4. Bölüm
Kayra Yılmaz / ZAMANIN KIYISINDA / BÖLÜM 3

BÖLÜM 3

Kayra Yılmaz
geceninicindenbiri

Herkese merhaba zamansızlarım!..

Keyifli, gizem dolu bir bölümle daha karşınızdayım.

Oylarınızı vermeyi, yorumlarda fikirlerinizi belirtmeyi unutmayın lütfen.

Keyifli okumalar dilerim.

~

 

Her tanımlama bir sınırlamadır.

-Andre Suares

 

~

 

...Evia Ivanova

2026/ Moskova, Rusya

 

Hiçbir zaman hayatımı tek başıma yönetebileceğime inanmadılar.

Onlara göre ben, kendi hayatımı mahvederdim. Beni bir sürü eğitime yolladılar ama bana sormadılar. Onlardan sadece bir soru beklerdim: “Kızım bunu yapmak ister misin?”

Onlardan beklediğim bir sürü cümle, bir sürü sözcük hatta soru oldu ama en azından hayatıma kendim yön verebilseydim... işte kendimi gerçekten bir şey yapıyor gibi hissederdim.

Ailem beni değil ileride olacağım kişinin toplum içerisindeki mertebesini düşünüyordu. Onlar bulundukları camiadaki yerlerine düşkündü ve bunu bozacak bir şey yapmamı istemezlerdi.

Onlar hiçbir zaman beni düşünmedi.

Onlar toplumun saygısını isterdi.

Bu kötü bir şey değildi elbette lâkin bunun bir sınırı vardı. Herkes toplumda saygı görmek isterdi, bunun fazlası zarardı; kendilerine, çevrelerine, bana...

Küçüklüğümden beri bir prenses edasıyla büyütülmüştüm. İstediklerim alınmıştı ama benim asıl istediğim hürlüğümdü ve bu parayla satın alınmıyordu ne yazık ki.

Bir sürü özel ders, dışarıdaki hayatla eş değer miydi?

Ben bir kere bile lunaparka gitmemiş bir kızım. Yaşıtlarım eğlenirken ben zorla aldığım derslere çalışmakla meşguldüm.

Babamın istediği belliydi. Mükemmel olup ailemizin adını kirletmemem ve bir gün o şirketin başına geçip şirketi daha da iyi yerlere getirmem.

Annemin bambaşka planları vardı. Bulunduğu camia arasında çocuğu olmadı diye anılmak istemediği için doğurmuştu beni. Hiçbir zaman çocuğu olsun istemeyen o, beni de bir fazlalıkmışım gibi görüyordu.

İşte bana ağır gelen de buydu.

İkisinin ağzından da bir kere olsun ‘Seni seviyorum.’ gibi bir sevgi cümlesi duymamıştım, sevgi gösterme konusunda bana karşı fazla ketumdular.

Her çocuk gibi sadece sevgi beklemiştim ama hiçbir zaman görememiştim.

Rusya'nın Moskova eyaletinde, yine sıradan bir günümdü. Her zamanki gibi derslerim bitmiş, spor antrenörüm gelmişti. Her şeyimi düşünen ve hepsini tam yaptıklarını sanan ailem, en önemli malzemeyi unutuyorlardı her zaman; sevgiyi...

“Bayan Evia, biraz daha hızlı.”

Vücudumu fit tutmam için yaptığım bu egzersizler asla aşırıya kaçmaz, günlük kalori yakımımı sağlardı.

Eğitmenin sözleriyle elimde tuttuğum ipi daha hızlı çevirdim ve böylece bacaklarım da hızlanmak zorunda kaldı düşmemek için.

Bu sırada açılan kapımla yavaşladım ve kimin geldiğine baktım. Normalde antrenmanda asla gelmeyen annem, kapıda dikilmiş bana bakıyordu. Ardından eğitmenime dönüp gülümsedi. “Bugün bu kadar antrenman yeterli diye düşünüyorum, Bay Max?” diye soru sorar bir eda ile konuşunca karşımdaki adam gülümsedi ve kafasıyla onayladı.

“Tabii Bayan Ivanova. İzlinizle.” diyerek eşyalarını aldı ve kapıdan çıkıp gitti.

Şaşkınca anneme bakarken o da gözlerini bana çevirdi. Kapıyı arkasından kapatıp yanıma yaklaştı. “Bir soru mu var, anne?”

Kafasını salladı. “Hayır, bir sorun yok.” dediğinde üzerindeki elbiseye baktım. Mor rengi çok severdi ve üstünden nerdeyse hiç eksik etmezdi, her zaman şaşalı giyinir ve evdeyken bile insanların gözlerini kamaştırırdı. “Ama,” diyerek cümlesine devam etti. “Akşam büyük bir davet var. Benimle gelmeni isteyecektim.”

Dedikleriyle daha da çok şaşırmıştım. Beni davetlere götürmemek için kırk takla atan kadın şimdi neler söylüyordu böyle? Bu teklifine hayır deme gibi bir lüksüm yoktu, bunu isteyip istemediğimi zaten sormazdı. Cümlesi bir istekten çok emir içeriyordu. “Seni merak ediyor herkes.”

“Tabii anneciğim.” diye mırıldandım. Herkesin beni merak ettiğini düşünmüyordum çünkü çok fazla yanında gezdirmezdi beni ama eğer istiyorsa yanında olacak, en hanımefendi hâlimle insanlarla tanışacaktım.

“Ah, çok güzel!” diye şakıdığında ben de gülümsedim. “Hadi hemen hazırlanalım, Sebastian’a söylemiştim. Stilistin birazdan burada olur, hemen hazırlanır yanıma gelirsin.”

Neredeyse koşturarak odadan çıktığında kaşlarım hayretle havalanmıştı. İnce topuklularının aceleci tıkırtısı hâlâ kulaklarımı doldururken beyaz havluyu boynuma atıp odadan çıktım. Spor ayakkabılarım uzun koridorda tok sesler çıkarırken odama girmiştim. Kendimi hemen banyoya attım.

Yaptığım spordan sonra vücudumun dinç kalması için soğuk duş alırdım ilk önce. Suyu açtım ve başımdan aşağı akmasına izin verdim. Ardından sıcak suyu açıp kaslarımın gevşemesine izin verdikten sonra duşa kabinden çıkıp vücuduma bornozumu giydim. Aynanın karşısına geçtiğimde bir süre gözlerime baktım. Mavi gözlerim onları saran ıslak kirpiklerimle olduğundan daha açık görünüyordu; neredeyse buz mavisiydiler.

Kendi kendime, “Bugünü mahvetme.” diye fısıldadım. “Annem ilk kez seni bir yere götürmek isterken bunu mahvetme.”

Gözlerimi kendimden çekerken içeriden sesler yükseldi. “Bayan Evia, müsait misiniz?”

Banyonun kapısını açıp çıktım. “Gelin.”

Gelen stilistin yanında makyöz ve saç stilisti de gelmişti. Bazıları elbisemi ayarlarken beni makyaj masama oturtmuşlar, saçımı ve makyajımı annemin isteğine göre yapmaya başlamışlardı.

Kısa sarı saçlarımı güzelce şekillendirmişler, gözlerime yaşıma uygun hafif bir makyaj yaparlarken dudaklarıma hoş bir pembeyle renk vermişlerdi.

“Buyurun.” Yanıma gelen Sebastian’dan aldığım elbisemle odamdaki beyaz paravanın arkasına geçip onu üzerime geçirmiştim. İnce askılı, yere kadar uzanan elbise zümrüt yeşiliydi. Bedenimi saran kalıbı bana yakışmıştı.

Paravanın ardından çıkarken getirdikleri topuklu ayakkabıları ayağıma geçirdim. Uzattıkları incili küpeleri kulağıma geçirdikten sonra hazırdım.

Odamdan çıkıp merdivenlere yöneldiğimde Sebastian da arkamdan geliyordu. Ortak salonda beni bekleyen annemi gördüğümde merdivenlerden inerek yanına ulaştım.

“Anne?” dedim soru soran bir edayla. Annem arkasını dönüp beni baştan aşağı süzdü. Bir süre sonra yüzünde memnun bir gülümseme oluştuğunda ben de gülümsedim. Sonra kaşları çatıldı ve bana yaklaştı. Parmakları saçlarımı geriye ittiğinde küpelerime baktı.

“Bu küpeler olmamış.” dedi memnuniyetsiz bir şekilde, ardından Sebastian’a seslendi.

“Buyurun Bayan Ivanova.”

“Zümrüt takımı getir.”

Sebastian hızla gittiğinde şaşkınlıkla arkasından bakıyordum.

“Çıkar küpeleri.” Kulağımdan çıkardığım incili küpeleri ona uzattım.

Sebastian hızlı adımlarla gelip beyaz eldivenli elindeki kadife kaplı kutuyu anneme uzattı. “Buyurun hanımım.”

“Şimdi bunları tak.” Uzatılan küpeleri aldım ve kulaklarımdan geçirdim. Zümrüt taşlarıyla bezeli iri küpeler annemin en sevdikleriydi; değil dokundurmak gözümü değdirmeme izin vermezdi. Ama şimdi... onları kulağımda taşıyordum.

Ölecektim de benim mi haberim yoktu?..

“Şimdi daha iyi oldu.” diye mırıldandı. “Hadi gidelim. Sebastian, arabayı hazırla.”

Ω

Gittiğimiz otelin büyük balo salonu boynunda kulaklarında ya da bileklerinde değerli taşlar taşıyan insanlarla kaynıyordu; herkes milyonluk elbise ve takımlar giyiyordu. Etrafta koşturan garsonlar aceleciydi, herkesin isteğini kusursuz yerine getirmeye çalışıyorlardı.

Gecenin ilerleyen saatlerine doğru asıl toplanma amacının konuşması yapılmış, gelen davetlilere buraya teşrif ettikleri için teşekkürleri sunulmuştu; bu zamana kadar çoğu kişiyle tanışmış, samimiyetsiz konuşmalara ve gülümsemelere yeterince maruz kalmıştım.

Annem kulağıma eğilip fısıldadı. “Şuradaki kadını görüyor musun?” Gösterdiği yere bakıp kafamı salladım. Bunu tanışıp tanışmadığım herkes için tekrarlıyordu. Hepsinin kim olduğunu söylüyor, bilmemde fayda olacağını söylüyordu. “Eskiden büyük anlaşmalar yapardık onun şirketiyle ama sonradan yollarımız ayrıldı.”

Sonra dudaklarını tatlı bir gülüşün ele geçirmesine izin verdi. “Gidip insanlarla tanış ve sohbet et, hayatım. İyi vakit geçir.”

O, arkasını dönüp giderken etrafıma bakındım. Ne yapacaktım ki? ‘En azından evde yapacak bir şeylerin vardı...’ dedi içimden bir ses. Ona hak vermeliydim.

Biraz sonra yanıma genç bir adam yaklaştı. Adama baktığımda, buradaki bütün beyefendiler gibi takım elbiseye büründüğünü gördüm. Yepyeni görünen siyah takımını yine siyah bir kravat ile tamamlamıştı. “Merhaba.” diyerek gülümsedi.

Tek kaşımı kaldırarak, “Merhaba?” dedim soru sorarcasına. Kokteyl masasına bıraktığım içkimden bir yudum aldım.

“Ben Roshan Semyonov. Sizi daha önce böyle büyük bir davette görmemiştim.” dedi soru soran bir edayla.

“Doğrudur.” dedim. “Ben de daha önce sizi görmemiştim.”

Yüzüne çapkın bir gülümseme yerleştirdi. “O zaman, iyi ki tanışmışız, diyorum güzel hanımefendi.” dedi bana bakarak. Adımı söylememi beklediği açıktı.

“Ya, ne demezsin...” diye mırıldandım sessizce.

“Bir şey mi dedin?” diye sorduğunda tam ağzımı açıyordum ki yanımıza güzel bir kadın geldi.

Kadın, uzun siyah elbisesinin içerisinde çok hoş gözüküyordu. Elbisesi gibi siyah olan saçları uzundu, onları açık bırakmış, sırtında salınmalarına izin veriyordu. Boyu benden biraz daha uzundu.

Gülümseyerek, “Merhaba,” diye mırıldandı. “Arkadaşımı alabilirsem çok mutlu olacağım.” diyerek bana baktı. “İzninizle.”

Roshan'a hitaben konuştuğunda o, eliyle yön gösterircesine uzatırken, “Buyurun.” dedi.

Genç kadın koluma girerek beni ilerlettiğinde ona uydum. Başka bir masaya geçtiğimizde yeşil gözlerini gözlerime dikmişti. “Sizi rahatsız ediyor gibi geldi. Bu nedenle... Umarım kızmamışsınızdır.”

Gülümsedim. “Hayır, kızmadım. Doğru anlamışsınız. Teşekkür ederim.”

O da gülümsedi. Bana elini uzattı. “O zaman tanışalım. Ben Svetlena Sokolova.”

“Evia Ivanova. Memnun oldum.”

Böylece bir süre sohbet etmiş, birbirimize sorular sormuş, iyice kaynaşmıştık. Sonra sordu:

“Benimle açık havaya çıkmak ister misin? Burası fazla sıcak oldu. Terasa gideriz, manzarası güzeldir.”

Kafamı salladım. O bir içki daha aldığında beraber koridordan geçip asansöre bindik. En üst katı tuşladığımızda kapıları kapanan asansörle terasa varmıştık.

Svetlena, trabzanlara doğru yaklaşırken bileğindeki saatine baktı. Yanına doğru ilerlediğimde ellerimi trabzana koydum.

Svetlena, gözlerini kapatıp biraz durdu, ardından bana döndü. “Sana bir şeyle anlatsam beni bölmeden dinler misin?”

Kafamı salladım.

“Önce bir soru sormak istiyorum sana, Evia.” dedi gözlerimin içine bakarak. “Bana güveniyor musun?”

Güvenmek? Güven bu kadar kolay kazanılan bir şey değildi.

Kaşlarımı çattım. “Güven kolay kazanılan bir şey değil, Svetlena.” dedim fikirlerimi dışa yansıtarak.

“Biliyorum.” dedi. “Tabii ki kolay kazanılamaz ama senin bana inanmana ihtiyacım var. Bunu yapabilir misin?”

“Denerim.” diye mırıldandım.

“Tamam, bu da olur.” dedi, elindeki kadehi trabzana bıraktı ve ellerini bana doğru uzattı. Ellerimi trabzandan çekip ona verdiğimde derin bir nefes aldı.

“Sana bir şirketin muhasebe müdürlüğünü yapıyorum demiştim ama ben aslında kimyagerim.” deyiverdi bir anda. Hızlı konuşmasını en az üç saniye sonra idrak ettiğimde konuştum.

“Neden böyle bir şeye gerek duydun ki?” dedim. “Kimyagerlik güzel bir meslek.”

“Şey...” dedi, sonra ellerimi bırakıp kadehine uzandı ve bir dikişte bitirdi.

“Hey, yavaş ol.”

“Sandığımdan daha zor olacak.” diye mırıldandı. Kaşlarım çatılırken ellerimi tekrardan tuttu ve devam etti. “Şöyle ki, aynı zamanda öğretmenlik yapıyorum.” dedi. Kafamı salladım devam etmesi için. “Ama burada değil.”

Farklı bir ülkeyi söyleyeceğini zannederken o sözcükler döküldü kımızı dudaklarının arasından. “2288 yılında, Evia. Ben bir zaman yolcusuyum.”

“Ne?” diye bir nida dudaklarımdan firar ederken ellerimi ellerinden çektim. “Ne!” Sesim yükselince ellerini teslim oluyormuşçasına kaldırdı.

“Şaşırmakta haklısın.” dedi sakinlikle. Sonra durdu. “Kesinlikle bir tane daha şampanya almalıydım.” diye mırıldandı düşünceli bir tavırla.

“Ne saçmalıyorsun sen?” diye sordum.

“Olanlar bu. Seni seçtik. Apar topar olmasını istemezdim ama kusura bakma, Evia.”

“Bunlar saçmalık.” diyerek arkamı döndüğümde konuşmaya devam etti.

“Şimdi asansöre bineceksin, aşağıya ineceksin, kapılar açılacak ve ne göreceksin biliyor musun?” diye sordu. Cevap alamayınca devam etti. “Etrafta davet başladığından beri arı gibi çalışan garsonlar oldukları yerde, belki de birisine servis yaparken durmuş. Sohbet eden insanlar gülüşürken, konuşurken, bir şeyler yudumlarken donmuş.”

Yerimde kaskatı kesildiğimde devam etti. “Mutfakta ateşle oynayan çok ünlü aşçıların ateşleri bir portreye çizilmiş gibi duruyor ve dünya... dünyadaki herkes donmuş. Soğuktan değil zamanın akışından, Evia.”

Yavaşça arkamı döndüm. “Kafayı mı yedin sen? Neden bahsediyorsun böyle?”

“Üzgünüm, tatlım ama artık gitmemiz gerekiyor.”

“Ben bir yere gelmiyorum.” dediğimde kafasını salladı.

“Özgürlük istemiyor muydun, Evia? İşte bizimle çalışırsan hürlüğüne kavuşacaksın.” dedi.

“Ben...” diye kekeledim.

“Şu an korkuyorsun, biliyorum ama bana güvenebilirsin, Evia.” Gözlerinin içine baktığımda devam etti. “Senin eğitmenin ben olacağım, merak etme. İnan bana. Takımın seni bekliyor.”

“Takım mı?”

Kafasını salladı. “Evet, tatlım. Gel.” dedi. Elini bana doğru uzattı. “Eğitim aldıktan sonra ekip arkadaşlarınla tanışacaksın. Lideriniz sizi bekliyor olacak.”

“Ben...” diye fısıldadığımda kolunun üzerinden gelen ufak kertenkeleyle bana yaklaştı. Kertenkele, onun kolunda sürünmeye başladığında yavaşça uzadı, en sonunda bir yılana dönüştü. Nefesim içime kaçmışçasına nefessiz kaldığımda yılan yavaşça bana ulaştı ama ben yerimden kıpırdayamadım, sanki ayaklarımdan yere çivilenmiştim.

Svetlena'nın, “Korkma.” diye fısıldadığını duyduğumda nefesimi dışarı verebilmiştim zor da olsa. Beyaz yılan yüzüme yaklaşıp alnımın ortasına burnunu değdirdiğinde sesler kulaklarımda bir uğultu haline gelmeye başlamıştı.

“Şimdi gidiyoruz, merak etme.”

Bilincim kapanırken tek düşündüğüm, annemin onun küpeleriyle bir yere gittiğim için bana çok kızacak oluşuydu.

Bir de... sanırım başım beladaydı.

 

...Melda Karaaslan

...1035, Ocak

 

Günlerimiz sorunsuz geçmezdi tabii ki hiçbir zaman...

Kolumu kendimi korumak için kaldırdığımda Uwe’nin hamlesi yarıda kesilmişti. Bana yandan bir gülüş attığında ben de gülümsedim.

“Aferin öğrenci. Bayağı iyisin.”

“Teşekkürler.” diye mırıldanırken kolunu tutup geri çevirdim ve arkasına geçip kolunu sırtına dayadım. O âni acıyla inlerken söylendim. “Her zaman hazır mısın diye sormayacaklar sana, Dev Adam.” dedim alayla onun bana daha önce de dediği gibi.

“Ne kadar komiksin sen öyle!” dedi alayla. Tuttuğum kolunu bırakmamı sağladı çevik bir hareketle. Ardından benim kolumu tutarak ona yaptığımın aynısını bana da yaptığında sinirden gülmeye başladım. Her seferinde aynısını yapıyordu.

“Benimle kapışamazsın, Mavi Göz. Kiminle dans ettiğine bak önce.”

“Sen var ya-”

“Biliyorum mükemmelim.” dedi alayla. Sözümü kesmesine sinir olduğumu bile bile aynı şeyi yapıyordu.

“Kolumu bırakacak mısın?” diye sordum canım acırken.

“Olur da bir gün esir düşersen ne olacak öğrenci? Kolumu bırakacak mısın, mı diyeceksin?” dedi beni taklit ederken. “Tabii ki benim yetiştirdiğim öğrenci öyle esir falan düşemez de. Neyse... sen kurtulmaya çalış kolaysa, Mavi Göz.”

Bacağımı geriye dizine doğru savurduğumda sendeledi ve dengesi bozuldu. Bu sırada elinden kurtulmuştum. Toparlanınca aniden üzerime saldırdı. Attığı yumruklardan biri kaşıma isabet ederken canımın acısına güldüm.

Aldığım eğitimlerden birinde de düşmana karşı asla zayıflığını göstermemen gerektiği geçiyordu. Onu uyguladım. Canın mı acıyordu, belli etmeyecektin. Edersen onu sana karşı nasıl kullanmaları gerektiğini bilirlerdi.

Neredeyse üç aydır bana ders veriyordu. Hayatımın en yorucu birkaç haftasını geçirmiştim sanırım.

Bu da Uwe ile her gün yaptığımız yakın dövüş derslerinden bir tanesiydi. Bir şekilde bana sataşıyor, dersleri daha eğlenceli kılıyordu kendi açısından. Ben mi? Ben ona olan sinirimi çıkarmaya çalışıyordum; o da eğleniyordu bu halimle.

Şaka bir yana, kendimden hiç beklemeyeceğim hareketleri bile kolaylıkla yapmaya başlamış olmam garibime gidiyordu. Sanki bu ben değildim de yerime başkası geçmiş gibiydi.

Üzerime tekrardan gelirken bu sefer ben de onun üzerine gittim. Ona doğru savurduğum yumruğumdan kaçamazken çenesine isabet eden acıyla inledi ama geri çekilmedi. Bir tane daha yumruk attı bana doğru. Dudağıma gelen eliyle ağzıma kan dolması bir olmuştu.

Sağlam vurmuştu namussuz...

“Dudağım patladı, manyak!” diye cırladım. “Kaşıma da geçirdin zaten. Azıcık acı be adam!”

Dudağını kenarı kıvrılırken elmacık kemiğini gösterdi. Kızaran elmacık kemiğiyle gülümsedim. “A! Kim yaptı bunu böyle? Ne güzel yapmışım, ellerime sağlık.”

Alaylı konuşmama karşı sinirle güldü. “Benimle uğraşma öğrenci.” diye uyardı parmağını sallayarak.

Tek kaşımı kaldırdım. “Bak sen! Bunu her Allah’ın günü benimle uğraşan adam mı söylüyor?”

"Çocuklar?”

Bize seslenen Emily ile ona döndüğümüzde Uwe’ye bakarak konuştu.

“Gidiyormuşuz.” dedi. Uwe’den önce ben konuştum. “Nereye?”

“Toplantı yapacaklar. Zamanı gelmiş.”

Uwe düşünceli bir tavırla kafasını salladı. “Tamamdır.” diye mırıldandı. “Buraları toplamanıza gerek yok bir ekip gönderirim ben.” Ardından ayaklandı. Bana döndü. “Şimdi seni biz mi götürelim istersin, yoksa sana anlattığım gibi yapalım mı?”

Kararsız kalmıştım. Evet, daha önce detaylıca anlatmıştı ama sadece Zeit ile seyahat etmiştim. Açıkçası korkuyordum.

“Korkuyor musun sen?” diye sordu alayla. “Bizim işimizde korkuya yer yok öğrenci.”

“Biliyorum ama ne yapabilirim ki.”

“Ben sana yine anlatırım.” dedi. “Sen de ona göre hareket edersin.”

Kafamı salladım. “Tamam.” diye mırıldandığımda konuşmaya başladı.

“Kapat gözlerini.” Komutuna uyarak gözlerimi kapattım. Avuçlarım stresten terlemişti. “Şimdi odaklan.” Zihnimdeki düşünceleri kovmaya çalıştım. “Gideceğimiz zaman 1936 yılı, sonbaharı, Londra. Hayal et.”

Gözlerimin önünde canlanmaya başlayan manzarayla kalbim heyecanla atmaya başlamıştı. “Bir ışık düşün, bedenini sarmalıyor ve seni düşündüğün o resmin içine koyuyor.”

Hepsini düşündüm. Bembeyaz bir ışık kapalı gözlerimin arkasını aydınlattı, ışığın bedenimi sardığını hissettim. Ardından o resmin içine beni bırakmasına izin verdim.

Saniyeler içinde soğuyan bedenim elimin ayağımın kesilmesine neden olmuştu.

Sessizlik kulaklarımı doldururken gözlerimi yavaşça araladım.

Nefes alışverişim hızlanırken etrafıma bakındım. Çimenlik bir yerin ortasında duruyordum. Adımın seslenildiğini işittiğimde uzaktan gelen onları gördüm. Koşarak yanıma vardıklarında Uwe konuştu. “Aferin Mavi Göz. İlk sefer için gayet iyi.” dedi.

Başımın döndüğünü hissettiğimde midem bulanmaya başladı. Gözlerimin kararırken tekrardan sesini duydum.

“Sorun yok, öğrenci. Sorun yok.”

Ω

Herkes saatin kaç olduğunu bilir ve buna göre hareket ederdi değil mi?

Peki, hiç düşündük mü? Saatin bir ‘zamana’ göre hareket ettiğini var sayıyoruz. Bunların belirli bir hıza göre hareket eden sayılardan ya da duvarlarımızda bulundurduğumuz saatlerimizin içindeki belli bir tempoda hareket eden çubuklardan ibaretse?

Hep var olduğunu var saydığımız şey aslında yoksa ve biz insanoğlu kendimize bir kalıp daha var edip onun içinde kendimizi yaşamaya şart koştuysak?

Bütün fizik severlerin aklının bir köşesinde hep bulunan zaman konusu, ya bizi her zaman yanıltmayı başarıyorsa?

Bunlar akla fikre sığmayan düşüncelerdi, biliyorum.

Bütün hayatını bir plan, program olmadan geçirmeyen bana, bunu kabullenmek inanın ki çok geldi –ki belki de hâlâ kabullenemeyen bir tarafımın da var olmadığını kanıtsayamazdım.

Uyandığımda gözlerimi farklı bir yerde açmam artık garip gelmiyordu. Parlak ışığın gözlerime hücum ettiği tavandan gözlerimi çektim. Aynı bir hastane odasının beyazlığına sahip olan tavan dikkatimi geri çekerken, gözlerim çoktan benden bağımsız oraya bakmaya geri dönmüştü.

Neler yaşandığını hatırladığımda tüylerimin diken diken olmasını engelleyemedim. Çevrilen kitap sayfasının sesi kulaklarıma dolduğunda odadaki varlığını yeni hissetmiş gibi vücudum kasıldı. Kafamı yana doğru çevirerek gözlerimi aynı benimkilerine benzeyen gözlerine çevirdim.

Yavaşça kaldırdığım vücudumu olması gerektiğinden daha dinç hissediyordum.

“Uyandın mı?” dedi Uwe, elindeki kitabın diğer sayfasına geçti.

“Yok, ben hâlâ uyuyorum.” diye mırıldandım. Yatakta yan dönerek ayaklarımı aşağı sarkıttım. Ellerimi saçlarımdan geçirdim ve gözlerimi ona diktim.

Kitabı kapatıp kenara koyduğunda o da bana baktı. “Nasılsın?” diye sorduğunda kafamı salladım.

“Sanırım olması gerektiğinden daha fazla dinç hissediyorum kendimi.” dedim.

“Güzel.” diyerek ayaklandı ve tahta kapıyı açıp ban döndü. “Birazdan geliyorum.” dedi ve kapıyı arkasından kapatarak gitti.

Yavaşça ayağa kalkıp pencereye yaklaştım. Çıplak ayaklarım sesi kulaklarıma gelirken gözlerim sokağı incelemekle meşgul idi. Etrafta birkaç arabanın dolaşması dışında boş olan sokakta derin bir sessizlik hakimdi; sadece araç tekerlerinin taş zeminde çıkardığı sesler duyuluyordu. Bir kedi yolun ortasına uzanmış uyumaktaydı ama biraz sonra kalkmış, daha sakin bir yere geçmişti. Sonbaharın etkisi altına giren eski Londra sokakları, gökyüzünün verdiği haberle birazdan yağmura tutulacak gibiydi. Bunun Londra sakinleri için bir şey fark edeceğini sanmıyordum çünkü herkesin bildiği gibi yağmur âşığı bir toprağı vardı buranın.

Sokağa arabalı bir satıcının girdiğini gördüm. Sattıklarını teker teker sayıyor, günaydınlarını iletiyordu herkese.

Hızla sokağa giren bir iki arabaya daha bakarken kapım tıklandı, ardından açılmasıyla yavaşça arkamı döndüm. “Mavi Göz?”

Uwe’nin sorusuyla dikkatim elindeki poşetlere kaydı. “Bunlar ne?” diye sordum.

Elindekilerine baktı. “Sana birkaç kıyafet.” dedi umursamazca. “Emily seçti merak etme. Üzerindekiler ile bir yere çıkamazdın biraz daha... zamana uygun giyinmeliydin.”

Poşetleri bana uzattı. “Şuradaki banyo.” dedi tahta kapıyı göstererek. “Bir duş al, sonra aşağıya in.”

Kafamı salladığımda odadan çıkmıştı. Banyo olduğunu söylediği yere gidip kapısını açtım, kafamı içeriye doğru uzattığımda beklediğimden daha geniş olduğunu gördüm. Yeni görünen küvete ilerledim, sıcak suyu içine doldurmaya başladığımda üzerimdeki kirli eşyaları bir kenara bıraktım. Bu zamana kadar yıkanmak için her ne kadar Nil Nehrinin suyunu kullanmış olsam da temiz sıcak suyu şu an hiçbir şeye değişmezdim.

Yavaşça sıcak suya girdiğimde tenimdeki yanma hissi iyi gelmişti. Vücudumdaki kiri ve kokuyu attıktan sonra bir havluyu vücuduma sarınarak çıktım. Yatağın üzerindeki poşetlere baktım. Birisinin içinde güzel bir elbise vardı. Üst kısmı dar iken, etek kısmı gittikçe genişliyordu. Elbiseyi üzerime geçirdiğimde dizlerime geldiğini görmüştüm. Bordo olan elbiseyle aynı olan tonlarda olan kısa topuklu ayakkabıları da ayağıma geçirdim; ıslak saçlarımı havluyla kuruladım. Kurutma makinesi aradım, banyoya baktım. Sonradan aklıma dank edenlerle durdum ve kendime kızdım.

“Bu devirde nerede bulacaksın kızım kurutma makinesini? Her yerde vardı sanki.”

Kurumasını beklemekten başka çarem yok iken bir tarakla saçlarımı tarayıp onlara şekil verdim. Kara saçlarım ensemde bir topuz haline getirirken kısa pelerini de omuzlarıma attım, yakutlarla bezeli broşu iki ucunu birleştirmek için kullanmıştım.

Ufak çantayı da aldığımda odadan ayrıldım. İnce, uzun koridorda sessizce ilerlerken ufak topuklarımdan çıkan sesler tatlı bir melodi şeklinde dökülüyordu sessizliğin arasına.

Merdivenlerden inmeye başladığımda bir taraftan da bu zamanın Londra’sını görmek için bir şans daha edinemeyeceğimi düşünerek dikkatlice etrafı inceliyordum. Kadife bir halıyla kaplanmış merdivenlerde topuklularımın izi çıkıyordu. Duvardaki tablolar, ünlü insanlara aitti; birkaç ressam, birkaç müzisyenin portreleri haricinde önemli sanat eserlerinin replikaları da yer alıyordu.

Merdivenin sonu geniş bir girişe çıkıyordu. Kapının yanında Uwe’yi görmemle yanına ilerledim. Döneme uygun giyinmişti. Dışarıya bakan gözleri beni bulduğunda gülümsedi. “Bu ne güzellik, Mavi Göz.” dedi.

“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım.

“İyi hazırlanmışsın, dikkat çekmezsin.”

“Emily nerede?” diye sorduğumda kafasıyla arkamı işaret etti.

“İşte geliyor.” dediğinde arkamı döndüm. Merdivenlerden inen Emily, siyah bir elbise giymişti. Yanımıza geldiğinde bana baktı. “Çok güzel olmuşsun, tatlım.” dedi kırmızı boyalı dudaklarının arasından.

“Ona çok benziyor...”

Kime?

Kaşlarımı çatıp duyduğum sese anlam vermeye çalışırken Emily de kaşlarını çattı. “Neyin var, canım?”

Kafamı iki yana salladım. “Bir şeyim yok.” diye mırıldandım. Kararsız kalsa da sessizliğini korudu.

“Yeri biliyor musun?” diye sordu Uwe. Emily kafasını salladığında Uwe, önden yürümeye başladı.

Taşlarla dizilmiş yolda ilerlerken etrafa hâlâ inanamaz gözlerle bakıyordum.

“Biraz daha öyle etrafa bakmaya devam edersen deli sanacaklar seni.” dedi Uwe. “İlk defa görmüş gibi davranma.”

“İlk defa gördüm ama.” dedim.

O sinirle homurdanırken Emily konuştu. “Bu bina.” dedi.

Binaya baktığımda hoş bir mimarisinin olduğunu görmüştüm. Oymalı ahşap kapısından içeriye girdiğimizde derin bir nefes aldım. Emily kapıda bekleyen adama kafasıyla selam verirken kapı arkamızdan kapanmıştı. İkisi de kendinden emin adımlarla ilerlerken onları takip ediyordum.

Çift kanatlı kapıyı açtıklarında içeri girdik. Çok fazla eşya bulunmayan odada sadece upuzun bir masa vardı. “Anlaşılan ilk biz gelmişiz.” diye mırıldandı Uwe.

Ardından masanın yanına ilerleyip başa en yakın sandalyeye oturdu. Sırtımda hissettiğim el ile Emily’e baktım. “Sen de geç tatlım.”

Uwe'nin yanındaki sandalyeye oturduğumda beklemeye başlamıştık.

Bir süre sonra kapılar tekrar açıldığında içeriye birkaç kişi daha girmişti.

“Dostum!” diyerek Uwe’ye yaklaşan mavi gözlü adam bana oldukça tanıdık gelirken Uwe ayağa kalkıp adama sarıldı. Ayrılıp bana bakan adam, Uwe’ye sordu. “Nasıl?”

“Gayet iyi.”

Uwe onu cevapladıktan sonra bana elini uzatan adam, kendini tanıttı. “Ben Leo Goldbery, küçük hanım. Bu da öğrencim Scarlett Black, İngiltere’den.”

Leo elimi bıraktığında esmer tenli kız elini uzattı. “I’m Scarlett. Nice to meet you.” diye mırıldandığında ben de kafamı salladım. Koyu kahve saçlarını toplamıştı, kırmızı uzun elbisesi ona yakışmıştı.

Ardından Leo’ya hitaben konuştum. “Sizi daha önce görmüş gibiyim.” diye mırıldandım.

Leo içtenlikle güldüğünde, “Gibisi fazla. Daha önce gördün zaten. Restoranda.”

“Bakın arkadaşlar ya yemeğinizi sipariş verin-” sözümü kesen orta yaşlarda bir adamın masasından kalkıp yanımıza gelmesiydi. Gayet düzgün giyimli biriydi. Üzerindeki lacivert ceketi düzeltti.

“Bence küçük hanım mutfağa dönmeli. Siz de beyefendiler, olaysız bir şekilde ayrılmamızı istiyorsanız restoranı terk etmelisiniz. Küçük hanım da dediği gibi, burası nezih bir yer ve bu kadar lakayt ve terbiyesiz ithamı kabul edemeyiz, değil mi?”

Orta yaşlı adam, gözlerime bakıp hafif bir tebessümde bulundu. Sanki ufak bir aksanı vardı. Gözleri benim gözlerim gibi maviydi. Tam bu sırada patronum Orhan Bey’in sesini işittik.

“Bir sorun mu vardı efendim?”

Aklıma doluşanlarla ağzım açık kalmıştı. “Siz... Ben teşekkür etme fırsatı bile bulamadım.” dedim. “Gerçekten teşekkür ederim. O gün işimi kurtardınız.”

Elini umursamazca salladı. “Weinstein ile planlamıştık. Hatta yanımda Babette de vardı.” dedi yanındaki kadını gösterirken.

“Bonjour, ma vie. Je m’appelle Babette Allerd.”

Babette konuştuğunda tebessüm edip uzattığı elini sıktım. Leo, “Hayatım, Fransızca nereden bilecek. Türkçe...”

Babette kaşlarını çattı, anladığında aniden bana döndü. “Ha, sen Türk’tün değil mi? Özür dilerim. Ben seni Fran-.”

“Sorun yok.” dedim, ardından bıraktığım elini tutup tekrardan selamlaştım. “Je suis Melda. Je suis contente de vous avoir rencontré.”

Babette gülümserken diğerleri kaşlarını çatmış bana bakıyorlardı. Uwe konuştu. “Sen nereden öğrendin Fransızcayı?”

Ona baktım. “Demek ki beni iyi araştırmamışsın. Ben Fransızca okudum lisemi.”

“Değişmiş bu sefer.” diye mırıldandı Leo. Neden bahsettiklerini anlamlandıramamıştım.

Uwe anladığını dair kafasını sallarken Babette öğrencisini tanıştırdı. “Bu da Dannel Meyer. Almanya’dan.” dedi.

Uzun boylu çocuk elini uzattığında uzanıp elini sıktım. O kendini bana tekrardan tanıtma gereği duymaz iken ben de sesimi çıkartmadım. Onlar bir yere geçip oturduklarında tatlı bir sohbete başlamışlardı. Biraz sonra kapı yeniden açıldığında bir grup insan içeriye girmişti. Sırasıyla hepsini inceliyordu gözlerim. “Weinstein.” diyerek Uwe’ye doğru gelen adamla Uwe de ayağa kalkmış tokalaşmasına karşılık vermişti. “Nasılsın?”

Uwe sırtına vurdu. “İyi sayılır.” dediğinde karşısındaki adam güldü.

“Yüzündeki morluktan mı?” dedi.

Uwe’nin yüzüne baktığımda vurduğum elmacık kemiğinin morardığını gördüm. Ondan gözlerimi çekerken Uwe onu uyardı. “Bana bak Jacob.”

Jacob dediği adam onu umursamayarak bana döndü. “Ben Jacob Miller, hanımefendi.” dedi ve elimi dudaklarına götürerek ufak bir öpücük kondurdu. “Öğrencim.” dedi yanındaki çocuğu gösterirken kıvırcık olduğunu anladığım saçlarını geriye taramıştı.

“Ben Alexander, Fransa’dan.” dedi, kendi dilinde. “Bu da ikiz kardeşim Denise Dubois.” Sonra durup Jacob ve yanındaki kadına baktı. “Beni anladı mı?”

Hızlı konuşmasına yetişmeye çalışırken cevabı ben verdim. “Anladım merak etme. Ben Melda. Memnun oldum.”

Yanındaki kız kıvırcık saçlarını geriye doğru ittirdi. Yüzünde sevecen bir tebessüm oluştu. “Biz de memnun olduk.” dedi.

“Ben Isabelle Bennet.” dedi. “Denise’nin eğitmeni.”

Kafamı sallayarak karşılık verdiğimde koşarak Uwe’ye sarılan kadını gördüm. “N’aber?” diye sorduğunda Uwe de gülümsedi.

“İyidir ufaklık.”

Simsiyah saçlara sahip olan kadın yüzünü buruşturdu. “Ufaklık nedir ya? Svetlena de en azından, lakap takmak zorunda değilsin, ufaklık ne?” Kızmasını tatlı bulurken Uwe yanımızda duran diğer sarışın kadına hitaben konuştu. “Caroline, gelsene sen de.”

Caroline koşturarak ona sarıldığında Uwe iki kadının saçlarını da karıştırmıştı.

İkisi de homurdanırken Caroline ona kızdı. “Tanrı aşkına, neden bunu yaparsın ki? Saçımı daha yeni yapmıştım.”

Söylenmeleri hepimizi güldürürken Caroline sinirle yerine geçmişti. Diğer iki çocuk da kendini tanıştırmıştı.

“Evia Ivanova.”

“Alanzo Blanchi.” dedikten sonra elimi sıkmışlardı.

Bu sırada kapı bir kez daha açılmıştı. İçeriye Jack’in girdiğini gördüğümde arkasından gelen onu görmüştüm. En son göz göze geldiğimizde değişik şeyler yaşayan ben, onunla göz göze gelmekten korkar olmuştum.

“Selam millet!” diye giren Jack herkesin dikkatini üzerine çekmeyi başarmıştı. Gözleri direkt Uwe’nin üzerine gidince ortalığın karışacağını hissetmiştim. Hadi hayırlısı...

“Görüşmeyeli nasılsın Weinstein?” dedi.

“İyiyim Collins, iyiyim. Seni de iyi gördüm.”

“Morardın mı oğlum sen?” diye sorduğunda gülüyordu.

“Ne diyorsun Jack sen?” diye kızdı Uwe.

Jack ciddi bir hal alıp devam etti. “Yok dostum, yüzün morarmış ya. Onu diyordum.” dedi gülümseyerek.

Bu sırada kara gözlü çocuk bana elini uzatmıştı. “Burak ben.” dediğinde elini sıkıp, “Melda.” dedim.

Jack sonra gülümseyerek bana döndü. “Merhaba küçük hanım.” dedi. Uwe’ye bakıp bana geri döndüğünde devam etti. “Senin de kaşın ve dudağın patlamış.”

Üzerimdeki incelemesini bitirince Uwe’ye geri döndü. “Yoksa öğrencinden dayak mı yedin?” diye alayla sordu. Uwe'nin sinirlendiğini hissedebiliyordum ama Jack bundan zevk alıyordu. En azından şimdilik devam edeceğini biliyordum.

“Adamla uğraşıp durma Jack.” diye kızdı Leo. “Her beraber bulunduğunuzda sataşıyorsun. Bıkmadın mı?”

“No. Never.”

Uwe sessizliğini koruyup yanımdaki sandalyeye oturduğunda diğerleri de onu takip etmiş bir sandalyeye oturmuşlardı. Hemen ardından açılan kapıyla daha kaç kişinin geleceğini düşündüm.

İçeriye giren Andreas, “Merhaba, arkadaşlar.” diye selam verdi. “Görüşmeyeli nasılsınız?” diye sorarken baş köşeye, hemen Uwe’nin yanına oturmuştu. Hepimizde gözlerini gezdirdikten sonra söze başladı.

“Eğitmenlerinizden düzenli olarak aldığım raporlar olduğu için düzeylerinizi sormayacağım.” dedi. “Neredeyse iki üç aylık bir süre geçirdiniz gittiğiniz yerlerde. Aldığınız eğitim de ortada. Kısıtlı bir zamanımız vardı ama ben sizin kendinizi daha çok geliştireceğinizi biliyorum.”

Uzun bir konuşma yaptı.

“Kadimlerin gelecekten duyulan sesleri, fizik ötesi materyalleri doğrultusunda sunulan ve sonucunda kendinde kozmik parçacıkları keşfedenler... Her biriniz o parçacıkları taşımaktasınız ve siz onları taşırken onlardan habersizce dolaşmaya devam edemezdiniz, der bir yazar. Çünkü yaşam, elbet sizi aslında olmanız gereken yere getirecektir.”

Uzun masada oturan bizlere baktı. Gözlerini hızlıca üzerimizde gezindirdi, ayrı ayrı inceledi tekrardan.

“Neden burada olduğunuzu eğitmenleriniz açıklamışlardır.”

Gözlerim yanımda oturan Uwe’ye döndüğünde karşımızdaki adamı dikkatle dinlediğini gördüm. Andreas'ın tekrar konuşmasıyla ona geri döndü gözlerim.

“Bundan sonra ekibimin başı olan Uwe Weinstein, size gerekli yerleri anlatacaktır.”

Ardından yanımdaki hareketlenmeyle kalktığını anladım ama ona bakmadım.

Neredeyse bana anlattıklarının hepsini anlatmıştı. Andreas memnun bir gülümsemeyle odadan ayrılınca tekrar bize döndü, ellerini masaya dayayarak öne doğru eğildi. “Eğer siz önünüze çıkan olasılıklardan bizim yanımızda olmak için olanı seçmeseydiniz, şu an belki de hiçbirimiz burada oturup bu konuşmayı yapıyor olmazdık.”

Gözlerim çevremdekilere takıldı, hepsini gözden geçirip ona geri döndüm. Hiçbiri bir şey anlamamış gibi bakıyorlardı.

Uwe de bunu anlamış olacak ki açıklamaya devam etti. “Yani,” diyerek bana baktı, eliyle beni göstererek, “Melda’dan örnek vereyim. Eğer yanına gelip ona yardım eden Leo’ya izin vermeseydi onu seçmeyecektim. Onu seçmiştim tabii ama eğer o, dikkatini verip ona garip gelen şeye doğru gitmeseydi... burada olmazdı, belki de burada olmazdık. Bu evrende böyle işliyor zaman, en azından bildiğimiz kadarıyla. Ortada bir sürü olasılık vardı ama o bunu seçtiği için burada. Aynısı sizin için de geçerli.” dedi.

"Affedersiniz." dedi Dannel. “Bunları zaten biliyoruz. Birçok kez anlatıldı. Bizim sorunumuzun neden-”

“Neden siz? Biliyorum. Ama ne yapalım, çoktan buraya geldiniz. Geri dönüşünüz yok.” Sonra gözlerini, çocuğun üzerine dikti. “Dannel idi, değil mi?”

Çocuk kafasını salladı, dik duruşunu bozmadı, o da Uwe’ye dikkatle baktı.

“Fizik okuyup mühendis olduğunu biliyorum, Dannel. Babette’nin işi kolay olmalı sana anlatırken.”

“Bunu Bayan Allard’a sormanızı tercih ederim. İnsanlar hakkında, onların adlarına konuşmayı sevmem.”

“Tamam.” dedi Uwe kaşları havaya kalkarken. “Her ne kadar eğitmenleriniz daha önce de söylemiş olsa da tekrar edeyim. Sizi seçmemizin uzun ve önemli anlamları var. Bunu açıklamayı tercih etmiyoruz... şimdilik.” Oluşan sessizlikle devam etti. “Evet.” diyerek ellerini masanın üzerinde birleştirdi. “Zaten bir sorunuz olduğunda eğitmenlerinize danışabilirsiniz.”

Kafamızı salladığımızda devam etti. “Teknik olarak var olduğunu saydığımız zamanı, bir sürü yanıltmacanın olduğu bir oyun olarak düşüneceksiniz, çocuklar. Zamanın buraya kadar gelmesini biz sağlıyoruz. Ufacık bir hatanız bile geleceğin yok olmasını sağlar.”

Zaman diye bir şeyin var olduğunu varsayarak konuşuyoruz. Peki bu ‘zaman’ olarak adlandırdığımız şey tam olarak ne idi? Ya da böyle bir şey var mıydı?

Biz tam da bu noktada bulunuyoruz.

“Yani şimdi biz var olup olmadığı bile bir tartışma konusu olan bir şeyi yönetmeye mi çalışacağız?” dedi Burak.

“Tamamen saçmalık.” diye söylendi Evia.

“Biliyor musun? Sana katılıyorum.” dedi Denise karşısında oturan Evia’ya bakarak, sonra eğitmeni Isabelle’e döndü. “Hâlâ saçma geliyor.”

“Saçma gelmesi gayet doğal,” dedi Uwe. “Dediğim gibi sizi seçmemizin sebepleri var ve bu bize ait.”

“Harika!” dedi Alanzo alayla.

“Şimdi neler olacak?” diye soran Scarlett tüm ciddiyetini ve cesaretini toplamaya çalışsa da tedirginliğini seziyordum.

“Yakın zamanda göreve başlayacaksınız.” dedi Jack. “O yüzden hazırlanmaya devam edeceksiniz. Sırada grup çalışmaları var.”

“Hadi buyur buradan yak!” diye söylendi bu sefer Burak sinirle.

“Burak!” diye uyardı onu Jack.

“Çocuklar!” diye seslendi Uwe dışarıya. Bir grup adam içeriye girdiklerinde şaşkınca birbirimize bakıyorduk.

“Neler oluyor?” diye sordum Uwe’ye.

“Sizi götürüyorlar.” dedi en umursamaz tınıyla. Ayağa kalkmış tam karşısında dikiliyordum.

Kaşlarımı çattım. “Ne demek sizi götürüyorlar? Bu ekibin lideri ben isem önce bana sorman gerekirdi!”

Yükselen sesimle onun da kaşları çatılmıştı. “Bana sesini yükseltmemeni kaç kere daha söylemem gerekiyor, Mavi Göz?”

“Sen benim ekibimi hiçbir yere götürmüyorsun.”

“Siz daha ekip bile değilsiniz.” dedi sertçe. Ardından hâlâ kapının yanında bekleyen adamalara seslendi. “Çocuklar, alalım arkadaşları.”

Emriyle beraber üzerimize gelen adamlar sayıca bizden üstünlerdi.

Bakışlarımı Uwe’ye çevirdim. “Bu yaptığını nasıl savunabilirsin?”

Üzerime gelen uzun boylu adam kolumu sertçe çektiğinde dudaklarımdan bir inleme döküldü.

“Bırak lan onu!” Burak’ın yükselen sesiyle elini gevşeten adamın dizine topuklu ayakkabılarımla tekme attım. Burak onu tutmaya çalışan adamlardan birine kafa atarken diğerinden kurtulamamıştı. Kollarını arkasında birleştirdiklerinde sinirle homurdandı.

Alexander, kardeşi Denise’i arkasına almış, onu koruma iç güdüsüyle dolup taşmıştı. Aynı durum Denise için de geçerliydi. O da kardeşini korumaya çalışıyordu.

Dannel, kolundan tutan adamın kolunu çevirmişti.

Scarlett, onu bileğinden yakalamış adamın kolunu tutmuş birbirlerine bakıyor, bir nevi restleşiyorlardı.

Evia onu belinden yakalayan adama tekme atmaya çalışırken Alanzo, onu tutan adama yumruğunu geçirmiş, en yanındakinin yardımına koşmuştu. Evia’yı tutan adamı çekip ona da bir tane vurmuştu. Evia'nın sessizce mırıldandığını duymuştum. “Teşekkür ederim ama gerek yoktu.”

“Peki, öyle olsun.”

Tekme attığım adam tekrardan gelip kolumu tutmuştu ama ben hem çocukların seslerini dinliyor hem de gözlerimi Uwe’den ayırmıyordum.

“Bizi hiçbir yere götüremezsin.”

Kararlı sesim yüz ifadesinde hiçbir değişiklik olmasını sağlamadı, aksine, o da kararlı bir sesle,” Götürün.” diye emretti.

“Bunu sana soracağımı biliyorsun, değil mi?” diye sordum.

“Burnumdan getireceğine eminim, öğrencim.”

Kolumdan tutan adam beni çekiştirirken Uwe’ye son bir bakış attım ve istedikleri üzere gideceğimiz yere doğru ilerlemeye başladım. Emir verdiği adam, kolumdan tutarak çekiştirmek yerine yol gösterdiği için şaşkındı.

Bu kadar kolay oradan ayrılmazdım ama Uwe’nin bunu neden istediğini az çok biliyor, tahmin ediyordum. Hem çocukların benim arkamda olup olmayacaklarını test etmişti aklınca hem de grupça hareket edip edemeyeceğimizi anlamak istemişti.

Tahminlerinde doğru mu çıkmıştı bilmiyordum ama birbirilerini korumaları güzel bir şeydi ve bu hoşuma gitmişti.

Ama bu, yaptıklarını burnundan getirmeyeceğim anlamına kesinlikle gelmiyordu.

Kolumdan tutan adam, beni uzun merdivenlere yönlendirirken arkamdaki sert adım seslerini duyuyordum. Kim olduğunu tahmin edebiliyordum.

Kafamı arkama çevirdiğimde gördüğüm kişiyle şaşırmadan önüme geri döndüm. Burak, yanında kimse olmadan, elleri cebinde rahatça geliyordu.

Ardından birkaç adım sesi daha karıştı adım seslerimize uzun koridorda. Sessizce hepsi peşimden ilerliyordu.

Merdivenlerden inmeye başladığımda etrafı inceleme fırsatım olmuştu düşüncelerimden sıyrılıp.

Demir merdivenler her adımımızı attığımızda değişik sesler çıkararak kendimizi korku filminde hissetmemize sebep oluyorlardı.

“Buradan.” diyen adama kafamı salladım. Zindana benzeyen, demir kapılı bu yerde mi kalacaktık?

Kapının şifresini girerek açtığında kapının önünden geri çekildi. “Buyurun.”

Tereddütle yerimde durduğumda arkamda bir hareketlik hissettim.

“Arkandayım.” diye fısıldadı Burak. “Hadi.”

Odaya doğru bir adım attığımda ne kadar dar bir alan olduğunu anladım.

Bir iki adım daha attığımda çocuklar da içeri girmişti. Her biri odayı inceliyordu.

İlk tepki Evia’dan gelmişti.

“Hepimiz burada mı kalacağız?” Hayret dolu cümlesi hepimizin aklındaki soruydu.

Arkamızdan sertçe kapanıp şifresi girilerek kitlenen kapı, bu soruya en net cevap olmuştu.

Evet, bir süre buradaydık anlaşılan.

 

~

 

Bir bölümü daha bitirdik.

Bölüm hakkındaki düşünceleriniz neler?

Kurulan bu ekip hakkında neler düşünüyorsunuz?

Sevgiyle kalın. 🪐✍🏻

Bölüm : 19.05.2025 20:21 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Kayra Yılmaz / ZAMANIN KIYISINDA / BÖLÜM 3
Kayra Yılmaz
ZAMANIN KIYISINDA

9 Okunma

2 Oy

0 Takip
4
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...