "Biliyor mu senin hislerini?" diye sordu devam etmesi amacıyla.
"Bilmiyor. Bilse korkar benden, yanıma yaklaşmaz." Acar o kadının başına gelenleri az çok tahmin edebiliyordu, cümlenin altında yatan kan dondurucu yaşanmışlığı zihninin en derinlerine gömdü. Alçin tüm bunları öğrendiğinde neler hissedecek en ufak fikri yoktu. Açıkçası konuşulması gereken, gerçekler gün yüzüne çıkınca her yeri sallayacak bir konuydu. Fırtına öncesi sessizlik tam da bu andı. "Bu yüzden bir adım gerisinde değil, yanında değil, bir adım önünde duracağım. Beni görebileceği, dokunmak isterse yaklaşabileceği kadar yakın. İterse canı sağ olsun, her çaresizliğinde beni orada bilsin yeter. Seviyorum oğlum, köpek gibi, hayvan gibi sevdalandım!" dudaklarından akan duygularla derin bir nefes verdi ve omuzlarını rahat bıraktı. Rahatlamıştı. İlk görüşte aşk denen yapı, karşısında gördüğü boncuk gözlerle onu hapsetmişti.
"Çınar belamızı s*kecek." diye mırıldandı Acar, dudağının sol köşesi hafif kıvrılır gibi oldu. Rakısından yudumlanırken abisine baktı.
"Lan hadi kendimi anlıyorum, sen nereden çıktın?" iki kız kardeşi de, dostu bildiği iki kardeş tarafından seviliyordu. Zor olacaktı. Belli belirsiz sırıtan Acar'la dayanamayarak güldü, "Sadece birini veririm derse alırım Lâl'i giderim ona göre."
"Kurbanlık mı veriyor am*na koyayım, niye sadece birini versin?"
"İkisini asla vermez."
"Ya sabır ya selamet.." yandaki sandalyesine astığı ceketini alarak tek hamlede üzerine geçirdi. "Kalkıyor muyuz?"
"İşlerim var." ayaklandığında abisi de aynı şekilde kalktı, "Daha sık yapalım bunu." mırıldanması karşılıksız kaldı. Mesafelerin aşılacağı günü sabırsızlıkla bekliyordu. Kasada hesap için ne kadar diretse de Acar'ın inadını bilirdi. Bu sebeple pek söz edemeden kardeşi hızlıca halletmiş, kapının önüne çıkmışlardı. "Eyvallah, geldiğin için sağ ol." dedi dudakları ucundaki sigarasını yakarak. "İçme şu zıkkımı be oğlum. Nereden bulaştın şuna hiç bilmiyorum." ateşin aydınlattığı mavilerinde alaycıl bir bakış vardı. Ben içmeyeyim de kim içsin dercesine, benim hakkımda ne biliyorsun ki dermişcesine. Yine de kelimeleri yuttu, bir kez daha konuşmadıklarını içine akıttı.
"Allah'a emanet ol." arkasını dönerek elini saniyelik havada sallamıştı ki, "Acar.. Biz ne zaman konuşacağız?" cümlesiyle durdu. Geç kalınmış yüzleşmenin vakti değildi. Çocukluğundan beri esen soğuk rüzgârlar birden güneşe dönüşmeyecekti, buzlanmış duvarların ardında bir ömür geçirmişti. Yalnızlığa bir ömür vermişti Acar. Kolay değildi. Lakin artık imkansız da değildi. Umut vardı, Alçin vardı. Tek gereken biraz daha zamandı.
Dumanı gökyüzüne üfledi, dertlerinin de bu gri bulutla kaybolmasını diledi. Nafileydi. Sağ omzunun üstünden başını arkasındaki bedene çevirdi, "Şimdi değil."
Daha fazla bir şey söyleme gereği duymadan adım adım, karanlık yolda gözden kayboldu.
Seneler onlardan bir çocukluk, bir kardeşlik bağı çaldı. Vefasız bir baba, en çok kendi kanındakileri yaraladı. Canavar, çocuk Acar ve çocuk Akad'ın geçmişinden hiç eksik olmadı.
-
Elimin altındaki derimi tırnaklarımla kazıya kazıya sürdüğüm arabayla, kaza yapmamam mucize sayılırdı.
Kulağımda çınlayan o sözler ve suratına bir kez olsun yumruğumu geçiremediğim o adam beni öylesine delirtmişti ki, yarım saatlik yolu gelmem iki saatimi almıştı. Öfkem biraz olsun dinmemişti. Gözlerim ara ara kararıyor, içimdeki canavarı zapt etmeye çalışan tarafımla mücadele ediyordu. Sanki ayların siniri bir anda patlayıvermişti. Ahsen'in beni bu denli ele geçirmesine inanamıyordum lakin haksız sayılmazdı.
Eğer çevrede kimse olmasaydı muhtemelen beni bir katil bile yapabilirdi. Etkisi korkunçtu. Açtığım camdan vuran soğuk rüzgârla derince soluklandım, bu şehrin havası sürekli olarak değişiyordu. Güneşe aldanırsan üşüyor, yağmura aldanırsan yanıyordun.
Yüzüme vuran saçlarımı hırsla geri ittim, buklelerim yeniden kendini göstermeye başlamıştı. Koyu, siyah göz makyajım şu an ne hâlde en ufak fikrim yoktu, aynı şekilde kırmızı rujum da. Korkunç gözüktüğüme emindim fakat bunu umursayacak durumda değildim. Tırnaklarıma dolan kan kendi kanımdı, ya derisini yırttığım gerdanımdan ya da duvarı yumrukladığım elimden geliyordu. Emin değildim. Şu anda ihtiyacım olan tek şey yıkıp dökmekti.
Soluğu evimde alırken arabamı aceleyle park etmiş, yürüdüğüm yolda ateş yanıyormuşcasına koştur koştur eve ilerlemiştim. Titrek ellerimle kapının kilidi açar açmaz topuklularımı bir köşeye fırlatmış, ceketimi de aynı şekilde asmadan atıvermiştim. Kısa bir an siyah gömleğimdeki ıslaklığa değdim, yakama kanım bulaşmıştı. Dudaklarımdan kesilmeyen küfürler ile odama girdiğim gibi bulduğum ilk şeyi elime geçirmiş, rastgele bir köşeye savurmuştum. Yatağımı tüm duygularımı oradan çıkarmak ister gibi döve söve dağıtmış, masamın üzerindeki eşyaları tek kolumla yerle buluşturmuştum.
Elimdeki içi çiçeklerle dolu vazoyu, öfkem gözümü kör etmişken rastgele bir yere sertçe fırlattım. Odamın kapısının kenarına değerek parçalanan camın yanı sıra duran kişiyle gözlerim kesiştiğinde ise kalakaldım. Acar. Ve kapıdan çok ona çarpan cam parçaları. Göğsüm hızla inip kalkıyor, saçım başım dağılmış bir şekilde ona bakıyordum. Nemli siyah saçları göreve gittiğinden olsa gerek biraz uzamıştı, omzuna havlu atmış ve dudaklarını diliyle ıslatmıştı. Yangın çok büyüktü, hırs çok büyüktü, öfke çok büyüktü. Hislerim en yüksek seviyede, krizin en ağırındaydım. "Ne işin var senin burada?" dedim güçlükle, nefes nefese. Dağıttığım ortalık ve çıkardığım karmaşanın ortasında beni görmemeliydi.
"Ne yapıyorsun?"
Benim aksime fazlasıyla rahattı, ses tonunun aksine gözlerinde saklayamadığı bir telaş vardı. Belki de yalnızca kendimi kandırıyordum.
Sorusuna verecek bir cevabım yoktu, yeterince açıktı. Her yer tuz buzdu. Saçlarımın bir kısmını geriye itekleyerek onu net bir şekilde görmemi sağladım, tüm vücudum kontrolüm dışı titriyordu. Bedenim yorgundu. Gözlerim istemsizce koluna kaydı, üzerine giydiği beyaz tişörtün bir kısmı hafif kanlanıyor, kolundan ise ince şerit hâlinde kan süzülüyordu. Ağzım hafifçe aralanırken ona doğru bir adım attım, "Acar kolun.."
"Alçin dur. Her yer cam, bir yerini keseceksin."
Dinlemedim, bir adım daha atacaktım ki buna fırsat vermeden o benim yanımda bitti. Parmak uçlarım hızlıca kolunu bulurken, incitmemeye dikkat ederek ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Kurşun sıyırmıştı ve belli ki iyileşmesine fırsat vermeden çok zorlamıştı, kolunda sargı bile yoktu. Muhtemelen vazo da sertçe çarpınca iyice tetikleyerek kanamasına sebep olmuştu. Atılan dikişler dahi zarar görmüştü. "Nasıl oldu bu?" dedim saklayamadığım bir hüzünle. Öfkem bu görüntü karşısında yok olmuştu, yaraya dokunmadan biraz daha incelemeyi denedim fakat burnuma değen kokusuyla sakin kalmak bir hayli zordu. "Önemli bir şey değil." başımı kaldırarak mavilerine baktım, ne ara bu kadar yakınlaşmıştı farkında bile değildim. Çünkü onun yakınlığını hiçbir zaman yabancılamamıştım. Şu anda da olması gerektiği yerde, dibimdeydi. Nemli saçları yeni duş aldığını gösterirken, tenine yabancı olan soğukluğu da bunu kanıtlar nitelikdeydi. "Pansuman yaptırmadın mı?" soruma herhangi bir cevap beklemiyordum, cevap açıktı.
Derin bir nefes alarak ciğerlerime onu ağırladım, "Bunu sarmamız lazım, olmaz böyle." banyodaki ilk yardım çantasını almak için oraya yöneldim. "Gerek yok."
"Var."
"Tamam sen dur, ben getireceğim."
Bileğimden tutarak hareketimi kestiğinde olduğum yerde kalakalmıştım, ufak tefek camlar bana zarar vermezdi ama o bu ihtimali yok ediyordu. "Yatağa otur, geliyorum." sözünü dinleyerek yatağımın üzerine oturdum. Onu izliyordum, bir kaç adımla odamdaki küçük banyoya ilerleyerek ilk yardım çantasını almış, saniyeler içinde yanıma oturmuştu.
Bileğimden nazikçe tutarak elimi bir avcuna yaslamış, yüzüne yakınlaştırmıştı. Büyülenmiş bir biçimde onu izlediğimden ötürü ne yapmaya çalıştığını çözemesem de, ayna parçalayarak yaraladığım kısma bakıyordu. Refleks olarak geri çektim, hafif bir izi ve kızarıklığı kalmıştı yalnızca. Eğer bugün duvarlara vurmasaydım eminim ki tamamen geçmiş olurdu fakat şu an hafif tahriş olmuş, soyulmuştu. Bileğime akan kurumuş kanlardan geriye kalan görüntü buydu. "Nasıl oldu bu?" diye sordu.
"Önemli bir şey değil."
Yanımda duran elimi yeniden alarak bakacağı esnada geri çekildim. "Yaranı sarmamız lazım, aslında dikiş atmayı biliyorum fakat pek temiz bir ortamda değiliz. Mikrop kapmasın." ikimiz de öncelikle birbirimizin yaralarını sarmaya çalışıyorduk. Bakışlarımdaki kararlılığı görmüş olacak ki daha fazla üstelemeden önceliği bana vermişti. Tişörtünün kolunu omzuna sıyırarak kendime alan açtım. Askeri personeller sınırlı düzeyde ilk yardım dersleri alırlardı, savcılık stajında onlar kadar olmasa da ben de almıştım. Geçici dikiş atmayı ise abimden öğrenmiştim, staj dışında ekstra olarak bana her şeyi o öğretmişti. Evdeki çantamız normalinden daha detaylı şeyler içeriyordu.
Ellerime eldiven geçirdim, yarasının kötüleşmesini istemezdim. Az önce kriz geçiriyorken, şimdi pansuman yapmam trajikomikti. Lakin sinirlerim sanki koca bir güçle geriye çekiliyordu, Acar'ın yanındayken öfkelenmek çok zordu.
Kızarıklık veya şişlik yoktu, kanama ise az şekildeydi. Elimle hafifçe kanamanın durması için bastırdım, "Acıyor mu?" başını olumsuz anlamda salladı. Bir kaç dakika içinde kanama durduğunda baskı uygulamayı bıraktım, yalnızca beni izliyordu. Gözlerimiz anlık kesiştiğinde batikonu elime alarak bir parça pamuğa döktüm. Dikkatle yaranın kendine değdirmeden çevresini temizlemeyi amaçladım, "Birazdan bitecek, merak etme." üfleyerek acısını dindirmeyi denedim. Oysa suratında en ufak hareketlenme yoktu, mavileri bana odaklıydı.
Pamuğu köşeye bırakarak gazlı bezi aldım avuçlarım arasına. Sıkı olmayacak fakat çözülmeyecek biçimde sardığımda acile gidene kadar idare eder hâldeydi. Bir kaç saatliğine bu şekilde kullansa sorun olmazdı. Eldivenleri çıkartarak kenara koyduğumda sıranın onda olduğunu belli eder şekilde yeniden bileğimden tuttu, yaralı elimi avucu arasına aldı. Ne ara çıkardığını anlamadığım nemlendirici dizinin kenarındaydı, "Önce temizleyelim." dedi yaptığını açıklamak istercesine. Tıpkı benim gibi batikonu başka bir pamuğa dökerek eklemlerimi temizledi, benim aksime üflemiyor, suratımdan tepkilerimi izliyordu.
Dokunuşları tüy kadar hafifti. Varla yok arası. İşini bitirir bitirmez, nemlendiriciyi soyulan bölgelere sürmeye başlamıştı. Kesik ve kanayan kısımları gazlı bez yardımı ile dikkatle sarmıştı. Beni kapısından kovan adam, yaralarımı sarıyordu.
"Teşekkür ederim." diye mırıldandım bakışlarımı başka yöne çevirerek. Onunla bir kaç saniye göz göze gelmek dahi kalp ritmimi yerinden oynatıyordu. Aşkla ilk kez tanışan yüreğim hem kırgın, hem sevdalıydı. "Aynı şekilde." artık bu odunsuluğuna hatta kütüksülüğüne alışmıştım. Sorgulamadım. Sessizlik aramıza hakim olduğunda, "Evde olduğunu bilmiyordum." şeklinde bir açıklama yaptım, bilseydim kendimi kontrol ederdim. O sözlerinden sonra bunlara şahit olmasını kesinlikle istemezdim, ne kadar sevsem de söylediklerinin ağırlığını taşıyamıyordum. Kocaman bir kadın olarak, onun yanında küçük bir çocuğa dönüşüyordum.
"Buranın benim de evim olduğunu düşünüyordum."
"Öyle demek istemedim."
"Ne sıktı senin canını bu kadar?"
"Önemli bir şey değil."
Ciddi misin Alçin bakışları eşliğinde dudaklarımı dişledim, o kadar önemli değildi ki kolunda yanlışlıkla vazo parçalamıştım! Yine de ona artık sorunlarımdan bahsetmek, zayıf yönümü göstermek doğru gelmiyordu. Dudaklarımdan, "Bıraksana, sanki gerçekten umrundaymış gibi.." cümlesinin dökülmesini ben de beklemiyordum. Hızımı alamadım, "Neden buradasın Acar?" başkası kızgın sanardı, o kırgınlığımı görürdü. Sesimdeki hiddete aldırmadan beni dinledi.
"Sana yardım edebilmek için."
"Beni kapından kovarken yardım etmek istiyor gibi değildin."
Derin bir nefes aldım, "Seni parçalayacak olan yalnızlığımı mı görmek istiyorsun?" çevreyi gösterdim, "Bak, sana ağır gelecek olan her şey bu odada." ne aklımdan, ne de kalbimden bir an olsun çıkmayan onun cümlelerini tekrarlıyordum. Tüm tepkisizliğiyle içimdeki zehri kusmamı bekliyordu. Hatalı olduğunun ziyadesiyle farkındaydı; çünkü ben de onu anlardım, mavilerinde en ufak pişmanlık görmesem yüzleşmezdim bile. "Beni yalnızlığımla baş başa bırak." ayağa kalktığımda refleks olarak atılacaktı ki ellerimi durması adına uzatarak aramıza mesafe koydum. "Otur öyle konuşalım Alçin, yerler cam."
"Umursuyormuş gibi davranma!" bu noktada boğazlarımdan kopan feryadıma engel olamadım. Kafamı karıştırıyordu. İsyan etmeme sebep oluyordu, bana karşı ne hissediyordu çözemiyordum. "Davranmıyorum, umursuyorum!" cümlesine sinirden güldüm, "Aramızdaki her şey hatadan ibaretti Alçin, anın büyüsüne kapıldım Alçin!" dediklerini tekrar ederken sonlara doğru sesim yeniden yükselmiş, duvarlardan önce onun kalbine çarpmıştı.
"Eğer gerçekten beni düşünseydin o gece ne bana öyle davranırdın, ne de kapından kovardın!" her hareket ettiğimde tedirgin olduğu açıktı. Daha fazla dayanamayarak ayaklanmış, bir hışımla odadan dışarı çıkmıştı. Peşinden gideceğimi bakmadan anlamış olacak ki, "Bekle orada, geliyorum." şeklinde bir açıklamada bulunmuştu.
Olduğum yerde durdum. Çok geçmeden elinde süpürge ve küçük bir poşetle geldiğinde derdini anlamıştım. Büyük parçaları tek tek toplayarak poşete atmış, süpürgeyi ise fişe takarak küçük cam parçalarını temizlemişti. Hâlâ karmaşa hâlinde olan odam, en azından ona göre benim için güvende durumdaydı. Süpürgeyi geri bırakmış, poşeti götürmüştü. Ve biz bu anlarda bir an bile konuşmamıştık, yalnızca hareketlerini izlemiştim.
Lafta değil, gerçek anlamda umursadığını göstermişti. Bunu beni inandırmak için değil, gerçekten öyle düşündüğü için yapmıştı.
"Şimdi istediğin gibi gez dolaş." diyerek sırtını kapı pervazına yaslamış, kollarını önünde birleştirmişti. Beni aynı anda sinirlendiriyor sonra sakinleştiriyordu, yenilgiyle derin bir nefes verdim. Omuzlarım çöktü ama anlıktı, yeniden dikleştim, "Seninle aylarca beraber ağladık." bağırmadım, bizi benden duysun istedim. "Kafamı çevirdiğimde her zor anımda seni gördüm, güvendim, sana sığındım." ilk kez bir insanı tanımadan önce direkt yüreğini görmüştüm. Omzumda ağladığı gün daha dün gibiydi, omzunda ağladığım günler daha dün gibiydi. "Ben defalarca yıkıldım, hepsinde beni tuttun. Sen defalarca içine attın, hepsinde seni sarıp sarmaladım." onun için neydi bilmiyorum fakat benim için basit bir aşk değil, büyük bir sevda, derin bir bağdı. İlk ve belki de son kez hissettiklerimi ona karşı dile getirmem lazımdı. "Ben.. Ben sana kalbimi açtım ya.." boğazımdaki koca sızıyı yutarak gidermeyi denedim. Asla dedi sağımdan bir ses, onun yanında asla ağlama Alçin.
"Denecek o kadar şey vardı ki. Yapmamanı, beni kırmamanı tercih ederdim ama yine de denecek bir çok şey vardı. Sen gidip.." çenemle birlikte sesim de titredi. Kendimi çok sıkıyordum, işaret parmağımı ona doğru uzattım yutkunarak, "En kötülerini seçtin." sol gözümden yanağıma akan sıcaklığı elimin tersiyle sildim. Omuzlarım düştü. Tükendiğimi hissettim. "Canım çok yandı." sesim kısık çıkmıştı, başımı önüme eğdim. İki gözümden akan yaşları ona bakmadan silerken sesli ağlamamaya çabalıyordum, görmüştü ama görmesini istemediğimi de anlamıştı.
"Sözlerine kırılmak bir kenara dursun, dediklerinin gerçek olması daha zordu." burnumu çekerek gözlerimi ona çevirdim, bana bakıyor, mavileri bin ayrı duygu çığırıyordu. "Beni çok hayal kırıklığına uğrattın, bir yabancı bile bana bunu yapmazdı. Sen yaptın." istemsiz gülerek yeniden yanağımdaki yaşı sildim, "Gerçi sen beni zaten yabancı olarak görüyorsun." şu noktada daha fazla dayanamadım. Gülümsemem silindi, çenem tir tir titredi ve burnum sızlarken ağlamaya başladım. Yaklaşık üç haftadır onsuzdum. Her şeyle tek başıma mücadele ediyordum, hayatım boyu bu böyleydi fakat onunla tanışmadan önce bu denli ağır hissettirdiğini hiç fark edememiştim. Sevdayı ilk kez yüreğimde ağırlıyordum, bir adama ilk kez aşık oluyordum. Tenimdeki dokunuşlarını, saçlarımı öpüşlerini ve karnımda onun sebep olduğu tatlı sancıları unutamıyordum.
Stresliydim, üzgündüm, tüm olumsuz duygulardım. Bu düşüşlerimin tek sebebi aşk değil, aylardır yaşadığım her şeydi. Sessiz sessiz ağlarken kendimi durdurma düşüncesini geriye ittim çünkü bana dolanan sıkı kollar ile artık duramazdım. "Bırak." dedim çaresizce, geri çekilmeyi denedim.
"Alçin-"
"Bırak!" yumruk yaptığım ellerimi omuzlarına vurdum, "Bırak, ağladığım için yapıyorsun, bırak!" daha sıkı sardı. "Bırak!" daha fazla vurdum. "Bırak beni, yalnız bırak.." Avuç içlerim sertçe omzuna çarparken serzenişlerime hıçkırıklar eklenmiş, sonunda kabullenerek kollarımı hareket ettirmeyi kesmiştim. "Neden yapıyorsun bunu.." sesim olduğundan pürüzlü çıkmıştı. Yanağımı ıslatan gözyaşlarıma baktı anlık. Bulunduğumuz konumda öylesine yakındık ki sanki beraber nefes alıp veriyorduk.
"Ağlama Alçin." bir eli yanağıma ulaştı, "Gözünü seveyim ağlama." yüzümü geri çektim, "Dokunma bana. Yine hata yapmanı istemem." ona onun sözlerini tekrar tekrar söylerken koca avucu yanağımı sardı. "Say, söv, dağıt her yeri. Sana iyi gelecekse.."
Sözünü kestim, "Bana bir iyi, bir kötü davranma. Kalbim parçalanıyor." burnumu çektim, "Çünkü seni çok seviyorum! En ufak davranışını önemseyecek.." yanağımı saran elini ittim, "Dokunma diyorum!" sesim bir yükseliyor, bir alçalıyordu. Ne hissettiğimi ben bile bilmiyordum ama o bilsin istiyordum. Ve biliyordu da. Yaptığım itirafla artık her şeyin farkındaydı.
Bir şey demesini beklemediğime kendimi inandırmaya çalışsam da bu koca bir aptallıktı. Şu anda tek kelimesine dahi ihtiyacım vardı. "Senin içindi.." dedi saniyeler sonra. Her zaman bildiğim ses tonunun aksine ilk kez yorgundu. Boynumu kavrayarak alnını alnıma yasladı, "Göz göre göre seni yıpratmak istemedim." baş parmağı yanağımı okşadı hafifçe. Mavileri gözlerimdeydi, onunla yakın olmanın etkisi bedenimi gevşetirken gözlerimi kapamamak için çabalıyordum. Çünkü bilirdim; sözlerden çok mavileriyle konuşurdu. "Omzunda ağladım dedin, sana sığındım dedin.." burnu burnuma sürtündü, nefesimi tuttum. "Tam da bu sebeple olmaz dedim Alçin. Gördüm, abin için ne kadar yıprandığına şahit oldum." ellerim usulca omuzlarına çıktı. Her şey içgüdüseldi.
Dinliyordum ama gördüklerim daha mühimdi.
"Yanlıştı. Biliyorum, sende bitsin istedim. Arkamdan üzülme bile istedim." boşta kalan eli belimi kavrayarak sanki dahası mümkünmüşcesine kendine çekti. "Acar.." diye fısıldadım, tek yapabildiğim buydu. "Alçin.." yanağımdaki avucu saçlarıma kaydı, parmakları belli belirsiz buklelerime dolandı. Bedenlerimiz artık bir bütün sayılırdı. Bir adım ilerisi kucağında olmam demekti. "Hata yaptım. Ama o sözler benim hislerim değildi." nefeslerimiz adeta birbirine karışıyordu.
"Seni yıpratmamak içindi."
"Bu senin tek başına verebileceğin bir karar değildi." ondan uzaklaşmaya çalışsam da başarısızdım.
Dediğimi reddetmedi, doğru olduğunun farkındaydı. Mavilerinden hırçın bir deniz misali taşarak yüreğime savurduğu duygular fazlaydı. Ondan bir adım geri gitmek mümkün değildi, onunla bir adım ileri gitmek ise çok şeyi değiştirecekti. Dudakları beni affet demiyordu lakin bakışları basit bir özrün yerine çiçekler ekiyordu. Gönlüm ona aldanmaya çoktan razıyken kırgınlıklarım bir kaç cümleyle son bulabilirdi. Kötü anıların iyilerle gizlenmesi belki de aşkın en zehirli özelliğiydi. Bazen ise kurtarıcısı.
"Eğer gerçek hislerimi merak ediyorsan.." boğuk sesiyle karnım karıncalanıyordu. Dudaklarımın üstündeki dudaklar ise beynimdeki fırtınaların dinmesi, vücudumdaki ateşin durulması gibiydi. Her şey durmuştu. Gözlerim kapandı, omzundaki ellerim üstündeki tişörtü sıktı. Ölüm ve yaşam birleşti; beni doğurdu. Beni önce öptü, sonra doğurdu. Öpüşü yumuşak olmaktan fazlasıyla uzaktı, kor alevdi. Kavuruyordu. Daha önce hiç tatmadığım bu duyguya nasıl karşılık vereceğimi bilmesem de bedenim geri durmamamı söylüyordu.
Bu öpüşme beni o gün hayatta tutmuştu; kalbim durmuşken yeniden nefesim olan adamdı.
Sıcak dudakları sert darbelerle beni tüketirken ellerim yanaklarına ulaştı, başımı hafif bir açıyla eğerek aynı ilkellikle karşılık verdim. Bunu istiyorduk. Bunu çok uzun zamandır istiyorduk ve yeteri kadar beklemiştik. Bedeni bedenimi daha ilk tanıştığımızdan beri yakıyordu. Aramızda aklın mantığın sığmayacağı bir çekim vardı, buraya kadar karşı koyabilmiştik. Göğsümün solu hızla atıyor, oradan yayılan hisler tüm vücudumu ele geçiriyordu. Acar'da beni seviyordu. Avuçlarım yavaşça saçlarına asılırken boynum geriye düştü, onun ise iki eli kıvırcıklarımın arasına karıştı. Anlamsızdı fakat sanki saçlarıma karşı bir zaafı vardı. Tüm bu hırçınlığına rağmen onları acıtmıyordu, öpüşü derinleşirken dahi saçımı neredeyse bileğine dolamış lakin canımı yakmamıştı. Beni bitiriyordu.
Beni kana kana içiyor, doğduğundan beri bu anı bekliyormuşcasına hakkını veriyordu.
Titreyen bacaklarım bana ihanet edercesine sendelememe neden olduğunda saçımdaki ellerinden birini çekerek koluyla belimi kavramış, kucağına çıkmamı sağlamıştı. Gözlerim kapalı olmasına rağmen başım dönüyordu. Sıkı kollarına tutundum, geniş omuzları ve karın kaslarıyla bir bütün oldum. Hayatımda ilk kez ateşi sevdim, yanmaktan zevk aldım. Beni böyle duymak hoşuna gitmişti, kesik bir nefes verdi. Ve canavar ilk kez intikam için değil, arzu için uyanıyordu. Artık nefessizliğe dayanamayarak zor da olsa hafifçe geri çekildim, soluklanmam gerekiyordu.
Gözlerimi yavaşca araladım, bakışlarım nemli ve şişmiş dudaklarına odaklıyken başımın dönüşü keskin bir biçimde kendini gösteriyordu. Titriyordum. "Acar.." tek yapabildiğim onun adını sayıklamaktı. Boğazım kurumuştu. Adını bin kez söylesem yetmezdi, karnımda kendini baş gösteren heyecanla kıvranıyordum. İlkti ama sanki hep oradaydı. Avuçlarım omzuna düştü usulca, dağılmıştık. "Alçin.." dedi baş parmağıyla alt dudağımı okşarken.
Kucağında benle kendini yatağımın üzerine bıraktı, oturur pozisyondaydık.
Baldırları öylesine kaslıydı ki bacaklarım iki yana açılmışken bile dizlerim yorgana değemiyordu. Büyük bir adamdı. Heybeti bir gün beni darmadağın hâle getirecekti. Öyle ki üstündeydim ama yine de ona bakarken göz göze gelebilmek başımı hafifçe geriye atmamla mümkün kılınıyordu. Boğazından boğuk bir hırıltı döküldü, "Sen.. Adamı delirtirsin." kendini tutmaya çalışıyordu.
"Seni seviyorum." dedi tek solukta. Öpüşünden daha etkiliydi, belimdeki kötü bir anının izine dokundu sıcak avucu. Beni yok ettikleri yerden başlatıyordu. Başkaları benim sonumu getiriyor, o beni yaşatıyordu. Her saniye sızlayarak bana ölümü hissettiren o cam darbesinden ilk kez farklı duygular yayılıyordu. Ruhum yaşıyordu. Dudaklarıma bir kez daha ufak bir öpücük kondurdu lakin benim için temasının ne kadar derin anlamlar içerdiğini bilmiyordu. Nefes verdim ona doğru, tüm yüklerim onla bir oldu da haberi olmadı. Beni bir kez daha yaşattı, nefesim oldu da haberi olmadı.
Tekrar dudaklarıma atılmadan önce yanağımda gezindi, oradan saçlarıma ulaştı. Ve derince soluklandı. Buklelerime dolanan parmakları bulunduğu bölgeyi sevdi, bırakmadı. Oraya koydu öpücüklerini. Hep düz kullandığım, nefret ettiğim kıvırcıklarıma akıttı sevgisinden bir parça. Bilmiyorum, belki de bin parça. Ailem dışında kimsenin sevmediği, Esra'nın kestiği o bukleler Acar'ın her şeyi oluvermişti. Alnını alnıma yasladı, gözlerini gözlerime kenetledi. Fakat bu çok kısa bir andı, hem ezberliyor, hem tadımı çıkarıyordu. Onu yeniden dudaklarımda karşıladığımda daha hoyrattı.
Sadece ağzıyla değil, başka yerleriyle de kendini yeteri kadar gösteriyordu. Burnundan sert bir soluk vermişti. Ensesine batırdığım tırnaklarım onun için son noktaydı; "Alçin yapma." dedi sonunda dayanamayarak. "Yapma, duramam yapma." sabrının son demlerindeydi. Belimi iki yandan kavrayarak hareketimi engelliyordu. Nefes nefeseydik, göğüs kafeslerimiz hızlı soluklarımızla birbirine çarpıyordu.
"Durma."
Dinlemedi, zira dinlese bu cesaretimi bana ziyadesiyle ödetirdi. Ama dudaklarımdan uzak kalamayacak kadar da iradesizdi. Ufak öpücüklerle sakinleşeceğini sansa da yanılmıştı. Defalarca kez öptü. Toprak kokusu, yani onun kokusu tüm bedenime sinmişti.
"Bu ateş bizi kül eder." fısıltımla kısık mavileri gözlerime değdi. Kollarımı omzuna yasladım, parmak uçlarım yüzünde usul usul gezinirken kirpiklerini de sevdim. Hayal gibi bir andı. Uyanmaktan ölesiye korktuğum bir rüya da olabilirdi.
"Senin ateşin beni bir ömür yakar da kokun diriltir."
Burnu burnuma sürtündü, gülümsedim. "Nefesim." dedim içim gide gide. Çünkü nefesimdi. Beni o hastane odasında hayata döndüren nefes Acar'dı. Bundan daha anlamlı bir şekilde ona seslenemezdim.
Önüme düşen bir tutam saçı kulağımın arkasına bıraktı, "Ne güzelsin.." az önceki derinlikten değil, şu anki iltifatından utanıyordum. Yanaklarımın kızardığına emindim çünkü odağı oraya kaymış, saklamadığı bir tebessüm dudaklarında yer edinmişti.
Tüy kadar hafif öptü gülüşümden, durmadım, karşılık verdim. Doyamıyorduk. Hatta birbirimize öyle odaklanmıştık ki, "Alçin?" sesiyle olduğum yerde sıçradım. Gözlerim aralanırken başımı odamın açık kapısına çevirdim. Verda gelmişti. "Ne.. Nereden çıktı ya?" derken Acar'ın kucağından kalkmama fırsat kalmadan çok sevgili yengem bizi tam olarak bu pozisyonda resmen basmıştı.
Yutkundum.
Az önce şehvetten yanarken, şimdi gerginlikten buz kesmiştim.
Hayat gerçekten şaşırtıyordu.
.
.
.
.
Seviliyorsunuuuuzz, boollll sarılmalaarrrr.🩷
Neredeyse üç aydır yeni bölüm yayınlamamakla beraber sebeplerini gerek panodan, gerek instagramdan ve de whatsapp kanalımdan sizlere söyledim. Anlayışlarınız için çok çok çok teşekkür ederim.🪻 Başlarda ülkemizde yaşanan olaylar ve gündeme odaklı olduğum sebebiyle paylaşım yapmasam da sonrasında biraz daha kişisel bir hâl almaya başladı bu durum. Bu süreçte yazarınız neler neler yaşadı ah bir bilseniz.. Bu bölüm hastaneler mi görmedi, bayılmalar mı görmedi, yeni insanlar tanıyıp onlar tarafından hayal kırıklığına mı uğramadı. Artık size atıyorum, sizin olsun, bu yükü benden alın ahahahahahsa neticesinde buradayız. Çok şükür.🧿🧿 Ve bir insan 3 ayda ne denli büyük büyük kararlar alabilir yaşayarak şahit oldum, gidişatımızı bilemem lakin devam. Farkındayım aralar uzun oluyor, telafi edeceğim. Kendimi bu konuda düzeltmeye çabalayacağım. Ama ben de hayatımı düzene koymaya çalışan bir gencim, beni mazur görün. Alçin'i yazarken bir parça da kendimi yazıyorum, o üzüldüyse mutlaka benim de parçalandığım bir olaydan kaynaklanmıştır. O öfkeliyse ben de öfkeli bir anımda yazmışımdır. Kırmızı Kuş serüveni bu sebeple benim için çok ayrı, çok özel. Tüm duygularımı yansıtarak, onları karakterlere ve bir hikayeye bürüyerek akıttığım psikolojik durumumdur. Zor. Ama görüyorum ki onları seviyorsunuz, başka platformlardan da gördüğüm destek beni çok sevindiriyor. Eminim ki yeni versiyonda kitabımızı herkes çok sevecek ve bahçeme, sizin yanınıza yeni çiçekler eklenecek. Şimdilik bu kadar.💛 Daha önce de dediğim gibi, sizleri çok seviyorum. Sondaki sahne de size sürprizim olsun, malum uzun zamandır bölüm atamamıştım. Normalde 2-3 bölüm sonra yaşanacak olan first kiss'i şimdi aradan çıkarmış bulunduk. Sağlık olsun. Ziyadesiyle uzun bir sahneydi fakat burada kısaltmak durumunda kaldım. Biliyorsunuz sebepleri. Her neyse, şimdilik gidiyorum. Instagram @gardenpaeonia üzerinden kurgularım hakkında güncel bilgilere ulaşabilir ve her şeyden haberdar olabilmek için öne çıkanlarımdaki linkten whatsapp kanalıma katılabilirsiniz. Öptüm. Siz de öptünüz. Boollcaa sarılmalaarr.💛
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 9.44k Okunma |
815 Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |