24. Bölüm
Nehir Keser / KARA SEVDA / 23. Bölüm

23. Bölüm

Nehir Keser
gecemavisiyazarrr

Ölmüş insanlar yaşar mıydı?

 

Başımı iki yana salladım. Bu imkansızdı. Başım ağrıyor idi. Onunki gibi. Ve aklımdan geçen cümleler beynimi yok ediyordu.

 

“Abi! Nerdesin?” Arkasından Kerem onu kucağını aldığında, küçük bir çığlık attı Cansu. “Buradayım cadı. Gideceğimi mi sandın?” Cansu kıkırdadı. Abisinin boynuna sıkıca sarıldı.

 

Kesik kesik anılar beynimde dönüp duruyordu. Duvara yaslandım, başımı tuttum. “Sus,” dedim beni çiğ çiğ yiyen sesle. Susmadı.

 

“Ama çok zor bu soru Barut,” dedi ağlamaklı sesle Cansu. Matematiği anlayamıyordu bir türlü. Barut yanına gitti, kitabı ortaya aldı. “Bak şimdi deniz kızım,” diyerek anlatmaya başladı soruyu. Cansu onu dikkatle dinledi. Rizeye kaçmıştı abisiyle.

 

*Soruyu çözdüğünde, “anladın mı,” diye sordu önünde ki uslu kız çocuğuna bakarak. Yüzünde ki anlamaz ifadeyi görünce, tebessüm etti. Tabiki de birşey anlamamıştı. “İki kere iki kaç eder bal?” Eliyle altı yaptığında, alayla gülümsedi bu sefer.

 

Kaşlarını çattı Cansu. “Dalga geçme ya! Abi, dalga geçiyor Barut benimle!” Kerem de oturduğu yerden kaşlarını çattı. “Geçme lan kardeşimle dalga! Hem altı etmiyor mu?” Barut ofladı. “Aynen Kerem, aynen! Dört ediyor dört! Bu akılla siz büyüyünce ne olacaksınız acaba?”

 

Güldüm aklıma gelenlerle. Herkes sesizleşirken, ben güldüm. Gözlerim doldu. “Abi...” Hatırlıyordum... Deccal’i, maskeliyi...

 

Bunun için abimin ölmesi mi gerekiyordu?

 

Yüzbaşına baktım. “Sakladığın şeyi hatırlıyorum maskeli. Şehit olan kişi Kerem Bozok. Abim şehit oldu benim.” Yutkunamadı. “Büyüyünce şehit oldu abim. Benim yüzünden yandı, o yüzden dövmelerle kaplı bedeni.” Gözümden bir damla yaş geldi. “Bu yüzden sakladın benden, üzülmeyeyim diye. Sen o yüzden Deccal oldun. Yine benim yüzünden. Ben seni suçladım, söylemedin birşey.”

 

Kendine çekip, sarıldı bana. “Suçun yok, herşey benim suçum. Böyle bil, böyle hatırla.” Yine öyle yapıyordu. Yıllardır yaptığını yapıyordu. Kolyemin anlamı vardı. Ben ise nerede olduğumu, ne yaşadığımı anlam veremiyordum.

 

Ölmüş müydü? Abim ölmüştü... Benim yüzünden yanan kişi ölmüştü. Bahsettiği kardeşi de bendim. Tepki veremiyordum. Bağırmak, ağlamak istiyordum ama yapamıyordum. Sanki bunlar benim başıma gelmemiş gibiydi.

 

Hayır.... Hayır!

 

 

Geriye çekildim. Başım dönüyordu. Sanki her taraf dönüyor ve ben sadece duruyordum. Beynimdeki anılar susmuyordu. Ölü şekilde yatan abimdi benim. Üzülmeyeyim diye bunu bana bile söylememişti.

 

Bu hikayenin ana kötü karakteri Arda Bozok değildi. Ana kötü karakter bendim.

 

“Deniz kızı, kendine gel,” dedi kolumdan sarsarak Barut. Gelemiyordum. Niye ortalığı yıkamıyor muydum? Beynimi çıkarmak istiyordum. Ölen kişi ben olmak istiyordum.

 

Ölemezdi. Ölemezdi!

 

Çiçeği iterek, içeri girdim. “Cansu Hanım," dedi. Dediklerimi şaşırmamıştı. O da biliyordu... Yatanın abim olduğunu gördüm. Makineden düz çizgi...

 

Dejavu....

 

Doktorlar, “ölüm saati 07:23,” dediğinde, başımı iki yana salladım. 13 Ekim... “Abi,” diye mırıldandım. Beni gören bir doktor, “hanfendi, dışarı çıkmanız gerekiyor.” Yüzbaşı kolumdan tuttu, kendine çekti. “Deniz kızı,” dediğinde, başımı iki yana salladım. “Öldü diyorlar Barut. Banada demişlerdi ama yaşıyorum ben. Aynısı olmuştur, ölmemiştir değil mi?” Cevap vermedi.2

 

“Abi!” Hatırlıyordum. Her bir detayı, beynimde yankılanıyordu. Time baktım, şaşırmamışlardı. Kaşlarımı çattım. Niye ben hariç kimse şaşırmıyordu? “Gökhan abi,” dedim çaresizce.

 

Onlarda mı geçmişteydi?

 

*Vanilyalı dondurmasına baktı Gökhan abisinin. Alt dudağımı ısırdı Cansu. Çok güzel görünüyordu. Yanında ki çocuğa bakıp, tekrar önüne döndü. Isırdı ucundan, yüzünü buruşturdu. “Kötüymüş bunun tadı. Al, sen ye,” diyerek ona uzattı. “Olur,” diyerek, yaladı külahlı dondurmayı. Tek sıkıntı, tadının gayet güzel olmasıydı.

 

Hatırlamak istemiyordum. Acı veriyordu. Baran’a baktım. “Zebani,” dedim bu sefer aynı çaresizlikle. “Cadı.” Beynimin geri kalanı onunla ilgili şeylere odaklandı.

 

*Devirdi okey’i Baran ile Cansu. “Taşlar götünüze girdi beyler. Kazandık!” Elini uzattığında, elini tutup kendisine çekip saçlarını karıştırdı Baran. “Ne oldu lan Fıroş! Kazandı bak küçük cadı. Paraları uzatın bakalım Göko.” Gökhan yalan bir sinirle parayı masaya koydu. Zaten Cansunun yenmesini istiyordu.

 

Bu insanların hepsi bana değer veriyordu. Şimdi de, geçmişte de. Ben ise onları unutmuştum. Değer görmeyi hak etmiyordum. Gitmemden korkuyordu, oysa ben yüzlerine bakamayacak haldeydim.

 

Çünkü onun yerinde ben olsam bende aynısını yapardım. Helin’e baktım. O güçlü kadının arkasında ki çocuğu bana göstermişti. Eline baktım, gülümsedim kırıkça. Baş parmağı ile yüzük parmağını birleştirmişti.

 

*Ağlarken, Helin’in göğsüne yaslandı. Saçlarını okşadı kardeşiymiş gibi. “Niye üzüldüğünü biliyorum,” dediğinde, “bilemezsin,” dedi Cansu. Her üzüldüğünde, onun göğsüne yaslanırdı. “Ben bilirim. Hatta her üzüldüğünde," derken, baş parmağı ile yüzük parmağını birleştirdi. “Elimi böyle yapacağım. O zaman sen anlarsın.” Gülümsedi ağlarken Cansu.

 

Ben onları bir yıl içerisinde ailem olarak görmemiştim ki. Onlar benim her zaman ailemdi. Ve ben onları iki kez unutmuştum. Bunun sebebi Devin Bozok’tu.

 

Ben bir daha onları kaybetmek istemiyordum. Abimi kaybetmeye küçük çocuk dayanamazdı ki. Ben artık kendimi değil, onu düşünüyordum. Ama benim geçmişim karanlığın içinde ki aydınlıktı. Ben bunu yine Bozoklar yüzünden unutmuştum.

 

Barut’tan kurtularak, elektronik şok cihazının yanına gittim. Elektrik iyi gelirdi. Biraz ceyran yaparsa, belki hayata geri dönerdi. “Hanımefendi,” derken, “aç,” dedi Çiçek. Gözündekinin yaş olduğuna emindim.

 

Hemşire dinleyerek açtı. Bir, iki, üç... Yukara kalkan bedeni. “Azrail’e meydan okuyor bu gerizekalı,” dedi Baran. Burada bile kimsenin üzülmemesi için çırpınıyordu.

 

“Bir daha!” Hemşire birşey diyecekken, sustu. “Uyan, uyan,” diye mırıldandım. Kapı kapandığında, yüzbaşı kalmıştı timden. Ben ailemden birini kaybetmek istemiyordum.

 

Bir, iki, üç... Yine uyanmamıştı. “Hanımefendi,” derken, “deniz kızı. Senin suçun değil,” diyerek kolumu tuttu Barut. O da kardeşi gibi gördüğü adamı kaybetmişti. O da gece odasında yasını tutacaktı.

 

Sesizce, kimsesizce... Ben ise şımarıkça. Ben kendimden nefret ediyordum. Onu unutmuştum, gitmiştim lan. Gelmişti, unuttuklarımı hatırlatmamıştı. Gideceğimden korkmuştu anasını satayım. Ben bu adamın hakkını öteki tarafta nasıl ödeyecektim?

 

Gözümden bir damla gözyaşı, abimin kalbinin üstüne düştü. “Hatırlıyorum, uyan abi. İhtiyacım var sana.” Beni kendisine çekti Barut. Saçlarıma bir öpücük kondurdu.

 

O sırada destanlara yazılacak birşey oldu. Belki mucizeydi ama mucizeler sadece masallarda olurdu. Ama bu mucize ise, mucize için bir kuru canımı feda ederdim.

 

Çünkü makineden ses çıkmıştı... Tik tak tik yak... Kalbi atıyordu!.6

 

Şaşkınlıkla makineye baktım. Hemşire, “hasta hayata döndü! Doktor Hanım, Kerem Bozok hayata geri döndü!” Ölmemişti... Barut gülümsedi, bu seferki çok içtendi. “Hayatımda gördüğüm en kıskanç insansın lan! İlk defa işe yaradı, aferim ulan sana!” Güldüm şokla.

 

Çiçek, “hemen damar yolunu açın!” Gözünde ki yaşları sildi. Bize baktı, üç doktor toplanırken abimin önüne. “Çıkmanız gerekiyor.” İhtiyacım olduğunu bildiği için kalbi atıyordu.

 

“Tamam, tamam. Siz yaşatın onu yeter.” Barut ile çıktık., Güldüğümü gören Baran, “kafayı yedi gerçekten bu sefer. Bensiz yemese iyiydi,” dediğinde, kahkaha attım. “Baran, doktor çağır. Sakinleştirici vursunlar,” diye mırıldandı Helin.

 

Abim yaşıyordu. “Yaşıyor Helin! Ölmedi, kalbi atıyor.” Kaşlarını çattı. “Hayalde görüyor bak. Senden de kafayı sıyırdı. Birazdan sinir krizi geçirecek." Şuan sadece gülme krizi geçirirdim.

 

Onayladı onu Baran. “Komutanımda kafayı yedi galiba. O da gülümsüyor. Ben ise seni düşünmekten kafayı yiyeceğim.” O kadar ciddi söylemişti ki, iltifat ettiği beş saniye sonra anlaşılmıştı.

 

“Ulan yaşıyor diyor kız,” dedi Barut sinirle Baran’a bakarak. “Komutanım haklı galiba,” dedi Kaan. “Ameliyat hala devam ediyor. Kırmızı ışık yanıyor," dedi yukarı bakarak. Hepsi oraya baktı,gülümsediler.

 

“Yüzde bir ihtimal gerçek oldu. Karanlığın içinde ki adam yaşıyor.”

 

🥀

Kerem etrafa baktı. İlerde uçurumunun sonu vardı. Kara sevdada ki gibi. Oraya doğru adımlar attı. Hava yine yağmurluydu. Yağmurlu havalar sanki onun için var olmuştu.

 

Son bir adım kalacakken, kalbinin sızladığını hissetti. Sağ göğsünde kocaman bir acı vardı. Gözlerini kapattı. Aşağıdaki denize, özgürlüğe kavuşacaktı. Belki orada mutlu olurdu. Çünkü burası çok soğuktu.

 

Kuş gibi süzülecekken, arkadan bir elin onu çektiğini hissetti. Düşecekken, uçurumun kenarında uzaklaştı. “Hayır karanlık!” Bu lavantanın sesiydi. Önüne geçip, yüzüne dokundu. “Lavanta,” diye mırıldandı. “Neredeyim ben? Çok soğuk burası.”

 

Gözlerinin içine baktı ki Çiçek. “Hayaldesin Kerem. Ben ile sen varsın burada sadece. Eğer atlarsan herşey biter karanlık. Bitmesin, gidemezsin.” Oraya baktı Kerem. Ama orası sıcaktı. “Ama ben üşümek istemiyorum lavanta. Deniz güzel.” Bir adım attığında, göğsünden sertçe itekledi Çiçek onu.

 

“Hayır, gidemezsin! İhtiyacım var sana, gidemezsin!” Yüzünü tutup, kendisine çevirdi. “Yanıyorum ben burada. Deniz söndürür lavanta.” Başını iki yana salladı Çiçek. “Söndürmeyecek bu sefer. Yakar seni, gitme. Yalvarırım gitme...” Yalvarması hoşuna gitmemişti.

 

“Cüce boyunla bana yalvarma. Gerekirse ben sana yalvarırım ama sen kimseye yalvarma.” Gök gürleyince, korkuyla irkildi Kerem. Kendisine çekip, sarıldı ona Çiçek. “Korkma, korkma. O gecede değiliz, korkma. Sadece ikimiz varız.” Lavanta kokusunu burada bile alıyordu.

 

“Gitmemem için sebep söyle lavanta.” Geri çekilerek, kalbine vurdu sertçe. “Kalbinin atmasını istiyorsun sen. Gitmeni istemiyorum! Sana değer veriliyor, değer veriyorum! Ağlamamı istiyorsan git.” Hayır, istemiyordu.

 

“Ağlama sen. Ağlamak yakışmaz sana,” dediğinde, “o zaman benimle gel,” diyerek elinden tuttu Çiçek. Eline baktı Kerem, sonra ise kadının yüzüne. Ne oluyordu?

 

Denizin dalga sesi kulaklarını dolsada, sanki önünde ki kadına büyülenmişti. Onu uçurumun kenarından uzaklaştırdı. Kerem arkasına baktı en son. Gözlerine inanamadı. Uçurumun altı denizle değil, ateşle kaplıydı.

 

Lavanta onu yanmaktan kurtarmıştı...

 

🥀

 

Geçmiş kara yüzünü göstermişti.

 

N​​​​​​​​​​Buraya geldiğimden Barut’un bile haberi yoktu. Gitmiştim hastaneden, peşimden gelmemişti. Çünkü biliyordu ki gelirse herşey daha kötü hale sürüklenecekti.

 

Biramdan birkaç yudum aldım. Yine bir sabahın gecesindeydik. Abim yaşam mücadelesi verirken, ben mezarlıktaydım. Güldüm. Artık yaşadıklarımı ciddiye alamıyordum. Sanki öylesine bir hikayeyi okuyorum ve Cansu Bozok hariç herkesi sevmişim gibi.

 

Ah, Devinden nefret ettiğimi söylememe gerek olduğunu sanmıyorum.

 

Mezar taşına oturdum. “N’aber moruk?” Güldüm kendi kendime. “Daha belli değil mi? O tarafta belli olmuştur lan. Nasıl o taraflar peder?” Birayı toprağa döktüm. “Yarasın canavarıma. Biz senin gibi kırmızı şarap içmeyiz, dikkat et çarpmasın.”

 

Herşeyi alaya alarak geçmiyordu. Gözlerimi devirdiğimde, gülüşüm silindi. İşte gerçek yüzüm şimdi çıkmıştı. Ben onun yanındayken ağlamayı öğrenmiştim.

 

Yanda ki baltaya baktım. Elime aldım. “Ulan bari geçmişi bıraksaydın be. Benden bir tek o kalsaydı.” Kaldırdım baltayı ve mezar taşına sert bir darbe. “Benden birşeyi de bıraksaydın! Bir kere de yüzüme baksaydın baba! Beni niye sevmedin baba!”

 

Sessizlik...

 

Bir tane daha vurdum mezar taşına. Hak etmiyordu kara toprağa girmeye. O yakılarak ölmeyi hak ediyordu. “Katil ettin! Psikolojimin içine sıçtın! Hayalimi çaldın benden be! Geçmişi, abimi unutturdun bana... ” Bir kere daha vurduğumda, mezar taşı kırıldı. “Senden nefret ediyorum lan! Hayatımın içine sıçıp bedel ödemeden siktirip gittin!”

 

Baltayı sinirle yere attım. Toprağın önünde ki çiçekler, bira yüzünden solmuştu. Solmuş çiçekleri, tek tek koparıp yere attım. “Sebebini söylemeden siktirip gittin!” Geri çekildiğimde, kahkaha atmaya başladım.

 

Galiba deliriyordum.

 

El birliğiyle delirtmeyi başarmışlardı beni. Ellerimi saçlarıma geçirdim. Yere çöktüğümde, kahkahalarım çığlıklara döndü. Bir karanlık mezarlıkta, avazım çıktığı kadar bağırıyordum.

 

Deliriyordum.

 

Sisli bir havadaydık. Havalar ben doğduğumdan beri kötüydü. Eskiden güzelmiş havalar, öyle derler. Dünyanın düzenini bile ben bozmuştum.

 

Abim benim yüzünden yanmıştı. Güneş benim yüzünden göz yaşı dökmüştü. Gökhan abi benim yüzünden başına bela almıştı. Açelya benim yüzünden babasını karşısına almıştı. Tim beni kardeşi yerine koyarken onları unutmuştum.

 

Ve Barut... Başkası olsa yüzüme bakmazdı. Ona yaptıklarım o kadar ağırdı ki, kafama sıksa ağzımı açmazdım. Ama bunların yükünü almamın tek sebebi Arda Bozoktu.

 

Bir insan kızına neden bunları yapardı ki?

 

Mezarına baktım. “Beni niye sevmedin baba,” dedim sesimin titremesine engel olamayarak. “Ben sana ne yaptım? Şeytan bile bu kadarını hak etmezdi baba. Sen kendi kızını defalarca yok ettin. Neden? Ne yaptım ben sana?” Küçücük çocuğun ne gibi zararı olabilirdi?

 

Güldüm gökyüzüne bakar iken. “Ölmemi istedin hep. O zaman neden doğmama izin verdin? Senin yüzünden, yarattığın kişi yüzünden en sevdiklerimi yaktım ben.” Yere düşen toprağıyla oynadım. “Ben sevildim, sen hariç baya sevildim baba. Sen sırf mutlu oldum diye unutturdun bana herşeyi. İki defa. İkincisini hatırlıyor gibi olduğumda yaptın, hatırlıyorum.”

 

“Benden herkes nefret etse ama senin seveceğini bilseydim, kabul ederdim biliyor musun? Birkaç saniyeliğine de olsa. Merak ediyorum çünkü. Babasının seni sevmesi nasıl birşey? Ben bu soru yüzünden hiç affedemedim kendimi. Hatırlıyorum ama herşeyi. Nasıl hatırlıyorum söyleyim mi? Abimin kalbi durduğunda hatırladım ben.”

 

Mezarına şimşek çaktı anında. Yağmur sanki mezarına daha fazla yağdı. Üzülmüş müydü? Kalbi mi acımıştı? Acısındı, acımasındı. “Yaşıyor olsaydın kesin ağlardın. Çünkü Devinden sonra en çok onu sevdin sen. Birşeyi daha merak ediyorum. Bana kaç kere ağladın baba? Ben sana çok ağladım. Çünkü vücudumda ki bütün izlerinin sebebinin sen olduğunu biliyorum ben.”

 

Kime anlatıyordum ki? O duyuyorsa gitmem için bekliyor olmalıydı. “Merak etme, şehit olmadı oğlun. Sen onun babası olmayı hak etmiyorsun ama. Çünkü Kerem Bozok, Devin Bozok’a benziyor. O yüzden azda olsa onu seviyordun.”

 

Güldüm. “Ben ise Arda Bozok’a, sana benziyorum. O yüzden benden nefret ettin değil mi? İlk defa sesli söylemeye cesaretim var buna” Ayağa kalktım, parçalanmış mezarına baktım. Ayakta durmakta bile zorlanıyordum.

 

“Ben sana benziyorum! Cansu Bozok, Arda Bozok’un kız hali hatta! Sen beni o yüzden öldürmek istedin en çok. Başka sebepler de vardır belki, bilmiyorum. Ama asıl sebep bu! Canavarın kız haliyim ben! Şimdi Devin’i yanına gönderiyim de gör oruspu çocuğu!”.

 

Arkamı dönüp giderken, durdum. Tekrar arkama döndüm. “Arda Bozok olmak he? O zaman sen olmayı hak edelim bari baba. Devin Bozok... Onu öldürmeyeceğim, senin beni öldürmediğin gibi. Onu hergün süründüreceğim. Ve sen yukardan bunları izleyeceksin! Cansu Bozok yemini! Unutma.”1

 

Boynumu kıtlatıp, orta parmak çektim. Sonra ise mezarlıktan çıktım. İlk defa kendimi bu kadar güvendim. Deccal’in kadın versiyonu olup, onunla cinayet işlemek çok isterdim. İstediğimi neden yapmıyordum?

 

Artık Arda Bozok yoktu. Korku yoktu, canavar yoktu. Baba yoktu... Devin vardı ve benim onu mahvetmeye gücüm yeterdi.

 

Çünkü ben Arda Bozok’a edemediğim bütün nefreti ona duymuştum.

 

Artık intikamının vakti gelmişti. Sevdiklerimin canını yaktığı kadar onunkini yakacaktım.

 

Ben artık ateş’in kızıydım. Herkese ateş kızı, ona deniz kızı olacaktım.

 

Sadece ona.

 

🥀

Yedi gün sonra

 

Havalar yaşayacakları gösterirdi. Olacakları önceden bizi göstermeyi çalışırdı. Sisli havalar en sevdiğim havalardı bu yüzden. O havayı üç kelimeyle anlatabilirdim.

 

Sigara

Alkol

Kara sevda

 

Kara sevda’yı seven tek insan olabilirdim. Uçurum kenarında kim hayat bulurdu ki? Hemde herkesin hayatını bitirmek için gittiği yerde? Ben bulmuştum.

 

İlk başta ki geliş amacım çok farklıydı. Birilerini kurtarmak istemiştim ben. İntihar etmek yerine, onları bunu yapmak isteyenleri öldürmelerini istemiştim. Bir nevi kendi yapamadıklarımı başkalarının yapması gibiydi.

 

Aptallıktı.

 

Bugün hava kötüydü. Güneşin ışıltısı insanın gözünü alıyordu. Kuş cıvıltıları insanın kulaklarını şenlendiriyordu. Ve Kerem Bozok’un hayati tehlikesi çoktan geçmişti. Bir gözünün açması yetecekti sadece.

 

İlk önce gözlerini küfrederek açacaktı. Sonra beyaz tavanı görüp kaşlarını sertçe çatacaktı. Daha sonra gözlerini tekrar kapatıp, geri uyumaya çalışacaktı. Nereden mi biliyordum? Cevap basitti, kendimden.

 

Gözlerim kapanırken, geri açtım. Hemen uyuyan abime baktım. Abim diyecek yüzüm kalmış gibi. Benimle konuşmak istediklerinde, dinlememiştim. Bunu sadece Barut denememişti. Biliyordu, uyandığında ilk onun yanında kendimi bulacaktım.

 

Yedi gündür, aynı yerden kalkmamıştım. Yemek ve suyu çoktan kesmiştim önceden. Daha önemli olan tek şey oydu. Ya Devin gelseydi? Baygın iken kendini koruyamazdı.

 

Yanıma birinin oturduğunu hissettim ama bakmadım. Sigarayla karışık barut kokusu burnuna doldu. Bu kokuyu seviyordum. Bu kokunun sahibini herşeyden çok seviyordum. Sevmeye hakkım yoktu ama.

 

“Kahveleri nasıl sevdiğini hiçbir zaman anlamamıştım. Kötü kokuyorlardı bence ama hergün en az on tane içiyordun, içiyorsun.” Tebessüm ettim. “Zifir kahve,” diye mırıldandığımda, “zifir kahve,” diye tekrarladı beni. “İçirdiğinde bana güzel gelmişti tadı. Görünüşe değilde tadına bakmak gerektiğini öğrenmiştim ben o zaman.”

 

Ona baktığımda, bir kulağım abimdeydi. Elinde zifir kahve vardı. Bir yudum aldı. “Ön yargı... İnsanı sonradan tek tek ezen birşey. Sen onu anlamadıkça insanlığından uzaklaşırsın. Kendine bile ön yargılı davranırsın. Sen şuan sadece ikinci kısmı yaşatıyorsun kendine.”

 

“Mezarlığına gittim ve sende takip ettin değil mi?” Onayladı beni. “İçeri girmedim, çıkmanı bekledim.” Bana bunu yapmaması gerekiyordu. Çok önemsiyordu beni, bana yaşadığımı hissettiriyordu. Ben buna layık değildim ki.

 

İki kere be. İki kere unutmuştum onu. Yarınım belli değildi. Kafam anında giderdi, sonradan pişman olacağım şeyler söylerdim. İçerdim, ayık tek bir günüm yoktu. Sevilecek bir insan değildim, öyle yaratılmıştım. O ise istediği kıza, istediği an sahip olacak birisiydi. Niye bendim?

 

“Nefret etsene benden,” dediğimde, kaşlarını çattı. “Neden?" Nedeni bilerken soruyordu bunu. “Unuttum. Unutmak herşeyden daha beter değil mi?” Saçlarımı kesecektim ben. Durdurmuştum kendimi en son anda. Sonraysa kökünden kesmek yerine perçem kesmiştim. En azından onu saklayabilirdim.

 

“İsteyerek yapmadın. Hem bende yalan söyledim. Ödeştik bence deniz kızı.” Güldüm. “Sen nasıl birşeysin ya?” Kaşlarını çattı. “Düz insanım işte,” dedik aynı anda. Mümkünmüş gibi daha çok çattı kaşlarını. “Düz insan olmadığını bütün Türkiye biliyor.”

 

Sırıttı. “Yüzü bilen tek kadınsın ama yavrum. Deccal’i hak edecek bir ülkedeyiz, ne yapalım?” Sessiz söylemişti Deccal’i. “Tek kadın dedin, tek insan demedin. Bir kişi daha biliyor ve o kişi orada yatan kişi değil mi?” Göz kırptı. “Tetikçim olur kendisi. Laf dinlemez bir abin var, sinirimi bozuyor.”

 

Gözlerimi kocaman açtım. “Tetikçi mi,” diye sesimi yükselttiğimi fark ettiğimde, hemen alçattım. O ise kızmak yerine güldü. “Yalan de!” Saçlarımın ucunu işaret parmağına doladı. “Merak etme, şaka yaptım. Tek bilen insansın. Bunun altından oyun yok, güvenebilirsen güven bana.” Güveniyordum.

 

Sustum, sadece yüzüne baktım. İnsan yoktu, sadece o ve ben. Birde içerde yatan abim. “Özür dilerim,” diye mırıldandığımda, işaret parmağını dudağıma götürdü. “Şışt.” Gözlerini alamıyor gibiydi. “Özür dilemek yok prenses. Ölmesi gereken öldü, hatırlanması gerekilen hatırlandı. Sorun yok ” Sorun vardı.

 

Ağzımı açtığım anda, dudakları dudaklarımın üstünü örttü hafifçe. Gözlerimi kapattım, kalbim hızlandı yerinden çıkacakmış gibi. Geri çekildi hafifçe, “sustun mu,” dediğinde, “hıhı,” diye bir mırıltı çıkardım. Böyle susturacaksa susmaya razıydım.

 

“Aklımı başımdan alıyorsun,” diye mırıldandı dudaklarıma doğru. “Eğer odada ki yatan kişi uyanırsa, kafanıda alır.” Güldüğünü işittim. Geri çekildi. “O bana hiçbir şey yapamaz.” Yapardı. “Komutanınım onun. Hiç saygılı değil” Saygı beklemesi aptallıktı. Çünkü karşısında ki adam Kerem Bozoktu.

 

Kerem Bozok demek, hayatta ki herşeyi bok gibi görmekti.

 

“Yazıklar olsun komutanım. Komada ki adamın dedikodusunu yapıyorsunuz. Hiç yakıştıramadım.” Kim olduğunu söylememe gerek yoktu sanırım. Ama söylemem gerekiyorsa, zebani idi.

 

“Baran Bey, duracak mısınız acaba?” Arkada ki Çiçek Hanımdı. Durdu Baran. “Baran Bey, Baran Bey,” diye söylendi. “Numaramı isteyeceksen prenses, ben sana Fırat’ınkini vereyim. Siz daha çok seversiniz onu.” Kahkaha attım. Çiçek gözlerini devirdi. Hiç utanıp, sakınmadı. Bu hoşuma gitmişti.

 

“Cebinizdeki’ni alayım lütfen.” Ofladı Baran. “Gözünüzden birşey kaçmaz yani.” Cebinden yeni rakı çıkardığında, “almayın onu ya,” dedim ben. İçerdik bir güzel. Bana baktı, dudaklarını büzdü üzgünce. Şaşırdım. Üzülmüş müydü o? “Ama kurallar böyle Cansu Hanım. Benim elimde olsa hiç almam.”

 

O sırada arkadan bir ses geldi. “Fazla yalan lavanta.” Kerem’in sesi... Gözlerimi kocaman açtım. Çiçek, “sen sus. İçe içe bu hale geldin. Ama diyince ben çok ko-,” derken, sustu. Eline aldığı şişe yere düştü. “Karanlık!” Bunlar neydi böyle?1

 

Yüzünü buruşturdu Kerem. “Evet, gerçekten fazla konuşuyorsun.” Uyanmıştı lan! Hava güzeldi, o uyanmıştı. Havalar bize yardım ederdi. O yüzden herkes yağmurdan kaçmaya çalışırdı.

 

Ama karşılaştığın sel’e dönmüşse, kaçmak imkansızdı.

 

Şuan karşılaştığım neydi peki? Kocaman bir sel mi yoksa güneş ile aydınlanmış bir uçurum mu? Ben hazır mıydım peki? Abim olarak, yıllar sonra tekrar karşılaşmaya? Peki o ne diyecekti? Konuşacak lafım var mıydı?

 

Barut umursamazca ona baktı. “Günaydın ayyaş,” dedi sadece. Yüzünde ki tebessümü ne kadar istese de saklayamıyordu. En çok o korkmuştu, onu kaybetmekten. Ama en çok o sessiz kalmıştı, insanları daha fazla telaşa sokmamak için.

 

“Eyvallah. Ne zaman taburcu olurum ben? Ölmedim, yaşıyoruz. Hatta gideyim ben.” Ayağa kalktım ve gidip ona sarıldım sıkıca. Birşey söylemeden, içimden geleni yapmıştım.

 

Ben yine o küçük kız olmaktan korkarken bunu yapmıştım.

 

Şaşırdığını hissedebiliyordum. “Bok gidersin,” diye söylendi Çiçek. “Sen niye ayağa kalkıyorsun hem? Bir dur yerinde be adam. Bir kere adam akıllı otur yerinde. Bir hafta daha buradasın.” Ne anlatıyordu bu kadın? Umrumda değildi. Sadece sarılmak istemiştim ve sarılmıştım.

 

Vedat’a göre sağlıklı bir birey değildim. Hiçbir türlü sağlıklı değildim. Yirmi yedi yaşında, Arda Bozok’tan daha da yaşlanmıştım. Bunun sebebide kendisiydi. Hayatımın amına koyan ondan başkası değildi.

 

Ve aklımda ki her zaman değişmeyen soru. Çok mu kötü birisiydim? Eğer değilsem, niye sevmemişti beni? Kız doğduğum diye mi? Ama Asel’le birlikte olmak istemişti.

 

Ne yapmıştım ben ona? Bunu hak edecek ne yapmıştım ben? Doğmam mı sorundu? Olduğum kişi yüzünden mi sevmemişti beni? Ama bu halde olmamın sebebi oydu. Bir kere ya, bir kere bile sevilmez miydi bir insan?

 

Sustu herkes. Çünkü kimse ona sarılmamı beklemiyordu, Barut hariç. Geçmişimi de geleceğimi de en iyi bilen oydu. O niye sevmişti beni? O sevdiyse, Arda Bozok niye sevmemişti?

 

Babası tarafından bile sevilmemiş bir kadını sevmek zor olsa gerekti. Onu unutan, gitme korkusu yaşatan bir kadını... Ama elimde olsa unutmazdım ki. Allah'ım, yemin ederim bir dakika bile unutmazdım onu. Her dakika, her saniye aklımda olurdu.

 

“Özür dilerim,” diye mırıldandım. Ağlamayacaktım. Ağlamak istemiyordum. Dövmelerin sebebi ben iken nasıl ağlamayabilirdim? Bunların hepsinin farkında olup, bir bok yapamamak çok bencilceydi.

 

Ben bu hayata bencil olarak doğmuştum. Sırf o yanımda değil diye, yanımda olanları kendimle beraber boka sürüklemiştim.

 

Bu hikayenin nefret edilmesi gerekilen bendim.

 

“Özür dilerim? Alt tarafı vurulduk cadı, abartmaya gerek yok. Öldürmeyen bütün yaralar,” derken, devamını ben getirdim. “Sadece bir armağandır.” Şaşkınlıkla bana baktı. Gözlerinde umut gördüm. Geri çekildiğimde, gözlerimin dolduğunu hissettim. Hayır, ağlamayacaktım.

 

“Böyle diyecektin değil mi abi?” Yutkundu. “Abi? Ne abisi?” Yüzbaşı gözlerini devirdi. “Sen komadayken aklında gitmiş ayyaş. Hatırladı demek bu, salak herif.” İlk gördüğünde, o da böyleydi.

 

Yine kara sevdadan toplamıştı beni. Buraya gelmeden önce, gidecektim. Siktir olup gidecektim. İlk önce Devin’i öldürecek, sonra gidecektim. Daha fazla üzülmeyeceklerini düşünüyordum.

 

Ama yine işler öyle gitmemişti. Bir siyah jip, Devin’i öldürmeme engel olan bir adam. Allah'ın cezası adam, her kötü bitecek şeye engel oluyordu. Ben ise o kötü sonu istiyordum.

 

“Hatırlıyorsun yani?” Başımı olumlu anlamda salladım. Beni odaya doğru ittiğinde, şaşkınlıkla ona baktım. “Bir daha yüzbaşı filan yok.” Barut’a el hareketi çekti. “Siktir git lan! Kardeşimin etrafında görürsem seni bir daha, valla sıkarım kafana.” Ne?1

 

Tamam, kabul edelim bunu kimse beklemiyordu. Adam içinden geleni uyandığı an yapmıştı resmen! Söylemese miydim acaba? Yazık olacak dağ gibi adama.

 

“Abart,” dedi Barut. “Doktor Hanım, şuna bir sakinleştirici vuralım. Genetik bir delilik var bunlarda.” Gülmemek için zor tutuyordu Baran ile Çiçek. “Bende fark ettim bunu yüzbaşı bey,” dedi Çiçek.

 

“Konuşma Türkmen. Siktirip git! Ulan Fırat senden daha az pezevenk!” Odanın kapısını kapattığında, sadece ikimiz kaldık. Bana döndü. “Bir daha yüzbaşı yok sana. Çok bile katlandım zaten.”

 

Kaşlarımı çattım. “Manyaksın sen manyak! İki dakika duygusallık bile yaşanmıyor seninle! Dağ ayısı! Kıskanç!” Yastığı bana attığında, “abi,” diye bağırdım. “Ben dağ ayısı olabilirim ama sen o adamın birşeyi olamazsın. Delirtme beni!” Yarabbim ya!

 

“Son kelimeni biliyorum bak,” diyerek tehdit ettim onu. Baran söylemişti. “Gider söylerim, sen beni delirtme! İnsan bir gözleri dolar, pişmanlık duygusunu hissettirir. Beni sinir hastası ettin ya!”

 

Ağzımı taklit etti. “Ben etmişim bir de! Yalana bak! Sen doğduğundan beri sinir hastasısın be! Sağlıktan geçemeyeceğini bildiğin için asker yerine veteriner oldun. Sen konuşturma beni! Daha yeni vurulmuşum, az sözümüz dinlensin.”

 

Bana attığı yastığı tekrar ona attım. “Allah belanı versin abi!” Eliyle beni gösterdi. “Yeterince verdi bence.” Of! Sinirden kendimi tokatlayacaktım. Ben bunu mu hayal etmiştim? Ne güzel şeyler hayal etmiştim ama hepsini anında bozmuştu!

 

“Nefret edilecek cinstensin cadı!” Ben mi öyleydim? “Hatırlamaz olaydım be! Başıma ağrı girdi.” Yazıklar olsun bakışı attı. “Asıl benim başıma ağrı girdi! Bana gelince anca dil pabuç! Gel buraya gerizekalı,” diyerek beni kendisine çekip, sarıldı. Başımdan öptü. “Özledim lan seni cadı. Mezar taşına ismini sildirmişsindir kesin.”

 

Gülümsedim ve onaylar bir mırıltı çıkardım. “Kızdın mı bana çok?” Sırıttı. “Ben sana hiç kızar mıyım? Tabiki de evet ama unuttuğuna değil, direkt yavuklu yaptığına kızdım. Ayrılcaksın zaten, sıkıntı yok.” Bunu ben niye bilmiyordum acaba? Sen öyle san abicim, kesinlikle ayrılmayacağım.

 

“Özür dilerim. Kesinlikle unutmak zorunda kaldığım için özür diliyorum, başka hiçbir şey için pişman değilim.”. kafama vurdu, alnımdan geriye itti. “Pişman değilmiş birde. Akılsız!”

 

Dil çıkardım. “Lavanta, lavanta diye sayıklayanda bendim değil mi? Sizin bu doktorla ne ilişkiniz var bakalım? Dinime küfreden de müslüman olsa keşke!” Gözlerini devirdi. “Öyle birşey demedim ben. Çok konuşuyor, sinirimi bozuyor.” Sinirini bozanlar genellikle en sevdikleri oluyor.1

 

“Ve seni önemsiyor. Bir doktor kaç hasta vuruldu diye elleri titreyerek ağlar? Yeme beni canım şimdi! Beni sen büyüttün abi, kandıramazsın beni. Aşık olacak bir insan olmadığın doğru ama o kadını önemsiyorsun. Anlarım ben.” Kaşlarını çattı.

 

“Başka bir boku anlama sen zaten. Uyucam ben, sende bu odada uslu uslu duruyorsun. Bir yere gidersen, kulağından çekerim.” Kulağından çekerim mi demişti? Hala beni çocuk olarak görüyordu galiba. “Ben uslu bir çocuğum, kesinlikle yerimde duracağım.” En kötü Baranla meyhaneye kaçardım.

 

Çiçek odaya girdi. “Yat şuraya, yat bakayım.” Koltuğa oturdum sesizce. Abimin yukardan ona baktı. “Ne?” Gözlerimi kapattım anlık. Bu gülmemek içindi. Geri açtığımda, yastığı düzeltti Çiçek. “Senin yatman gerekiyor. İlk defa vurulmuşu da benzemiyorsun, neyi bilmiyorsun?” Doğru, ilk değildi.

 

“Uyandığımda gitmiştim hastaneden lavanta. Bir hafta boyunca burada kalmamı beklemiyorsun değil mi?” Yatağa itercesine oturttu. “Bekliyorum canım çünkü tam bir hafta boyunca yatacaksın. Refakatçi de ben kalacağım, bir yere gitmeyi unut derim. Uzan bakayım sen bi.”4

 

Güldüğümde, tersçe bana baktı Kerem. “Lavanta çocuk muyum ben? İyiyim diyorum, işlerim var benim bir sürü. İlk önce beni vuran adamı,” derken dişlerini sıktı. “Nerede lan o ibne? Hem çocuk vardı, gitmem lazım benim.” Çocuk güvendeydi.

 

“Ailesinin yanındalar ikiside.” Kadın... Söylemek bile midemi bulandırıyordu. “Adamı hücrede tutuyorlar. Ben istedim bunu, hesap görmesi konular var sonuçta,” dediğimde, “iyi yapmışsın,” dedi.

 

Uzandırttı zorla Çiçek Kerem’i. “Lavanta!” Kaşlarını çattı Çiçek. “Yok lavanta! Ölüyordun gerizekalı, kalbin durdu. Adamda ki rahatlığa bak! Sizde gerçekten genetik galiba.” Alınmış gibi baktım. “Aşk olsun Doktor Hanım. Azıcık benzerliğimiz yok. Ben bir kere hiç itiraz etmeden taburcu olmamı beklemiştim.”

 

Olmadan önce yaptıklarımı demek istemiyordum. Kesinlikle çok masum şeyler olmuştu. “Taburcu olmadan önce hastane odasını nasıl kullandığınızı söylemeyeyim isterseniz.” Kerem kaşlarını çattı. “Ne yaptı bu cadı?” Bana baktığında, koltuğa gömüldüm.

 

Çiçek, “meyhane,” dedi hızlıca. Hafif şaşkınlıkla ona baktım. “Bira getirmiş o sarı çocuk. İçiyorlardı, sarhoş oldu. O yüzden dedim.” Neden bunu demişti? İsteseydi söylerdi. Gizli birşey olduğundan değildi ama söyleseydi yiyeceğim lafların haddi hesabı yoktu. Neden beni kurtarmak için yalan söylemişti.

 

“Ondan ne olacak lavanta? Bana da bir bira getirsene Allah aşkına.” Sinirle baktı Kerem’e. “Ben yanına tekilada getireyim hatta. Yanına tuz ile limon. Birde bir Müslüm Gürses açıp masayada meze ekleyeyim istersen.” Kaşlarını çattı. “Oluyor mu o ya?” Tamam, biraz benziyorduk.

 

Çiçek onla konuşurken, alttan eliyle kapıyı gösterdi bana. Daha da şaşırıyordu bu kız beni. “Acıktım ben ya. Yemek yiyip, geleyim ben abi. Doktor var zaten başında, turp gibisin maşallah. Doktorda melek gibi zaten. Ben senin yani sizin bir numaranızı alayım, konuşuruz.” Bıyık altından gülümsedi.

 

“Çiçek yeterli.” Göz kırpıp, odadan çıktım. Bende yapa denilen şeyleri yapma huyu vardı. Adanalı olmanın zorlukları.

 

Her neyse.

 

Duvara yaslanmış, zifir kahvesini içen Barut’u gördüm. Bu adam siyah gömlekle daha karizmatik oluyordu. Allah bir boy pos vermiş, gerisini de dolu vermiş. Herşeyi mükemmeldi bu adamın.

 

Baran’ı yollamıştı büyük ihtimalle. “Gitmemişiz,” dediğimde, beni gördü. Boy farkı canımı sıkıyordu. Başımı kaldırdığımda, yüzümüz arasında bir buçuk kırış fark vardı. “Senin yanın, benim yanım bal.” Bal...

 

Bana hitap etme şekilleri hoşuma gidiyordu. Deniz kızı ve bal... Başkası dese yumruk atacağım hitap şekilleri idi. Ama onun demesi hoşuma gidiyordu.

 

“Ben gidiyorum ama,” dedim alt dudağımı ısırırken. Hafif tebessümle ona bakıyordum. Kesinlikle denilenim tam tersini yapıyordum.

 

Çünkü bu sefer unutmak yoktu, o adamdı. Gitmek yoktu, bir hafta içerisinde herşeyi halletmiştik. Ve ben bu adamı eskiden de sevdiğimi hatırlamıştım.

 

Herkes Deccal’den nefret eder iken, Deccal benim hayata tutunma sebebimdi. O olmasa ben defalarca ölmüştüm. Ona göre ben olmasam o da ölmüştü.

 

Kaşlarını çattı. “Nereye?” Benim bir evim vardı. “Eve,” dediğimde, “sen eve gitmezsin ki,” diye cevapladı. Dört duvar arasında düşünceler beni boğuyordu.

 

Ama artık başım ağrımıyordu. Düşünceler beni öldürmüyordu. Sanki iyiye gidiyordu herşey. İyi olabilir miydi birşeyler? Sonunu değiştirebilir miydim?

 

“Evde bir çocuk varya hani maskeli. Birde eve gidince aramalarına cevap vermediğim için beni kesecek bir Güneş.” Parmaklarını saçlarımın uçlarına değdirdi. “Bende geleyim mi? Biraz yanında kalayım, olmaz mı?” Yerdim ben bunu.

 

Gelirse buradan Arda Bozok’un yanına gidebilirdim. Abi faktörü her boku bozuyordu. Hayır yanında ki kadın ne kadar iyiydi. İkisi de birbirlerine koydukları lakapların haklarını veriyordu. Çiçek lavanta kadar kırılgan, abim ise karanlığın içinde ki aydınlığı yok eden karanlık.

 

Dudaklarım dudaklarına değdi hafifçe. Bu onun delirmesi için yeterliydi. “Akşam görüşürüz,” diyerek geri çekildiğimde, kolumdan çekip dudaklarımızı sertçe buluşturdu. Nerede olduğumuzu bakmadan hemde.

 

Kadınsı bir gülüş belirdi dudaklarımda. Hafifçe geri çekildiğimde, “büyümüşsün deniz kızı,” diye mırıldandı. “Büyüdüm.” Cadı ile maskeli, deniz kızı ile yüzbaşı olmuştu. “Delirtiyorsun beni, farkındasın.”

 

“Farkındayım.” Kulağıma doğru eğildi. “Akşam,” diye mırıldandı. “Evden çıkma. Burada yapamadıklarımı akşam yapacaklarımdan emin olabilirsin.” Gözlerim açıldı hafifçe bir saniye. “Sapık herif,” diyerek omzundan hafifçe ittim. Sırıttı. Akıllı öküz!

 

“Deccal’in tek zaafısın.” Bu cümleyi şuan beklemiyordum. Gülüşüme engel olamayınca, “görüşürüz,” diyerek, arkamı döndüm. Çıkarken, “görüşeceğiz bal,”dediğini duydum.

 

Görüşeceğiz maskeli.

 

Bugün hava güzeldi, bugün kötü birşey olmayacaktı. Bugün çok güzel bir gün olacaktı, hava gibi. Mevsimler yalan söylemezdi.

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 30.11.2024 18:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...