Bir güvercinin kanatları kırılırsa uçamazdı. Ne haraket edebilir nede uçabilirdi. Arkadaşları onu dışlar ve yanına almazdı.
Yıpranmış, kırılmış bir güvercin... Tam denizde boğulacak iken bir el onu çıkarırdı onu denizden. Şaşkınlıkla karşısında ki adama odaklanırdı. Neden ona yardım etmişti diye geçirirdi içinden.
Daha adamı tanımamış iken, adam çoktan kırılan kanağını iyileştirmişti. Karşılık beklemeden, sırf ölmesin diye yapmıştı. Sonra ise özgür bırakmıştı, yıllar geçmişti aradan.
Ve güvercinin tekrar kanadı kırılmıştı. Adam yine onu bulmuş, iyileştirmişti yaralı güvercini. Tekrar havaya salmıştı. Hava masmavi olmasına rağmen gitmemişti bu sefer güvercin. Adamın dibinden ayrılmamış idi.
Kerem’in uyanmasından bir ay geçmişti. O akşam hala kursağımda kalmıştı benim ya! Öküz abim, kötüyüm numarasıyla beni yanına çağırmış, eve gitmeme engel olmuştu.
Asel ağlayarak bana baktı. “Ağlama bebe ya, ” dedim gözlerim dolar iken. “Açelya!” Güneş arkamdan güldü. “Ver bana bakayım onu.” Kucağımdan aldı Asel’i.
Benden daha iyi baktığı doğruydu. “Pışpış, ” diyerek poposuna vurdu. Güldüm hallerine. Kaşlarını çattı Güneş. “Niye gülüyorsun kızım? Çocuğa bakamadığın için ağlaman gerekiyor.” Orası doğruydu. “Anne gibisin.” Gülümsedi.
Açelya geldi salona. Güneş hemen, “Açelya jeçi sütünü ilk önce ısıt. Sonra ise eline damlat, ılık ise biberona koyup getir, ” dedi. Asel’e, “acıktın mı sen bakalım? Ben sana kıyamam, ” diyerek başına bir öpücük kondurdu.
Kaşlarımı çattım. “Beni böyle sevmedin be!” Tebessüm etti. “Seni herşeyden çok seviyor herkes gülüm. Küçücük çocuğu kıskanma yani. Hem Rizeye kaçıp, abime kızınca dağa kaçırıyordun beni zorla.” Kahkaha attım. Yüzbaşı kesinlikle böyle anlatmamıştı.
“Gece boyunca bizi arıyorlardı. Abim bizi bulduğunda, çok dövüyordu ya. Beynimin yarısını onun kafama vurmasıyla kaybetmiş olabilirim.” O da güldü. “Kerem sana en azından biraz acıyordu. Sen hi' yüzbaşı dayağı yedin mi? Abim odunla popoma vuruyordu.” Daha fazla güldüm.
Geçmiş hiç kötü değilmiş. Ben artık geçmişime aşıktım. İyisiyle, kötüsüyle.” Asel’de gülünce, Güneş kaşlarını çatarak ona döndü. “Dayak yemem hoşuna gitti bakıyorum da. Bu yüzbaşı varya beni döverdi ama aynı zamanda Keremden bu ablanı kurtarırdı. Olan yine teyzene olurdu yavrum.”
Gerçekten de öyle yapardı. Dayak yemeyeyim diye, bazen kendisine suç atardı. Kerem bulmadan önce beni bulur, eve götürürdü. Yada ben kaybettim diye yalan söylerdi. Sonra Cemre teyze terliğiyle poposuna bir tane çakardı. Bunu unutmak acı veriyordu.
Ben en eski onu üç yıl önce tanıdım sanıyodum en fazla. Ama yanılmıştım. Barut Türkmen, benim geçmişimdi. Her anlamda. Ben geçmişimi seviyordum.
Açelya getirdi biberonu. “Yazık olmuş sana Güneş abla.” Beni evden kovmalarının cezasını çekmişti. “Beni tek anlayan bu kız yemin ediyorum. Kız çocukları halaya çekermiş. Benim bahtım oradan kapandı.” Abart! “Yağmur Hala evde kalmıştı değil mi abisi yüzünden?” Hassiktirdi! Barut onu gerçekten kimselere yar etmezdi.
Açelya kendisini tutamayıp kıkırdadı. “Öldürür gelenleri.” Deccal’in kardeşine talep olmak kolay değildi. Adam 372 kişiyi gözünü kırpmadan öldürmüştü, onları mı öldüremeyecekti?
Seri katil bir sevgilim vardı. Ülkeye Deccal gerekiyordu zaten. Kadın cinayetleri, çocuk istismarları, uyuşturucu satışı, silah kaçakçılığı vb. yapanları öldürüyordu. Bunun için ona ödül vermeleri lazımdı. Ama suçlu olarak arıyorlardı. Adaletsizliklerini örten Deccal’e teşekkür etmeliydiler.2
Çünkü karşısına takım elbisiyle çıkınca onları affetmiyordu. Sabıka kaydı fazla olanları dışarı salmak yerine, tek vukuatında nefeslerini kesiyordu. Adaletsiz bir ülkede adaleti sağlamanın nesi suçtu? Gurur duyulması gerekiliyordu.
Yattım koltukta. Haberleri açtım canım sıkılınca. Gördüğüm şey ile tebessüm ettim. “Deccal’in yeni cinayeti” başlık buydu. Güneş yüzünü buruşturdu. “Bu Deccal fazla olmaya başladı. Cani, ” diye söylendiğinde, “herkesten daha adaletli olması onu cani mi yapıyor, ” diyerek onu savundum. Güneş, az önce abine cani dedin!
“Ama insanları öldürüyor. Bir cana kıymak bu kadar kolay olmamalı, ” dedi Açelya. Haberde, “Serkan Özçelik. İki yaşında ki Bena bebeği tecavüz ederek öldümesinden yargılanıyordu. Kanıtlar yeterli olmadığı için, serbest bırakılmıştı. Bugün, bebeğin cesedinin bulunduğu yerde vahşice canına kıyıldı.” Açelya yutkundu.3
Elimle televizyonu gösterdim. “Bakın. Bir bebeğin canına kıyıp, ortalıkta öylece gezecekti. Sizce kim haklı?” Güneş bile sustu. “Normal öldürmüyor. Sansürsüz bir videosunu izledim çok korkunçtu. Adamın kollarını kesip, çiğ çiğ yedirmişti adama. Sonra emaneti kesip, kulağının içine sokmuştu. En sonunda adam acıdan ölmüştü.” Güneş’in korku dolu sesi beni sinirlendi.
Ayağa kalktım. “Korkunç olan Deccal’in yaptığı değil, küçücük bebeğin öldürülmesi! Uyanın bence, bu hayatta kimse masum değil.” Güneş kaşlarını çattı. “Tamam, demek Deccal’e birşey. Vatan savunurcasına savunuyorsun adamı. Onu seven bir tek sen kaldın zaten.” Hayır Güneş, onu seven çok fazla. Ama Deccal halini değil, yüzbaşı olan halini seviyorlardı.
Açelya, “bende seviyorum,” dediğinde şaşırdım. Ondan hiç beklemiyordum. “Babamıda o öldürdü içerde.” Ah, gerçekten de bunu yapmıştı. Ve bunu bilmesine rağmen sevdiğini söylemişti. “En azından annem rahat uyuyacak. Katilinin gözlerinden öpmesine rağmen.” Kırıcıydı...
Bende o annede yoktu. Canım sıkılmıştı. “Odaya gidiyorum ben.” Arkamı döndüğümde, “her canın sıkıldığında, odana kapan zaten. Ne var acaba şu odada,” diye söylendiğini işittim. O odada herşey vardı. Kara sevda gibi karışıktı o oda.
Odaya girip, kapımı kapattım. . Saçımda ki tokayı çıkarıp, elimle dağıttım. Tokaları sevmiyordum. Giysi dolabımı açıp, siyah geceliğimi çıkardım. Göğüs dekoltesi, gösterişli yırtmaçları vardı. Hafif tüllüydü ve bel yanları açıktı. Kalçımın iki karış altında bitiyordu.
Üstümdekilerden kurtulup, yatağa attım. Geceliğimi giydim ve yüzüme bakım yaptım. Pürüzsüz bir cilt önemliydi. Güzellik takıntımdan nefret ediyordum. Yüzümde sivilce çıktı diye ağlayabilirdim. Elli iki kilo olmama rağmen, dolunay yanaklarımdan kurtulamamıştım.
Odamın dağınıklığını umursamadım. Telefonumu çıkarıp, son ses müzik açtım. Son arzum... Hiç değişmeyecek o şarkı. Ayağa kalkıp, kendi kendime şarkılar söyledim dans ederek.
Ben şarkılarla düşünmüyordum. Müzik benim herşeyimdi. O olmasa yaşayanazdım. Dans ederek gülümsedim. Çalma listemi duygu durumuma göre ayırmıştım. Uzun zaman sonra enerjik çalma listeme girmiştim.
Kapı açıldığında, gelen kişiye baktım. Güneş’i gördüm. “Çok kadın hiç kadındır dostum, ” dedim şarkıya eşlik ederken. Gülecekken, arkama baktığında gülüşü dudaklarında kaldı. “Abi, ” dediğinde, kaşlarımı çattım. “Ne abisi be?” Arkamı döndüğümde, şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. “Barut.”
Umursamazca, “selamın aleyküm,” dedi. “Siz keyfinizi bozmayın, ben gidiyorum,” diyerek pencereden atladığında, ben hala şaşkınlıkla oraya bakıyordum. Ne yaşamıştım ben şimdi? “Baran’ı bile aştı bu, ” dediğinde, “katılıyorum sarışın,” diyen Baran’ın sesini duydum.
Bu sefer şaşkınlıkla ona baktım. “Baran.” Gülümsedi. Arkasından, “Abi,” dedim korkuyla. Gökhan abiye bile razıydım! Kerem ne alaka ya? “Ve Çiçek.” Onu ben davet etmiştim.
Salak herif! Dört kişiye yakalanmıştı! Abim olmasaydı umrumda olmazdı da. Dişlerini sıktığını gördüm. “Eğer gebermediyse ben geberteceğim.” Tövbe de! “Valla benim ilk defa suçum yok. Hepiniz şahitsiniz.” Baran gülmemek için kendini zor tutuyordu. Karnına vurduğumda, boğazını temizledi.
Bana baktı. “Bu üst ne lan?” Yarabbim sabır! “Sanane abi. Canım bunu giymek istedi. Hem en kapalı kıyafetim bu benim.” Tabiki de yalandı. Ama daha çok sinir olmasını istiyordum. “En kapalısı bu ise işimiz çok seninle.” Çiçek gözlerini devirdi.
“Sanane karanlık ya? Yakışmış kıza, çokta güzel olmuş. Hem hemen abilik damarların mı atmaya başladı?” Sinirle, “lan adam pencerenin önünde, bunu dikizliyordu. Sence konumuz bu mu, ” dediğinde, “seni mi dikizledi adam? Rahatsız olması gereken olur, gerisi seni karıştırmaz, ” dedi hemen Çiçek.
Ben bu kızın alnından öperdim. Çiçeğin arkasına saklandım hemen. “Konuş be kız! Anca sen adam edersin sen bu dağ ayısını.” Canıma susamıştım galiba. “Ben seni bir adam ederim, ” diye üzerime yürüdüğünde, salona kaçtım.
Salonda, Helin’i gördüm. Sigarasını içiyordu koltukta sesizce. Bana doğru gelen Kerem’e, yastığı attım. “Öküzsün abi! Çavuş senden daha medeniyetli!” Çavuş havlayarak onayladı beni. “Medeniyetine sıçarım senin!” Yastığı tekrar bana attı. Kafama gelen yastık canımı acıtmıştı.
Helin kafasını kaldırıp, bize baktı. Sonra ise tekrar umursamazca sigarasının dumanını üfledi. “Ben bu kızın asalletine bayılıyorum, ” diye iç çekti Baran. Helin bu sefer birşey demedi. Bana attığı yastığı geri ona attım. “Çocuğun yanında küfür etme!” Kerem aydınlanmış gibi Asel’e baktı.
Konuşma çağındaydı. Duyduğu bütün kelimeli söyleyebilirdi. “Anlar mı bu lan?” Gözlerimi devirdim. “Sence?” Onun yüzünden ilk kelimem siktir olmuştu. Bunun tekrar yaşanmasına hiç gerek yoktu.
Asel’in yanına oturup, dizlerinin üzerine koydu kendisine doğru. Gayet ciddi bakıyordu. “Bana bak velet,” dedi ona bakmasına sağlayarak. “Bu hayatta iki şeye benzemeyeceksin. Bir Barana, iki şu büyük velete. Benzersen seni odaya kitlerim.” Küçücük çocuğu tehdit ediyordu! Böyle bir aileden sağ çıkmam bile mucizeydi.
“Ben ne alaka lan?” Kerem tersçe Baran’a baktı. “Durmadan bir adamın adını mı sayıklasın? Helinden başka bir bok biliyon sanki.” Helin’e baktı. “Kusura bakma.” Sorun yok hareketi yaptı. Onda bir sorunlar vardı. Fazla susuyordu.
Baran ise alınmak yerine gülümsedi. “Bilmek isteyen kim? Gerekirse son nefesimde de Helincik derim.” Helin gözlerini devirdi. Bende koltuğa oturdum. Sormama gerek kalmadan, elinde ki sigarayı bana uzattı. Alarak derin bir duman çektim.
Dumanları severdim. Bunun bir sebebi yoktu ama severdim. Kahveden çıkan duman yada yangında ki yoğun dumanı. Gökyüzüne karıştıktan sonra soğukluk gelirdi. Belmi kalbimizin yaşadığını belirten o gri dumandı. O tamamen yok olduğu an, soğurdunuz, donardınız.
Derler ya hani. Donmak üzereyken soğuk su bile sana sıcak gelirdi. Oysa o soğuk seni daha hızlı ölmeni sağlardı. Yavaş yavaş, acı çeke çeke... Ama vazgeçemezdiniz o soğuk sudan. Çünkü o gidince daha fazla üşürdün. Ve direk ölürdün...
🥀
“Didem,” dedim kahkaha atarak. Horoz tarafından kovalanıyordu. Nerede miydik? Veteriner kliniğine getiremiyen büyükbaş hayvanların yanına gidiyorduk. Tehlikeli olduğu için arabada ruhsatlı silah taşıyorduk. O silahta benim üzerimdeydi.
Didem, Altay’ın arkasına saklandı. “Altay, al şu deliyi başımdan!” Ona ü’leyen horoza tersçe baktı. “Sana üü! Bırak peşimi be! Babama şikayet ederim seni!” Güldüm. Babası onun herşeyiydi çünkü babasının en değer verdiği kişi oydu. Her başı sıkıştığında onu arardı.
Psikolojimi bozmadım. Çayımdan bir yudum aldım. Pınar nineye baktım. Evet, bizi çağıran oydu. Düzenini buraya tamamen kurmuştu. “Deli kız,” dedi Didem hakkında. “Delidir ama iyidir Didem. Bakma öyle sert göründüğüne, en merhametlimiz odur bizim.” Bana baktı. “Sen nesin peki?”
“Bilmem ninem. Sen ne istersen o olayım ben.” Gülümsedi. Sadece benim yanımda gülümsüyordu. “Sen tek birşey olamazsın yavrum. Beni bile güldürebilen ama bir yanda ortalığı yakıp yıkansın. Ben bile çözemedim.” Arkama yaslandım.
“Bazen bilmemek iyidir be ninem. Bilmezsen yaralanmazsın da.” İsterdim aptal ama mutlu olmak. Ama ne aptaldım nede doğru dürüst bir mentalim vardı. Ben hala uyuyamıyordum. Sırf o adam rüyalarıma girmesin diye, ben uyumuyordum.
O anlıyordu ama. Söylemeden anlıyordu beni. Hala bir yerlerde birşey tam değildi, anlıyordu. Herkese gülerken o içimde ki durgunluğu görüyordu. Garipti. Herşey garipti bu hayatta.
“Arda Bozok için mi diyorsun bunu,” dediği an, gülüşüm soldu. Yutkunamadım. “Sana herşeyi unutturan baban mı?” Nine geçmişte yoktu, bundan emindim. Ama nereden biliyordu? “Babam değil.” Sert ses tonum, onu bozmamıştı. “Neden yaptı peki? Hiç mi sevmedi seni?” Sevmediğini biliyorumda neden yaptığını hala anlamıyorum nine.
Ayağa kalkıp atın yanına gittim. Beyaz, erkek bir at idi. Adı ise Beyazıt idi. Üstüne binip, “gelirim ben birazdan,” diyerek ipini çektim. “Dikkatli ol. Etraf tekin değildir güzel kız,” dedi Pınar nine. Didem ve Altay kavga etmekten benim gittiğimden bir haberlerdi.
Atı koşturmaya başladım. Öylesine ormanın içine girip, sadece hızlıca gidiyorduk Beyazıtla. Düşünmeyi bırakmalıydım, acilen. Ama başım dönüyordu. Kalbim sıkışıyordu, canım yanıyordu. Yanmaması gerekiyordu ama yanıyordu işte! Güçlü olmak istemiyordum ben.
Yaşamalıydım. Bahsettiğim şey sadece nefes almak değildi, yaşamalıydım. Devin için bunu yapacaktım. Yaşayıp, onun geldiği gün kafasına sıkacaktım. Bunu gerçektende yapacaktım. Hiç gözümü kırpmadan hemde.
Ama ona yapamamıştım... Neden yapamamıştım peki? Pişmanlık duyuyordum hala ona karşı. Doğmasaydım belki daha fazla yaşardı. Mezarını kırıp, içimdekileri haykırsamda geçmiyordu içimde ki acı.
Çünkü o acı şu zamana değildi. Eğer o acı ben büyük iken açılsaydı, onu çoktan kapatabilirdim. Ama o acı bana o küçük kızdan kalan tek acıydı. Belkide onu kaybetmekten korkuyordum. O acı giderse, o kız çocuğunu da kaybetmekten korkuyordum.
Ne kadar zamandır yol gittiğimi bilmiyordum. Ama yağmur sel gibi yağıyor, Beyazıt’ı yoruyordu. En kötüsü, geldiğim yolun gidiş yolunu bilmiyordum. Dümdüz gittiğimi varsayarsak, dümdüz geri gittiğimde onların yanında olabileceğimi düşünüyordum.
Beyazıt’ı durduğumda, üstünden indim. İpiyle bir ağaca bağladım onu. “Kusura bakma Beyazıt. Benim atım olsan seni özgürlüğüne bırakırdım ama Pınar nine canımı okur.” Ses çıkardığında, beni anlamış olarak yorumladım.
Gökyüzüne bakıp filmlerde ki gibi kollarımı iki yana açtım. “Yağ ulan! Herkese inat yağ! Bizim pisliklerimizi temizle be yağmur! Tertemiz olalım, ağlamayalım.” Güldüm delirmiş gibi. Etrafımda döndüm. Aklıma bir anı düştü:
Cansu gökyüzüne baktı. Yağmur ikisini de ıslatıyordu. “Barut çok güzel yağıyor, ” dedi çocukça. Barut yanında ki kıza baktı. “Hasta olacaksın. Bugün niye dağa kaçtın ki?” Hastalığı kötü geçiriyordu. Sonra başında zırlıyordu.
Cansu zıplayarak etrafında dönmeye başladı. Barut’un yüzünde hafif bir tebessüm oldu. “Çocuk,” diye söylendi. Hala sekiz yaşında ki gibi davranıyordu. “Yağmurlar insanları kötülüklerinden arındırılmış. O yüzden kaçıyorlar bence yağmurdan Barut. İyi olmak işlerine gelmiyor.” Ona göre, kimsenin hasta olmaya niyeti olmadıği için evlerine sığınıyorlardı.
“Senin ıslanmana gerek yok deniz kızı.” Kaşlarını çatarak yanında duran adama baktı. “Niye ki?” Saftı. “Öyle işte.” üstünde ki ceketi çıkarıp zorla Cansuya giydirdi. “Hasta olursan gebertirim seni.” Her zaman böyle diyordu.
“Sen üşüyeceksin.” Başını iki yana salladı. “Ben üşümem deniz kızı.” Yalandı. Cansu hapşurduğunda, kaşlarını çattı. “Bak işte! Sonra ben uğraşıyorum seninle.” Omzuna vurdu bir tane Cansu. “Ben kendime bakarım! Sana kalmadık! Öküz!” Fazla sinirliydi.
Eve soktu zorla Barut. “Ben öküzsem sen nesin acaba?” Onunla ilgilenmek hoşuna gidiyordu hem. Annesinden sonra tutunabildiği tek dalı olmuştu Barut’un. Onun bunu bilmesine gerek yoktu...
Gülümsedim. Gerçekten hasta olmuştum o günden sonra. Yine o ilgilenmişti benimle. Birde Cemre teyze. İkisi durmadan kavga ederlerdi. Çünkü Cemre teyze hep beni savunurdu. Kerem ile Güneş’i saymıyorum bile. Her akşam evde kavga çıkardı onlar yüzünden. Benim gibi, onun giydiklerini hatta sürdüğü ruja bile karışıyordu.
“Kerem bırak peşimi!” Kerem dış kapının önüne durup, dışarı çıkmasını engelledi. “O etek ne lan? Dışarı böyle mi çıkacaksın sen?” Mini etek giymişti Güneş. “Evet,” dedi pişkin pişkin. “Arkadaşım bekliyor, çekilsene!”
Kerem onu öteye itip, kapıyı kapatıp kitledi. “Sen o eteği değiştirmeden bir yere gitmiyorsun sarı!” Güneş ağlamaklı sesle ofladı. “Teyze! Kerem’e birşey söyle ya! Çekilmiyor kapıdan!” Cemre gülerek mutfaktan onlara baktı. “Kerem, çok yüklenme. Bak dudağına acı biber sürerim,” dedi yalan kızgınlıkla. Dört tane çocuğu varmış gibi hissediyordu.
Kerem’in kafasına çantasıyla vurdu. “Öküz! Dağ ayısı! Abim karışmıyor bana, sanane ya?” Barut oraya gitti. “Kim dedi karışmıyor diye? Çıkarıyorsun onu.” Güneş ofladı. “Cansu! Al şunları başımdan ya!”
Cansunun keyfi yerindeydi. Adanalı başlamıştı, en sevdiği diziydi. “Barut, rahat bırak kızı.” Cemre teyzeye baktı. “Cemre teyze, beraber izleyelim mi? Sonra senin dizini izleriz.” Cemre gülümsedi. “Tamam kuzum. Ben çay yapıp geliyorum. Sen sakın kalkma yerinden, dizini izle.” Göz kırpıp, televizyona döndü Cansu.
Güneş, “hırka giyeyim, öyle gideyim,” dedi kaçmak için. Hırkayı sonra çıkarabilirdi. Kerem, “olmaz,” derken, “olur,” dedi Barut. Kerem kafasına vurdu bir tane. “Yolda çıkarır hırkayı salak,” dedi. “Hem kim bu arkadaş? Erkek mi kız mı? Adı ne? Nereye gideceksiniz? Akşam ezanı okunmadan evdesin.”
Güneş, “erkek Kerem. Adıda Yunus, konsere gideceğiz. Flört gibi düşün,” dedi utanmadan. İkisininde gözleri büyüdü. “Ne flörtü lan! Senin yaşın kaç başın kaç?” Barut’a sinirle baktı. “Kıza deme birşey dedin dedin, bak ne yapıyor! Kim o oruspu çocuğu?! ”
Cansu gülerek, “okuldan,” dedi. Barut kaşlarını çattı. “Sen nereden tanıyorsun o lavuğu?” Sinirlenmişti. Kalbi sıkışıyordu. Yunus’u öldürmek üzereydi. “Ben tanıştırdım çünkü.” Tatlılığına bu sefer aldanmamaya çalıştı. “İyi bok yedin bal.” Gülümsedi Cansu.
Kerem zorla Güneş’i odasına götürdü. “Bırak beni be öküz! Teyze,” diye avazı çıktığı kadar bağırdı ama ne fayda... Kimsenin umrunda değildi. Kerem onu odaya atıp, üstüne kapıyı kitledi. Cansudan ise keyifli bir kahkaha yükseldi. Çünkü Adanalının kızıyla kavgalarını izliyordu.
Geçmiş çok güzeldi. Tam on altı yaşıma bastığımda gerçekten herşeyi unutmuştum ve geçmişten nefret etmiştim. Oysa geçmiş çok güzeldi, Arda Bozok hariç. Bütün sevdiklerim oradaydı.
Yağmurda ıslanırken, “vay be. Güldüğünü görüyoruz,” diye sesle, yerimde çakıldım sanki. Gülüşüm soldu, kollarım indi. Elim anında belimde ki silaha gitti. Arkamı döndüğümde, Devinle karşılaştım.
Güldü. “Hadi ama, korkma benden bu kadar. Merak etme, yemem seni. Sadece biraz eğlenebiliriz, ne dersin?” Psikopat idi. Ama onu gördüğümde gördüğüm tek şey öfkeydi. Ondan nefret ediyordum.
“Sen nereden çıktın lan manyak?” Göz kırptı. “Aşk olsun Cansu Katar. Ben o kadar yaşlanmadım.” Cansu Katar? “Katar? Kafa iyice gitti herhalde senin, doktora gidelim seninle. Kaçtığın deliğe sokarlar seni.” Gözlerini devirdi. “Hala aynı hikaye. En azından ben kaçtım, sen onuda beceremedin.”
Yağmura baktım. Niye ağlıyordu şuan? Birşey mi yapacaktı Devin? Bu sefer kafasına sıkardım. Yemin olsun, kafasına sıkardım. Silahımı çıkarıp, namluyu ona doğrulttum. “Son söz derler Devin,” dedim alayla. “Söyle bakalım son sözünü.” Bunu yapacağımı bekliyor gibiydi.
“Son sözümü duymak istemezsin,” dediğinde, kaşlarımı çattım. “O zaman söylemeden sıkıyorum kafana. Uğraşamam seninle.” Güldü. “Aynı Ardasın. Ama bu onun kızı olduğun için değil, ona benzemeni istediğim için. Ben istemesem sen var bile olmazdın.” Var olmak isteyen yoktu ki.
Dişlerimi sıktım. “Niye doğurdun ulan o zaman beni? Böyle bir insan olmam için mi?” Başını iki yana salladı. “Seni istiyordum çünkü. Bir hatanın sonucu olmana rağmen istiyordum seni. Hatta seni sevmiştim bir aralar. Ama yine herşeyi bombok ettin.” Ben mi etmiştim?
“Son sözün bu mu?” Başını iki yana salladı. “Hayır. Beni sonra ister öldür yada acı çektir. Zaten pek fazla yaşayacağımı sanmıyorum.” Bunu niye demişti? Ofladım. “Fazla uzattın Devin, bitsin gitsin. Seni kafana sıkıp, sonra bu silahı yakacağım.” Yakmama bile gerek yoktu. Yağmur parmak izlerini temizlerdi. Ama işimi sağlama almam lazımdı. Bunu bana Deccal öğretmişti.
“Sen kimsin?” Kaşlarımı çattım. Bu soru nereden çıkmıştı? “Cansu Bozok. Ne alaka,” derken, “Devin,” diyen bir ses duydum. Tanıdık bir ses değildi. Adam sesiydi.
Sesin geldiği tarafa baktım. Elli beşli yaşlarında, çakır gözlü bir adamdı. Yaşlanmasına rağmen ne saçına ak düşmüş, ne de yüzünde göze batan kırışıklar vardı. Güzel bir adamdı. Keskin yüz hatları, keskin gözleri vardı. Yüz hatlarımız hariç benziyorduk.
“Ne oluyor lan burada,” diye yükseldim. “Bağırma kulağımın dibinde,” dedi Devin. Yüksek sese katlanamıyordu. “Sende bağırtma o zaman! Bu adam kim?” Adam yüzüme baktı. Yüzünde kırık bir tebessüm oldu. Ben ise anlamaz gözlerle ona baktım. Silahım ikisi arasında gidip geliyordu.
“Orhan Katar. Tanıdık geldi mi,” diye sordu Devin. Kaşlarımı çattım. Didem’in doğum gününü kutlayacağımızın mekanın sahibi değil miydi bu adam? “Mekan sahibi. Seninle ne alakası var? Yada Orhan Katar’a sorayım. Kaç para verdi orada beni öldürmen için? Katılmadım geceye, planlar suya düşmüştür kesin.”
Kaşlarını çattı. “Tetikçi değilim küçük hanım. Ama silahının içinde altı tane kurşun olduğunu anlayabiliyorum.” Gülümsedim. “Doğru. Biri gidecek ama. Kaldı geriye beş. ” Gülümsemem Devin’e baktığım an silindi.
“Söyle,” dediğimde, “sakın,” dedi Orhan Katar. Devin, “hadi ama, öğrenmeye hakkı var. Birazda o kaybetsin birşeyler, geçmişine şükür edecek hale gelsin. Çünkü hepsi onun yüzünden,” dedi sinirle. “Kendi hatalarını, başkalarının üstüne atma. Her boktan sen sorumlusun. Sevilmeyi hak etmeyen bir kadın olduğun için, ona bunu yapamazsın.” Devin’in canı acımıştı. Bunu gözlerinden anlıyordum.
Devin Bozok, kimsenin dediklerini umursamazdı. Ama bu adamın tek bir cümlesi, onu gerçekten canını acıtmıştı. “Öyle mi? Siktir olup gittiğin için, asıl senin sevilmeye hakkın yok!” Utanmasa ağlayacaktı ama sadece öfkelenmişti. Acımalı mıydım ona?
Orhan Katar, “gitmem senin yüzündendi. Deli bir oruspuydun,” dediği an, “kes sesini,” dedim kendimi tutamayarak. Hayır, onu savunmamalıydım. “İlk önce kelimelerine dikkat et, sonra konuş. Zamanınız azalıyor, bu kurşun namludan çıkacak.” Devin anlık şaşkınlıkla bana baktı. Bu adan geldiği an, soğukkanlı olamamaya başlamıştı. Onu korunmam, onu şaşırtmıştı. Çünkü biri benimle öyle konuşsa, o sadece keyif alırdı.
“Son kez diyorum, ne diyeceksen çabuk de Devin. En fazla iki dakikan var.” İlk önce adama baktı. “Sakın,” dedi dişlerin arasından Orhan. “Sana söz hakkı vermedim,” dediğimde, “söz hakkı istemedim,” dedi. Gıcık.
Bir bana, bir adama baktı Devin. Ellerini yumruk yaptı. “Beni etkin altına alamazsın Orhan Katar. Devin’i kimse yenemez, ölsem bile, ” dedi kendine gelmiş bir öfkeyle. Bana baktı, gözlerinde yine eski Devin vardı.
“Bu adam, senin baban,” dediği an, geriye sendelendim. Ne? Devin yalan söylemezdi, gerçeği haykırırdı her zaman. Ne saçmalıyordu bu kadın? Orhan, “kes sesini Devin,” dedi bastırarak. “Arda Bozok, bu aptal yüzünden evlenmiştim ben! Sonra tekrar çıktı karşıma, sana hamile kaldım. Bunu öğrendiğinde siktirip gitti! Hani neden sevilmiyorum dedin ya. Hepsi bu adam yüzünden!” Ne saçmalıyordu bu?
Başımı iki yana salladım. “Yalan,” dedim başımı iki yana sallarken. “Yalan söylüyorsun. Öldürmeyeyim diye diyorsun.” Başım ağrıyordu. “Tamam, öldürmeyeceğim. Söz veriyorum, birşey yapmayacağım. Gerçeği söyle, Arda Bozok senin baban de. Baban yüzünden sen bu haldesin de. Söyle!” Hayır, hayır, hayır...
Ben bunu istemiyordum. Ben yalanları istiyordum. Ben bunun gerçek olmasını istemiyordum. Olamazdı, olamazdı. “Gerçek bu. Bunu kimler biliyor biliyor musun? O çok güvendiğin yüzbaşın.” Ne... Bu yalandı. O bana ihanet etmezdi. O sadece benim canımı acıtacak şeyleri saklamıştı. Hayatımı mahvedecek birşeyi yapmazdı ki.
Yaptıysa onu affetmezdim. “Bu da yalan.” Şüphelenmiyordum. O bunu bilmezdi. “İnanmıyor musun? Git o mektubu oku. Kendisine sor, bakalım hemen cevap verebilecek mi? Yada bu adama sor, tanıyor mu onu bakayım? Cevap versene!” Orhan Katar, “yalan söylüyor, tanımıyorum,” dediğinde, Devin iğrenerek ona baktı. “Asıl sen yalancısın Orhan. Her zaman ki gibi.”
Devin, “diyeceklerim bu kadar. Hadi, sık. Sıkmazsan, zamanı geldiğinde o kurşun sana değer.” Başım ağrıyordu. Benim canım yandığımda başım ağrırdı. Alayla gülümsedim sanki yirmi şişe bira içmişim gibi. “Memnuniyetle, anne,” dedim ve bir kurşun sesi...
Devin’i vurmuştum. Öz annemi vurmuştum. Neden acı çekmiyordum? Ağlamam gerekiyordu, ağlayamadım. Çığlık atmam gerekiyordu, atamadım. Ben hiçbir şey yapamadım. Hapise girmek yerine mezara girecekti, bu kadar. Hapise onun yerine ben girerdim.
Başım dönmeye, gözlerim kararmaya başladı. Ama ölmemişti. “Kurtulursan, beni öldürmeyi unutma Devin. Doğru diyorsan, kendi ayaklarımla sana geleceğimden şüphen olmasın. Selametle.” O benim gibi acı çekiyor, ben ise onun gibi ruhsuzca gidiyordum.
Onu öldürmek yerine, karnından vurmamın tek bir sebebi vardı. Kerem. En azından ailesinden birisi onu seviyordu. Onu kaybetmesini istemiyordum. Üzülürdü, bu sefer üzülmesini istemiyordum.
Beyazıt’ın ipini çözüp, üstüne bindim. “Deh oğlum, ” diyerek koşturttum onu. Arkama bile bakmadım. Gözümü kırpmadan vurmuştum. Ne saçmalamıştı o öyle?
Şimdi iki seçenek vardı. Ya güvercin evinde rahatça duracaktı yada adam onu kesip, yemek yapacaktı. Birincisi olmasını istiyordum. Devin’e inanmak istemiyordum.
Bunu öğrenmenin tek bir yolu vardı. Mektubu okumak. Çünkü biliyordum ki Barut mektubu okumuştu. O mektupta yazanlar, herşeyi bombok edebilirdi.1
Bu sefer herşey yolunda gitsindi. Çünkü güvercin evini seviyordu. Evinden ayrılması gerçeklere bağlıydı.
🥀
Biramdan yudumladım. “Şimdi seni öldürmemem için sebep söyle,” dedim keyifle. Dudakları aralandı, konuşamadı. Ah, doğru ya. Dilini kesmiştim erkeğin. “Konuş!” Bağırmamla ürperdi.
Yanına gittim. “Senin tek bir suçun var. Yüzüme görmek, ” dedim yüzünü bana çevirirken. “Ve yüzümü gören herkes ölüme mahkum, biri hariç.” Serkan Özçelik cinayetinde, bodrum katına inmişti. Yüzümü gördüğünü bilmiyorum sanmıştı, aptal.
Arkadan gelen şarkının ritimine eşlik ettim. “Melodiler... Sever misin?” Gözlerinden sadece korku akıyordu. Korku... Korkular insanların en büyük savaşıydı. Ona herşeyi yaptırabilirdi.
Silahımı çıkardım. “Acı yok, sadece melodiye odaklan. Melodi ve karanlık... Çok güzel ikili değil mi?” Çırpındı. Bu daha da keyiflenmeme yol açtı. Çırpınışlarını izledim, bu görsel günümü güzelleştirebilirdi.
“Hadi ama, üzüyorsun beni. Çırpınman kalbimi acıtıyor. Gerçekten, üzüldüm senin adına. Ama bu oyunda bir kural vardır Ferhat. Birilerin yaşaması için, bazılarının ölmesi gerekir. Ve ölmesi gereken sensin.” Silahımdan çıkan bir kurşun ve kapanan gözler. Ah, kesinlikle üzülmüyordum. Fazla meraklı olması onun suçuydu.
Bu sefer imzamı atmayacaktım. Silahı bir kenara attım. Ne bir parmak izi, nede bir delil vardı. Bunun Deccal’in yaptığını bilmeyeceklerdi. Akıllarına bile gelmeyeceklerdi. Çünkü Deccal’in cinayetleri sanatsal olurdu. Onlar sanattan ne anlardı ki? Hepsi gerizekalıydı.
Benzin döktüğüm odaya son kez baktım. Bir kibrit yakıp, yere attım. Siyah eldivenlerimi ve ceketimi de içine attım. Yangınlar insanları küle çevirirdi. Küllerin anlamları vardı. Her bir kül, yeni başlamış hayat demekti.
Arabaya bindim. Biraz etrafta dolandım. Bu araba izini takip etmemeleri içindi. Çalıntı arabaydı. Eve on beş kilometre öncesinde bıraktım arabayı. Dışarı çıkıp, eve doğru giderken maskemi çıkardım. So&uk bir duş alıp, deniz kızının yanına gidecektim.
Eve vardığımda, anahtarla kapıyı açtım. Yorucu bir gündü. Bir Keremle, bir de şu adamla uğraşmaktan canım çıkmıştı. Çiçeğin şu adama çok ağır bir uyku hapı yada sakinleştirici vermesi lazımdı. Başımı ağrıtıyordu.
Salona gittiğimde, “deniz kızı,” dedim kaşlarımı çatarak. Buradaydı. Eve girebilsin diye anahtarın kopyasını vermiştim. “Yapmadım de,” dedi hayal kırıklığıyla. Ağlamış gibiydi. Yanına gidip, “neyi,” diye yüzüne dokunacakken, elimi itti. “Dediğime cevap ver!” Ne oluyordu lan?
Böyle davranmasının tek bir sebebi olabilirdi. Mektup... Onu evde bırakmıştım. Hassiktirdi lan! “Bal,” diyecekken, “Yaptın değil mi,” dedi hayal kırıklığıyla. Böyle bakmaması gerekiyordu. Bakışları çok kötüydü. Canımı acıtmıştı.
Birinin canını almak değilde, onun tek bir bakışı beni yerle bir ediyordu. Ama bugün gelecekti, biliyordum. “Yaptım.” İkinci bir hayal kırıklığı geçti gözlerinden. Bunu istemiyordum.
“Neden?” Parmaklarımın saçlarının uçlarına değdi. “Öyle olması gerekiyordu.” Nedenini söylersem, daha fazla canı yanacaktı. Şuan benden nefret edeceğini bile bile, bunu demeliydim. Abisinden ve kendisinden nefret edeceğine, benden nefret etmek daha az canını acıtırdı.
“Arda Bozok’u sen öldürdün. Gerçek babamın o olmadığını sakladın. Sırf bu yüzden kendimi yiyip bitirirken. Ve öyle mi olması gerekiyordu?” Bakma öyle deniz kızı, o gün gibi bakıyorsun. Tamam, öyle bak ama gitme.
Gider miydi? Buna izin vermezdim. Ama birşeyde diyemezdim. Beni itip, yumruk attı bir tane. Abisinin kızı diye geçirdim içimden. Sağlam yumruk atıyordu. Birşey demedim. Demeye yüzüm var mıydı? Sanmıyordum. Tanrının cezasını çekmem gerekiyordu. Ama bu ceza onunla olamazdı.
“Allah belanı versin!” Bir kere daha itti beni. Kapkaranlık bir havaydı. Havalar gerçekleri söylerdi. Ben gerçekleri istemiyordum. “Bal,” diye mırıldandım sadece. Başka birşey konuşamazdım. .
Ortalığı yakıp, gidecekti. Ortalığı yakabilirdi ama gidemezdi. Gitmezdi değil mi? Silip gitmezdi hemen. İçimde ki korkuyu saklamaya çalıştım. Mektubu yerde gördüm. Bazı tablolar kırılmıştı. Bir yerine zarar gelmiş miydi?
Bedenine baktım. Kan izi yoktu. Ama mektubun üzerinde kan izi vardı. “Niye söylemedin? Ben bir tek sana güvendim! Niye yalan söyledin!” Gözlerinde ki hayal kırıklığı, öfkeye dönüştü. “Öldürdün! Gözüme baka baka, benim yanımda oldun ya. Acı çekişimi görmene rağmen öldürdün onu! ” Eline gelen vazoyu duvara attı.
“Ölmesi gerekiyordu.” Öfkeye nefret karıştı. “Ölmesi gerekiyordu öyle mi? Sen çok yalancı bir insansın Barut Türkmen. Eğer Arda Bozok ölmeseydi, ben öz annemin katili olmayacaktım. Hepsi senin yüzünden!” Hassiktirdi. Devin söylemişti ve onu öldürmüştü.
Bunu yapmaması gerekiyordu. “Benim yüzünden.” İnkar etseydin, onu öldürdüğünün acısını daha yeni yaşayacaktı. Zaten herşey de benim suçumdu. Yaptıklarımdan korkmamıştım ama bu andan korkmuştum.
Suçsuz birinin öldürmenin cezası mıydı bu? Bir cana karşılık, en sevdiğini kaybetmek miydi adalet? Adalete uymazdım. Ben kendi mahkememde, bu cezayı istemiyordum. İdam daha iyiydi.
Sustu. Sinirlenmekten vazgeçti. Her tarafı yok ettikten sonra, “niye ben hesap soruyorum ki? Deccal’in bunları yapmak için sebep’e gerek yok değil mi,” dedi sordu sakince. Hayır. “Bir daha görüşmemek üzere Barut Türkmen.” Bunu dememeliydi.
Arkasına dönüp gitmek için kapıya yöneldi. Gidemezdi. Annem gibi gidecekti, gidemezdi. Koşar adımlarla yanına gidip, kolundan tutup kendime çevirdim. “Bırak kolumu, ” dediğinde, “bırakmam,” dedim çocuk gibi. “Gidemezsin. Bana sinirlisin, bana cezayı kes o zaman. Silahın var, kafama sık işte. Niye gidiyorsun ki?” Kolunu çektiğinde bırakmadım.
“Bırak kolumu.” Sinirli değildi, aksine çok sakindi. Sevdikleri hata yapınca sinirlenirdi. Bana sinirini bile çok görüyordu. Başımı iki yana salladım. “Bırakmayacağım. Birşey diyemem ama gitme.” Kolunu bu sefer daha sert çektiğinde, bırakmak zorunda kaldım.1
“İyi. O zaman diyebildiğin gün gelirsin. Yinede Allah’a emanet ol Barut Türkmen. Seni tanımak çok güzeldi.” Hayır, annem gibi konuşuyordu. Gidemezdi. Gitmek hariç herşeyi yapabilirdi. Nefretine bile razıydım ama gitmesindi. “Gitme.” Birşey diyemiyordum. Hassiktir gidecekti!
Kapıdan dışarı çıkıp, kapıyı kapattığında gözlerim kapandı. Cansu Katar gitmişti, Selma Türkmen gibi. Benim canım annemin babamın şehit olduğu gün ki gibi acıyordu. Tutabilirdim, yapmadım. Yere oturup, sırtımı duvara yasladım. Yapabildiğim tek şey bir sigara yakabilmek oldu.
Her güzel şeyin bir sonu vardı. Ben bu sonu kabul etmiyordum. Bu sonu değiştirecektim, ona zarar gelmeden.2
Okur Yorumları | Yorum Ekle |