23. Bölüm
Nehir Keser / KARA SEVDA / 22. Bölüm

22. Bölüm

Nehir Keser
gecemavisiyazarrr

 

Özel Bölüm

 

 

 

Ruhsal acılar en sonunda fiziksel acıya dönerdi.

 

Bir serçe severse, ölürdü. Severdi, gözünden sakınırdı ve herşeyden daha çok önemserdi. Ama onun tek bir sözü yada davranışı onu mahvedebilirdi. Gözünden bir damla yaş gelir, ölürdü serçe. Onun katili sevdiği kişi olurdu.

 

Hayatta böyleydi işte. Birilerinin yaşaması için diğerlerinin ölmesi gerekirdi. Sevdiği için ölürdü bazıları. Pişman olmazlardı, gözünü kırpmazlardı. Boktan hayatta ilk defa bir boka yarayacaklardı çünkü. Sonra bir silah sesi ve mezar...

 

O yüzden zamana bırakmayın hiçbir şeyi. Bir bakmışsın, sana verilen zaman dolmuş...

 

“Maskeli indir beni ya.” Omzuna bir tane vurdum. Arabadan inince, yürüyemediğim için beni kucağına almıştı. “İndirsem ne yapacaksın acaba?” Doğru, yapamayacaktım. Omuz silktim başımı göğsüne yaslarken. “Banane. İndir beni ”

 

Tebessüm ederek bana baktı. “Çocuk gibisin.” Ben ise kolyemle oynuyordum. “Yüzbaşı, kim verdi bana bunu?” Kerem’in anlattığı kişiyi çok sevmiştim. Belki de Barut vermişti de o verseydi bunu da söylerdi.

 

“Sana değer veren biri. Sadece bunu bil,” dediğinde, alttan ona baktım. “Bana Deccal’in sen olduğunu bile söyledin. Lakin hala bu kolyeyi saklıyorsun. Çünkü başkalarının sırlarını dökmemek için sırtına yük alıyorsun. Sonucunu bile bile.” Yüzüme baktı.

 

“Sonucun gerçekleşmesi beni korkutuyor.”

 

“Sen korkmazsın ki.”

 

“Beni tekrar seni kaybetme olasılığı korkutuyor.”

 

Sustum. “O kadar mı kötü?” Bu sefer o sustu. “Arda Bozoktan bile mi?” Yine sustu, bu beni korkuttu. Susmak demek evet demekti. Gerçekler beni ilk defa korkuttu. Arda Bozok’tan daha beteri beni aşardı.

 

Kalbinin sesini duyuyordum. Tık tık tık.... “Yalan söylediğini bildiğim halde güveniyorum sana.” Aptallıktı ama bu sorun değildi. Aklım başımdayken mutsuzken şimdi en azından yaşadığımı hissediyorum. Sigarayla karışık barut kokusu beni rahatlatıyordu.

 

“İyiliğin için.” Biliyordum. O benim kötülüğümü istemezdi ki. “Kalbin hızlı atıyor maskeli. Sanki yerinden çıkmak istercesine.” Benimki ise yavaşça atıyordu, o yokken. Sigara dumanıyla dolu kalbim iyileşiyor muydu yoksa?

 

Kapıyı açtığını gördüm. “İyi birşey mi,” diye sorduğunda, “hiç atmamasından iyidir,” diye cevapladım. “Haklısın.” Bana bu hayatta bu cümleyi kuran tek kişiydi. Hiç sorgulamadan, etmeden haklısın diyordu ve bu bana iyi geliyordu.

 

“Sende çok yakışıklısın.” Bunu beklemiyor gibiydi. Anlık boşlukla bana baktı. “Af buyur?” Güldüm. “Çok yakışıklısın dedim. Hadi ama, bunu ilk ben dememişimdir herhalde,” dediğimde, “onların dediklerini umursamadım ki,” diye cevapladı.

 

Bu adam ayarlarımla oynuyordu. “Beni umursuyorsun yani? Güzelmiş.” Sırıttı. “Sarhoş halin hoşuma gitmeye başladı.” İşine gelince gidiyordu tabi. “Ben her zaman sarhoşumdur.” Ama böyle olduklarım nadirdi. Unutuyordum bu sefer. Onun maskeli olduğunu unutmak istemiyordum.

 

Yatağa yatırdı beni. Onun odasıydı büyük ihtimalle. Duvarlara baktım. Tablolar bu odada da vardı. Ama masanın ucunda ki çerçeveyi gözüme kestirdim.

 

Bendim fotoğrafta ki. Beyaz bir elbise, gülerek çavuşu seviyordum. Bu fotoğraf eski gibiydi. Yaşım yirmili yaşların başında gibiydi. Ben öyle hissediyordum yada.

 

Üstümü örttü yavaşça. “Artık uyu.” ona baktım, yan bir şekilde uzanıp. “Beraber uyuyalım mı? İhtiyacım var sana bugün.” Eğilerek saçımı okşadı. “Aklımla oynuyorsun,” diye mırıldandı. Bu hoşuma gidiyordu.

 

Gülümsedim. “Bu hoşuma gidiyor.” Gülüşüme baktı yine. “Mutlu olman hoşuma gidiyor.” Önemsendiğimi hissettiğim yer onun yanıydı.

 

Yanıma uzandığında, yer açmak için hafifçe geriye gittim. Bileğimden tutup, beni kendisine çektiğinde ona yapıştım. Baş parmağı yüzümün her zerresinde gezindi. Ben ise memnuniyetle gözlerimi kapattım.

 

Kollarını bedenime sardığını hissettim. Başını saçlarımın arasına gömdü, derin nefes çekti içine. “Seni seviyorum kadın.” Gülümsedim. “Seni seviyorum adam.”

 

Göğsüne başımı yasladım. Kalbinin atışını dinleyerek o ise kokumu içine çekerek uykuya daldı...

 

🥀

 

Kerem

J​​​​İnsan öleceği günü hissederdi.

 

Hava sisliydi, karanlık idi. Yağmur çiseliyor, yağmur damlaları namlunun ucunu ıslatıyordu. Birazdan bir çatışma başlayacak yada sesizce halledecektik bu köpekleri.

 

Yüzbaşı olmadığı için Kaan yönetiyordu timi. Bu benim umrumda bile değildi. Gözümü kestirdiğimi avlayacaktım. Dağın bir tepesinde, on iki adamı on saniyede yere serecektim. Sonra ise normal çatışma.

 

“Lan Fıroş,” diye konuşmaya başladı Baran. Seslerini kapatmak istiyordum ama bu kötü ihtimallere yol açabilirdi. Baş ağrısında birde bunları dinleyecektim. Lavantanın herşeyi sorgulamasını tercih ederdim.

 

Ulan sen ölmüş babasını niye karıştırıyorsun aptal herif?! Kız konuşsun sen niye ağzını açıyorsun! Bu yüzden konuşmayı sevmiyordum. Ağzımı açtığım anda birilerin kalbini kırmadan kapanmıyordu.

 

Yanımdaki taşa karga kondu. Kargaları severdim. Rivayete göre kargalar yapılan iyilikleri unutmazdı. Bana baktı, gakladı. Yerimi açık etmemesi lazımdı.

 

“Efendim komutanım,” dedi Fırat. Pezevenk’in tekiydi. Evlenmeden duracağını sanmıyordum. “Bizim ganyan kuponu tuttu mu lan?” Kumarada başlamışlardı birde. “Tuttu komutanım. İki bin Türk lirası geldi. Yarı yarıya bölüşürüz.” İyi tutmuştu. Beş tane bira alınırdı iki bin lirayla.

 

Güldü Baran. “Aferim lan sana! Cadı da oynasaydı en az beş bin türk lirası gelirdi. Ulan ilk defa imana gelesi tuttu bunun da.” Katıldı ona Fırat. Kardeşimi de yoldan çıkarıyordular bunlar.

 

“Ulan gül gibi kızı da kendinize benzettiniz,” diye söylendi Helin. Tim de aklı başında olan tek kişi olabilirdi. “Tövbe de Helincik. Onunda yoldan çıkası varmış, bizim suçumuz yok.” Orası da doğruydu.

 

Helin kaşlarını çattı. “En azından vurulduğunda dikiş attırıyor. Gerizekalı herif! Bir ay boyunca öyle gezmişsin. Kolunun kesilmediğine dua et önce sen.” Yine haklıydı. Baran o geldikten sonra, onun dikiş atmasına izin vermişti. Atarken alkol tüketmişti. Garipti.

 

“Keşke kesildiydi Helin başçavuş. Götüne sokacağım o kolu ben onun!” Gökhan sinirle soludu. Galiba yine Baran onu sinir etmişti. “Ayıp ediyorsun Göko. Senin için o kadar uğraşıyoruz yani. Alt tarafı sarhoş olup, yatak odasından beş tane kızla çıktığın anıyı anlattık.” Tek sorun Gökhan'ın Didem’den hoşlanmasıydı.

 

Helin’in kendine engel olamayarak güldü. Baran yandan ona bakıp, “ne güzel gülüyorsun sen,” dedi büyülenmiş gibi. Helin’in, “kes sesini,” demesi, bir saniye bile sürmedi. “Gökhan komutanım, sizin işiniz baya zorlaştı. Bu anıdan sonra, halletmeniz imkansız gibi birşey,” dedi Fırat.

 

Aşkı büyütüyorlardı. En fazla ne olabilirdi ki? Birini sevmek, bu kadar güzel birşey miydi? Bunu hiçbir zaman bilmeyecektim. Aşık olunacak kadar güzel birşey yoktu bu boktan hayatta. Bu dediğim kardeşlerim için geçerli değildi. Hele o yüzbaşı denen lavuk, benim kardeşimi üzerse, selasını okurturdum. Salak kardeşimde de akıl yoktu ki gidip aşık olmuştu.

 

Bu konuda eksik eğitmiştim. “Tim, hazırlan.” Kaan’ın bu sesiyle, herkes önüne döndü. “Tim, atış,” dediğinde, silah sesleri kulaklarımda yankılandı. Beni rahatsız etmeyen seslerin arasında silah sesleriyle. İnsanların ölüm çığlıkları bana zevk veriyordu.

 

Ama içimde kötü bir his vardı. Bugün olmaması gereken şeyler olacakmış gibi hızlı atıyordu kalbim. İçime doğan şeyler çoğunlukla olurdu.

 

Üstlerdekilerini indirdim tek tek. “Kerem, Fırat,” dedi Kaan. “Mağaranın için girin. Bir çocuk, bir kadın var içerde. Onları sessizce alıp, getirin buraya. Biz sizi koruyacağız,” dedi çatışmanın ortasında.

 

“Emredersiniz komutanım!”

 

Dağın tepesinden, aşağıya doğru yuvarlandım. Baran, “ulan, bir tane akıllı olmaz mı timde? Öldürecek bu kendini,” diye bağırdı. Umrumda değildi pek. Beni gören köpekleri, yuvarlanırken kafalarına sıktım. Fırat ise arkadan girecekti.

 

Planım basitti. Onlar beni görürken, Fırat sesizce alacaktı onları. Hem çocuk kaçırmak neydi amına koyayım! Rehin kalan beni görmemek için çırpanacaktı. Silah tutan elleri titriyordu bu şerefsizlerin.

 

Baran beni koruyordu. Helin ise hem kendini koruyor ve ona gelen kurşunları engelliyordu. Mağaranın önünde durduğumda, “selamın aleyküm,” diyerek bana bakan iki kişinin kalbine sıktım. Ayağa kalkarak, kendimi sakladım.

 

“Kerem, iyi ki sesizce dedim,” diye söylendi Kaan. “Kusura bakmayın komutanım.” Mağaranın içine geçtim gizlice. Teröristler bizimkilerle oyalanıyordu. Beni görenler ölmüştü.

 

Yana döndüğümde, “hassiktir,” diye mırıldandım. Kadın baygın, çocuk ise rehindi. Köpek başına silahı dayamıştı. Silahı ona doğrulttum. “Şimdi, iki seçeneğin var. Bir, çocuğu bırakırsın ve seni öldürmem. İki, çocuğu zorla senden alırım ve senin kelleni kesip, yakarım.” Kız çocuğu on yaşında bile değildi.

 

“O kadar kolay değil bu asker! Benimde iki seçeneğim var sana. Bir, silahı bırahkırsın ben bu çocuğu delip deşik etmem. İki, silahı bırahmazsın ve çocuk ve bayan geberir.” Boynumu kıtlattım. Fırat'ın arkadan gelmesi lazımdı.

 

Kızın korkuyla sesizce ağladığını gördüm. “Abla! Kalkasın!” Kadın’a doğru gitmeye çalışıyordu. Yirmili yaşlarında gibiydi. Üstü başı yırtıktı ve... Düşündüğüm şeyle, dişlerimi sıktım. Eğer olduysa, buraya onların başına yıkardım.

 

“Beş saniyen var asker!” Kaan’ın sesini duydum. “Fırat kapana kıstırıldı! Sakın delilik yapma Kerem!” Çok geçti. Silahın yere attım. Ellerimi havaya kaldırdım çocuğun gözlerine bakarak. “Çocuk ile kadın işine yaramaz. Ama ben işine yararım değil mi lan Ebu Bekir?” Bakışlarından bunu görebiliyordum.

 

Boynumu kıtlattım. “Akıllısın asker,” dedi gülerken köpek. Herşeyin kurucusu bu adamdı. “Şimdi kadını ile çocuğu burada bırakacaksın. Öldürmen işine gelmez, hatta kötülüğüne gelir, biliyorsun. Beni rehin alırsan, istediğine ulaşabilirsin.” Kaan’ım bağrışlarını duyabiliyordum.

 

“Mikrofonu da at," dediğinde, çıkarıp attım. “Yere çök,” dediğinde, “bak, o olmaz işte. Senin önünde diz çökmem ben yarrak kafa.” Güldüğümde, kızın kafasına daha fazla silahı dayadı. “Çök yoksa çocuk ölür asker!” Bok ölürdü.

 

Yere çöktüm umursamazca. Kızı yana doğru attığında, dişlerimi sıktım. Bileğime saklı hançeri çıkarıp, karnına doğru attım. Acıyla bağırdı Ebu Bekir. Ayağa kalkıp, kendime çekip, kafayı koydum. Çocuğu bırakmakla fena hata yapmıştı.

 

Yere düşerken, tetiğe bastı. Vücuduma çöken bir acı, geriye doğru sendeleniş...

 

“Ne yaptın lan sen?” Elim sağ göğsüme gitti. Gözlerimi kapattıp, geri açtım. Ebu Bekir ise bayılmıştı.

 

Düşme Kerem, sakın düşme. Yana doğru kan tükürdüm. “Asker abi!” Gülümsedim kız çocuğuna. “Sorun yok,” dedim zorla. Yerdeki mikrofonu aldım ellerimin titremesine engel olarak. “Komutanım, görev tamamlandı,” dedim en son.

 

Bu benim son cümlem olmuştu... Yere düşen bedenim, kocaman bir çocuk çığlığı. Gözlerim kapanır iken, kelime-i şehadet getirdim.

 

Buraya kadardı. Allah günahlarımızı affetsin.4

 

Gözlerim kapanırken, buraya koşar adımlarla gelen ayak seslerini duydum. Silah sesleri durmuş muydu yoksa ben artık hiçbir şey duyamıyor muydum? Komikti.

 

Başım yana düşerken, “karanlık,” diyen lavantanın sesini duydum. Tebessüm ettim zorla. Burada bile başımdan ayrılmıyordu. “Lavanta...”

 

“Niye yatıyorsun? Gözlerini açsana.” Sesi çok yakından geliyordu ama ben gözlerimi açamıyordum. Kokusu burnuma doluyordu. Burada mıydı? Bu imkansız olmaz mıydı?

 

“Lavanta...” Başka bir cümle kuramıyordum. Ölürken bile yanımdaydı. “Seni değiştireceğim.” Bu da imkansızdı. Ölen biri nasıl değişebilirdi ki? Ama bu sefer kalbini kırmak istemedim. “De- dene.” Güldüğünü işittim. Gülme sesi uzaklaşırken, gözlerimi zorlukla açtım. “Lavanta, gitme...” Yoktu.

 

Gözlerim tekrar kapandığında, önüme açılan sonsuz bir karanlıktı.

 

🥀

“Hastanın nabzı çok düşük! Kalp atışları yavaş! Kan basıncı çok zayıf! Hastayı kaybediyoruz.” Kerem’i sedyeyle, acil odasına alıyorlardı. Çiçek ise odasında gelem sesleri duydu.

 

İçine bir korku kapladı. Ayağa kalkıp, odasından çıktı. Kim gelmişti buraya? Koşar adımlarla kapıya doğru gitti. Hastalara baktığında, acıyan gözlerle oraya bakıyorlardı. Kaşlarını çattı. İçinde ki korku onu çiğ çiğ yedi.

 

Bugün hiç güzel bir gün değildi.

 

Kapıya gitti Çiçek. Doktor edası yerine korku dolu bir çocuktu sanki. Çünkü biliyordu, görevdeydi. Sekiz yaşında ki çocuktu. Hava yine soğuktu, yağmur kalbini ıslatıyordu.

 

Her korktuğunda yirmi bir yıl öncesine gidiyordu. Kalbinin üzerine bir ağırlık çöküyordu. Çünkü babası kalbinden vurulmuştu. Saçlarının dipleri kaşınıyordu. Çünkü babasının kanı saçlarının diplerini bile kırmızıya boyamıştı.

 

Kandan korkan kız, doktor olmuştu. Belki kandan korkarken bile bir çocuğun babası daha ölmesin diye. Betimleri sevmezdik ama kalbinin üstünde mezar vardı.

 

Sesin gittiği yere gidince, sedyede ki adama baktı. Yutkunamadı. Elinde ki defter yere düştü. “Kerem,” diye mırıldandı. Babası... Kerem... Olamazdı!

 

Gözleri neden kapalıydı? Teni esmer iken şuan niye beyazdı? Hem üstünde ki kırmızı ona hiç yakışmamıştı. O siyahlar içindeydi, kırmızı olmazdı ki onda. Bu bir kabustu.

 

“Ölürsen Dünya bir bok parçasından kurtulur.” Bu cümle gerçek olamazdı. Yüzünde alaylı gülümsemesi yoktu. Başı bile ağrımıyordu.

 

Şehit oluyordu..

 

Başını iki yana salladı Çiçek. O cümleyi kurar iken onun öleceğini hiç aklının ucundan bile geçirmemiş idi. Peki ölüyor muydu? Şehitler ölür müydü?

 

Şehitler ölmezdi.

 

Çiçek bu kadar güçlü değildi. Annesinin başkasıyla evlenirken düğünde olabilirdi ama bunu yapamazdı. Babası vardı sanki karşısında. Hikayesi devam eden, çocuğunu seven babası.

 

Ama bir lanet vardı. Her güzel olan şeyim, bir sonu vardı. Sona mı gelmişti karanlık? Mutsuz mu ölecekti? O hiç mutlu olmamıştı ki ama. Hiç gülmeden, insan neden yaşardı? Yaşadığının bir anlamı olur muydu? Olmazdı.

 

Ve kimsenin bilmediği bir gerçek vardı. O ölmekten korkardı. O sevilmeden ölmekten deli gibi korkardı. Onun korkularını bilen var mıydı? Onun korkuları bilinmesin diye asker olmuştu. Trajikomik idi.

 

Fırat yaşıyordu. Bir dakika... Bir dakika erken gelseydi, sedyede yatan kişi Kerem olmazdı. Kendisini suçlu hissediyordu. Şuan buradaydı. Görev kardeşlerinden biri ölüm döşeğindeyken tamamlanmış sayılır mıydı?

 

Hayat Kerem ile durmuştu. Bu cümle tüyleri diken diken ediyordu. Çiçek duvardan destek aldı ayakları anlık tutmayınca. O dediği cümlenin pişmanlığını yaşıyordu. İnsanların pişman olması için ölmek mi lazımdı? Bu Dünya’nın düzeni böyle mi ilerlerdi her zaman?

 

Bir sürü cevapsız sorular...

 

Çiçek hıçkırdı. Yüzünü ıslatan göz yaşları mıydı? Aylar önce tanıdığı adam için göz yaşı mı akıtıyordu? Orada o olsa kesin alayla gülerdi o.

 

Çünkü Kerem canı yandığında alayla gülerdi...

 

Onu anlatmaya bir cümle yetmezdi. Onu anlattıktan sonra tek bir nokta da koyulmazdı. Onunla sonlanan her cümlenin sonuna üç nokta gelirdi. O anlatılamayandı. Otuz beş yaşında, olgunlaşamayan bir çocuktu o. Sevilmemiş, yıpranmış bir çocuk...

 

O çocuk ölmek üzereydi.

 

Acil’e soktular Kerem’i. Ameliyat odasına aldılar. Ve herkes biliyordu ki o ölmek üzereydi. Devin Bozok’un biricik oğlu ölüyordu. O ise şuan balkonunda keyif yapıyordu. Anne demeye bin şahit isteyen bir anne idi.

 

Helin, oturarak başını geriye attı. “Baran, komutanımı ara,” dedi solgun sesiyle. Onu tanıyan tek kişi Barut Türkmendi. O ağlar mıydı arkasından? Mezarının kimsesizler mezarlığında olmasından çok korkardı. Ölse sahiplenirler miydi onu?

 

Bayrak sahiplenirdi onu. Şehit mezarlığına gömülürdü. Yaptıklarının karşılığını o zaman alırdı.

 

Çiçek ayağa kalktı. Ölmemesi için ağlamak yerine, ölmemesi için elinden geleni yapması gerekiyordu. Korkaklığı yüzünden sevdiği bir kişiyi daha kaybedemezdi. Yapamazdı bunu.

 

Acil’e girdi. Ameliyat masasında göğsü delik deşik olan Kerem’i görünce hıçkırdı. Ama pes etmedi. “Ölemezsin,” diyerek doktorların arasına katıldı. “Neşter, hemen!” Ellerinin titremesini durdurdu. Daha doğrusu durdurmaya çalıştı.

 

“Doktor Hanım,” diyen kızın sesini kesti. “Dediğimi yap! Kanamayı durdurmalıyız! Zaman yok!” Yüzüne baktı. “Ölme, ölme,” diye sayıkladı. Asistan dediğini yaptı.

 

Dışarda ise Baran, Çiçeğe baktı. Kurtarabileceğine inandı o kadının Kerem’i. Helin’e baktı. Üzgündü. Üzülmesi moralini daha fazla bozdu. “İyileşecek, sıkma canını.” Orada yatan Helin olsa -aklından bile geçiremedi- kafayı yerdi.

 

Helin ilk defa onu terslemedi. “Dediğin gibi olsun Barancık.” Barancık mı demişti o? Bu umutlanması için büyük bir nedendi. Ama bu sefer birşey söylemedi. Çünkü şamarlık yapacak an değildi.

 

Baran’ın görevini Kaan üstlendi. Duvara yaslanmış, acil odasına bakıyordu. Telefonunu kulağına götürdü. Üçüncü çalışta açıldı telefon. “Ne var lan,” diyen uykudan uyanmış kısık sesi geliyordu Barut’un. İki ay sonra uyuyacakken, bu Kaan aramıştı.

 

Barut göğsünde uyuyan kadına baktı. Çocuk gibi sinmişti göğsüne balı. Saçlarını parmaklarının ucuna doladı. Saçları ve gülüşü aklını başından alıyordu. Çocuk gibi bakışları içini ısıtıyordu. Tebessüm etti yüzüne bakarken.

 

“Komutanım, Kerem vuruldu. Sağ göğsünden, durumu kritik.” Tebessümü dudaklarında donup kaldı. “Ne?!” Kendini tutamayarak bağırdı. Bağırdığında, Cansu da uyandı. Sarhoş hali geçmiş, dediklerini unutmuştu. Sadece yaptıklarını hatırlat bir şekilde uyandı.

 

“Yüzbaşı,” dedi başını tutarken. Kaan Cansu’nunda uykudan uyanmış sesini duyunca, kaşlarını çattı. Beraber mi uyumuşlardı?

 

Barut ayağa kalkıp, ceketini giydi. Cansu kaşlarını çatarak ona baktı. “Barut, nereye?” Barut deniz kızına baktı, yutkundu. “Kerem vurulmuş. Hangi hastanedesiniz?!” Kaan hastanenin adını söyledi. “Tamam, geliyorum,” diyerek kapattı telefonu.

 

Cansu, “ne,” diye bağırdı şokla. O da yataktan kalktı. Kalktığı an başı döndüğü için sendelendi. Barut kolundan tuttu düşmesini engellemek için. “Yavaş.” Cansu başını iki yana salladı. “Hadi gidelim yüzbaşı. Neresinden vurulmuş? Durumu nasıl?”

 

Yüzbaşı dediği için hatırlamadığına emin oldu Barut. Ne ara sabah olmuştu? Peki sabahı Kerem görebilecek miydi? Saate baktı. Saat on birdi. On bir saat uyumuşlar mıydı? Bu ikisi içinde mucize gibiydi. Oysa mucizeler sadece masallarda olurdu.

 

Kerem vurulmuştu. Kardeşi gibi gördüğü adam vurulmuştu. “Odada kal,” diyerek odadan dışarı çıktı. Cansu tabiki de odada kalmadı. Arabaya bindi ikiside.

 

Barut çok endişeliydi. “Hassiktir,” diye söyleniyordu defalarca. Cansu direksiyonda ki elini tuttu. “Sakin ol. Hiçbir şey olmayacak, tamam mı? Tek bir kurşunla ölecek bir adam mı o sence?” Tamda öyle bir adamdı.

 

Barut gözlerinin içine baktı. Biraz olsa da sakinleşti. Birşey diyemedi. Vurulan kişi abin diyemedi. Sustu, her zaman ki gibi. Arabayı çalıştırdı. Yüzle kullanıyordu arabayı.

 

Bir saatlik yolu yarım saatle geldiler. Barut hızlıca indi arabadan. “Ölme lan," dedi saçlarını karıştırırken. Neden izin almıştı ki? Hassiktirdi!

 

Hastaneye girdiler hemen. Numarayı Kaan söylemişti. İkinci kata çıkıp, sağa döndüklerinde oradaydılar. Baran, “geldiler,” diye mırıldandı. Hiç kimsenin konuşmaya bile gücü yoktu.

 

Cansu, “Kerem nerede,” dedi Baran’a. “İçerde.” Kapıya baktı, yutkundu. Kalbi acıyordu farklı bir şekilde. Sanki abisi vurulmuştu. “Neden?” Kaan cevapladı. “Çocuğa birşey olmasın diye.” Gurur duydu içinden Cansu onunla. Ama bir yandan da acı çekiyordu.

 

Barut ona verdiği sözü hatırladı. “Bana birşey olursa, anlat ona herşeyi. Senden duyarsa üzülmez belki Türkmen. Ve kardeşimi üzersen, kabuslarına girerim lan!” Bir kapıya bir de Cansuya baktı. Nasıl açıklayacaktı?

 

Kapıdan perişan halde Çiçek çıktı. Eli yüzü onun kanıyla boyanmıştı. Cansu, “Doktor, öldü mü,” dedi zorla. Çiçek hıçkırdı. Abini kurtaramadım nasıl diyecekti?

 

“Başınız sağolsun.”5

 

Yorum atarsanız çok sevinirim :)

Bölüm : 23.11.2024 22:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...