29. Bölüm

28.Bölüm

Nehir Keser
gecemavisiyazarrr

Cansu sultanına baktı. “Teyze.” Teyzesi gülerek ona bakıyordu. “Yine ne yaptın bakalım?” Dudaklarını büzdü Cansu. Bunu yapmaması gerekiyordu galiba. “Ben o odaya girdim.” Cemrenin gülüşü dudaklarında kaldı.

 

O oda geçmişte kalan hatırları saklıyordu. Sağanak yağmur sanki daha fazla hızlandı. Cemre’nin kaçtığı şeyler başına geliyordu. “Ama girmemen gerekiyordu.” Ama merak etmişti. Ondan saklananları öğrenme gibi bir huyu vardı. “Özür dilerim. Cezamı çekmeye razıyım. Bunu yapmamam gerekiyordu ama yaptım.” Nasıl kıyardı şimdi bu küçük velede?

 

Eğilerek Cansuya baktı. Dokuz yaşına girmişti bu velet. Büyüdükçe birşeylerin farkına varıyordu. Vardıkça kalbinde ufak bir yara açılıyordu. Zamanla bu yaraların büyüklüğü artacaktı. Hayat felsefesi bunu gerektirirdi.

 

“Ne gördün peki?” Mutfakta kimse yoktu. Güneş arkadaşıyla dışarı çıkmış, Barut ve Kerem içerde kavga ediyordu. Her zaman ki rutindi bu. “Adem Türkmen’i. Barut’un babasını.” Cemre yutkunamadı. “Abimi,” derken sesi buruk çıkıyordu. “Abini. Dimdik duruyordu fotoğrafta teyze. Hiç yıkılmazmış, kimse ona zarar veremezmiş gibi.” Kader onu yıkmıştı.

 

“Başka? Selma Türkmen’i gördün mü?” Selma Türkmen, kocasının öldüğü gün ölen kadın. Sözünde durmuştu, ikisi beraber gitmişlerdi cennete. Bu evrenlerde de, başka bir evrende de beraberlerdi. Dünyada ki rolleri bitince bir beyaz güvercin gibi uçup gitmişlerdi.

 

Cansu, Selma Türkmen’e hiç olmadığı kadar benziyordu. Sanki tek yumurta ikiziydiler. Yaşları ile yaşadıkları hayat farklıydı. “Evet. Bana benziyor teyze. Hatta benden de güzel.” Bu hayatta kendisini en güzeli diyen kız, ilk defa birisini kendisinden daha güzel görmüştü. Bu Selma Türkmen olmuştu.

 

“Evet, benziyorsunuz. Bahtınız benzemez inşallah.” Nereden bilirdi ki bu masum çocuk, ilerde bütün günahlara bulaşacağını? Herkes bir gün kötü olmaya zorlanırdı. Bu bir tercih değildi, kader denen illete bağlıydı. Ve o illetten kurtulamazdınız. Cansu anlamamıştı. Neden öyle demişti ki teyzesi?

 

Anlamadığını anladı Cemre. “Bu aramızda kalacak tamam mı bücür?” Başını olumlu anlamda salladı Cansu. “Tamam teyze. Bir daha yapmayacağım, söz.” Cemre tebessüm etti. “Hadi abinin yanına. Koş bakalım.” Cansunun canına minnetti. Küçük ayaklarıyla, abisinin odasına girdi.

 

“Abi!” Kerem’in edeceği küfür dudaklarında kaldı. “Ne var lan velet? Oyun oynuyoruz burada, git sen silahlarınla oyna.” Onlardan sıkılmıştı. Televizyondan futbol oynuyorlardı. Ellerinde kollar vardı.

 

“Deniz kızı Güneş gelmedi mi?” Misafirde arkadaşlarıyla oynamaya gitmişti. Yanına Cansuyu almamıştı ama. Neymiş, insanları korkutuyormuş! Alt tarafı korkunç masallar ve korku filmleri açıyordu. İzlerken de gülen tek oydu. Barutta onunla gülüyordu ama o gelmiyordu. Zaten onun da güldüğü film değil, onun gülüşüydü.

 

Yatakta aralarına oturdu Cansu. “Gelmedi.” Kerem kafasını oyundan kaldırıp, velede baktı. “Git çağır o zaman. Dokuz yaşında ki velet’e bak! Saat akşam dokuz ama gelmiyor eve. Yatılı kalacak herhalde.” Aşırı kıskançtı. Sevdiklerini herşeyden kıskanırdı. Kıskanınca da öküze dönüşebiliyordu.

 

Barut fırsattan istidafe, kaleye gol attı. “Güneş eve girmiyor da top sana giriyor Kerem.” Kerem kaşlarını çattı. Gol yemişti. “Lan!” Cansu gülmemek için kendisini tuttu. “Beşiktaş gol attı Fener Bahçeye abi.” Kendisi Galatasaraylıydı. “Ben de oynayacam.”

 

Barut tam tersleyecekken, masum gülüşünü gördü. Ofladı. Kolu ona uzattı. “Al, oyna.” Cansu kolu kaptığı gibi oynamaya başladı. Kerem onu yenerdi, kolaydı. Zaten öylede oldu, çocuk demeden on gol attı. Cansu en sonunda kolu yatağa koydu. “Of ya! Hile var!” Kerem kafasına bir tane vurdu. “Ağlama lan velet. Sen oynamak istedin.”

 

“Yavaş lan!” Kerem ona baktı. “Ben seninle kardeşin arasına karışıyor muyum? Karışsaydım şuan eve getirmiştim kolundan tutarak. Ama yapmıyorum.” Üçüde ergendi. “Git yap o zaman. Hadi, getir şu kızı eve. Onun dilini sen anlıyorsun en iyi.” Kerem de buu bekliyordu. O Can denen çocuk yanındaysa, o çocuğu döverdi.

 

Ayağa kalktı. “Ben gider.” Odadan çıktığında, “sende çık bakayım odadan,” dedi Barut Cansu’ya. “Ödevlerim var, rahatsız etme beni.” Cansu ise ne söylenirse tam tersini yapardı. “Kalayım noğlar,” dedi yatağa uzanıp, alttan ona bakarken. “Ses çıkarmam Barut. Noğlar!” Başına bela olacaktı.

 

“Olmaz. Ses çıkarırsın durmadan. Hadi televizyon izle sen. Adanalı izle.” Başını iki yana salladı Cansu. “Hayır, istemiyorum izlemek. Lütfen Barut ya, valla ses çıkarmayacam.” Barut yine ona kıyamadı. “Peki. Otur bakayım. Ama ses çıkarmak yok.” Kerem gelmeden yapsa iyi olurdu. Sonrası kıyametti zaten.

 

Etrafı toplayıp, çalışma masasına oturdu. Sosyal bilgileri kitabını açıp, ödevini yapmaya başladı. Okulun en akıllısıydı. Aslında pek ders çalışmıyordu, okuduğunu anında ezberleyebiliyordu. Okuduktan sonra bir daha aklından çıkmıyordu. Sınava son gün sadece iki saat çalışarak yüz alabiliyordu.

 

Cansu pıtır pıtır yanına gitti. Yaptıklarını incelemeye başladı. Lgs dönemindeydi Barut. Daha fazla ders çalışması lazımdı. Ama ona verilen en büyük engel, melek görünümlü şeytandı. Ödevini yaparken, ona alttan alttan bakan çocuğu gördü. Ofladı. “Gel bakayım.”

 

Kollarından altından tutup, kucağına alıp ödevine geri döndü. “Anlat,” dedi Cansu hemen. “Tamam, anlatıyorum. Ama uslu bir kız olup dinleyeceksin tamam mı deniz kızı?” Onaylar bir mırıltı çıkardı Cansu.

 

İlerleyen saatlerde Barut Cansuya derslerini n konularını anlattı. Cansu ise merakla dinledi. Hatta birkaç soruyu kendisi çözmüştü. Evde Güneş ile Kerem kıyamet koparırken, onlar sesizce ders çalıştılar. Cansu, “herşeyi anladım ama matematiği anlamadım ya. Türkçe çalışalım, bunu anlamıyorum ben,” dedi üzgün bir şekilde.

 

Barut yüzüne baktı. “Ama kızım olmaz ki böyle. Benim en çok matematik çözmem gerekiyor. Bak anlatacağım, kolay gelecek. Bana güven.” Ona güveniyordu ama kendisine güvenmiyordu. “Anlamıyorum işte Barut ya. Bu lanet olası x nereden çıktı? Hem kolay yolları daha çok kafa karıştırıyor. Ben bu işi halledemiyorum. Aptalım ben resmen.” Barut kaşlarını çattı.

 

“Niye halledemiyorsun ki? Sen herşeyi halledersin. Hem kendini niye alttan görüyorsun? Eğer birşeyi yapamıyorsan suçu kendinde değil, başkalarında bul. Bir daha kendine hakaret edersen gebertirim seni velet.” Şımartınca da şımarma diyordu. Onu en çok şımartan oydu. Hata yaptığında bile onu haklı çıkarıyordu.

 

Cansu gülümsedi. “Tamam, öyle yapacağım. Sonra pişman olma ama.” Barut’un yüz ifadesi hala aynıydı. “Olmam. Sen kendini iyi hisset yeter.” Cansu kalemi eline aldı. “Yapamıyorum çünkü iyi anlatmıyorsun bana,” dedi ona uyarak. “Şimdi iyi anlatta yapayım şu soruyu.” Barut bıyık altı sırıttı. Soruları itinayla ona cevapladı.

 

En sonunda da Cansu bile matematiği anladı. Ama bir daha insanları bu kadar iyi anlamadı. Kendisini suçlamamak için hep insanlarda suç buldu. Ama ne yaparsa yapsın kendisini yine bombok hissetti. Abisi gibi.

 

🥀

 

Baran

Kasvetli bir havaydı.

 

İlk defa kendimden bu kadar nefret ettim. Gülmedim, Helincik peşinde bile koşamadım. Önünde olduğum yer beni korkutuyordu. Çünkü içinde olan adam, benim çocukluğumun katiliydi.

 

Necip Devran. Annemin katilinin ayağına gidiyordum. 21 yıl sonra ilk kez onu görecektim. 21 yıl sonra, onunla yüzleşecektim. Ve özür dilerim anne, bunu sen bana öğrettin. Sevdiklerinin canı için, canını vermeyi sen bana öğrettin.

 

Kargalar ötüyordu. Avcumdan akan teri hissediyordum. O gün Rize'de yağan yağmur, o gecenin kirli kanlarını temizleyememişti. Karataş cezaevine bakınca, gözüme annemin cesedi geldi. O çocuk, o günden sonra notlarını hep yüz yaptı. Ama çok geçti, annemi çoktan kaybetmiştim ben.

 

Ayaklarım giderken, kalbim geriye doğru koşmak istiyordu. Annemin gözleri önümden gitmiyordu. Bugün gerçek Baran Devran ortaya çıkacaktı. Ben o Baran Devran’ı yok edememiştim, gizlemiştim. Annemi alan adamın yanına giderken, yüzümde tek bir yaşam belirtisi yoktu.

 

Kapıda ki iki güvenlik bana baktı. Birşey demeden, durmadan kimliğimi onlara gösterdim. Önümden çekildiler. Ziyareti bu güne almıştım. Gök gürledi içiriye adımımı attığım an. Hava durumu buraya gelmememi söylüyordu. Ayaklarım taşa dönmek istiyordu. Kalbim annemin mezarında ağlamak istiyordu. Beynim bunun doğru olmadığını dile getiriyordu.

 

Ben hiçbiri dinlemedim. Benim olması gerekeni yapmam gerekiyordu. Belki bu halimide kirletecektim ama annem gibi olacaktım. Yağmur Devran... Güzel yağmur tanemdi benim, her zaman öyle kalacaktı. En güzel yağmur onunla yağardı.

 

Cezaevine girerken kendimde olduğumu hissetmiyordum. Sanki şuan beni yönetem başka biri vardı. Beynim annemin kanlı cansız bedenini görüyordu. O görüntüyü silmeye çalıştım. Koridorda giderken, kendimi hazırladım. Nefes alırken, cansız bir beden gibiydim.

 

Kalbim hızlanmaya başladı o odaya yaklaşdıkça. Ama önüne gelmiştim, geri dönüş yoktu. Geri dönüşün olmaması lazımdı. Elim kapının koluna gitti. Geri dönüş yapamadım. Kaçamadım bu sefer.

 

Bir kapı açılma sesi...

 

Bu kapı hayatımın en kötü kapısıydı. Çünkü ardında o vardı. Müebbet yemiş bir Necip Devran ve öldüremediği oğlu. Cadıyı o yüzden kardeşim yerime o kadar koymuştum. Tek fark, annemin benim için canını vermesiydi. Ondan daha şanslıydım bu konuda.1

 

Ve şuan yaptığımı, o da benim için yapardı. Hatta en sonunda vurulurdu gerizekalı. Sinir krizi geçirip, başını daha fazla belaya sokardı. Bu durumda olmasaydım aklıma gelenlere gülebilirdim. Ama onun olduğu yerde gülünmezdi.

 

Kapıyı açtığımda, pislik yüzünü gördüm. Sarı saçları

yağlanmış, mavi gözleri bakışlarını koruyordu. Çatık kaşları hiç değişmemişti. Tek suçu annemi öldürmek değildi. O yüzden buraya gelmiştim. Sahte pasaport ve kimlik kaçakçılığı... Bunlar benim işime yarayacaktı.

 

“Sen kimsin?” Bu soru canımı acıtmamalıydı. Tanımamıştı beni. Ama ben her gece kabuslarıma giren adamı nasıl unutabilirdim? İlaçları bende yok sayan adamı nasıl silebilirdim hafızamda? Küçükken ilk hapise girdiği gün, onun yanına gitmek istemiştim. Ona tek bir soru sorup gidecektim sonsuza dek.

 

Ama soramamıştım. Onun yerine annnemin mezarına gidip ağlamıştım. Babama soramadığım o soruyu, anneme sormuştum. “Anne, babam beni niye hiç sevmedi?” Bu soruyu o gün ilk ve son kez sormuştum. Sonrada annemi üzdüğüm için özür dilemiştim, belki beni duyar diye.

 

Yavaş adımlarla ona doğru yürürken, kapıyı kapattım. Kameralar yoktu, ses kaydı yoktu. Sadece ikimiz boş bir odadaydık. Ama ondan korkup, ellerini kelepçelettiğim için kendimden nefret ediyordum. Şuan onu rahatlıkla yenebilirdim ama bunu yapamıyordum.

 

Bir insan, neden ailesini sevmezdi? Neden onları öldürürdü? Tek bir tebessümüne Dünyaları sığdırırlardı oysa. Annemin erkek seçimi kocaman bir hataydı. Ben Helinciğe bu adamın yaptığının çeyreğini yapmazdım, kıyamazdım. Ama bu adam herşeyi yaptıktan sonra, aylarca gelmiyordu. Ben işte o zaman nefes alıyordum.

 

Keşke gelmediği o ayların içinde geberip gitseydi. Annem kalırdı yanımda. Sandalyeye oturdum, karşısına. Yüzüne ilk defa başımı eğmeden baktım. “Baran Devran,” dedim ilk kez konuşma cesaretimi alarak. “Tanıdık geldi mi baba?” Yüzünde ki o şaşkınlığı görebiliyordum.

 

Şaşır baba, ben seni daha çok şaşırtacağım. “Sen neden geldin? Ne istiyorsun benden? Cezamı çekiyorum işte.” Yetmezdi. “Korkuyorsun,” dedim duygusuzca. “Yıllar sonra senden intikam almak için geldiğimi sanıyorsun değil mi?” Bakışlarında ki korku, bunun göstergesiydi. “Seni annem gibi öldüreceğimden korkuyorsun.” Yutkundu.

 

Bu hayatta sadece kendisini düşünürdü. Buraya girerken ki korku, yine gözlerinde vardı. Kendisine ne olacağı hariç kimseyi düşünmezdi. “Yağmur,” diye cümleye başlayınca, şiddetle ona bir yumruk attım. Ayağa kalkarak, saçlarını yukarı doğru sertçe çektim. “Annemin adını ağzına alma lan! Senin o diline keserim duydun mu beni Necip!” Şimdi sinirim çıkıyordu.

 

Sustu, bana baktı. “Ne istiyorsun? Nefretini kusasın mı geldi yıllar sonra? Seni değilde, anneni öldürdüğüm için mi sinirlisin bana?” Bir yumruk daha atıp, geriye çekildim. “Kes sesini!” Geriye doğru bir adım attım. Bir tane daha sert bir yumruk attım. Derin bir nefes soldum, iç çektim. “Senden nefret ediyorum. Senden nefret ediyorum!” Hayır, bunun için gelmemiştim buraya.

 

Amacımdan şaşıyordum. Bu yanlıştı ama bunu demekte kendimi koyamadım. Belki de içimde ki o acı böyle geçerdi. Ama o acı beni ben yapandı. O acıdan kopmak istemiyordum. “Bana bak!” Başını dik tutup, bana baktı. “Büyümüşsün evlat. Senden istediğimi yapmışsın, büyümüşsün.” Konuşuyordu bir de!

 

“Büyüdüm. Ve seninle bir anlaşma yapacağız.” Kaşlarını çattı. “Ne yapabilirim ki? Dört duvar arasındayım.” Sandalyeye geri oturdum. “Yapacaksın, yapmak zorundasın. Yoksa idam almanı sağlarım. Sahte kimlik ve pasaport kaçakçılığından. Adam sokarım gerekirse, idam ettiririm seni.” Dikleşti. İşte böyle Necip Devran, ayağıma gel.

 

“Ne istiyorsun?” Asker olduğumu biliyordu. Neler yapabileceğimide tahmin edebiliyordu. “Ne yapmamı istiyorsun? Burada ne yapabilirim ki?” Keşke o günde katil olmaktan korksaydı. Babam olduğu için kendimden utanıyordum.

 

Masadan ona doğru eğildim. “Bana iki tane kimlik ve pasaport lazım. Anlarsın sen.” Kaşlarını çattı. “Suç mu işledin?” Başımı iki yana salladım. “İstediğin olmaz. Bunu yapacak imkanım yok.” Alayla güldüm. “Olmazsa idam olur baba. İki gün müddet sana. İçeriden sana malzeme gelir. Birisine öttüğün an, öldürürüm seni. Annemi mezarında rahatça uyuturum. Anladın mı lan beni!” Sustu.

 

Ayağa kalktım. “İki gün sonra onlar elime ulaşmazsa, tekrar gelirim. Gelirsem, seni öldürtmeden gitmem. Ama gelmezsem ve onlar elime ulaşırsa, düzenine devam edersin.” Ona ölüm hediye olurdu. O sadece ölürken çekeceği acıdan korkuyordu. “O gün keşke seni öldürseydim diye ağıt yakacaksın artık. Sana burada cehennemi yaşatacağım baba.” Kapıdan dışarı çıktığımda, elim boğazıma gitti.

 

Nefes alamıyordum. Artık bana zarar veremezdi ama korkuyordum. Lanet olsun, ondan korktuğum kadar kimseden korkmamıştım. Hızlı adımlarla cezaevinden çıktım. Ona vurmuştum ve o benden korkmuştu. Çocuk ben gibi korkmuştu benden. Ve ben ona karşı o gibi olmuştum.

 

Cezaevinden çıktığımda, gördüğüm kişiyle durdum, yutkunamadım. Onun burada olmaması gerekiyordu. Eğer geçmişimi bilirse, benden giderek uzaklaşırdı. Helincikte annem gibi gitmesindi.

 

Bakışları ilk defa sert değildi bana. Buna şaşırmıştım. Normalde hep ters bakardı. Ama şuan şaka yapacak durumda değildim. O da benim gibi sert olamıyor muydu? İstediğim gibi algılamaktan hiçbir zaman vazgeçmeyecektim.

 

Bana doğru yaklaştığında, “Helincik,” derken bana sarıldı. Şaşkınlıkla durdum yerimde. Bana sarılmış mıydı o? Ellerini ensemde hissedince ürperdim. Bana galiba ilk defa sarılmıştı. Bana ilk kez sarılan kişi oydu. İsteyerek sarılan, bir çıkarı olmadan sarılan oydu. Burnuma vanilya kokusu doldu. Vanilyayı çok severdi.

 

“Geçti Barancık.” Babamla görüştüğümü biliyor muydu? Herşeyi siktir ettim. Zaten uzanacak omuz arıyordum yıllardır. Belki geçer diye. Annemin mezar taşı soğukken, burası çok sıcaktı. Elimi beline koydum. Yüzüm boynu ile saçlarına doğru gittim. Derin bir nefes çektim içime.

 

“Helincik.” Kendisi olduğunu onaylayan bir mırıltı çıkardı. “Beş dakika gitmesen olur mu? Biraz burada kalayım lütfen. Olur mu?” Daha sıkı kendisine çekti beni. Hep tersliyordu ama canın acıdığında da, birşey söylemesem bile anlayan, peşimden koşan oydu. Niçin geldiğimi bilse bileğime kelepçe mi takardı yoksa yine böyle sarılır mıydı bana?

 

Sesizce durdum burada. Cevap vermemesi evet demekti. Ama bu sefer beni yine şaşırttı. “Gitmem.” Bir kelime benim için yeterliydi. Gitmese yeterdi zaten. Gitmesindi, hiç gitmesindi. Ben yıllarca peşinden koşardım. Benden çok uzaklaşmasındı. Başka gidecek yerim yoktu.

 

Karga sesleri kulaklarıma geliyordu. Rizenin soğuk rüzgarı saçlarını dalgalandırıyordu. Ona sarılmak güzelmiş, herşeyden hemde. “Geçti, geçti.”Demeden anlayabiliyordu beni. Sonrada ümit vermedim, uzaklaş benden diyordu. Ama şuan peşimden gelen oydu. Çıkarı olmadan, yapması gerekmediği halde gelmişti.

 

“Annem,” derken sustum. Elini yanağıma yerleştirip, bana bakınca gözlerimi kapattım. “Yapma,” diye mırıldandım. Kendimi tutamayabilirdim. “O odada ki kamera kayıtlarını aldım.” Gözlerimi geri açtım. “O zaman beni tutuklaman gerekir.”

 

Sustu. “Ortada delil yok. Delil olmadan seni tutuklayamam.” Yok mu etmişti kaydı? “Neden?” Sustu. “Ne neden?” Anlamamazlıktan geliyordu. “Buraya geliyorsun gizlice, beni takip ederek. Sonrada güvenlil odasına gizlice giriyorsun, kamerayı açıyorsun ve izliyorsun. Sonrada herşeyi görmene ve kıdemli baş çavuş olmana rağmen siliyorsun o görüntüleri. Ve şimdi de bana sarılıyorsun. Neden?”

 

Mimiklerini okumamam için oynatmadı. Ama ben onun içini okurdum. Onu kendisinden bile iyi tanırdım ben. Lise sondan beri peşinden koşuyordum bu kızın. Sırf o Kara Harp Okulu okuyacak diye ben asker olmuştum. Tabi o zamanlar benden haberi bile yoktu. Ben onu karşılıksız sevmeye çok alışkındım.

 

“Değerli bir arkadaşımsın.” Arkadaşım? Hiç iyi değilken bana bunu dememesi gerekiyordu. Belinden tutup, daha fazla kendime çektim. Kaşlarını çattı. “Kafanı kırarım senin.” Sırıttım. “Kızmam sarılmamdan daha çok etki ediyor.” Yanılıyordu. “Arkadaşın?” Sustu.

 

Kulağına doğru yaklaştım. Nefesini tuttuğunu hissedebiliyordum. İşte bunlar için ondan hiçbir zaman vazgeçmeyecektim. “Korkağın tekisin Helincik.” Yandan bana baktı. “Öyle mi dersin?” Meydan okumaca, bayılırım. “Evet. Aksini bana kanıtlayamazsın.” Yüzünü daha yakınlaştı. Ona bu kadar yakın olmak kalbime fazlaydı.

 

“Kanıtlarım.” Hırsı ona herşeyi yaptırabilirdi, herşeyi. Bunu bastırarak söylüyorum çünkü hırsı yüzünden esir düşmüştü. Sonra mermimin bittiğini anlayınca, bende gidip kendim ayaklarımla esir olmaya gitmiştim. Sonra yine komutanım kurtarmıştı bizi.

 

Herkes şuan ondan nefret etsede, ben onunla gurur duyuyordum. Her zaman içten içe komutanımı örnek almıştım. Hem o Deccal olduysa bir bildiği var olmalıydı. Hem sevdiği kadın ondan nefret etsede, onun için idam edilmeyi göze almıştı. Ben böyle adamın alnından öperdim.

 

Cadı yengeminde ellerinden. Onun sayesinde ayakta durmayı öğrenmiştim. Bizim yanımızda her zaman gülsede, içinde hep acı çekiyordu. Hayat onu Alev yapmaya zorlamıştı. Ölümden dönmelerinin hatti hesabı yoktu. İhanet hiç beklemediği yerden gelince, Alev olmuştu. Bana ise çok şey öğretmişti.

Bir günah işleyeceksem, onlar için işlerdim. Zaten öyle de yapıyordum. Yaşamayı öğretmişlerdi bana. Herşeye rağmen güçlü olmayı, yaşadıkları acıları alayı almayı. En sevdiği için kendinden vazgeçmeyi komutanım öğretmişti. Cadı ise acısını sevdikleri üzülmesin diye gizlemeye ççalışmayı öğrenmiştim, Oysa yaşadıkları başkası yaşasa, çoktan intihar ederdi.

 

“Kanıtlayamazsın.” Birşey yapacakken, durdu. Niye durmuştu ki? Yapsındı işte, durmasındı. “Korkağın tekisin.” Ellerini yumruk yaptığını görebiliyordum. “Bilerek yapıyorsun.” Evet, bilerek yapıyordum.

 

Beni ittip, arkasında ki arabaya doğru yürüdü. “Gel hadi. Cemre Teyze’nin zaten canı burnunda, bir de biz ortalıktan kaybolmuş gibi gözükmeyelim.” Kaç bakalım Helincik, sen kaçmaya alışıksın zaten.

 

Hiçbirşey olmamış gibi ön koltuğa oturdum. O ise çoktan sürücü koltuğuna geçmişti. “En son nasıldı?” Arabayı çalıştırdı ve sürmeye başladı. “Ağlıyordu. Alev’in üzerine Deccal fazla geldi kadına. Evladı gibi gördüğü iki insan’ın suç makinesi çıktığını öğrenince kadının kalpten gitmediğine şükür etmeliyiz. Zaten komutanımın böyle birşey yapacağı belliydi.” Kaşlarımı çattım.

 

“Nereden belliydi?” Bana bakıp, tekrar önüne döndü. “Sence? Komutanım’ım Deccal konusuna gelince, eline sürmüyordu. Ama böyle davalara o bakardı işi olmasa bile. Zaten Cansu’nun delirdiğini de varsayarsak, bunları yapması çok normal. Ama uyuşturucu kaçakçılığı ve satışında şaşırdım. Her boku içmesine rağmen uyuşturucu kullanmazdı. Alev onu Cansudan almış.” Doğruydu aslında.

 

Sessiz kaldım. Bir sigara çıkarıp, yaktım. “Bizim suçumuz,” dediğimde, “biz birşey yapamazdık,” dedi hemen. Ama kendini az da olsa suçlu hissettiğini biliyordum. Ne hissediyorsa, dışarı tam tersini yansıtıyordu. “Hergün yüzlerine baktık, hiçbirimiz bir bok anlamadık. Alev yine güvendiğinden kazık yedi.” Onu ihbar eden, en güvendiği olmalıydı. Oradaki sıradan bir kişi, sevdiği hayattan kopmak istemezdi.

 

Sustu. Geri kalan yolda konuşmadık. Eve yaklaştığımızda, “bana bakmayı ne zaman keseceksin,” diye sordu. Yol boyu ona bakmamda sakınca göremiyordum. “Bakacak daha güzel birşey yok.” İçinden tebessüm ettiğini bilebiliyordum. İçinden tam bir çocuktu ama dışardan duvar denecek kadar sert’ti.

 

Radyodan gelen şarkıyı ona söylemeye başladım. “Ah, o güzel gözlerin döndürüyor başımı. Lütfen seni izlerken hor gör bu telaşımı. Tut elimden gidelim, bu şehirde huzur yok,” dedim büyülenmiş bir sesle. “Sıcak şarap içelim, ne de olsa vakit çok Helincik.”

 

“Alkol içmem,” dediğinde, gülümsedim. “İmanlı Helinciğim benim. Sana kapanmakta çok yakışır biliyor musun gülüm? Zaten güzel bir cennetlik hatunsun orası ayrı.” Bana baktı. “Rize uşaklarının kelimeleri ağzına dolandı galiba. Hantun ve gülüm dediğine göre.” Hoşuna gitmiş gibiydi.

 

Arabayı sağa doğru kırıp durduğunda, geldiğimizi fark ettim. “Hem bu kadar günahın içindeyken, sırf alkol içmiyor diye pekte masum olmuyor insan Barancık. Bunu anlasan iyi edersin. Masum olan birisini bul kendine.” Arabadan inerken arkasından, “senden bir an vazgeçersem namert olayın Helin Akar,” diye bağırdım arkasından. Dışardakiler arabanın içine baktılar.

 

“Kes sesini gerizekalı herif!” Vazgeç dememişti bana. O zaman vazgeçmeye lüzum yoktu. İster elli yıl, isterse bir ömür peşinden koşardım. Hayat kısaydı, ben istediğimi elde etmeden gitmek istemiyordum. Hem bugün bir şansım olduğunu bana göstermişti. Onun için değerli olduğumu, korktuğunu. Ama korktuğu neydi?

 

Şuan aşk derdinde olamazdım. Daha büyük sorunlar vardı. Arabadan inip, eve doğru arkasından yürümeye başladım. “Gelme peşimden,” dediğinde tebessüm ettim. “Aynı yere gidiyoruz Helincik, takip ettiğimden değil.” Ters bir bakış attı bana. Evden, “kızım abin Deccal diye, karşınds inatla bu eteği mi giyiyorsun? Bir sürü insan var lan, git değiştir şunu,” diyen Kerem’in sesi geliyordu.

 

Bunları kavgası sarıyordu. Eve girdiğimizde, herkesin sesizce durduğunu gördük. Kerem ile Güneş hariç. O ikisi hala hiçbir şey olmamış gibi kıyafet kavgası ediyorlardı. “Ya biz bizeyiz ne olacak? Hem kardeşin Alev diye arkanı sağlam sanma. Kafana sıkarım senin, kimsenin ruhu duymaz.” Kerem kulağından çektiğinde, karnına vurmaya başladı Güneş. Kerem ise hareket bile etmedi.

 

“Bırak beni!” Keren başını iki yana salladı. “Bırakmıyorum, değiştir o üstünü. Bak çok sakinim sarışın, değiştir o üstünü. Değiştir ki ben delirmeyeyim.” Çiçek ofladı. “Karanlık, Güneş’in giyiminden daha önemli konumuz var değil mi? Mesela yüzbaşı Deccal, kardeşinse Alev olmuş. Ve sende askersin ya hani.” Kerem onun demesiyle beraber bıraktı.

 

Çiçek, Cemre sultanın yanında oturuyordu. Tansiyonunu ölçtüğü için Cemre teyze sessizce bekliyordu. “Lavanta kardeşim bir bok yemiş diye gidip idam mı edeyim? Hem biz teröristlere bakarız, o kısım polislere ve devlete ait. Görev gelmedi bize bu konuyla ilgili. Hem Barut ona bakar da o kafadan gidik.” Bunu herkes biliyordu. Herşeye rağmen ona kardeşini gözü kapalı emanet ederdi.

 

“Umursamazlığını seveyim karanlık,” dedi Çiçek tersçe. Bugüne kadar ağzından boktan başka kötü kelime duymamıştım. “Me gustas,” dedi İspanyolca. Buradaki üç kişi İspanyolca biliyordu o hariç. Ben, Helincik ve Kaan komutanım. Sessizce sigara içip, Güneş’i izliyordu. Bazen hafifçe tebessüm edip yine eski haline dönüyordu. O da bazen buraya geliyordu benimle beraber. Her zaman Cansu için diyordu.

 

Kerem’e ne oluyordu peki? Kızı seviyordu, belliydi. Ama o birisini kırmadan sevemezdi. O yüzden sevmemeliydi. O da bu boktan hayat felsefeleriyle bunun farkındaydı. “Ne diyorsun?” Kerem sustu birkaç saniye. “Hiç.” İspanyolca bildiğimizden haberi yoktu galiba.

 

Helinciğin kulağına eğildim. “Kerem bile aşık olmuş Helincik. Boktan da olsa aşık olabiliyormuş baksana.” Hafif tebessüm etti. “Çaktırma. Ama sen onu içince gör birde. Lavantadan başka birşey çıkmıyor içince. Bir kere şahit olmuştum. Bir ara sokakta, öylesine içerken yakalamıştım.” Açıklama mı yapmıştı bana o?

 

Geri çekildim. Kimse gülecek halde değilken bile gülüyordu. Fıroş, Asel’le ilgileniyordu. Cemre teyze bir anda, “delirdiniz mi siz lan,” dedi hepimize bakarken. “Hiçbirşey olmamış gibi nasıl böyle olabiliyorsunuz? İkiside yakalanırsa idam edilecekler. Askersiniz ama hala aklının şuncacık çocuk gibi! Kerem, birşeyler düşünsene. Kardeşin deli manyak be çocuk! Gider Barut’un inadına kendini öldürttürür,” dedi isyan ederek.1

 

Çiçek sustu, gözlerini kaçırdı. Sessizce, “onu öldürmese iyi,” diye mırıldandı. Bu ne demekti? Sırf yalanlar yüzünden bu kadarını da yapmazdı herhalde. “Sultanım şu yeğenin üstünü değiştirmeden benim aklım normal çalışmıyor. Flörtleri bitti, tekrar mini eteği başladı. Değiştir şu üstünü.” Güneş tekrar kavgaya başlayacakken, “kızım değiştir üstünü. Kavga istemiyorum, değiştir şu üstünü,” dedi Cemre Teyze. Kerem’in yüzünde zafer tebessümü oldu.

 

Güneş oflayarak odasına doğru gitti. “Bu evde bir tek beni Cansu anlıyordu, o da gitti ya! Etek be kardeşim, etekten ne olacak?” Kerem arkasından, “söylenmeden git,” dedi memnuniyetle. “Sultanım bu kız hala akıllanmadı.” Cemre teyze sinirleri bozulmuş bir şekilde güldü. Kadın deliriyordu. “Sen çok akıllandın sanki? Şu doktoru buraya getirmenden başka doğrun olduğunu görmedim senin.” Kerem yazıklar olsun dercesine baktı.

 

Bizlere baktı. “Hele siz! Siz neredesiniz sabahtan beri? Burada kıyamet kopuyor sizin aklınız fikriniz dışarda!” O kıyametin ateşini azaltmak için gitmiştim. Helincikte bana su olmuştu, berrak bi su. Kerem yandan, “sultanım, biraz abartmıyor musun? Alt tarafı seri katil ve suç örgütü kurmuşlar. İnsan kaçakçılığı da yapmaları lazımdı örgütü kurmak için. Hem Alevi sevdim, en azından birini sevmiyor,” dediğinde Cemre teyze kafasına terliği attı.

 

“Seni döverim ben ama,” diyerek ayağa kalktığında, doktorun gülmesine engel olmaya çalıştığı belliydi. “Çok tatlısınız siz ya. Bu durumda bile neşenizi koruyorsunuz.” O gösterdiklerimizdi. Her birimizin içinde bir yangın yanarken, diğerlerimizi iyileştirebilmek için gülüyorduk. Birimiz ölse, diğerimiz de onunla beraber ölmesin diye kendimizi onu mutlu etmeye çalışırkene öldürürdük. Bu dışardan neşeli gözükebilirdi.

 

Kerem'in numara yaptığından pek emin değildim. Çünkü gerçekten gurur duyuyor gibiydi. Aslında hepimiz içimizden onlarla gurur duymuyormuyduk? Evet Deccal olmuştu çünkü hukukun bile sağlayamadığı adaleti o sağlamak istemiş ve sağlamıştı. Evet Alev olmuştu çünkü sesini duyuramayanların seslerini duyurmak istemişti. Onları çöplükten alıp, daha güzel bir hayat sunmuştu.1

 

Aramızdan hangimiz buna cesaret edebilirdik? Cevap belliydi, hiçbirimiz. Onlar bizim yapamadıklarımızı yapmışlardı. İçimizden geçirmeye korktuklarımızı onlar gözünü kırpmadan yapmışlardı. Şimdi hangimiz daha kötüydük? İkiside başkalarını kurtarmak için bu haldelerdi. Kendilerinden, benliğinden vazgeçmişlerdi sesleri duyurabilmek için. İşte bunu bildiğim için bugün cezaevine gitmiştim.

 

Kerem’e vurmaya başladı terlikle. “Teyze, ayıp oluyor da!” Sırtına bir tane terlikle vurdu. O zaman yüzü buruştu. Oradan vurulmuştu, kimseye söylemese bile anlamıştım. Acılarını bir tek bu doktor görüyordu. Buradakileri neşelendirmek için kendi karanlığından ayrılmıştı şuan. Ama o iyi olamazdı, o karanlıktan ayrılamazdı. O hiçbir zaman iyileşemezdi. Hiçbir zamanda normal olamazdı. Hayattan ümidi kalmamış bir karga gibiydi. Sesini duyurmaya bile hali kalmayan bir karga.

 

Peki onlar ne yapıyordu şuan? Bunu şuan kimse bilemeyecekti. Onlar iki düşman olsalar bile birbirlerinden ayrılamayan, ateş ve baruttular...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 06.01.2025 23:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...