3. Bölüm
Kayra Yılmaz / ZAMANIN KIYISINDA / BÖLÜM 2

BÖLÜM 2

Kayra Yılmaz
geceninicindenbiri

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın canlar.

Keyifli okumalar...

~

 

Çalışmak hayat, düşünmek ışıktır.

-Victor H

 

...1034, Kasım

Beynimizle neler yapabiliriz?

İnsanoğlu bilmediği şeylerden korkar. Öyle derler. Ama biliyor musun? İnsan bazen bildiklerinden de korkar, kendinden uzak tutmak ister, yüzünü görmek istemez.

Bir hız trenine binmişsin gibi bir korku ve heyecan yaratır üstünde... Bilinmezlik... Adı üstünde, bilmiyoruz. Ama ya bilebileceğimiz bir yolu olsaydı; o zaman da bilmek için hâlâ çabalar olur muyduk? Hiç sanmam. Bunu açıklamam gerekirse şöyle diyebilirim; insanoğlu imkansızı ister ama imkanının varlığına inandıkları zaman bu onlar için sıkıcı hâle geliverir. Demem o ki; imkânsızlık ve bilinmezlik bize çekici gelirken, başarabileceğimizi bildiğimiz şeylerin peşinden neden daha fazla koşmuyoruz?

İnsan beyni sınırsızdır. Bir duyduğunu asla unutmayan muazzam bir mekanizma... Nasıl oluştuğunu hâlâ anlayamadığımız bir bileşen... Belki de evrenin o çok aranan sırrı içimizdedir, beynimizde. Ve şu âna kadar hep bizimle ilerlemiştir... Elimizde olsa sonsuzluğa ulaşabilirdik, değil mi? Ama kimsenin anlamadığı, daha doğrusu anlamamak için çaba sarf ettiği zamanı yönetebilecek olmamız. Evet, doğru. Zamanı istediğimiz gibi bükebiliriz. ‘Biz bükebiliyoruz. Gidiyor ve paradoksların içinde kayboluyoruz.’ diyor düşüncelerimdeki yabancı ama bir o kadar da tanıdık gelen ses. Bu tehlikeli, biliyoruz, öğreniyoruz ama biz buna mecburuz. Bir makine veya bir ilaç sayesinde değil. Hepsi burada, kafamızın içinde. Aynen onu da dediği gibi. Düşüncelerimizin derinliklerinde saklı. Sadece beynimiz bize yardımcı oluyor. Düşüncelerimizi berraklaştırmak... Anlatımı kolay, değil mi? Gözünüzü kapatın, düşüncelerinizi berraklaştırın. Ve dostlarınız... İşte, bizim oyunumuza hoş geldiniz!

Yanı başımdaki ses kulağıma fısıldamaya devam ediyordu ama anlamıyordum.

‘Zamanla anlayacaksın...’

Bu kadar basit değildi. Bu kadar basit olmayacak. Hiçbiri hem de. Düşüncelerim susmayacakmış ilk zamanlarda. Zorlu eğitimlerden geçecekmişim. Yalnızlığı tadacakmışım, gerçek yalnızlığı, kimsesiz kalmayı... gerçekten. Kendimi korumayı öğrenecekmişim. Güçsüzlüğü yenecekmişim zihnimde. Korkularımı... ‘Yüksekten korkardın mesela.’ diyor ses. ‘Gördüklerinin yanında hiçbir şey kalacak.’

Dediğim gibi, onun kulağıma fısıldadığı gibi, beynimiz muazzam bir sistem. Kulaklarımız işitiyor, beynimize iletiyor, beynimiz bilgileri işliyor, kelimeleri analiz edip ağzımıza yönlendiriyor. Konuşmak bile bu kadar zahmetli bir işken sadece birkaç salise zamanını alıyor. Bu gerçekten doğa üstü. Size tekrardan soruyorum, beynimizle neler yapabiliriz? Bu düşünce beraberinde sınırsız veriyi de peşinde getirir. Konuşmak, işitmek gibi temel duyulardan ya da vücutsal hareketlerden bahsetmiyorum. Benim anlatmak istediğim; düşüncelerin ve yapılabileceklerin sınırsızlığı...

Bir fısıltı daha duydum. “Gözlerini açma vakti geldi, anführerin...”

“O... hep onun yanında mıydı?”

Sesler giderek yükseldi.

“Evet, yanından bir an bile olsun ayrılmadı.”

Bilincim açılıyordu.

“Beni de yaklaştırmıyor ki yanına.” dedi birisi, bu Uwe’nin sesine benziyordu. Yanağıma değen tüylerle kıpırdandım. Gözlerimi açmakta fazlasıyla zorlanıyordum.

“Dur uyanıyor.”

Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm, ışıl ışıl parlayan bal rengi gözlerdi. Başımın tepesinde dikiliyor, direkt gözlerimin içine bakıyordu. Nefesimi kesti, gözlerimi ondan çekemiyordum. Sanki beni bir girdabın ortasına çekiyor, içinde kaybediyordu. Bir belirsizliğe gömülüp yok oluyordum, kanım damarlarımdan çekiliyordu.

“Melda?” diyen sesle irkilerek bakışlarımı ona çevirdim. “İyi misin?” Emily’e kafamı salladım usulca, aslında hiç iyi hissetmiyordum.

“İyiyim,” dedim kekeleyerek. Garip hissediyordum, fazlasıyla. Kuş, başımın yanından çekilerek duvarında yanına uçmuştu, oraya sinmiş bizi izlemeye başlamıştı.

Yerimden kalmaya çalıştığımda Emily kolumdan tutarak yardımcı oldu.

“Tamam, canım. Gel böyle.”

Sırtımı duvara vermemi sağladı, bana baktı halimden emin olmak istiyormuş gibi, ardından yanıma çömeldi. Uwe de dikkatle yüzüme bakıyordu.

“Bana şöyle bakmayı kes.” diye mırıldandım.

“Nasıl?”

“Öcü görmüş küçük bir çocuk gibi...” dedim. Anında kaşları çatılmıştı, ruh hali çok hızlı değişebiliyordu.

“Bak bana...”

Emily elini kaldırarak onun susmasını sağladı. “Kız daha yeni uyandı. Kavga sırası değil.”

“Uyandığı gibi benimle kavga etmeyi biliyor ama.” diye söylendi, aynı bir çocuk gibiydi. Emily ise ciddiyetle bakıyordu ona.

“Bence şu an takılman gereken daha önemli detaylarımız var, değil mi Uwe?”

“Neler oldu öyle?” diye mırıldanarak sorduğumda dikkatlerini üstüme vermişlerdi. “Kafam gerçekten allak bullak.” Ellerimi başımın iki yanına, şakaklarıma yerleştirip ovuşturdum. Hissettiğim derin ağrıyla yüzümü buruşturdum. Bu da neydi böyle?

“Belki de biraz uyusa ona iyi gelecektir, Em.” diye mırıldandı. Emily kafasını sallayarak ayaklandı, yanında duran siyah çantayı yerde sürüyerek önüne çekti. Çıkan sinir bozucu ses tüylerimi ürpertirken o, çantayı açtı, içinde şeffaf bir sıvı bulunan şırıngayı üzerimdeki elbisenin uzun kolunu sıyırarak açtı ve çıplak tenime değdirdi. “Bu da ne?” dedim. Kehribar rengi gözlerini gözlerime sabitledi. “Ufak bir sakinleştirici. Merak etme zararsızdır.” Derimin içine giren iğneyi hissettim. Ardından iğnenin ucundan çıkan sıvının her bir damlasının kanıma karışmasını...

“Cidden uyumam mı gerekiyordu?” diye sordum yorgun bir sesle.

“Sen sesini duyuyor musun?” dedi gülerek. “Aynı gece yatmak istemeyen, sabah da uyanmak bilmeyen bir çocuğu uyandırmış gibiyiz.”

Gülümsedim, bu eğlenen bir gülümseme hiç değildi. Gözlerim ağırlaşmaya şimdiden başlamıştı. “Emily?” diye mırıldandım.

“Efendim, canım?” dedi, yanıma yaklaşıp tekrar oturdu ve beni dinlemeye başladı.

“Ben neden buradayım?”

Sorum için gülümsedi. Kötü halde olan saçlarımı okşadı yavaşça, çok yağlanmış ve karışmışlardı. “Olması gerekiyordu bunun böyle çünkü, sen aitsin buraya.”

Gülümsedim. “Bu kafayla devrik cümlelerinin bir kısmını dahi anlamadım ve bir tek kelimeye bile kafa yoramayacağım. Bu yüzden uyandığımda yine soracağım sana.” dedim. Güldü.

“Öyle olsun bakalım. Şimdi uyu, küçük hanım.”

Kafamı sallayıp onu onaylamama izin vermeden gözlerim kapandı.

Ω

Kulağımda tatlı bir melodi çalıyordu. Siyahlar içerisinde gördüm bedenimi. Uzun bir elbise, kat kat tüller sarmıştı etrafımı. Etraf zifiri karanlıktı. Karanlık beni tamamen sarmalamıştı.

Bu melodi, piyanonun tuşlarına sertçe basılmasında oluşuyordu sanki...

Bir tuşa daha basıldı. Sertçe... Tiz bir ton kulaklarıma çarptı, sanki beynimin içinde yankılandı.

Çıplak ayaklarımla yürüyordum sert zeminde; sert ve soğuktu. Tenimde bir yanma hissettim, sanki birinin gözleri üzerimdeydi. Elbisemin etekleri hafifçe savruldu esen soğuk meltemle. Kumaşın hızla bacaklarımı sarmalamasıyla kafamı kaldırarak havaya baktım. Ufak kar taneleri yağmaya başlamıştı. Aşağıya inerken adeta birbirlerine sarılıyorlar, büyüyerek yeryüzüne iniyorlardı.

Melodi giderek kulaklarıma yaklaştı. Ağır ağır yürümeye devam ettim. Sanki bitmeyen bir yolda yürüyordum, uçsuz bucaksız.

Melodi hızlandı. Daha sert basıldı bir sonraki tuşa. Bir sonrakine daha da hızlı geçildi. Şiddetli bir haz duyuluyordu notalar arasında.

Gözlerimle etrafı yokladım. Her yer karanlık... Karanlık beni içine çekmiş. Bu beni rahatsız etmedi. Belki de ilk defa korkmadım karanlıkta kalmaktan.

Sonra birden bembeyaz bir piyano görüyorum karanlığın ortasında. Kırılan karanlığa ilerlemeye başladı ayaklarım benden habersiz.

Her bir tuşa daha hızlı basıldıkça kalp ritimlerim de hızlanıyordu.

Sertçe bir tuşa daha basıldı. Pes ses vurdu yüzüme.

Piyanonun arka tarafını görecek kadar yakınlaştığımda benim aksime beyaz bir takıma bürünmüş genç bir adam gördüm. Bu içinde olduğumuz karanlığa karşın bembeyaz görüntüsü ilgi çekiciydi.

Telli çalgı sesi duymaya başladım bir anda...

Tam 6 tane...

Anlıyordum sanki ama nasıl bilebiliyordum?

Ardından genç adamın kemikli elinin bir tuşa sertçe basmasıyla hepsi sustu.

Parmakları tuşların üzerindeki dansına durmadan devam ediyordu. Sanki onların içinde bir anlam saklıydı.

Bir baykuşun tiz sesi kulaklarımızda yankılandı...

Etraftaki ufak aydınlık da gitti. Karanlığın içindeki genç adam kafasını kaldırdı ve gözlerini gözlerimle buluşturdu. Beyaz irisinin içindeki siyah haresi göz alıcı şekilde parlıyordu. Bu değişikti...

Bir şeyin beni sarmaladığını hissettim.

Kafasını çevirdiğini gördüm belli belirsiz. Piyanonun bir tuşuna bastı sadece. En tiz tuşa... Kulaklarımda yankılandı ses, her bir beyin lobuma çarptığını sandım.

Tekrar baykuşun tiz çığlığını duydum.

Derin bir nefes çektim içime...

Ω

"Melda?"

Derin bir nefesle gözlerimi aralamaya çalıştım. Gözümü yakan güneş ışığıyla yüzümü buruşturdum.

“Hadi canım, yarım gün oldu neredeyse...”

Gözlerimi yavaşça araladım. Tahtaların arasından sızan ışık yüzüme vuruyordu, yavaşça doğruldum. Elim direkt olarak başıma gitmişti, derin bir ağrı tüm vücudumu sarmalamıştı.

“Günaydın.” diye cıvıldadı neşeli sesiyle. Kaşlarımı çatarak ona baktım. “Neler oluyor?” diye sordum.

“Yarım gündür uyuyorsun, hayatım. Uyandırmam gerektiğini düşündüm. Çünkü eğer uyanmasaydın Uwe üzerine bir kova su dökerek seni uyandıracaktı, bunu istemezdin.”

Kafamı salladım. “Doğru.” diye mırıldandım. Yerimde rahatsızca kıpırdandım. “O nerede?” diye sordum.

“Avlanmaya gitti, desem şoka girer misin?” dedi soru sorar bir edayla. Gülümsedim. “Büyük ihtimalle hayır. Onda o ışığı gördüm.” diye mırıldandım. Güldü, ona baktığımı görünce konuştu.

“Merak etme, aramızda kalacak.”

Kafamı salladım. Kapı yavaşça açıldı ve siyah, sert deriden yapılmış olduğu belli olan botlar göründü.

“Uyanmışsın.” diye mırıldandı nefes nefese. Elindeki tahtadan yapılmış büyük kovayı gösterdi. “Uyanmamış olsaydın, eğlenirdik biraz.” dedi, kaşlarım çatılmıştı. Uyku mahmurluğunu hâlâ üzerimde taşıyor olmalıydım ki ilk başta hiçbir şey anlamamıştım.

Emily güldü. “Sana demiştim.”

“Sen şaka mı yapıyorsun?” dedim Uwe’ye bakarak. “Cidden yapacak mıydın bunu?”

Kafasını salladı usulca. “Eğlenirdik işte ne güzel.” Kaşlarımı çattım.

“Harika.” dedim somurtarak. “Bir de eğleneceğiz diyor ya! Koskoca adam, dediklerine bak.”

"Ne var canım? Ne zamandır uyanmadın, biz de kendimize eğlence çıkarmanın derdindeyiz.”

“Fark ettim onu.” diye homurdandım. “Hem sanki bana ilaç yapmanızı isteyen de bendim.”

Elini havada salladı. “Çok konuşuyorsun, öğrencim Mavi Göz. Ben çok konuşanları sevmem.”

“Ben de sana çok meraklıydım sanki.” diye mırıldandım kendi kendime.

Emily ayağa kalkarak Uwe’nin yanına gitti. “E, ne getirdin bize?”

“Birkaç parça et getirdim. Onları pişireceğim şimdi. Sonra da birkaç şey yaparız, baksana bu sefer hiçbir şeyimiz yok.”

Kaşlarım çatık ikisini izliyordum. Uwe’nin Emily’nin üzerinde olan gözleri bana çevrildi. Elindeki tahta kovayı gösterip, “Bir daha ki sefere artık.” diye alay etti.

Koskoca adam olmuş hâlâ dalga peşinde... Şu işe bak!

Sabır dilercesine havaya baktım. “Allah’ım...” diye mırıldadım.

“Hadi, hadi. Kalkın,” dedi bana ithafen. “Daha çok işimiz var.”

“Benim de soracak sorularım var.” dedim bana hiçbir şey anlatmadıklarını ima ederken.

“Sonra Mavi Göz.”

Kafamı salladım. Yavaşça ayağa kalktım. Beraber dışarıya çıktığımızda yoğun bir sıcak hava dalgası etrafımı kuşatırken nefes almakta zorluk çektim.

“Bu ne sıcaktır, Ya Rabbim!”

Uwe, hayıflanmalarıma aldanmadan işine baktı. Biz kenarda dikilirken o, nereden bulduğunu bilmediğim odun parçalarını üst üste yığıyor ateş yakmak için hazırlanıyordu. Bir süre sonra meraklanıp yanına gittiğimde bana ters bir bakış atıp işine devam etti. Eline aldığı iki taşa baktım. “Bana sakın bunlarla ateş yakmaya çalışacağını söyleme.”

Kafasını salladı. “Zaten ben değil,” dedi gözlerime bakarken. “Sen yapacaksın.”

Gözlerimi kocaman açarak ona baktığımda güldü ve belini doğrultu, elindeki taşları iki elime de tutuşturduğunda elinin tersiyle alnındaki biriken teri sildi. Kaşlarım şaşkınlıkla havaya kalktı.

“Ben?” dedim inanamayarak.

“Evet,” dedi, sanki en umursamaz tavrını takınmıştı. “Eğitimlere başladığımızı varsay.”

Bana hedefine ulaşmış bir çocuk gibi sırıtıp arkasını döndüğünde, arkasından homurdandım. “Eğitimmiş! Ne eğitimi be?”

“Kendi kendine konuşma!” diye seslendi arkasını dönmeden. Sesi keyifli geliyor, güldüğü sesinin tınısından anlaşılıyordu. Arkasından bakarken gidip Emily’nin yanına kendini yere bıraktı.

Emily ile konuşmaya başladıklarında arada bana bakıyorlar, Uwe kaşlarını çatıp tekrardan Emily’e dönüyor, ardından tekrar beni kontrol ediyordu.

Onları izlemekten fayda gelmeyeceğini anlayınca kuru odunların başına çöktüm. Taşları birbirine vururken kendi kendime de söylenmeyi ihmal etmiyordum. “Selin bana zorla o hayatta kalmalı belgeselleri izletmeye çalıştığında karşı çıkıp dizi izlemeyi teklif etmemeliydim. Bak, şimdi işe yarayacaktı.” Birkaç kez daha vurdum sertçe, sonra durdum. “Ne yapıyorlar acaba şimdi?” dedim kendi kendime. “O adam kesin gelmedim diye anneme sarmıştır. Belki de umursamamıştır bile. Ama annem? Deli olmuştur kesin.”

Taşları sertçe tokuşturdum. “Neden geldiysem buraya? Yani sen hangi akla hizmet bir kelebeği takip edersin ki?”

Ama dikkat çekiciydi...

Düşüncelerime kafamı salladım. “Öyleydi.” diye mırıldandım. Birer kez daha vurdum. Bunlar ne zaman kıvılcım çıkaracaklardı?

“Bence bunu da denemelisin.”

Emily'nin sesini duyar duymaz irkildim. “Korkuttum mu?” diye sordu tatlılıkla.

Kafamı usulca salladım. Elindeki baktığımda gözlerimi kocaman açmıştım. “Çakmak var mıydı?” Emily kafasını salladı. “Vardı ve bana vermedi mi o?” dedim gözlerimi kısıp ona bakarken. Bir yığın tahtanın arasına bir şeylerle uğraşıyordu. Eline nereden bulduğunu bilmediğim bir çekiç vardı, birkaç tahtayı birleştirmiş, bir şeylerle uğraşıyordu.

“Gıcık ya!” diye söylendim.

Bu tavrıma güldü. “Birbirinizle çok güzel uğraşıyorsunuz.”

“O bundan haz duyuyor.”

“Neyden?”

“Beni uğraştırmaktan.”

Tekrardan güldü, eğilip birkaç çırayı aldı ve uçlarından yakmaya başladı. “Çakmağı o verdi ama.” diye açıkladı.

“Madem verecek neden uğraştırıyor? Psikopatlığın hangi boyutu bu?” İşine devam ederken konuştu: “Ne kadar süre devam edebileceğini denedi.”

Açıklamasıyla yüzümü buruşturdum. “Büyük ihtimalle aç kalırdık.” diye mırıldandım. Keyifle şen bir kahkaha attığında ben de dayanamayıp güldüm.

“Hadi şu etleri halledelim. Hava kararacak birazdan.”

 

Yeni harlanan ateşte pişmelerini beklediğimiz etler önümüze gelmişti. Kokusu burnuma dolduğunda ne kadar acıktığımı anlamıştım.

Bir ısırık alacaktım ki aklıma gelen soruyla durdum. “Neyin eti bu?”

“Merak etme yeniliyor.” deyince ona inanmıştım açıkçası -ki bu da işime gelmişti. Aldığım bir yudumla söylediklerinden sonra boğuluyordum, ki buraya kadar etin tadını çıkaracaktım.

“At eti.”

Girdiğim öksürük krizinden Emily sayesinde kurtulmuştum. Kadın, bir eliyle sırtıma vururken bir eliyle de bana su içirmeye çalışıyordu. Ağzımdakini çıkardığımda yüzüne baktım. “Bu şimdi söylenecek şey mi?” diye çıkıştım. Aniden gülmeye başlamasıyla bendeki tüm ipler kopmuştu sanki. “Bir de gülüyor musun ya?” diye resmen cırladığımda üzerine atlayacakken Emily belimden tutmuştu.

Emily de ona kötü bir bakış attı.

“Şakaydı, şaka.” dedi kahkahalarının arasından Uwe.

“E, yok artık!” dedim hayretle. “Tamam uğraş da ne bileyim, bu kadarı da yapılmaz yani.”

“Tepkini merak ettim.”

Şaşkınca ona bakarken o, etinden büyük bir ısırık aldı, keyifle onu midesine gönderdi. “Şuna bak.” diye söylendim kendi kendime.

“Konuşma da ye. Enerji toplaman lazım.” Tekrardan eti ısırdım ve yavaşça çiğnemeye başladım. Kimsenin sesi soluğu çıkmıyordu; sadece birkaç çekirgenin sesi ve rüzgârın hafif uğultusuydu duyulan.

Gözlerimi Uwe’ye çevirdim. “Neredeyiz?” diye sordum. Gözlerim sürekli etrafı tarıyor, nerede olabileceğimizi anlamak için bir ipucu arıyordu.

“Sonra.” dedi, gözlerini gözlerime dikmiş iken. Kaşlarımı çattım.

“Şimdi.” dedim. “Sonra deyip beni başından savıyorsun. Hadi ama! Çocuk mu kandırıyorsun sen?”

Derin bir nefes alıp ayağa kalktı, ilerledi ve yaptığı küçük sehpanın üzerindeki beze ellerini sildi. “1034, Afrika.”

“Ne?” Yüzüne baktım. “Ne!” Hızlıca ayağa kalktım.

“Sonra demiştim, değil mi?” Derin bir nefes aldı. “1034 yılının Afrika’sındayız. Mısır tarafları, Mavi Göz.”

Gözlerimi kocaman açmış ona bakıyordum. “Biz... Nasıl?”

"Dedim ya, biz zaman yolcusuyuz...”

“Benimle gizemli gizemli konuşma.” diye sitem ettim.

Okay,” diye mırıldandı. “Bizim bulunduğumuz topluluk geleceğin en büyük projelerinden biriydi.” Derin bir nefes aldı. “Her şey harika gidiyordu. Projenin ekip başı olan adam, her yerde duyurdu sonra projeyi: ‘ZAMANDAKİ PİŞMANLIKLARINIZI YOK ETMEK İSTER MİSİNİZ? ÖYLEYSE BİZE GELİN!’ falan filan işte. Ama işler beklediği gibi gitmedi. Bir de fizik mezunuydu, biliyor musun? Diplomasını nereden aldıysa artık!”

Gözlerime bakıp devam etti. “İnsanlar ona geldi. Evet, güzel pazarlamıştı projesini ve açıkçası fikir iyiydi, yalan yok. Ama hesaba katmadığı bir şey de vardı: O da zamanın akışını değiştirecek olmasıydı.”

Eline aldığı bardaktan bir yudum su içti. “O zamanlar işe yeni başlamıştı o, yeniydi. Biz de öyle. Onu da beni de senin gibi aldılar, merak etme tek değilsin yani.” Bana kaçamak bir bakış attı. “Neyse... Kendini kanıtlama hırsı vardı. O ilk projesini gerçekleştirirken bir sürü insan da onu izlemeye gelmişti haliyle. Çok heyecanlanmıştı. Biz de oradaydık. O gün, yaptığı bir hatadan, belki de girdiği yanlış bir hesaptan, bir yanlış hesap yüzünden... İlk deneyen öldü. Düzeltmek istediği hatası dolaylı yoldan onu öldürdü. Zamanın akışı değiştirdi, düzensizlik yarattı.”

Bardağın hepsini kafasına dikince derin bir nefes aldı. “O insanın ardından yaptığı makine çöktü ve büyük bir patlama oldu. Bir sürü insan öldü. Sonrasında insanları sakinleştirmek zor oldu. Çoğunluğunda kaba kuvvet kullandılar, yayın kanallarına düşen haberleri kaldırttılar... Ama bir süre sonra hepsi unuttu. Bizim patron-”

“Andreas Petrović mi?” diye mırıldandığımda yavaşça kafasını salladı.

“Evet. Onun bir ekip kurmasını ve çıkan kargaşayı yok etmesini istediler. Sekiz kişiyi topladı ve karışıklıklar bitti, hepsini hallettik.”

“Ekipte sen de mi vardın?” diye sordum merakla. Dizlerimi kendime çekmiş, meraklı bir çocuk gibi anlatmasını bekliyordum.

“Evet. Hallettik halletmesine ama bu sefer de bir öneriyle gitti Ana Kurul’a. Projeyi devam ettirmek istedi. Başında onun olacağını, bütün sorumluluğu kendisinin üstleneceğini bildirdi. Bir hafta kadar tekrar tekrar düşünüldü Kurul’da. En sonunda cevap, evet idi. Bu sefer en iyi adamları aldı yanına. Önceki görevde güvenini kazanan bizi ve birkaç ayrı ekip daha ayarladı. Projeyi devam ettirmeye başladı ama değiştirerek. Bu sefer, bozulanın tekrar bozulmasını engelleyecektik. Yapmaya devam ediyoruz. Bazı detayları biz değiştirdiğimiz için şu an buradasın ve belki de o yüzden varsın.”

“Bunlar çok karışık.” diye fısıldadım.

“Biliyorum.” dedi, sesi anlayış barındırıyordu. “İlk başta ne kadar karmaşık geldiğini biliyorum. Zorlanmanı da anlıyorum.”

“Peki,” diye mırıldandım. Soru soracağımı anladığında kafasını salladı. “Zeit.” dedim. “O tam olarak ne? Çünkü en son şekil falan değiştirdi.”

Güldü, bu içten bir gülüştü. “Ondan korkma. O basit ama güzel bir canlı. DNA’sıyla oynanmış bir canlı. Laboratuvardan kurtardım diyebiliriz. Sonra onunla işe girince keşfedilmiş bir maddeyle...” duraksadığında gözleri beni buldu. “... o maddeyle şekil değiştirebiliyor işte. Değişik özellikleri var.”

“O kuş peki?”

“Nereden geldiğini ben de bilmiyorum. Onu sonra çözeceğim. Daha önemli işlerim var.”

Kafamı salladım. Umutsuzca, “Tamam,” diye mırıldandığında ayağa kalktı. “Artık yatsak iyi olacak. Yarın yorucu bir gün olacak. İyi geceler Mavi Göz. Ona göz kulak ol, Em.”

Yavaşça bizden uzaklaştığında Emily ayağa kalktı ve omzuma dokundu. “Hadi tatlım. Uyusak iyi olacak.”

Kafamı salladım. Beraber tahta, küçük kulübeye girdik. Birer döşek hazırladığımızda kendimizi yataklara bıraktık.

“Nasıl hissediyorsun?” diye mırıldadı Emily. “Duydukların zihnini yormuş olmalı. Uyuyamazsan ilaç yapabilirim.”

“Gerek yok, Emily. Teşekkür ederim.” “Tamam canım. Eğer uyuyamazsan uyandırmaktan çekinme. İyi geceler.”

“İyi geceler.”

Biraz durduktan sonra konuştum. “O nereye gitti?”

“Dışarıda uyuyacak canım. Ne olur ne olmaz, diye.”

Sesimi bir daha çıkartmadım. En azından bir şeyler öğrenebildiğim için rahatlayabilirdim. Gözlerimi kapattım ve kendimi uykunun kollarına bıraktım.

Ω

“Gözlerimi kapattığımda yine mi görmem gerekiyor yani?”

“Evet, sana imagine etmeyi öğretmeye çalışıyorum.” dedi bıkkınca nefesini vererek. “Her ne kadar imkânsız gibi bir şey olsa da...” diye mırıldandı ardından.

Ne mi yapıyorduk? Sabahın erken saatlerinde kalkmıştık -ki bunu güneşin daha yeni yeni doğmasından anlamıştım. Şimdi ise yaklaşık iki saattir, evet, iki saattir aynı şeyi söylemesine rağmen anlatamayan bu adamı anlamaya çalışarak büyük bir güç sarf ediyordum. Bu adam daha önce öğrenci aldığına emin miydi acaba? Eğer öyle ise bir önceki öğrencisine sabır yağmış demektir...

“Çalışıyor musun?” dedim alayla.

“Evet, çalışıyorum. Çünkü hiç yardımcı olmuyorsun.”

“Öyle mi dersin? Affedersin ama sabahtan beri hayal et diye diye beynimi yedin be adam!.. Bu mu senin öğretmek dediğin?” Sinirle gözlerimin içine baktı.

“Bana bak Mavi Göz, eğer lider olmak istiyorsan hepsini yapabilmen gerekiyor, anladın mı? Ne bir eksik ne de bir fazla.”

Tek kaşımı kaldırarak ona baktım. “Tamam, fazlasını bilebilirsin. Bu benim işime de yarar. Ama haddin kadarını.” diye uyardı beni.

“Tamam.” dedim tatlı bir çocuk edasıyla. “Hadi başlayalım. Göster bana!”

“Otur bakalım yere.” dedi o da bir çocukla konuşuyormuş gibi. Yere bağdaş kurarak oturdum. “Kapat gözlerini ve bana gördüklerini söyle.”

“Peki,” diye mırıldandım. O konuşmaya devam ederken, ben hiçbir şey görmüyordum ki. Sandığından zor olacaktı sanırım her şey. Dudaklarımı büzdüm. “Ben görmüyorum ki bir şey!”

“Tekrar dene!”

Gözlerimi tekrar kapattım, yine karanlıktı. Ne yapmam gerektiğini de anlamamıştım ki...

“Ama, bak...”

“Tekrar!”

Üfleyerek gözlerimi yumdum. “Hadi bakalım, Allah’ın hakkı üçtür.”

“Dikkat!”

“Tamam ya!” diye mırıldandım.

“Mırıldanma.”

Allah aşkına bu adamda nasıl bir kulak vardı!..

“Şimdi söyle bakalım Mavi göz, ne görüyorsun?”

“Dizlerini kırıp çömeldin, karşımda oturup bana bakıyorsun.” dedim, gözlerim hâlâ yumuluydu. “Ama bak, ban ben biraz atıyormuşum gibi geliyor sanki-”

“Gözlerini aç.”

Sözlerimi kesen talimatına uydum. Bahsettiğim şekilde karşımda duruyordu, lâkin kollarını bağlamıştı birbirine.

“Olacak Mavi Göz.”

“Buradaki amaç ne?”

“Göremediklerini hissetmen, öğrenci. Bütün bir gününü buna ayırmanı istiyorum senden.”

“Ne!” diye sesimi yükselttim, gözlerimi kocaman açmış on bakıyordum.

“Bana sesini yükseltme öğrenci!” diye kızdı bana. “Ayrıca etrafına bir baksana. Çölün ortasında bir barakanın içinde sana ders vermeye çalışıyorum. Havanın zaten bir 40-45 derecesi var, benimle uğraşma! Hem düşünsene, 1034 yılındasın, ne yapmayı planlıyorsun?”

“Sakin ol koca adam!” dedim ellerimi teslim olurcasına kaldırarak. “Sadece arkadaşlarımla buluşacaktım kafede, bir şey değildi. Gitmem olur biter.”

“Melda!”

“Sustum.” dedim. Sanırım biraz çenemi kapatmam gerekiyordu. Bu adam çabuk sinirleniyordu.

“Tekrar dene.” Talimatıyla gözlerimi kapattım. Gözümün önünde sinirle nefes alan vücudu canlandığında konuştum.

“Ne zaman bitecek? Ben... anneme göz kulak olmalıydım. Şimdi burada olmamalıydım.”

“Hayır...” diye mırıldandı. Sesindeki sinir azalmıştı, sakince mırıldandı o da. “...şu an burada olman gerekiyordu. Gerekmese olmazdın zaten.”

Gözlerimi açmadan devam ettim. Geçip karşımda durdu. “...Onu özledim sanırım...”

Sadece dudaklarını oynatarak mırıldandı. Net anlayamadım, ardından bir ses kafamın içinde yankılandı. ‘Ich auch...’ Ben de...

Gözlerimi hızla açtım. Gördüğüm yerdeydi, aynı şekilde duruyordu. “Ne dedin az önce sen?” diye sordum.

“Ne?” diye şaşkınlıkla konuştu. “Sen...”

“Duydum ben seni!” diye sesimi yükselttim, hızla ayağa kalktım. “Neler oluyor yine?”

“Sakin ol ve yerine otur, Melda!”

Nefes nefese kalmış bir şekilde yere çöktüm. “Beni duydun öyle mi?” diye sordu tereddütle.

Kafamı salladım. “‘Ben de.’ dedin.” dedim kaşlarımı çatarak. Barakanın diğer bir ucunda yere konmuş bana bakan kuşa baktım. Gözleri beni yaktı sanki.

“Tamam.” dedi ne diyeceğini bilemiyormuş gibi. Gözlerim saniyesinde ona döndü. “Bugünlük bu kadar yeter demek ki.” Eli ensesine gitti ve orayı ovuşturdu. “Ben hemen geleceğim.” Hızlı adımlarla kapıyı açtı ve dışarı çıktı. Arkasından bakakaldım.

Gözlerim tekrardan yerdeki kuşa döndü. Başını yana eğip o da bana bakıyordu.

‘Korkma...’

Birden kapı açıldı. Onun gözlerine bakarken transa girdiğimi daha yeni fark ediyordum. Uwe’ye baktım. “Şimdi seninle işimiz var, gel bakalım.”

Fazlasıyla endişeli ve gergin görünüyordu, hareketleri telaşlıydı.

“Seninle gelmek istediğimi sanmıyorum.” dedim sessizce, üzerimde bir ölünün sakinliği vardı. “Ayağa kalk ve peşimden gel, öğrenci. Hemen.” İstemeyerek oturduğum yerden kalktım. Kapıdan çıkıp kendimizi Mısır’ın yoğun sıcağına bıraktığımızda yanımıza gelen Emily’e çevirdim gözlerimi. “İyi misin tatlım?” diye sordu endişeyle. Elini gözlerine siper ederken kollarıma koydu ve beni kontrol etti.

“Bir şeyim yok, Emily.” diye onu sakinleştirmek istedim.

“Emin misin? Uwe çağırınca sana bir şey olduğunu sandım.”

Kafamı salladım. “Eminim.”

Emily gözlerini Uwe’ye dikti. “Madem kızın bir şeyi yok, neden öyle çağırıyorsun? Ödüm koptu!”

Emily’nin kızmasına pek takılmayan Uwe, mırıldandı. “Hızlı öğreniyor.”

“Gerçekten mi?”

Kaşlarımı çatmış onların konuşmasını izliyordum. “Şimdi savunma öğrensin diyorum, ne dersin?”

Emily ben bilmem dercesine omuz silkti. “Patron sensin.” dedi ve ardından barakanın gölgesine koyduğu sandalyeye oturdu. Bize gülümsediğinde ben de ona gülümsedim. Enerjisi çok yüksekti.

Kısa süre sonra ne yapacağımızı açıklamıştı ama benim aklım hâlâ konuşmasını duymamda idi. Adımlarım hızlanırken sinirle soludum. Canımı tehlikeye atıyordum.

“Hızlan!”

Komutuyla daha hızlandırdım adımlarımı. Tempolu koşuya geçtiğimde arkamdan yükselen sesini işittim. “Aferin en azından nasıl koşulacağını biliyorsun!”

Ona doğru döndüm. “Bu kadar kötü olma!”

“Hadi durma!” İnsanlar ellerine geçen her fırsatı değerlendirirlerdi kendi çıkarları için. Dün akşam konuştuklarımız geldi aklıma. Her bir karesi sanki oradaki benmişim de ben yaşamışım gibi aklımda canlanmıştı. Bizden istenen karmaşık gelse de sabah kendi kendime yaptığım ufak bir münakaşadan sonra kafamda oturmuştu yerli yerine bazı şeyler. Merak ettiğim şeyler vardı. Mesela, nasıl yapmışlardı o makinayı? İnsanların unutmasını nasıl sağlamışlardı ve beni götürdükleri zamanın dünyası nasıl bir yerdi?

Hâlâ aynı kalan şeyler var mıydı? İnsanlar bilinçlenmiş miydi yoksa dünyayı yok etmeye devam mı ediyorlardı?

“İlerlemeyi kesme! Koş, koş, koş... Hadi! Bu kadar yavaş olma Mavi Göz! Hadi!”

Düşüncelerimle boğuşurken yavaşladığını fark etmediğim adımlarım yüzünden bağırmaya devam ediyordu arkamdan Bacaklarım artık uyuşmuş iken sinirle nefeslendim. Durup ellerimi dizlerime yasladım ve kafamı ona bakacak şekilde çevirdim. Aramızda epey mesafe vardı.

“Oradan konuşması kolay tabii!” diye seslendim. Ardından kendi kendime homurdandım. “Sanki o kadar koşsa kendi nefes alabilecekti.”

“Ne konuşuyorsun sen kendi kendine yine?”

“Sana ne arkadaşım!” diye yükseldim bir an. Bizi uzaktan izleyen Emily, kaşlarını çatmış bizi izliyordu. Ardından Uwe’ye döndü ve bir şeyler söyledi.

Uwe bana eliyle yanına gelmemi işaret ettiğinde ayaklarım beni oraya sürükledi. “Düş önüme bakalım. Emily hazretleri bizi karşısında istiyormuş.”

“Kadın da korkuyor senin beni öldürmenden.” diye mırıldandım, hiçbir şey olmamış gibi çevreme bakındığımda derin bir nefes alıp verdiğini işittim. Bu kızıl toprak hep böyle yumuşak mıydı? Ondan bata çıka koşuyordum ben demek ki...

“Seni öldürmeye falan çalışmıyorum.” diye mırıldandı. “Sadece...” diyeceklerini bir süre düşündü. “...sadece seni öldürmeye çalışanlara karşı tedbirli ol diye yapıyorum, yapıyorsun. Her anında yanında olamam.”

“Bunun farkındayım.” dedim, vücudumu ona dönmüştüm. “Ama ben bunu hiçbir zaman istemedim, hâlâ istemiyorum ve isteyeceğimi de sanmıyorum.”

‘Sadece farkında değilsin.’ diye fısıldadı bir ses.

“Benim mutlu bir hayatım vardı.” dedim. ‘Yalan!’ diye bağırdı içimdeki kız.

“Mutlu bir hayatın yoktu Melda.” dedi, sesindeki sakinlik insanı deli edecek türdendi. “Hayatın hep çok çalışmakla geçti. Sözüm söz, bizimle çalıştığın sürece gerekli paranı da alacaksın.”

Donuk bir yüz ifadesiyle ona baktım. “Ben ciddiyim, Uwe.” dedim.

“Ben de.” dedi. “Ben de en az senin kadar ciddiyim. Sözümün arkasında duran biriyimdir. Hatta sana kimseye vermediğim bir söz verebilirim.”

Tek kaşımı kaldırarak ona baktım. Meraklı yanım beni ele geçirirken konuştum. “Nasıl bir söz?”

“Eğitmen sözü verebilirim sana?” dedi soru sorarcasına. Buna karşılık yüzümü buruşturmadan edemedim.

“Bu söz pek tutulacağa benzemiyor.” diye mırıldadım.

“Ayıp ediyorsun.” dedi.

Bundan sonra ayrılmıştık. Biz Emily ile sohbet ederken kendi bir köşede oturmuş sessizce etrafı izlemiş, kara kara düşünmüş, arada bir Emily ona laf atarsa cevap vermişti.

Ω

Günlerim hep olağan geçmeye başlamıştı. Sabahın erken saatlerinde güneşi karşılıyor, Nil’e gidip su taşıyorduk. Burada geçirdiğimiz bir buçuk haftanın ardından Uwe ile tek yaptığımız koşu gibi ufak antrenmanlardı. Sadece Emily’e işleri hallederken yardım etmiş, söyledikleri bir iki şeyi halletmiştim.

Emily'nin yanına ilerledim elimdeki kovayla. “Bu kadar yeter mi bugün? Yoksa daha getireyim mi?” sorumla bana dönüp gülümsedi.

“Getirsen iyi olur. Şimdi içsek, akşama yine gitmek zorunda kalacaksın.”

Uwe sabahtan beri ortada yoktu ve haliyle su taşıma işi bana düşmüştü. Emily elindeki otları getirdiğim sudan biraz ayırarak yıkamaya başlarken onu izledim. Yıkadıktan sonra eline Uwe’nin tahtadan oyduğu bıçağı aldı ve onları kesmeye başladı.

“Hay ben senin...” diye söylenmeye başlarken bana baktı. “Affedersin. Aramızda kalsın ama Uwe’nin bıçağı pek işe yaramıyor.” Kestiklerini yaktığı ateşin üzerindeki eski kazana bıraktı. İçine biraz su ekleyip bana geri döndü. “Dur, sana bir kova daha vereyim.” diye mırıldandı, eğildiği yerden kalkıp kulübemize doğru koşturdu. Geri döndüğünde kovayı elime tutuşturup bir de bir sopa verdi.

“Bu ne için?” diye sordum.

“İki tane kova var ya, taşımana kolaylık sağlar.” dedi gülümseyerek. Dikkatli olmam konusunda da beni ikaz ettikten sonra kızıl toprağı aşarak suya doğru gittim.

Nil Nehrinin suları durgundu bugün. Eğilip kovayı suya daldırdım. Dolan sularla beraber ayağa kalktığımda sopayı ikisinin de sapından geçirip zor da olsa omzuma almayı başardım. İki kolum ile de üstten sopayı sarmaladığımda dökülüp dökülmediklerinden emin oldum, ardından adımlarımı hızlı tutmaya çalışarak ilerledim. Nil’in kenarları ne kadar ağaçlık bir bitki örtüsüne sahip ve daha serin olsa da nehrin serin suyundan uzaklaştıkça bunaltıcı hava vücudumu ele geçirmekte geç kalmıyordu hiçbir zaman.

Ağırlığa alışan vücudumla adımlarımı daha da hızlandırdım. Uzaktan gözüme ilişen kulübe ile tebessüm ettim. Sabahın ilk saatleri olmasına rağmen şimdiden sıcaklığını hissettiren hava, insanı boğuyordu. Emily kulübenin önünde gördüğümde onun yanına yaklaşan Uwe’yi de gördüm.

“Demek gelmiş.” diye fısıldadım kendi kendime. Neredeydi kim bilir şimdiye kadar, diye düşünmeden edemedim.

Yanlarına vardığımda bana şaşkınlıkla baktı. Kafamı salladım. “Ne oldu?” diye sordum.

“Hiç.” dedi omuz silkerek. “Ne yaptığını çözmeye çalışıyorum.”

“Sen sabah sabah bir yerlere gitmeseydin ve bana yardım etseydin ne yaptığımı çözemeye çalışmana gerek bile kalmayabilirdi.” diye söylendim hızlı hızlı. Yanından geçip kovaları Emily’nin yanına bıraktım dikkatlice.

“Fazla hızlı konuşuyorsun.”

“Yapacak bir şey yok.” dedikten sonra kendimi yere bıraktım.

Daha fazla konuşmayan Uwe, kahvaltı için bir şeyler hazırlayan Emily’nin yanına gidip ona bakmış, ardından kendimi bıraktığım yere gelip yanıma oturmuştu. Yeni kapattığım gözlerimi aralayıp ona baktım. “Ne oldu?” diye sordum.

Gözlerini gözlerime dikip konuşmaya başladı. “Şimdi sana anlatacaklarımı iyi dinle.” dedi.

Uzun bir süre daha da önce anlattıklarının üzerinden geçerek tekrar yapmamı sağladı, ardından yeni şeylere geçti. “Bu ‘zaman’ dediğimiz kavramın ne olduğunu tam olarak anlayabilmemiz mümkün değil. Sana şöyle örnek vereyim. Mesela, senin buraya gelebilmen bir seçenekti senin için ama gidip de Zeit’i takip etmeseydin, işte o zaman biz tanışmamış olacaktık ve belki de başına bir şeyler gelecekti.”

Kafamı karıştırmıştı ama devam etmesi için kafamı salladım.

‘Bir şeyleri bilmemiz olacakları değiştirir mi?’ diye sormuştu benim öğretmenlerim zamanında.” dedi. Gözlerimi bana çevirip devam etti. “Bunu çift yarık deneyi sayesinde örnekleyerek açıklayabilirdik:

Elektron atomlarını deneydeki gibi gri duvara bakıldığında, deney gözlemlenmeyerek -yani elektron atomlarının hareketlerine bakılmayarak- yapıldığında girişim deseni oluşuyor. Ama aynı gözlem yapılarak elektron atomlarının hareketleri incelenirken bilye deneyi gibi iki çizgi oluşuyor. Yani, elektronların hangi yarıktan geçtiğini bilmediğimiz zamanlarda bir dalga gibi davranırken, gözlemlemeye kalktığımızda elektronlar sanki bunu fark edermişçesine parçacık gibi davranmaya başlıyorlar. Ve bu insan gözüyle olsun veya bir kamerayla çekilince değişmiyor. Sorun, gözlem yapılması...”

Tam ağzımı açacaktım ve neden bunu bana anlattığını soracaktım ki hızla devam etti, lafı resmen ağzıma tıkarak beni susturdu.

“Bunu neden anlattığımı sorma, şimdi anlayacaksın.” dedi ve büyük bir coşkuyla anlatmaya devam etti. “İşte paralel evren -çoklu evren- dediğimiz şey burada devreye giriyor. Bunlar kozmolojik paralel evrenler -büyük patlama anında ya da öncesinde yaratılmış olabilecek, hatta şu anda bile var olmaya veya yaratılmaya devam eden diğer fiziksel evrenler- değil. Bu bahsettiğim kuantum ölçekli bir evren... burada ise her kuantum ölçüm yapıldığında -mesela, elektronların hangi yarıktan geçtiği ölçüldüğünde- var olabilecek her olasılık aynı anda gerçekleşir ve biz de bu olası evrenlerden sadece birindeyiz... Az önce senden örnek verdiğim gibi aynı.

“Bu sayede bilincimiz bu tekil olasılığı gerçeğe dönüşmüş gibi algılıyor. Yani –deneye de değinerek anlatacak olursak- gönderilen elektron ışınları dalga fonksiyonunun tanımladığı biçimde hem sağ yarıktan hem de sol yarıktan geçiyor; ama ne sağ yarıktan ne de sol yarıktan geçmiş oluyor. Yani aslında kendi kendisiyle bir etkileşim yaparak bütün olasılıkları gri duvar üzerine çıkarıyor. Ve biz gözlem yaptığımız sırada Schrödinger denkleminin tanımladığı olasılıklardan sadece birisi gerçeğe dönüşüyor, buna da Kopenhag yorumu diyoruz.” dedi. “Bunlar hakkında bir sürü yorum var...”

‘Ama zaten sizim de işiniz bu...’ dedi zihnimi dolduran ses.

“Paralel evren modelinde ise; ölçüm yapmanın dalga fonksiyonunun çökmesiyle hiçbir alakası bulunmadığı anlatılıyor. Evrendeki tek gerçek şeyin bu dalga fonksiyonu olması gibi zaten evrenin kendisi de bir dalga fonksiyonundan ibaret... Biraz da dallanmalardan söz edeyim sana. Yapılan her bir dallanma da kendimizin farklı varyasyonları. Yani, şöyle düşün, daha embriyomuz oluşmadan, milyonlarca sperm hücresinden sadece biriydik biz. Bizim bu yaşadığımız dünyada olabilmemiz için milyonlarca kardeşimiz yok oldu. Başka bir evrende veya zamanda bizim diğer varyasyonlarımız yaşam sürüyor, belki bizden çok farklılar, şu an konuştuğumuz dilden farklı bir dil konuşuyorlar, şimdiki yaşantımızın yanından dahi geçemeyecek yaşamlar sürüyorlar. Bunlar zihni fazlasıyla zorlayan şeyler... farkındayım.”

Dedikleriyle beynim yanmış gibi ona bakmış olabilirdim. Zaten tam bu sırada Emily’nin sesini duymuştuk. “Senin de beynini fazla şişirmeyeyim.” dedi ve elini kalkmam için uzattı.

“Beynim yandı, yemin ediyorum.” diye mırıldadım. Emily'nin yanına gidip oturduktan sonra yaptığını yemeye başladık.

“Emily, ona silah veya bıçak tutmayı öğretir misin? Ne kadar hızlı o kadar iyi.”

Emily yemeğini yerken kafasını sallamakla yetinmişti. Ortalığı toparlayınca ilk işleri önüme bir sürü bıçak ve silah getirmek olmasıydı. “Bunları nereden buldunuz? Daha sabah Uwe’nin oyduğunu kullanıyordun Emily?”

“Uwe gidip getirdi, tatlım. Önceden planlamış her şeyi belli ki.” dedi önümüzdeki bıçakları kontrol ederken. Silahları şimdilik kenara çekmişti.

“Nereden aldı bu kadar bıçağı?” diye sordum.

“2288’den getirdi tatlım.”

‘İlk işin silmek lügatinden zamanı...’

Soluğum içine kaçarken daha fazla sesimi çıkarmadım ve dediklerini yaptım.

“İçlerinden birini seç bakalım. İyi kullanacağını düşünüyorum.” dedi. Önümdeki bıçaklara bakarken gözlerimi ona çevirdim.

“Ben kendime bu kadar güvenmiyorum. Yerinde olsam bana güvenmezdim bu konuda. Milleti doğramayacağım ya.” Kinaye ile söylediklerim üzerine sessizlik olunca gözlerim büyüdü.

“Gerekirse evet, Melda.” dedi Emily.

“Neden gözlerini far görmüş tavşan gibi açtın Mavi Göz?” diye sordu Uwe.

“Ben bunları kullanabileceğimi sanmıyorum.” diye mırıldandım. “Bir de bir şey soracağım?.. Biz adam mı keseceğiz? Neden bunları öğreneceğim ben?”

“Kendini koru diye. Daha kaç kere söyleyeceğim?”

Sıkıntıyla nefes verdim. “Ne yapmam gerekiyor?”

Bana tatlı bir tebessüm gönderen Emily, ayağa kalkarak önümde dikildi. “Şimdi,” derken bir elini bıçakların üzerinde gezdirdi. İçlerinden en sivri ve ince olanını seçip bana uzattığında dikkatle aldım. “Bunu sen al.” dedi ve ardından bir tane daha seçmeye başladı.

Ben bu sırada elimdeki bıçağı devlet hazinesi tutarcasına tutarken incelemeye çalışıyordum. Ufak bir kılıca benzeyen bu bıçak, kabzasında döşenen ufak safir taşları ile dikkat çekiciydi.

“Şimdi kalk, karşıma geç.” diye komut verdi. Karşısına geçtiğimde Uwe kenara çekilmişti."

"Bıçağın kabzasını iyi tut.” dedi Emily ve hemen ardında bıçağını üzerime doğru savurdu. Bir adım geriye çekilmeseydim olacakları düşünmek istemeyeceğim bir pozisyondaydım bıçakla.

“Karşında sana tehdit oluşturacak herhangi bir şey varsa bütün dikkatin,” derken önce bıçağın ucunu ardında kendini gösterdi. “Burada ve karşındakinin bir sonraki hamlesini takip etmek için onun üzerinde olacak. Anladın mı?”

Kafamı aceleyle sallarken az önceki tatlılıkla gülümseyen kadının yerini hırçın ve istediğini alabilecek türden birinin gelmesine şaşırmadan edemiyordum. Sert bakışları eşliğinde tekrardan bıçağı bana doğru savurduğunda kendi bıçağımı öne doğru çıkararak onunkine vurduğunda kulaklarımızda çınlayan metalik ses onu gülümsetti.

‘Kabza ile...’

Bir sonraki hamlesini anlamaya çalışırken o bu sefer daha atik davranıp hızla üzerime geldiğinde geri çekildim. Kulağıma dolan sese uyarak elimdeki bıçağı ter çevirip kabzasıyla bıçağı tutan elinin bileğine vurduğumda bir anlığa boşluğa gelen elinden düşen bıçakla bana şaşkınca bakarken ben de kendime şaşıyordum.

Hemen ilerimizde bir şeylerle uğraşan Uwe de bize döndüğünde o da şaşındı. “Kimin bıçağı düştü?”

“Benim.” dedi Emily, ardından bana döndü. “Nasıl yaptın?”

 

Bize her zaman anlattıkları bir şey vardı: Bir varmış, bir yokmuş...

Gerçekten bir var olup bir yok olabilir miydik? İnsan olarak öyleydik aslında. Birileri için vardık, birileri için ise hiç var olmamıştık. Bazıları için de kısa süreliğine bir varlığımız söz konusuydu, bizi bir iki kere görmüş, ardından zihninin en derin köşelerine gömmüştü.

Zihnimizde o kadar çok bilgiyi saklıyorduk ki!..

Bir düşünün lütfen. Bu zamana kadar bir kere bile gördüğümüz bir insanın yüzünü her ince detayına kadar önümüze getirebilecek bir makine... Bu hayranlık uyandırıcı bileşenin sırrını daha gelecekte bile çözememişler, evet, sadece belli bir kısmı daha açığa kavuşturulurken bir kısmı hâlâ karanlıkta...

Bu anlaşılabilen kısmı da belli bir kesim tarafından biliniyor sadece, gerisi hâlâ uykuda. Uyanmayan daha çok insan var... Hiçbir şeyin farkında olmayanlar o kadar fazla ki...

Yeni şeyler öğreniyorum süreç boyunca. Hâlâ amatörüm bu konuda, anlama konusunda. İlk işim lügatimden çıkarmak oldu bu kelimeyi onun da dediği gibi. Zaman... İnsanoğlunun kendini sınırlandırmak içim koyduğu bir çeşit olgu. Kimse bu zamana kadar sorguladı mı? Bir, iki kişi... zaten onlar sayesinde şu an buradayız.

Gözlerimi kapatarak kendimi üzerlerine basılmaktan ya da benim sürekli üstlerine düşmemden birbirlerine tutunarak sertleşen kum zeminin üzerine bıraktım.

“Hadi, kalk.” dedi Uwe bıkkınlıkla.

Huysuzca mırıldandım. “Pestilimi çıkardın zaten be adam! Yorulmadın mı sen?!”

Sessizce güldü. “Yorulmadım, çünkü daha yeni başladık öğrenci. Kalk yoksa pes ettiğini düşünmeye başlayacağım.”

Gözlerimi yavaşça açtım, ama sanki bana inat olsun diye aşırı parlayan güneş yüzünden hızla kısmak durumunda kaldım. Dirseklerimden güç alarak kendimi, belimi dikleştirdim.

“Pes mi, dedin?” diye sordum, tek kaşım alaycı bir tavırla havaya kalkmıştı. “Ben pes ettiğimi söylemedim, Dev Adam.”

O da alayla kaşlarını kaldırdı. “Pes etmediğini kanıtla o zaman, Mavi Göz.”

“Hay ben senin Mavi Göz’üne!” diye kalktım söylenerek, önce üzerimdeki kumları silkeledim. “Baksana sen.” dedim Uwe’ye. “Sen daha bana bir şey göstermedin ki. İki saattir bir ileri bir geri koşturdun, mekik çektirdin, şimdi de şınav. Karnımın ağrısından başka bir işe yaradığı yok bunların. Emily ne güzel bıçak kullanmayı öğretti ama sen?”

Yaptığım hareketten sonra nasıl yaptığımı sormuşlardı. Benim de ne kadar şaşkın olduğumu gördüklerinde ise Uwe kaşları olabilirmişçesine daha da çatılmıştı. Nasıl olduğunu bilmediğimi, birdenbire kulaklarımı dolduran sese kulak verdiğimi söylediğimde birbirlerine kısa süreli bir bakış atmışlar ve sessiz kalmayı seçmişlerdi ama bilmedikleri bir şey vardı: O da içimdeki merak duygusunu arşa kaldırmış olduklarıydı. O ne idi ve bedenim ona nasıl kulak asmıştı? O hareketi yapabileceğime inancım neredeyse sıfırdı.

Tabii ki sessizliğimi korumuş gösterdikleri diğer şeyleri yapmaya başlamıştım. Silah tutmayı öğretmişler ve bir iki hedef vurdurtmaya çalışmışlardı. Her seferinde hızlı öğrendiğimi öne sürerek daha da üstüme gidiyorlardı.

Bu sırada, bizi gülerek izleyen Emily’e kaydı gözüm. “Sen de bir şey söyle!” diye seslendim ona. Ellerini iki yana açıp dudağını büzmekle yetinmişti. Gözlerimi sıkıntıyla devirip Uwe’ye geri dönüyordum ki yüzümün yanından esen rüzgârla eğilme ihtiyacı hissettim; gözlerim anında kapanmış, belim geriye doğru eğilmişti. Yumduğum gözlerimi ağır bir hareketle açtım. Gözlerim ilk başta yüzümün yakınında olan yumruğu idrak edememişti. Kaşlarımı çatarak kafamı çevirdim ve onun da benim gibi mavi olan gözlerine baktım.

“Bu da neydi şimdi?” diye sordum kendimi geri çekerek. “Neredeyse yüzümü parçalayacaktın.” dedim sinirle. O ise düz, duygusuz olan yüz ifadesiyle bana bakarken yavaş yavaş yumuşamaya başladı, ardından pişkin bir gülümseme oluştu dudaklarında. Yumruğunu indirdi. Kaşlarım sanki mümkünmüş gibi daha da çatıldı. “Ne gülüyorsun sen ya! Kafayı mı yedin?”

Gözlerim Emily’i aradı. Koltuğundan kalkmıştı, elinde tuttuğu ahşaptan oyma bardağını yaptığımız küçük masaya bırakmıştı ve müdahale için hazır bekliyordu sanki. Kaşları çatılmıştı onun da. Kendine geldiğinde hızlı adımlarıyla bize doğru geldi. “Bu da neydi şimdi Uwe?” dedi, sesi onunla önceki konuşmalarımızda olduğu gibi nahif ve ince değil, olabildiğince sert ve kızgın çıkıyordu. “Kıza neredeyse vuracaktın? Savunmasızdı, hazır değildi.”

“Ama vurmadım. Hem her zaman hazır mısın diye sormayacaklar ona, farkındasın, değil mi?”

Kaşlarım havalanırken ona alayla baktım. “Ciddi misin sen?” Dudaklarımdan dökülenlerle ikisinin de gözleri bana döndükten sonra birbirlerine geri çevirdiler, Emily hemen söze başladı.

“Açıklama istiyorum.” dedi sinirle. Uwe gözlerini bıkkınlıkla devirdi. “Refleksini kontrol ettim, Em. Korkulacak bir şey yok.”

“En azından haber verebilirdin. Ben de korkmazdım.” Sinirle soludu.

“Tamam, Em. Bir dahakine önceden haberin olur.” Gözlerim ikisi arasında mekik dokurken cümlesiyle kafamı ona çevirdim. “Bir daha ki, öyle mi?” Kafasını salladı. “Ya eğilmeseydim ne olacaktı? Yüzümü mü dağıtacaktın?”

“Eğileceğini biliyordum zaten, Melda. Seni tehlikeye atacak bir şey yapmam zaten, şüphen olmasın.”

“Nereden biliyorsun?” diye sordum. Benden bir şey saklıyordu.

Cevap vermesine izin vermeden Emily konuşmaya başladı. “Bir daha yapma Uwe.”

“Bu onun iyiliği içindi Emily. Farkına varması gerekiyordu.”

“En azından böyle değil, Uwe.”

“Gerçekten karı koca gibi kavga etmeye devam mı edeceksiniz?” diye sordum. İkisinin de gözleri tekrar bana döndü. “Madem iyiliğim için, neden Emily’e söylemedin?”

“Ani gelişti.” dedi büyük rahatlıkla.

“Çok rahatsın ya!”

Kızgınlıkla söylediklerimle kaşları çatıldı. “Bana sesini yükseltme, Melda.”

“Yükseltirim, Bay Weinstein.” Aynı onun gibi kaşlarımı çatarak gözlerine baktım. “Haklı olduğumu biliyorsun.”

“Ne yazık ki evet.” diye söylendi ağzının içinden. Onun için suçunu kabul etmek zordu.

“Tamam,” dedi Emily, ortamdaki bu gergin enerjiyi azaltmayı hedeflediği kesindi ama kendi de oldukça gergindi. “Hadi devam edelim. Ama,” diyerek Uwe’ye döndü. “Yüreğimi ağzıma getirtme Uwe, tamam mı?”

“Tamam Em, tamam.”

Emily yavaş adımlarla yanımızdan ayrılıp eski yerine geçince ona döndüm. Emily'nin endişeyle bizi izlediğini biliyordum.

Mavi gözlerimiz birbirinin yansımasıymış gibi karşılaştı. “Tamam,” diye mırıldandım yenilmişlikle. “Şimdi ne yapıyoruz?”

Bana zafer kazanmış bir edayla gülümsedi. “Şınav.”

“Ağlamak istiyorum,” diye mırıldandım. “Gerçekten.”

“Hadi, pozisyon al!”

Komutunu hiç istemesem ve iç sesime uyup kendimi yere atmak istesem de yerine getirdim. Pozisyon alıp saymasıyla hareketlendim.

“Bir, nefes... İki, nefes... Üç...”

Beni eğer yapmazsam ilk çağa götürüp orada bırakacağını söyleyerek tehdit ediyordu. Daha yaratıcı fikirler de bulabilirdi, canı sağ olsun...

Ω

Ne kadar süre geçmişti?

Suratımı tepemizdeki güneş yüzünden fazlasıyla sıcak olan toprağa resmen yapıştırdığımda nefes nefeseydim.

“Yemin ederim,” diye mırıldandım o da yanıma otururken. “Ben hayatımda bu kadar yorulmadım.”

Dönüp sırtımın üzerine yattım. Güneş ışınlarını acımadan gönderdiğinde yüzümü buruşturdum. “Başlayacağım böyle işe...”

“Fazla yoruldunuz sanırım.” Emily’nin sesini duymamla kafamı kaldırdım ve ona baktım.

“Açıkçası ben buna yorulmak demezdim.” Ardından kötü bakışlarımı Uwe’ye yönlendirdim. “Birisi pestilimi çıkartmakla kalmadı da.” Sonra gözlerimi Emily’e çevirdim. “Valla ben annemle temizlik yaparken bu kadar yorulduğumu hatırlamıyorum.” diye hayıflandım.

Emily yumuşakça gülümsedi. “Al bakalım.” Uzattığı bardağı elime aldım, içindeki suyu büyük bir aceleyle içtim. İçim yanmış... “Kıza fazla yüklenmiyor musun?” diye sordu Emily sakince.

Uwe tek kaşını kaldırıp ona baktı. “Potansiyelinin farkına varması gerekiyor, değil mi? Onun için yapıyorum. Hem vaktimiz az yakında çağıracaklar ve o zamana kadar benim öğrencimin tüm donanımlarının tam olması gerekiyor.”

Kafamı bu kez Emily’e doğru çevirdim. “Sürenin kısıtlı olduğunun farkındayım, Uwe. Ama fazla yüklenirsen o kötü etkilenecek.”

“Farkındaysan bu hafif hâli. Daha yakın dövüşü bile göstermedim.”

“Ne yapmayı planlıyorsun peki?” diye sordu Emily. Bu cümlesinden sonra Uwe’nin dediklerine uyacağını, bana fazla yüklenmemesinin söylemeyi keseceğini anlamıştım.

“Önce psikolojisini güçlendireceğim, sonra da yakın dövüş. Senden de bir şey öğretmeni isteyeceğim.”

Emily kafasını salladı. “Söylemen yeterli.”

“Bıçaklarla oynamayı da göstereceksin zaten ama bu sefer ilk yardım ile ilgili şeyleri de öğretmeni istiyorum, bu konuda iyisin.”

Emily alayla gülümsedi. “Belki mesleğim olduğu içindir, Weinstein. Ne dersin?”

Ardından gözler bana döndü. “Tüm donanımlar demiştim.” dedi bana Uwe, yandan gülümseyerek devam etti. “Ve şey... psikolojiye hemen başlayalım istiyorum.”

“Ne yapacağız?” dediğimde yüzü o alaylı ifadeden sıyrıldı.

“Üzgünüm, Mavi Göz ama söylesem karşı çıkacaksın o yüzden...”

Ensemde hissettiğim sızıyla kapanan gözlerimin ardından, zihnimin derinlerinden geliyormuş gibi gelen o sesi göz ardı edemedim.

‘Yeni başlıyor her şey, anführerin...’

Ω

Uyandığınızda farklı bir yerde olmayı nasıl karşılardınız?

Düşünsenize, sabah uyanıyorsunuz, gözlerinizi yavaş yavaş araladığınızda yatağınızda olmadığınızı fark ediyorsunuz.

Tabii benimki böyle de değildi.

Uyandığımda kendimi zifiri bir karanlıkta bulmam her şeyi daha da zorlaştırmıştı.

Gözlerimi araladığımda gözlerimin sabah güneşinin sıcaklığı yerine karanlığın soğuğunu tatmıştı. İlk önce idrak edemedim. Etrafıma baktım. Aklıma doluşan şeylerle belimi dikleştirdim. O ne yapmıştı?

“Üzgünüm, Mavi Göz ama söylesem karşı çıkacaksın o yüzden...”

Sesi zihnimde yankılanırken vurduğu yer sızladı. Kaşlarımı çatıp etrafıma bakarken odaya dolan sesi dinledim.

“Sana psikolojik eğitim vereceğimi söylemiştim, Mavi Göz. Hemen sinirlenme. Sana tüm donanımlar demiştim.” Cızırtılı ses derin bir soluk sesi duyulmasının ardından devam etti. “Şimdi psikolojini güçlendireceğiz. Yapabileceğine inancım tam.”

Cızırtılı ses son bulduğunda sinirle bağırdım. “Seni lanet adam!”

Yüzüme gelen saçımı sinirle üfledikten sonra etrafa, en azından karanlıktan görebildiğim kadarıyla baktım. ‘Görmüyorsan hisset,’ demişti ama burada onu yapabileceğimden emin değildim. O ses ne demişti?

Evet, her şey yeni başlıyor, anführerin...

 

~

Evet! Bir bölümün daha sonuna geldik. Arayı fazla açmışız.

Uwe hakkında ne düşünüyorsunuz?

Peki Melda? Tepkileri yeride mi? Siz olsanız neler hissederdiniz?

Yorumlarınızı bekliyorum canlarım. Sonraki bölümde görüşmek üzere.

 

Bölüm : 17.05.2025 06:23 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Kayra Yılmaz / ZAMANIN KIYISINDA / BÖLÜM 2
Kayra Yılmaz
ZAMANIN KIYISINDA

9 Okunma

2 Oy

0 Takip
4
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...