
Bölüm 1 – Camın ardında tek gerçeğim: Annem ve ben onun kızı olduğumu biliyorum. Saçlarım, gözlerim, sinirlendiğimde dudaklarımı kemirişim... Her hâlimle ona benziyorum. Aynaya her baktığımda, onun izlerini görüyorum yüzümde. Bunu inkâr edemem. Ama sonra, bir boşluk gelip yerleşiyor içime. Ben kimim?
Günlerdir bu cam fanusun içinde, yalnızca bunu sorguluyorum. Düşünmek için bolca vaktim var. Belki de fazlasıyla… Zihnimi yitirmemek için sıkı sıkıya tutunuyorum. Ne gece kaldı, ne gündüz. Zaman silinmiş sanki. Geriye sadece ben ve içimde dönüp duran bu karanlık düşünceler kaldı. Bu camın ardında, kendi hayatımı yeniden yazıyorum. Kendi biyografimi, kendi trajedimi...
İki yaşındaymışım Gölcük depremi olduğunda. Annem anlatırdı. Karanlık bir uğultunun içinde, toprağın altında, bina enkazının gölgesinde kalmışız. Annemin koynuna sığınmışım. Üç gün boyunca kurtarılmayı beklemişiz. Annem, o günlerde beni kendi kanıyla beslediğini söylerdi. Abartı gibi gelirdi bana. Şimdi düşünüyorum da, belki de hiç abartmamıştı.
Annem… Zeynep Hanım. Açık kumral, uzun saçlı bir kadındı. Gözleri cam gibi berrak, açık ela. Dudakları kalın, yüzünde alımlı bir ifade vardı. Güzeldi. Öyle bir güzellik ki, bir kez gören dönüp bir daha bakardı. Ben ona benziyordum. Ama aynısı değildim. Dudaklarım daha incedir mesela. Boyum onunkinden uzun. Saçlarım anneminki gibi açık kumral değil; kestane rengi. Burnum sıradan. Ama gözlerim… O büyük, açık ela gözlerim... Kaşlarım kalın ve kavisli, yüzümü sert gösteriyor. Anneme hep şikâyet ederdim bu yüzden. O ise gülerek, “Benden çok güzelsin. O gözlerin var ya… Bakışlarında ölürüm! Derdi. Ben bir tufandım. O ise ılık bir meltem gibi nazikti. Annemin zarifliğini, o narin hâlini kendimde hiç bulamazdım. Deli dolu, asabi, hırçındım. Ruhum aşkla yanar, hayata savaş açmış gibiydim.
"Gençlik işte," derdim. Ama yanılmışım. Hayat beni öyle yerlerden vurdu ki… En sonunda fark ettim: İçimde keşfetmediğim bir sükûnet, bir sağduyu varmış. Meğer her savaşın sonunda bir durgunluk olurmuş. Şimdi yalnızım, Allah’ım.
Hem de öyle derin bir yalnızlık ki… Ses ver bana. Cam duvarlar, siz ses verin! Ama içeride yalnızca kendi sesim var. İçimdeki korku dışımda duvar olmuş. Sakin, sessiz bir hiçliğin içindeyim. Ben… kalbimden vuruldum. Belki birkaç milimle hayatta kaldım.
O, karanlık gecede, o koca yatakta...
Sadece bir eşofman giymiş o adam, gözünü bile kırpmadan tetiğe bastı. Gözlerimi yeniden açtığımda, bu cam fanusun içindeydim. Makine sesleri arasında kaybolmuş, kablolara bağlı...
Arada bir geliyordu. Yaralarımı pansuman ediyor, ilaçlarımı içiriyordu. Ama konuşmuyordu. Ben de soramıyordum: Neden? İyileştikçe her şey değişti. Bir daha fanusun içine girmedi. Yemeği, cam bölmeden bırakır oldu. Ben artık bir akvaryum balığıydım.
O ise dışarıda, başını bile kaldırmadan hayatına devam ediyordu. Ben de onu izlemeye başladım. Bu benim tek eğlencem olmuştu. Silahlarını temizleyişini, çantasını düzenleyişini, bilgisayar başındaki saatlerini…
Kimse gelmiyordu. Ben sadece bakıyordum. Dışarıyı duyamıyordum. Sadece izliyordum. Camı yumrukladım. Bağırdım, işaret yaptım, dil bile çıkardım. Ama o bir kez olsun göz göze gelmedi benimle. Bu fanus ses geçirmezdi. Ben kendi sesimde boğuluyordum. O eski asi kız değildim artık. Kafam bomboştu. Yaşam amacım yoktu. Zamanı yitirmiştim. Onun yatağa girdiği vakit gece olduğunu sanıyordum. İştahım yoktu ve zayıflamıştım. Günler geçtikçe, yemekleri geri bırakmaya başladım. Yemek gelip gidiyor, ama o yediğime bile bakmıyordu. Ben, camın ardındaki hasta bir hayvandım artık. Ne acı…
Gülümsedim. Ölmem umurunda değildi. Peki o zaman, neden yaşatmıştı beni? Neden buradaydım? İçimden o kadar çok kişiye küfrediyordum ki…
Anneme, babama, o adamın kim olduğuna dair hayal ettiğim herkese…Ama ben bir şey yapmamıştım ki! Sadece ne olduğunu anlamayan, hiç bir şerden haberi olmayan bir insandım. Belki asi… Ama sadece bir kız. Katilin elinden kurtulmalıydım. Ama nasıl? Gücüm tükendiğinde, yemek yemeye karar verdim. Geç kalmamak için ayağa kalktım. Bölmeye doğru yürüdüm ve birden Her şey karardı. Yere yığıldım. Sıcak iki kol beni kaldırdı.
Yatağa yatırırken fısıldadı, İngilizceydi sesi: "Başıma bela olacaksın, küçük kız..."Koluma bir iğne battı. Damar yolunu açıyordu. Göz kapaklarım ağırdı. Açılmak istemiyordu.
Sonunda araladım. Ve o an…
Gözlerini gördüm. Derin yeşil ile cam mavisi arasında... Soğuk. Buz gibi. “Uslu dur, canın yanmasın. Uslu dur, Türk!” dedi. Gözlerine baktım. Bir an için irkildi. Kafasını çevirdi.
Neden irkildi acaba? Gözlerim yüzünden mi? Annem derdi ki: “O gözlerin var ya kızım… İçine düşen yanar, çıkamaz.” Yüzümde istemsizce bir tebessüm belirdi. ‘İnşallah yanmıştır... İçine düşüp kalmıştır...’ dedim içimden. Ama artık korkuyordum. Kendimden çok, annemin zarar görmesinden…Çünkü hâlâ hayattaysa, Ona ulaşamayacak kadar çaresizdim.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |