2. Bölüm
Kayra Yılmaz / ZAMANIN KIYISINDA / BÖLÜM 1

BÖLÜM 1

Kayra Yılmaz
geceninicindenbiri

 

Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın canlarım...

Keyifli okumlar!

~

 

 

Önümüze çıkan engeller aslında geleceğimizi yazdığımız kağıdımız, onlara verdiğimiz tepkiler ise bizim kalemimizdir.

 

 

Şekillendirilmesi kolay mı?

 

 

 

Nisan/2026/İstanbul

“Melda! Uyandın mı?”

Annemin sesi kulaklarımda yankılanırken alt kata doğru bağırdım. “Evet! Birazdan geliyorum.” Artık iyice zayıflayan vücuduma giydirdiğim uzun siyah elbisemi çekiştirdim. Çantamı alarak merdivenlerden hızla inmeye başladım. Annem masayı kurmuş, en sevdiğim olan patates kızartmasını yapmış, beni bekliyordu. Yaklaşıp yanağına büyük bir öpücük bıraktım.

“Kuzum, günaydın bebeğim.” dedi sevgi dolu sesiyle, güneş gibi parlayan bir gülümseme sunmuştu bana. Annem güzel kadındı. Yaşını hiç belli etmezdi, her zaman neşeli olmaya çalışırdı.

“Anneciğim, benim çıkmam lazım. Geç kalacağım yoksa.” diyerek tabaktan bir patates alarak ağzıma attım. “Olmaz, zaten baban da erkenden çıkmış. Tek mi edeceğim ben kahvaltımı?” dedi yakınarak. Gözlerimi devirmeme engel olamadım.

“Allah aşkına, sence erkenden çıkmış olabilir mi? Cidden böyle mi düşünüyorsun? Ben akşam eve gelmediğine bahse bile girerim.” dedim, bir patates daha aldım. Annem başını eğmişti. “Üzülme,” dedim elini tutarak. “O hep böyleydi. Ben halledeceğim. Onu boş ver. Seninle yemek isterdim ama gerçekten çıkmam gerekiyor. Söz veriyorum akşam yemeğine yetişeceğim ve sana eşlik edeceğim sultanım.” Gözlerine umutla baktım.

“İyi, öyle olsun bakalım.” Gülümsedi. “Hadi, git de gecikme.” dedi. Yanağından öpüp kapıya gittim, ayakkabılarımı giydim ve kendimi dışarıya attım.

Arnavut kaldırımlı yolda okuluma doğru ilerliyordum. Hukuk öğrencisiydim ama aynı zamanda da çalışıyordum. Babamın sevdalısı olduğu kumar, ona büyük bir kanca takmıştı ne babam bırakabiliyordu bu illeti ne de onu bırakıyorlardı. Büyük borçlar yapmıştı ve bu da benim boynuma kızgın bir yılan gibi bağlanmıştı. Babam acımasızdı. Annemi bile bu yaşında çalıştırıyordu. Çalışıyorduk, o ise sadece borçlara yenilerini ekliyordu.

“Melda!”

Arkamdan bağıran sesi gayet iyi tanıyordum. Selin... Can dostum, en yakın arkadaşım, sırdaşım. Biz küçüklükten beri birbirimizden kopmamıştık. Aynı sınıfta okuyor, beraber çalışıyorduk.

“Günaydın, ballı çöreğim!” diyerek sarıldım ona. Güldü. “Bana bunu demenden hoşlanmıyorum.” diye mızmızlandı. Sapsarı saçları, güzel bir yüzü, fit bir vücudu vardı. O gerçekten çok güzeldi.

“Ama ben seviyorum ve sana yakışıyor.” dedim ayrıldığımızda. Okula doğru yürümeye başladık. “E, yeni gelişmeler var mı?” dedi.

“Ne gibi?”

“Yok,” dedim, anlamıştım demek istediğini. Babamı ve onun borçlarını kastediyordu. “Sabah evde yoktu, yine bir yerde sabahlamış, bir sürü borç yapmıştır.” Derin bir soluk vererek yerdeki taşa vurdum. “Tatlım, taşın bir suçu yok.” dedi. Kafamı salladım. “Benim de yok.”

Kafamı kaldırdığımda gözlerim karşıdan yalpalayarak gelen adama ulaştı. “O babam mı?” Selin kafasını salladı. Gözleri beni buldu babamın. Hızlı, sarsak adımlarla bana doğru gelmeye başladı. Acı içki kokusu buraya kadar geliyordu. İçmiş miydi o?

“Seni gidi pis sürtük!”

Ben daha ne olduğunu anlayamadan saçımı tuttuğunda gözlerimi yumdum. Beni yere fırlattı ardından. Acı yoktu, yok.

Hey bırak onu!”

“Gitme, seni görmemeli! Yoksa buraya gelemem!”

Yok olmak mümkün müydü? Bir anda ‘şıp!’ oradan kaybolmak. Benim şu an istediğim tek şey buydu.

Artık yorulmuştum...

Tekrar saçlarımı yakalamış çekiştirerek bana bağırıyordu ama uğuldayan kulaklarımla bir şey anlamıyordum. Muhtemelen yine kaybetmişti ve sinirini benden çıkarıyordu. Bu iyiydi. Bütün sinirini annemden çıkarmasından daha iyiydi.

“Hey! Bırak onu!”

“Bak, geldin işte, sakin ol.”

“Ne yaptığını sanıyorsun sen!”

Etrafta toplanmış insanlar beni babam olacak adamın elinden almaya çalışırken ben sadece Selin’in feryatlarını ve bir adamın adımı seslenişini duyuyordum.

Nefesim tükeniyordu.

Birinin üzerime çullanmış boğazımı sıkan onu üzerimden kaldırmasıyla derin bir nefes çektim ciğerlerime zorlanarak. Ellerim boğazımı sarmalamış nefesimi düzene sokmaya çalışırken Selin beni kollarımdan tutarak ayaklandırdı. “İyi misin, kuzum?” dedi yüzümü ellerinin arasına alarak. Kafamı salladım. Dudağımın kenarından akan kanı sildim elimin tersiyle. Ağzıma gelen kanı da yere tükürdüm. Kötü vurmuştu. “Kuzum dudağın da patlamış, iyi değilsin, hadi hastaneye gidelim.” Görüşüm bulanmış, ardından geri gelmişti. “İyiyim.” dedim. Sesim fısıltı gibi çıkmıştı.

Birkaç sert yumruk sesi.

“Gidelim.” dedim Selin’e tutunarak.

“İyi misiniz?” Babam olacak adamın üzerinden kalkıp yanıma gelen benim yaşlarımdaki çocuk koluma dokunmuş, beni kendine döndürmüş, gözleri gözlerime dikmişti. Ellerinde onun kanı vardı, eklemlerinin üzeri kızarmıştı. Endişeliydi. Babamın yüzüne baktım. Yüzü dağılmıştı benimki kadar olmasa da. Kolumu geri çektim. “Hastaneye gidelim mi? İyi görünmüyorsunuz.” Kara saçlarıyla uyumlu kömür gözlerine baktım.

“Sorun yok, ben...” dedim, derin bir nefes verdim. “...sorun yok.” Selin’e bakarak yerden çantamı aldım. “Teşekkürler, yardımınız için.”

“Ama kuzum, başın da kanıyor-” Sözünü kestim. “Okula gidelim, Selin.” Okula doğru yürümeye başladık. “Ne dedi bana? Neden vurdu?” dedim Selin’e. “Kumar borcu.” dedi. “Borç yüzünden onu dövmüşler, o da seni hırpaladı, sana zarar verdi.” Sonra durdu, bir şey aklına gelmiş gibi bana döndü. “Kuzum, hadi bak. Şu adamdan kurtaralım sizi.”

Kafamı salladım. “Şimdi değil, Selin. Kendimizi güvende tutacak bir yol bulmalıyım. Bize zarar verir. Biliyorsun.”

“Biz varız, Melda. Biz yardım ederiz.”

“Böyle bir şeyi istemiyorum, Selin. Olmaz.” Tam itiraz etmek için ağzını açıyordu ki ona bakmamla sustu ve kafasını salladı. Bir süre sonra kafasını kaldırıp yüzüme baktı.

“Biliyor musun? Avukat olduğumda ilk davamı babana açacağım. Fiziksel ve psikolojik şiddetten bir sorgulansın da kendine gelsin.” Zorla gülümsedim. Konusu bile beni rahatsız ediyordu artık.

Sonunda okula vardığımızda direkt olarak sınıfa çıkmayı teklif etmiştim ama Selin beni kolumdan tutarak tuvalete götürmüştü. Hemşire olan annesi Ahu Hanım’ın büyük ısrarları sonucunda yanında taşımaya başladığı ilk yardım çantasıyla ayaklı eczane gibi dolaşıyordu. Bir parça pamuğa tentürdiyot dökerek dudağıma bastırdığında azımdan acı dolu bir inilti çıktı. “Affedersin.” dedi. “Annemin şu çantayı yanıma aldırmasının bir gün işe yarayacağı kimin aklına gelirdi ki?”

Güldüm. “Ahu ablaya bir şey dedirtmem.” dedim.

“Sen hep böyle gül, dostum.” dedi. Pansuman işini hallettikten sonra sınıfımıza geçtik. İlk ders idare hukuku idi. Birinci sınıfı daha yeni atlatmış ikinci sınıfın yarısını geçmiştik. Bu ders ise mahşerin zor üç atlısından biri idi.

Bazılarının bıkkınlık sesleriyle dolu ama çoğunlukla dikkati toplanmış öğrencilerin sayfaları karalama sesleriyle birlikte bir sürü ders işlemiştik. Çıkışa doğru Selin’le yürürken verilen ödevleri konuşuyorduk. Ufak tefek araştırmalar ve not tekrarı vardı.

“Şimdi işe değil mi?” dedim sanki başka çaremiz varmış gibi. Aslında benim çarem yoktu. Selinler gayet maddi durumu yerinde insanlardı. Hatta bana yardım etmek istemişlerdi ama ben gurur yapmış kabul etmemiştim. Böyle bir duruma onları da alet edemezdim. Yüz bulan babam daha fazlasını isterdi, hep öyle yapmıştı.

“Evet. Ama ben erken çıkacağım bugün, haberin olsun. Dayımlar geliyormuş.”

Kafamı salladım. Koluma girdi ve beraber yürümeye başladık. Bazen zamanı durdurmak isterdim. Küçükken oyun oynadığım zamanlardan birinde zaman takılı kalsın ve ilerlemesin, akrep ve yelkovan birbirlerini kovalamaktan vazgeçsin isterdim; hâlâ istiyorum. Mesela; yağmur yağdığında durmalıydı zaman. Her bir damlacık tanesi havada asılı kalmışken, sesler yokken, akrep yelkovanı kovalamaktan vazgeçmişken. Ya da tam şu an durmalıydı. Şu an, durduğum bu kaldırımda, gökyüzü kararmaya başlamışken...

Arka kapısından çalıştığımız restorana girdik. Pek hoş bulmamıştık ne yazık ki... Direkt soyunma odasına geçtik. Dolaplarımızdaki iş kıyafetlerimizi giydik. Burada -özellikle bu kadar büyük bir yerde çalışabildiğimiz için mutluyduk. Buraya girmemiz zor olmuştu. Çünkü gerçekten kasıntı bir patronumuz vardı. Her işe burnunu sokar, başımızdan ayrılmaz, yaptığımız işleri de beğenmez, sürekli sorun çıkarırdı.

Selin'i buraya garson olarak aldırabilmiştik, bana da mutfakta bir iş ayarlamışlardı. Ama mutfak dışında temizliğe de yardım ediyordum.

Selin servise başlayınca ben de mutfağa girdim. Fatma abla yemekleri yapıyordu.

“Fatma ablam, nasılsın?”

Elime büyük bıçağı alarak önüme doğranması gereken patatesleri çektim. Elime bir tane alarak soymaya başladım.

“İyiyim kızım, nasıl olsun.” dedi, tenceredeki yemeği karıştırmaya devam ediyor, kafasını kaldırmıyordu.

“Senin canın bir şeye sıkılmış sanki, dalgınsın.” dedim yüzüne bakarak. Kafasını kaldırıp yüzüme baktı. “Senden de bir şey saklanmıyor ki.” dedi buruk bir gülümsemeyle.

“Anlatmak ister misin?”

“Benim çocuk... ateşi vardı. Onu bırakıp geldim.”

Kaşlarımı çattım. “Ablam sen gitsene çocuğun yanına. Ben idare ederim bugün senin yerini, merak etme sen.”

Kafasını sallayıp koşar adım çıktı mutfaktan. Ben de yemekleri yapmaya devam ettim. Bir süre sonra patronumuz Orhan Bey gelip mutfağı teftiş etmiş, ardından daha hızlı olmamız gerektiğini söylemiş ve ortadan kaybolmuştu.

Saatler birbirini kovalarken akrep kendini yediyi geçerken bulmuştu. Akşam servisi için her şeyi hazırlamıştık ve istenilenleri porsiyonlara ayırıp garson arkadaşlarımıza veriyorduk. Meral teyze yorulduğumuz için bize çay demlemişti. Sırasıyla mola veriyorduk.

Bir süre sonra içeriden bardak kırılma sesi geldi. Mutfaktaki herkes durup birbirine baktı. Her seferinde gerilmemize neden oluyordu böyle şeyler. Çünkü, Orhan Bey sağ olsun, bir bardak dahi kırılsa hesabını bize kesiyordu. Meral teyze ilerleyip mutfak kapısının cam kısmından yemek bölüme baktı.

“Ne olmuş?” diye sordu Figen, o da işe yeni başlamıştı. Güzel bir kızdı, okul harçlığını çıkarmak, ailesine katkıda bulunmak için işe girmişti.

Kaşları çatıldı Meral teyzenin. Sonra gözleri bana döndü. “Melda, kızım, gelsene bir.” Koşar adım yanına gidip baktığı yere baktım. Gördüklerimle kaşlarım çatılmıştı, ellerim hemen üzerimdeki önlüğün iplerine gitti.

Gördüğüm Selin idi ve oldukça korkmuş görünüyordu. Üç kişilik bir masayı görev almıştı. Sol tarafta oturan esmer çocuğun Selin’i süzerek lakayt bir tavırla konuştuğunu gördüm. Önlüğümü boynumdan çıkardığım gibi kimse beni durdurmaya çalışamadan yemek kısmına geçtim. Hızla Selin’in yanına ilerledim.

“Bir sorun mu var?” dedim Selin’e bakarak. Selin, beyaz teninde kızarmaya başlayan bal rengi gözlerini bana çevirmişti ki esmer olan konuştu.

“Aslında evet,” dedi, gözlerini Selin’den çekip bana bakarak. “Arkadaşınız bize telefon numarasını vermemekte ısrarcı davranıyor.”

Sinirle soluduğumda salon da durulmuş misafirler önlerine dönüp yemeklerine devam etmeye başlamışlardı. Masanın sağ tarafında kalan sarışın çocuk elini uzatıp koluma dokunmak isterken geri çekildim.

“Belki sen bize yardımcı olmak istersin. Bakarsın ya, arkadaşında bize katılmak ister, ne dersin?”

“Sen içeriye geç.” diye fısıldadım Selin’e doğru. O böyle şeylerden hiç haz etmez, rahatsız olurdu ki zaten aşırı rahatsız edici bir durumdu. Böyle bir üslup takınacak cesareti bunlara verendeydi bütün suç.

“Seni bırakmam.” dedi Selin, gözlerime baktığındaki korkuyu görmüştüm.

“Git içeriye.” dedim, sesimin kararlı çıkmasından daha da üstelememişti lâkin ayakları yere mıh gibi saplanmışta gidemiyormuş gibiydi. Selin'in arkasından masadaki çocuklara döndüm.

“Burası nezih bir mekandır, efendim. Ayrıca istediğiniz şey olmayacak şimdi sizin için başka bir arkadaşımı yönlendiriyorum. İyi akşamlar.” Arkamı tam dönmüş gidiyordum ki seslendiler. “Hey, öfkeli güzel!”

Sakin kalmaya çalışarak arkamı döndüm. “Buyurun?” dedim. Konuşan yine o esmer çocuktu.

“Yaklaş, yaklaş.” dedi, bir adım ilerledim yanlarına. “Burada geri çevirirsiniz ama dışarıda sizi buluruz. Kaçar yolunuz yok. Özellikle o arkadaşının. Seninle ilgilenmiyorum, merak etme.”

Ardından pişkin bir ifadeyle ekledi. “Ama arkadaşlarımı bilmiyorum.”

“Bakın beyefendi.” dedim sesimi kontrol etmeye çalışarak. Sinirlenmemem gerekiyordu. “Siz ne ima ettiğinizi farkında mısınız?”

“Belki bir arkadaşı daha vardır. Yalnız kalmak istemem doğrusu.” dedi biraz daha geride oturan, şu âna kadar sesini hiç çıkarmamıştı ama şimdi, arkadaşı gibi yüzünde alaycı bir gülümse takılmış, beni süzüyordu.

“Bakın arkadaşlar ya yemeğinizi sipariş verin-” sözümü kesen orta yaşlarda bir adamın masasından kalkıp yanımıza gelmesiydi. Gayet düzgün giyimli biriydi. Üzerindeki lacivert ceketi düzeltti.

“Bence küçük hanım mutfağa dönmeli. Siz de beyefendiler, olaysız bir şekilde ayrılmamızı istiyorsanız restoranı terk etmelisiniz. Küçük hanım da dediği gibi, burası nezih bir yer ve bu kadar lakayt ve terbiyesiz ithamı kabul edemeyiz, değil mi?”

Orta yaşlı adam, gözlerime bakıp hafif bir tebessümde bulundu. Sanki ufak bir aksanı vardı. Gözleri benim gözlerim gibi maviydi. Tam bu sırada patronum Orhan Bey’in sesini işittik.

“Bir sorun mu vardı efendim?” dedi Orhan Bey, yanımıza yaklaştığında -saygıdan olsa gerek- ceketinin bir düğmesini ilikledi. Gözleri beni buldu. “Kızım, senin ne işin var burada. Senin mutfakta olman gerekiyordu.”

“Affedersiniz efendim.” dedim. Tekrardan ağzımı açacakken orta yaşlı adam konuşmaya başladı.

“Bir sorun yok, beyefendiler kalkıyorlardı, ben de aşçıyla konuşmak istemiştim. Bu yemekler bir harika!”

Orhan Bey’in hoşuna giden bir konudan açılan bu sohbet hem benim işimi kurtarmıştı hem de Orhan Bey’in bir arkadaşımızı görevlendirerek çocuklara dışarıya kadar eşlik etmesini istemesine sebebiyet vermişti. Ben de “İzlinizle...” diye mırıldanıp mutfağa giderken orta yaşlı adama baş selamı vererek teşekkürümü iletmiş oldum.

Mutfağa girdiğimde bir köşede oturmuş, kollarını dizlerine yaslamış, başını ellerinin arasına almış, stresten sol bacağını sallayan bir Selin karşıladı beni. Üzerini değiştirmişti, benim gelmemi bekliyordu. Meral teyze, ben girer girmez yanıma geldi. “İyisin değil mi, kızım? İşinizden olmadınız inşallah!” dedi endişeyle. Bu kadının yüreği güzeldi.

Meral teyzenin sesini duyan Selin de yanıma gelmişti. Bir hayli üzgün görünüyordu. “İyiyim, iyiyim. Merak etmeyin işimizden olmadık, yani şimdilik...” dedim nefesimi verirken. “Selin, hemen çantanı al, seni arka kapıdan dikkatlice çıkaralım.”

Dediğimi yapıp çantasını aldı ve beraber arka kapıya gittik. “Melda?”

“Efendim?” dedim, yüzüne değil kapıdan kafamı uzatıp kararmaya başlayan sokağa bakıyordum. Bundan rahatsız olmuş olacak ki homurdandı, omuzlarımdan tutup beni kendine çevirdi ve sarıldı. “Özür dilerim.”

“Senin bir suçun yok. Suç onlara bu cesareti sağlayanlarda.” Geri çekilip kapıyı araladım. “Şimdi, çıkıyorsun. Ahu ablayı arıyorsun, yol boyunca onunla konuşuyorsun ve gittiğin her sokağı belirtiyorsun. Ayrıca hızlı ve dikkatli ol.” Söylediklerimi dinledikten sonra etrafına bakarak dışarı çıktı ve hızla ilerlemeye başladı. Sokağın sonunda kaybolana kadar bekledim ardından derin bir nefes vererek içeriye girdim.

Mutfağa girdiğimde Orhan Bey de oradaydı ve beni aradığını bana bakan öfkeli gözlerinden anlayabiliyordum. Hiçbir şey söylemeden mutfağı terk etti ardından.

 

 

Ω

“Kızım, şunu da hallede ver.”

Elime tutuşturulanları hallederken kafamı salladım.

Saat akşam onu bulurken herkes teker teker ortadan kayboluyordu. Patronumuz Orhan Bey, rahat duramamış, neden sinirlendiyse sinirini benden çıkarmış, bana bir ton laf söyleyip çıkmıştı ve artık benim kapatmam gerekecekti. Gitmeden hemen önce yarın için yemek bölümünü de temizlememi istemişti. İtiraz için azımı bile açtırmamış, hatta savunma olarak geç kalmamı -ki kalmamıştım- bahane etmişti.

Son olarak Meral teyze de bana veda etmiş, kolaylık diledikten sonra gitmiş beni yalnız başıma bırakmışlardı. Meral teyze iyi kadındı. Beni koruyup kollardı mutfakta. Elimden bir türlü düşmeyen paspası tekrar aldım -artık kendisiyle kader yoldaşı olmuş gibiydik- ve yemek bölümünü de dip köşe temizledim. Anneme de haber vermiştim geç kalacağımı. O da saat sekizde eve dönerdi. Muhasebe yapıyordu küçük bir şirkette. İşim bittiğinde alnımdaki teri elimin ardıyla sildim. Yorulmuştum. Kovayı aldığım yere koyarak soyunma odasına gittim. Üstümü değiştirip tokayla tutturduğum koyu renk saçlarımı açtım. Çantamı alıp dışarıya çıktım. Yağmur yavaş yavaş çiseliyordu. Kot ceketimi sırtıma geçirdim. Anahtarı alıp dükkânı kilitledim. Anahtar hâlâ kilitteyken etraftaki derin sessizliği garipsedim. Geniş, çoğunlukla işlek olan bu sokakta hiç kimse yoktu şimdi. Saat fazla geç de değildi.

Bu biraz garipti. Fazlasıyla garip...

Yağmurun altında durdum birkaç saniye. Karşıda uçan mavi kanatlı bir kelebek vardı ya da ben yanlış görüyordum. Yani bir kelebek yağmurda uçamazdı, değil mi?

Kelebeğin peşinden ilerledim. Büyük sokakta bir aşağı bir yukarı süzülerek ilerliyordu. Masmavi kanatları beni büyülemişti. Peşinden ilerlediğim sürece oldukça temkinliydim. Benden kaçmasını istemiyordum.

Bir ara sokağa sapınca bugün olanlardan dolayı ben tereddüt etsem de ayaklarım istemsizce beni oraya sürükledi. Girdiğim ara sokak bir çıkmazdı. Kelebek sanki orada duvar yokmuş gibi ilerlemeye devam ediyordu. Ben de peşinden ilerliyordum. Küçük gövdesi duvara konunca sanki beni de yanına bekliyormuş gibi kıpırdamıyordu. Yaklaştım ve elimi ona uzattım. Küçük bacaklarıyla işaret parmağıma tırmandığında gözlerimi istemsizce yumdum.

Garipti. Farklı...

“Sen?” dedi katı bir ses. Büyük bir korkuyla gözlerimi açtığımda arkamı döndüm. Mavi kanatlı kelebek, döndüğüm zaman hâlâ parmağımda asılı duruyordu. Karşımdaki oldukça iri cüsseli ve nisan ayında olmamıza rağmen bayağı sıcak olan bu günlerde üzerinde hayvan derisi olduğunu sandığım bir kürk giymiş, uzun sakallı bir adam duruyordu.

“Sen kimsin?” diye sordum hızla geri çekilerek.

“Gel buraya, Zeit.” dedi adam. Her şey ağır çekimdeydi sanki. Parmağımdaki kelebek kanatlarını hareket ettirerek uçtu, adamın omzuna konana kadar iri cüsseli, asil bir duruşu olan bir şahine dönüştü. Saniyeler içinde. Tamam, işte kafayı yemeye başladım...

“O,” dedim. Resmen dilim tutulmuştu. “Nasıl dönüştü?” Soruma cevap vermedi. “Zeit, seni buldu. Seni o seçti.” dedi bozuk Türkçesiyle. “O da ne demek?” diye sordum bir adım daha geri giderek.

“Sen,” dedi devam ederek. “Bizimle geleceksin.” Kaşlarımı çattım.

“Ben kimseyle hiçbir yere gelmiyorum.” dedim kararlılıkla.

“Paraya ihtiyacın olduğunu biliyoruz. İş teklif etmek istiyoruz.” dedi.

“Bak neden bahsettiğin hakkında bir fikrim yok. Şimdi benim gitmem gerek.” diyerek yanından geçmeye çalıştım. Kolumu tutarak beni engelledi. “Bak, istesen de istemesen de. Bizimle gelmek zorundasın. Zorluk çıkartma.”

“Size inanmıyorum.” dedim. “Kim olduğunuzu bilmiyorum.”

“Ben Uwe.” dedi. “Ben zaman yolcusu. Sende bizden olacak. Kabul etsen de etmesen de.” Kaşlarımı çatmış ona bakarken devam etti. “Zeit sana yolu gösterecek.” dedi ve sokaktan çıkıp gözden kayboldu. Zeit diye seslendiği şu anki haliyle şahine ‘Pass auf ihn auf, Zeit.’ demişti. Ona göz kulak ol... Şahin yaklaşıp kafamın üzerine kondu. Kafamın tepesinden gelen yanma hissiyle görüntüm bulanıklaşmaya başladı. İşte işler karışmaya başladı...

 

 

Ω

Gözlerimi araladığımda üzerime işleyen soğuğu hissetmiştim. Karların üzerinde öylece uzanıyordum. Ben buraya nasıl gelmiştim ve burası neresiydi? Yavaşça yerden doğruldum. Kafam acıyordu, kafamı mı vurmuştum? Etrafımı inceledim. Karların kapladığı çam ağaçları rüzgârın etkisiyle hafifçe salınıyordu. Uçsuz bucaksız gibi görünen bu ormandan nasıl çıkacaktım, hiçbir fikrim yoktu.

Zeit’ın başımda beklediğini gördüm ardından. Gözlerimi yumdum sıkıca, birkaç saniye bekledim, ardından açtığımda yine aynı yerinde duruyordu. Kendimi toparlayarak ondan uzaklaşarak geriye çıktım. Bana yaklaştı küçük bacaklarını kullanarak.

“Uzak dur benden!” diye bağırdım. “Ne olduğunu bilmiyorum, sadece benden uzak dur!”

Yaklaşmayı kesti ve mavi gözlerimin içine baktı. Sanki bir şeyler anlatmak istiyormuş gibiydi gözleri. Gözlerimle onu inceledim. Kabarık tüylerinin sakladığı, ayağına bağlanmış ufak kâğıt parçasını gördüm. Elimi yavaşça ona uzattım ve yıpranmış kâğıt parçasını yavaşça bacağından çözdüm. Açtığımda beni kötü bir el yazısı karşıladı.

 

 

Mavi Göz;

 

 

Zeit'ı takip edip bize ulaş, zaman kaybetme. Kaçmayı düşünme! Her yerde silahlı askerler var.

 

 

Kaçmak aptallık olur senin için.

 

 

Sözleşmen hazır. Gel, imzala. Eğitimine başlamalısın.

-Uwe

“Ne eğitimi, Allah aşkına!?”

Zeit’a çevirdiğim gözlerim sanki onun bana onay vermesini bekliyordu. Ufak bir harekette bulundu küçük başı. Ardından bana arkasını dönüp ilerlemeye başladı. Ellerimle karlı topraktan destek alıp ayağa kalktım. Bacaklarım uyuşmuştu soğuktan. Üzerimdeki cekete daha da sarıldım. Anlaşılan bir süre eziyet çekecektim.

Karların içinde ilerlerken Zeit güzel kanatlarını açarak uçuyor, benim karların arasından geçmemi ağaç dallarına konarak izliyordu. Uzun, yürümemi inatla zorlaştıran karların biriktiği patika yolda ilerlerken neden onu takip ettiğimi düşündüm. Evet, neden takip ediyor ve bilmediğim bir yere gidiyorum ki? Zaten olduğun yerin de neresi olduğunu biliyorsun ya.

Bir süre sonra, ağaçların iri dallarını aşarak ormandan çıktığımda karşımda köhne, yıpranmış bir kulübe gördüm. Zeit, kulübeye doğru kanatlarını açarak süzüldü. Karların üzerine konup bana baktı, ‘İlerle.’ der gibi. Karları ezerek yürüdüm, hışırtısı tüylerimi ürpertmeye yetiyordu. Kapıya yaklaştığımda kulpunu tuttum ve yavaşça, temkinli olarak çevirdim. Yüzüme vuran sıcak hava cildimi yalayıp yaktı. Zeit, yine havalanarak içeriye süzülürken gözlerim tek odalı bu kulübenin içini taradı. Büyük taştan bir şömine odayı ısıtıyor, bir kitaplık duvarın birini boydan boya kaplıyor, önünde bir çalışma masası üzerinde dumanı üstünde bir fincan kahve ile çalışmalarını tamamlayacak birini bekliyor gibiydi ama dikkatimi en çok çeken nokta küçük kanepede boylamasına yatan uzun boylu adamdı: Uwe.

“Oh, du bist endlich hier.” Ah, sonunda buradasın.

Uzun sakallarını eliyle tarayarak ayağa kalktı. “Bir an hiç gelemeyeceksiniz sandım.” dedi.

“O da ne demek?” Kaşlarını havaya kaldırdı. “İki saattir yoksunuz bıraktığım zamandan beri.” dedi. Yüzümü buruşturdum. “Nerelisin sen? Türkçen çok bozuk.”

Kafasını salladı. “Ja. Öyle. Sonra söylerim belki. Şimdi gitmemiz gerek. Patron bekler.” dedi. Masaya yaklaşıp kahve kupasını ellerimin arasına koydu. “Üşümüşsündür. İç.”

Dediklerini ikiletmeden yerine getirdim. Gerçekten üşümüştüm. Büyük bir yudum aldığımda sıcak sıvının içimdeki akışını hissettim, içim ısınmıştı sanki.

Bu sırada gözlerim odayı incelemeye başlamıştı. Sadece büyük bir kanepe, ahşap bir masa ve kitaplık vardı. Gözlerim bir süre kitapları incelerken Uwe, en az benimki kadar mavi olan gözlerini üzerimden çekip kitaplığa yaklaştı ve ne türde olduklarını merak ettiğim eski ciltli kitapları yoklamaya başladı. “Ne yapıyorsun?” dedim kaşlarımı çatıp kahvemden bir yudum daha alırken. Dilim yanmıştı.

Bana omzunun üzerinden bir bakış atıp işine devam etti. Yerinden oynattığı bir kitapla duvara sabitlenmiş kitaplık bölünerek iki yana ayrıldı. Yudumladığım kahveyi neredeyse tükürecekken son anda durdurdum kendimi. Öksürerek ona döndüm. Bana attığı garip bakışları fark ettim. “Bu da ne böyle?” Hayretle sorduklarım onu gülümsetti.

“Gel hadi.” dedi açılan karanlık boşluğa girerken.

“Ben gelmek istemiyorum.” dedim kaşlarımı çatarak. Ama beni kâle almıyordu. “Lanet olsun! Kime diyorum ben!”

“Orada kendini yırtacağına gel de gidelim artık. Seni bekleyecek değilim.” Arkasından bakarken, “Kurtlarla bir arkadaşlık kurmayı planlıyorsan eğer orada kalmaya devam edebilirsin, Mavi Göz.” dedi.

Mavi gözlerim yerinden çıkacak kadar açılırken kupayı masanın üzerine bırakarak peşinden koşar adım ilerledim. Karanlığa daldık, dik merdivenlerden indik. Bir, iki, üç...

Sayamayacağım kadar çok merdiven inmemizin ardından Uwe, bir kapı kolunu tutarak çevirdi. Beyaz parlak ışık gözlerimi kamaştırırken, elimi gözlerime siper ettim. Uwe beni kapı eşiğinde bırakarak yürümeye başladı. Beyaz, etrafı tavanda asılı floresanlar aydınlatıyor, buraya eski ve terk edilmiş bir hastane görünümü veriyordu.

Bir kapıyı daha geçtik. Beyaz ışıklar her yerdeydi. Ve gizlediklerini zannettikleri ama gizleyemedikleri kameralar... ya da ben fazla dikkatliydim. Bir kapı daha, bir tane daha... Her kapıda en az iki tane silahlı görevli vardı. Sürekli göz teması kuruyorlardı.

Bu beni biraz germişti.

Sonunda büyük bir alana girdiğimizde gözlerim etrafı hızlıca taradı. Büyük alanda onlarca masa ve çalışan, işlerine -bilgisayarlarına gömülmüş, başlarını bile kaldırmıyorlardı. Beyaz ışık ve sözde gizli kameralar burada da vardı. Karşımızdan gelen iri cüsseli bir adama çevrildi gözlerim. Buradaki herkes gibi -yanımdaki Uwe dışında- o da takım elbise giymişti. Bize yaklaştı ve beni boydan boya inceledi. Kaşlarımı çatıp yüzüne bakıyor ve bir cevap bekliyordum.

“O bu mu?” dedi karşımızdaki adam. Kaşlarım daha da çatıldı. Anlamaz gözlerle Uwe’ye baktım.

“Evet efendim.” dedi büyük saygıyla.

“Hadi odama gidelim.” dedi ve arkasını dönerek geldi tarafa doğru yürümeye devam etti. Uwe de adamın arkasından ilerleyince peşlerinden gittim. Adam bir koridora saptı ve en sondaki odaya girdi, biz de peşinden. Andreas Petrović... Kapıdaki isimlikte aynen bu yazıyordu. Kendi odasıdır herhalde, diye düşündüm. Oda gerçekten çok büyüktü ve sade döşenmişti. Fazla sade... Ama etrafta değişik eşyalar olduğunu fark ettim. Garip şekillerde biblolar vardı sadeliği bozan.

Uwe ayakta dikilmiş karşısında büyük ahşap masanın arkasındaki sandalyeye oturan adama bakıyordu, ben de yanında dikilmeye başladım. “Oturun bakalım küçük hanım.” dedi Andreas, reddetmedim, ilerleyip masanın önündeki koltuklardan birine oturdum.

“Nasılsın bakalım?” dedi, onun da Türkçesi -Uwe kadar olmasa da- bozuktu.

“İyiyim.” dedim. Gözlerim Uwe’ye kaydı, sadece bizi izliyor, hiçbir tepki vermiyordu.

“Peki, ben de iyiyim. Teşekkürler. Konumuza geliyorum.” dedi, tepkimi ölçmek için bekledi. Kaşlarım havaya kalktı. O aklınca beni mi iğnelemişti? Şimdiden bu adamı sevmedim...

“Neden buradayım?” diye sordum. Kaşları çatıldı. “Bir baktım ormandayım. Sizin böyle bir şey yapmaya hakkınız yok. Bu kanunlara aykırı, resmen kaçırdınız beni!”

“Bu ne demek oluyor, Uwe?” dedi Andreas, gözlerini ona döndürmüş kızgınlıkla bakıyordu. “Ona anlatmadın mı hiçbir şeyi?”

“Bana neyi anlatmadı mı?” dedim kaşlarımı çatarak, sesim yükselmişti.

“Anlatamadım, efendim. Kendisi biraz zorluk çıkarttı, bu yüzden hemen getirmem gerekti.”

“Peki öyle olsun.” dedi ve bana döndü. “İsminizi alabilir miyim, küçük hanım?”

“Zaten bilmiyor musunuz?” dedim tek kaşımı kaldırarak. Benimle aynı hareketi yaparak bana baktı Andreas.

“Senden duymak istemiştim.” dedi, hafif bir gülümseme yüzüne yayıldı.

“Melda,” dedim.

Önündeki siyah kaplı defterini açtı ve içine bir şeyler yazmaya başladı. Ardından, “Tanışalım o zaman.” diyerek elini uzattı.

“Ben,” diyordu ki lafını kestim. “Siz de Bay Andreas Petrović, yanılıyor muyum?” dedim. Yüzündeki hafif gülümseme büyüdü ve tüm yüzümü kapladı.

“Doğru,” dedi, ardından arkamda kalan Uwe’ye baktı. “Aynı sana benziyor.”

Kaşlarım daha da çatıldı. “Senin gibi fazla dikkatli.” Deftere bir şeyler daha karaladıktan sonra yüzüme baktı. “Şimdi küçük hanım, bana en son neler hatırladığını anlatır mısın?” dedi, bir psikoloğa bürünmüş gibiydi. “En son restoranı kilitleyip sokağa çıktım, yağmur yağıyordu. Sonra mavi kanatlı bir kelebek gördüm. Aslında adı Zeit’mış, yani anladığım kadarıyla. Ardından bir ara sokağa saptım, çıkmaz sokak çıktı. Zaten bu sürede kelebek sandığım şeyi takip ediyordum. Sonra o geldi, Uwe. Zeit’a bir şeyler söyledi. Onu anlamadım. Sonra kafama kondu Zeit, gerisi karanlık. Uyandığımda da ormanın ortasındaydım.”

Sözlerim biterken ikisinin de kaşları çatılmış, bana hayretle bakıyorlardı. “Ne oldu? Neden öyle bakıyorsunuz?”

“Sen... Nasıl?” dedi, Uwe. Aksanı gitmiş pürüzsüz konuşmuştu.

“Uwe,” dedi Andreas. “Onu Emily’e götür de bir kontrol etsin.”

“Sözleşme demiştiniz-”

“O daha sonra.”

Uwe yaklaşıp kolumu tuttu ve beni ayağa kaldırdı. Arkamızı dönmüş giderken seslendi. “O sakallarını da kes, Uwe!”

Uwe sinirle gülerken kolumu kurtardım. “Seni lanet olası adam!” dedi fısıltıyla.

Güldüm. “Sakalını fazla seviyor gibisin.”

“Hayır, nefret ederim. Onun yüzünden bırakmıştım zaten. İyi oldu.” Girdiğimiz koridordan çıkarken ona döndüm. “Anlattıklarımdan sonra neden bana öyle baktınız?”

“Garip bir şey bunları hatırlaman. O yüzden Emily’e gidiyoruz.”

“Aksanın da gitti bakıyorum.” dediğimde yüzüme baktı.

“Aksan kendimi gizlemek için yaptığım bir şey, yakında birbirimizi de tanıyacağız. Sana her şeyi anlatacağım, merak etme. Ama önce kontrol.” diye tembihledi ve bir odaya girdi. Arkasından girdiğimde sarışın bir kadının masasında oturduğunu gördüm. Kafasını kaldırıp bize baktı. Masmavi gözleri vardı. Burnunun üzerine indirdiği gözlüğünü çıkarıp yanımıza geldi. “Ne zaman geldin sen?” dedi ve Uwe’ye sarıldı. “Birkaç saat oluyor.” dedi, bir elini kadının beline koyarak sarılmasına karşılık verdi. Ayrılıp gözlerine baktı kadın Uwe’nin. Bu kadın bunu seviyor, ben size söyleyeyim... ya da çok yakınlar.

Gözleri arkasında duran bana kaydığında, “O bu mu?” diye sordu.

“Neden herkesin tek sorduğu bu?” diye sordum sinirle. Beni umursamadan sorusunu cevapladı.

“O,” dedi, bana bir göz atıp devam etti. “Ama kontrol etmen gerek.”

“Neden ki?” dedi Emily endişelenmiş gibi bana bakarken.

“O olanları hatırlıyor.” dedi Uwe, ikisinin de gözleri şimdi üzerimdeydi.

“Allah aşkına, bana şöyle bakmaktan vazgeçin!” dedim sinirle, kaşlarım çatılmıştı, gözlerim ikisinin arasında mekik dokuyordu.

“Tamam, şimdi kontrollerini yapalım. Sedyeye geç bakalım, küçük hanım.” Öylece dikiliyordum ama Uwe kolumdan tutup beni sedyeye götürdü. “Biraz kibar ol, kibar.” dedim.

Emily'e baktığımda gülerek bizi izliyordu. Ona baktığımı görünce, “Şimdiden kavga etmeye başlamışsınız, sanki biraz erken oldu.” dedi, ama sesi biraz daha düşünür gibiydi.

“Yok, hayır. Tam vaktinde.”

“Ne?” dedim. “Neler oluyor?”

“Anlatacağız canım. Şimdi, muayene edelim seni.” Uwe’ye dönüp, “Seni dışarı alalım.” dedi. “Neden?” dedi, kaşlarını çatarak.

“Sence neden?” Uwe bir şey demeden kapının ardına geçti, yürürken söylenmeyi de ihmal etmemişti.

Bütün kontrollerim bittikten sonra Emily, “Garip bir şey görülmüyor ama hâlâ bunları hatırlaman garip.” dedi, gözlüğünü gözlerinden çıkarıp masasına bıraktı.

“Nesi garip, anlamıyorum.” diye mırıldandım. “Anlatmayacak mısınız?”

“Ben onu çağırayım.” diyerek kapıya gitti.

“Her şeyi anlatabilirsin ama kademe kademe.” diye uyardı onu. Bir süre sonra Uwe beni alıp başka bir odaya götürmüş, karşısına oturtmuştu.

“Anlat hadi.” dedim sabırsızlanarak.

“Şimdi... Eh... Uzun zaman oldu öğrenci almayalı, tamam mı?!”

“Tamam.” dedim, dikkatle onu dinlemeye başlayarak. Gergin görünüyordu. Masanın üzerine koymuş olduğu kahveden büyük bir yudum aldım.

“Direkt konuya dalıyorum. Şu an 2288 yılındasın.”

Ağzımdaki kahveyi neredeyse çıkarıyordum. Öksürerek ona döndüm. Ayağa kalkıp yanıma geldi. “İyi misin, Mavi Göz?”

“Allah aşkına, dalga geçtiğini söyle.” dedim mırıldanarak. Kafasını salladı hayır anlamında, gidip yerine oturdu. “Yalan söylemem doğru olmaz.”

“Sen benimle dalga mı geçiyorsun be adam!” diye bağırdım. “2288 yılı ne demek? Oldu olacak başka evrene ışınlandık falan deseydin, ben yemedim çünkü bunu!”

“Yok o kadar gelişemedi insanlar.” dedi, o da kahvesinden bir yudum alırken. “Ne?!”

“Şöyle ki, biz gerçekten zaman yolcuğu yapıyoruz. Seni de Zeit sayesinde getirebildim zaten. Her şeyi zaman içerisinde öğreneceksin. Ama önce burasını öğrenmen gerekiyor.” dedi sonunda kafasını gösterirken. “Beynini... Onu öğrendiğin zaman her şeyi öğrenirsin.”

"Anlamıyorum, şimdi ne olacak?”

“Öncelikle; anladığımız kadarıyla seni Zeit ile getirdiğinde beyninde hiçbir problem oluşmamış, bunlara artı olarak konuşmaların içeriğine kadar hatırlıyorsun. Bu da demek oluyor ki, yolculuklardan etkilenmiyorsun.”

“Yani?” dedim. Çarpık bir şekilde gülümsedi.

“Bu beni öne geçirir, tabii seni de diğer grup arkadaşların arasında önce lider yapar. Ayrıca eğitimlerine hemen başlayabileceğimiz anlamına geliyor bu.”

“Benim gibi birkaç kişi daha da mı olacak yani? Ayrıca ne eğitimi? Ben eğitim falan almıyorum, tamam mı?”

“Hayır, o eğitimi alacaksın. Her seferinde aynı konuşmayı yapmaktan sıkıldım.”

“Her seferinde derken?”

Sinirle soluyup arkasına yaslandıktan sonra konuştu. “Bana bak Mavi Göz, bir daha sözümü kesme ve beni dinle. Kısa süreli de olsa hafıza kaybı yaşanabiliyor bu yolculuklardan sonra. Eğer bu durum geçmeden eğitimine başlanırsa, aynı bir bilgisayara fazla güç yüklemişsin gibi mavi ekran verirsin. Yani biraz işime geldi bu durum.”

Bir bacağını kaldırarak bileğini dizine yasladı. “Ee,” dedim. “Nasıl bir şey bu eğitim dediğin şey?”

“Güzel bir şey,” dedi ve gülümsedi. “Böyle bir soru sorman gayet güzel, öğrencim Mavi Göz.”

“Bunu sevmedim.” dedim yüzümü buruşturarak.

“Sevip sevmemen umurumda değil öğrenci.” dedi sırıtarak.

“Seni lanet adam!” diye söylendim sessizce.

“Ağzında geveleme lafları.”

“Dedim ki, seni lanet adam!”

Tek kaşını kaldırarak baktı. “Burada seninle çocuk gibi kavga edemem, tamam mı?”

“Evet vaktiniz yok. Kalkın, geliyorlar.” Emily hızla gelmiş beraberine bizi de kaldırmıştı. “Gitmeniz lazım. Konuşmanıza da sonra devam edersiniz.”

“Kim geldi?” diye sordum merakla.

“O da getirdi mi?”

Benim yüzüme bakmadan onun sorusunu cevapladı Emily. “Jack de gelmiş. Ayrıca yanında çocuğu da getirmiş.” Sonra durdu. “Bak, çocukların yanında da kavga etmeyin.”

“Tamam, Emily. Biliyorum. Her seferinde aynı şeyi söylüyorsun ve biz yine kavga ediyoruz.” dedi Uwe bıkkınlıkla.

“İyi, yiyin birbirinizi. Ama şimdi birbirlerini görmemeleri gerekiyor. Özellikle de o ikisi.” dedi. “O yüzden kalk ve kızı götür.”

“Ben onunla konuşacağım, Em.” dedi Uwe. “Kazananı görsün.”

Ardından ayağa kalkarak koca cüssesiyle kapıdan çıkıp gitti. Emily şaşkınlıkla arkasından bakakalırken, “Kafayı mı yedi bu adam!” diye söylendi, adeta koşarak peşinden ilerledi.

Arkalarından ilerlerken bağırış sesleri duymaya başladık. Bu Uwe’nin hoşuna gitmiş gibi gülümsedi. “Şimdiden anlaşamıyorlar.” dedi.

Hay Allah’ım, sanki biz çok anlaşıyoruz.

Emily, ona ters ters baktı. “Yürü de ne konuşacaksan konuş.”

Hemen arkalarındaydım. Uwe'nin arkasından ilerledim. Kapıdan çıkıp arkasından kapatan esmer tenli, uzun boylu bir adamın karşısına geçti. Birbirlerine büyük dikkatle baktılar ama bunun anlaşılabilir bir özlem değil, nefret olduğunu anlamam uzun sürmedi.

“Ne o? Bulamadın mı yoksa öğrencini?” dedi alayla esmer adam, bu Jack olmalıydı -ki biraz sonra bu düşüncem doğrulandı.

“Hayır Jack. Üzgünüm ama seni sevindiremeyeceğim. Onu Andreas’e çoktan götürdüm.” Gülümsediğini sesinden anlamıştım.

“Öyle mi?” dedi Jack alayla ama sinirden yumruklarını sıktığını görmüştüm. “Ben ortada bir öğrenci göremiyorum.”

“Emin ol, ben de seninkini göremiyorum, dostum.”

Affedersiniz ama bunlar nasıl dost...

“O bayıldı, durumu biliyorsun. Oluyor bu. Güçlü biri, bana bayağı karşı koydu. Ama Shonasy sağ olsun. İşi hallettik.” “Öğrencinden iş diye bahsetmen hiç hoş bir şey değil, Jack.” Emily'e doğru eğilip sordum:

“Bunlar hep böyle mi?” Kafasını sallamakla yetindi. Buraya hangi ara geldiğimi bile sorgulamadı, konuşmalarına çok odaklanmıştı. Sanki aksi bir durum olduğunda müdahale edecek gibi hazır duruyordu.

“Allah sana sabır vermiş gerçekten.”

Yine kafasını salladı. “Harika muhabbetin var, sağ ol ya.”

Kısa süreliğine bana bakarak susmamı işaret etti. “Tamam.” diye fısıldadım. Bu sırada hâlâ atışıyorlardı.

“Benimle bu tondan konuşma, Weinstein!” diye sesini yükseltti Jack.

“Bana bak Jack...” Uwe tam üzerine yürüyeceği sırada bir bağırış sesi duyuldu.

“Neredeyim lan ben!”

Jack de Uwe de şaşkınca birbirlerine bakarlarken hemen arkalarındaki kapı hızla açıldı ve genç bir adam hışımla dışarı fırladı. Çok sinirli görünüyordu. Ellerini yumruk yapmış, parmak boğumları beyazlayana kadar sıkmış, etrafta tehdit arıyordu.

Jack ve Uwe aynı anda üzerine ilerlerken artık her şey için çok geçti.

O gözleri görmüştüm.

O gözler beni görmüştü.

Durdu ve bir süre yüzümü izledi. Parmakları gevşedi.

O gözleri tanımıştım.

O gözler beni tanımıştı.

“Sen...” diye bir fısıltı döküldü dudaklarımdan.

“Melda...” dedi şaşkınlıkla. Hemen sonra hiddetle bağırdı. “Neler oluyor lan burada!?”

Bir an dengemi kaybeder gibi oldum. Uwe bana endişeli gözlerle bakarken Emily koluma girdi.

“Onu neden buraya getirdin!” diye bağırdı Uwe Emily’e. “Ya şimdi bir şey olursa? Görmemeliydi.”

“Dikkatsiz davrandım, özür dilerim.” dedi sesini yükselterek Emily. Bu sırada Jack kara gözlü çocuğu sakinleştirmeye çalışıyordu, transa girmiş gibi birbirimize bakıyorduk. Jack elini onun bileğine götürdü. “Nabzı hızlanıyor!”

Nefesim hızlanıyordu.

“Melda...” diye tekrar fısıldadı, sesi çıkmamıştı, dudaklarını kıpırdatmıştı ama ben onun sesini zihnimde hissetmiştim.

Sesler hissedilir miydi?

Ben az önce bir sesin ruhumu okşadığını hissettim.

Az sonra gözleri kapandı ve yere yığıldı. Jack onu son dakikada tutmuştu, kafası yere vurmaktan kurtulmuştu. Derin bir nefes aldım. Nefesim ciğerlerime sığmıyordu, aldığım her bir nefes ise ciğerimi yakıyordu. Nefes alırken acı çekiyordum. Neden böyle olmuştu?

“Nefes...” diye fısıldadım, sesim çıkmıyordu. “Alamıyorum...” Emily yüzümü tuttu.

“Sakin ol, Melda.” dedi gözlerime güven vermek ister gibi bakarak.

“O iyi mi?” diye sordum, arkasına dönüp bakmasını izledim.

“Evet,” diye fısıldadı güven dolu bir sesle. “Sadece kaldıramadı ve bayıldı. O iyi.”

Ve ben de ona inanmak istedim.

Neden inanma ihtiyacı duyduğumu bilmiyorum.

Canım acıyor.

“İyi misin, Mavi Göz?”

Kara gözlü çocuğa tekrar baktım.

“Yapma! Oraya yaklaşma! Yalvarırım yapma!” diye bağırdım bütün gücümle sesim ona ulaşsın diye. Gökyüzü değişik tonlara bürünmüştü.

“Böylesi en güvenlisi, sevgilim.” diyerek yanıma geldi. Ellerini yüzüme koyarak bana yaklaştı ve dudaklarıma ufak ama derin bir öpücük kondurdu, aynı sevdiğim gibi kokumu içine çekerek geri çekildi.

Ellerimi yüzüne koydum. “Veda eder gibi öpme beni!” dedim, yanağını okşadım. “Gideceksek beraber, öleceksek beraber. Hep beraber.”

“Senin ölmene izin vermem.” diye fısıldadı sessizce, ortam gürültülüydü ama yine de duymuştum. Tam bu sırada sırtımda sert, derin bir acı hissettim.

İnleyerek dizlerimin üzerine çöktüğümde, Emily de benimle beraber çöktü.

Kalp atışlarım çok hızlanmıştı. Emily'nin cümlesi bunu doğruladı. “Kriz geçirmek üzere, kalp atışları çok hızlı!”

“Melda, aç gözlerini sevgilim!”

Sesler birbirine karışırken gözlerimi açtım. Uwe eliyle yüzümü sarmalamış, endişeli gözlerle bana bakıyordu. “Beni duyuyor musun?” diye sordu nabzımı bileğimden ölçerken. “Hâlâ hızlı! Ne verdiysen biraz daha ver!”

Kolumda hissettiğim ufak sızı, duymama engel olamadı.

“Melda, aç gözlerini yalvarırım! Alanzo! Yardım et!”

Alnıma alnını dayadığını hissettim. “Yalvarırım bırakma beni!”

Koşan ayak sesleri duydum. Gözlerim açıktı ama ben burada değildim sanki. Neler oluyordu böyle? Bunlar neydi?

“Seni seviyorum! Gitme! Yalvarırım gitme. Melda! Beni bırakma!”

“Ağabey!”

“Alanzo bırak! O... Gidiyor. Beni bırakıyor.”

“Gitmiyor, ağabey. Gitmeyecek.”

“Gitmiyor,” diye teyit etti, elleri yüzümü avuç içlerine almıştı.

Gitmiyor, o benimle.” derin bir nefes hissettim yüzümde. “Gitmiyor...”

“Beni duyuyor musun Melda?” dedi tekrardan endişeyle Uwe. Gözlerim etrafı taradı. Kara gözlü çocuk hâlâ oradaydı ve baygındı. Lâkin Jack onu bırakıp yanıma gelmişti.

“Hiç böyle olmazdı. Neler oluyor?” diye sordu Uwe’ye endişeyle.

Derin bir nefes aldım. Nefesim hâlâ ciğerlerimi yakıyordu.

Ellerimin kavrandığını hissettim ama ellerime baktığımda öylece duruyorlardı, hareketsiz biçimde salınıyorlardı ikisi de bedenimin yanında.

Biraz sonra bir çığlık duyuldu. Bir baykuşun çığlığı...

“Hera...” diye bir fısıltı döküldü dudaklarımdan.

“Hera!” diye bağırdı.

“Hilf mir...” Uwe’nin gözleri anlam vermek ister gibiydi.

Bir çığlık daha...

Dudaklar hissettim yanağımda. Görünmez dudaklar okşadı tenimi.

“İyi ol, nefesim.” dedi ses. “Seni seviyorum, zamansızım.”

Saçlarımın arasına değen pençelerle görüntüm karardı.

“Onu götür hemen buradan.” dedi Jack.

Sırtımda ve bacaklarımda hissettiğim baskıyla havalandım. “Sen de bizimle gel Emily...”

Bilincim kapanırken son duyduklarım onun bağırışlarıydı. “Nereye götürüyorsunuz onu? Melda!”

“Bunun böyle olmaması gerekiyordu.” dedi yanı başımdaki ses. Emily de ona destek çıktı. “Olmaması gerekiyordu.”

Evet, olmaması gerekiyordu. Ama neyin olması gerekiyordu peki? Olaysız mı dağılacaktık gerçekten?

Ayak sesleriyle bilincim sonsuz karanlığa teslim oldu.

 

~

İlk bölümün sonuna geldik. Umarım beğenmişsinizdir. Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın canlarım...

Sevgilerle...

~geceninicindenbiri

Bölüm : 25.12.2024 22:11 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Kayra Yılmaz / ZAMANIN KIYISINDA / BÖLÜM 1
Kayra Yılmaz
ZAMANIN KIYISINDA

9 Okunma

2 Oy

0 Takip
4
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...