
Lanet fanusta zaman yaşadıklarımı sürekli perde de siyah beyaz oynatarak, her anını tekrar tekrar film şeridi gibi geriye sararak izlettiriyordu. Yemek yemeye karar verdiğim gün, yarı baygın halde gözlerim tavandayken mesela; birden beni vurmadan önceki anları hatırladım. Ah! Hatırladıkça o anları yaşamın nasılda pamuk ipliğine bağlı olduğunu ve bir göz kırpması kadar anlık olduğunun farkına varıyordu insan.
Ormanda gözlerimi açmaya çalıştığım vakitti. Gözlerimi araladığımda ağaçlar üstüme üstüme yığılmış, hava kararmaya yüz tutmuştu. Ellerimi gözlerimin hizasına yaklaştırdığımda rengi tuhaftı ve istemsizce titriyordum. Kulağımda ki çınlama gitmemişti. Saçlarım kazık gibi, tenimin rengi mora dönmüş ve titremem durmuyordu. Elleri ile saçlarımı toplayışını, bir lastikle arkadan tutturuşunu, bez bebek gibi üstüme nereden aldığını bilmediğim kıyafetleri geçirirken, omuzuna yaslayıp geriye birkaç sefer itişini hissettim.
Bana dokundukça midem ayaklanıyor, aç olduğumdan içimden çıkan sadece öğürtü sesiydi. Arabada ön koltuğa oturtmuş, sakinleşmemi izliyordu. Bir süre sonra dudaklarıma yerleştirdiği pipetle meyve suyunu içirmişti. Küçük küçük ekmek kırıntılarını yedirip ve meyve suyu ile yutmamı sağlamıştı. Sisli bir İstanbul gecesiydi. Son vapuru beklediğimizi hatırlıyorum. Kadıköy'den Beşiktaş'a giden son vapura bindik. Ellerimle vapurun dışına çıkardı. Yüzünde silik bir tebessüm ve çat pat Türkçe ile "Dediğim yerde dur, annen ölmesin, hareket etme," diyerek, kimsenin görmediği bir anda elindeki telefonun kamerasını ayarlayarak uzaklaştığını, ben korkuyla beklerken göğsümde korkunç bir yanmayla karanlık sularda gömüldüğümü hatırlıyorum. Dibe doğru batıyordum, nefesim bitmişti. Sonra karanlık almıştı beni koynuna. Uyandığımda bu lanet fanusun içindeydim. Elleri bileğimi tuttu, nabzıma bakıyordu. "Beni ne kadar anlayıp anlamadığını bilmiyorum çocuk, ama ölmen her şeyin çözümü olurdu. Senden kurtulurdum kısacası. Borcum yüzünden yaşıyorsun, yemeğini ye, Turkish." Onun benim ne kadar İngilizce bilip bilmediğim hakkında bir fikrim yoktu ama az çok bildiğimi öğrendiği zamanı geldi geçti gözlerimden. O an beni o izbe mağaraya götürdü, bir grup silahlı insanın içine attığı zamandı. Ah! Anlar, anılar.
Karanlık mağaranın içi, elleri silahlı kalabalık eşkıyalarla doluydu. Neden burada olduğumu anlamadığımdan etrafa aptal gibi bakıyordum. Yüzü yaralı dev gibi bir adamın önüne fırlatmıştı.
Korku, izbe, yok edici bir duyguydu. Öyle bir anda nefes aldırmıyor, olacak her türlü varsayımı kabullendiriyordu. Kabullenmiş miydim bilmiyorum. Dışarıdaki pencereden adeta gölgemi izliyordum. Ben aklımı kaybettim. İçimdeki çığlık: "Bir yanlışlık var, neden ben!" derken… O çığlık dilime ulaşmıyor, dilim susmuştu. Adam, "Onun kızı olduğuna emin misin?" dedi. Kulaklarımda tekrar çınladı.
"Eminim. Zeynep ve Osman'ın kızı."
Tabii annem tamam da, ama babam Osman değildi ki.
"Kızı saklamışlar; Zeynep Hanım Osman'dan ayrıldıktan hemen sonra şimdiki kocasıyla evlenerek kızını da evlendiği adamın adına kayıt etmiş.
Bence bu Osman’ın planıdır. Onu tanırım."
"Eyvallah, işinde profesyonelsin. Yılların yapamadığını yaptın. Evet evet, Amerikalı, dalında en iyisisin. Verdiğim çuvalla parayı hak ettin. Bu kız o adamın bana olan can borcu. Yıllar sonra huzurlu bir uyku uyuyacağım."
"Benim işim bitti. Kız artık senin." Amerikalı kafasını olumsuz sallayarak "Hayır hayır o kadar kolay değil, henüz bitmedi." Sonra İngilizceyi bırakıp Arapça ile konuştular. Hiçbir şey anlamadım.
Beni kolumdan tutarak sürükleyerek çıkardı. Eski cipin arkasına fırlattı. Öne geçip son sürat arabayı kullanırken çok öfkeliydi. Tek duam o eşkıyaların elinde olmamamdı. Buz gözlü adama döndüm ve Türkçe, "Benim babam Osman değil," dedim. Anında cip durdu. O keskin, soğuk ve insanın içinde korkudan başka hiçbir duygu uyandırmayan buz mavisi gözlerini bana çevirdi. Önden arkaya uzanarak çenemi kavradı. "İngilizce biliyorsun, değil mi?" Silahı şakağıma dayayarak bakıyordu. "On dili ana dili gibi konuşan adamın kızısın, tabii ki İngilizce biliyorsun."
Anlamıştı. Ruhum korkunun esiri. Sustum. Eğer bir şey söylersem ne olacağını düşünmeye başladığım anda, silah kulağımın dibinde patladı. Kulağımda keskin bir çınlama… "Konuş!" Bir şeyler diyordu ama ben duyamıyor ve algılayamıyordum. Altımda bir sıcaklık vardı, titriyordum ve kendi dilimde "baba" diyordum. Çenemi kuvvetlice sıktı ve koltuğa fırlattı. Kafamı cama çarptım. Canım çok yanmıştı. Toz duman, çorak yollarda bir süre ilerledikten sonra arabayı bir çeşmenin önünde durdurdu. Etrafta tek bir ağaç ve yaşam yoktu, sadece gökyüzünde kuşlar uzaklara yolculuk yapıyorlardı. Kolumdan tutarak çeşmenin dibine getirdi. Çeşmenin önünde buz gibi suyu mataraya doldurup doldurup üstümden döktü. Titredikçe titriyordum. İçim geçti ve düştüm. Arabadan aldığı battaniyeye sarıp arkaya attığı silik görüntüydü. Habur sınır kapısından içeri girdiğimizde üstümde uzunca bir kazak ve altımda bacaklarını kestiği bir kot vardı. Belime kemerimi takmıştı, artık üstümde benden sadece kemerim kalmıştı. Şimdi gözlerim cam fanusun tavanında ve o koluma serumu takıp fanusun kapısını şifrelerken aklımdan tek düşünce, uzun zamandır hep aynı düşünce geçiyordu: ‘Dile yatkınlığımın sebebi, on dili ana dili gibi konuşan adam mıydı? Sorular sorular. Ne demişti O? Ne borcu? Kime borcu?’
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |