İz Bırakanlar Unutulmaz-Vega
Giden bir gecenin ardından sabah karşılıyordu insanlığı. Yeni bir gün, yeni bir hayat, belki yeni bir nefes.
Açık perdenin arasından sızan güneş ışıkları, gözlerimle buluştuğunda uyanmamak elde değildi.
Açılan gözlerim, bir süre etrafında gezdirdi kendilerini. Etrafa saçılmış birkaç kıyafet ve yanımda hala uyuyan bir Enes.
Beynim henüz kendisine geldiğinden yorgandaki ellerim, hızla yüzüme gidiyordu. Utançla yüzüme götürdüğüm ellerim, sanki odada biri varmış gibi yorganın açılmasından açıkta kalan göğüslerime gidiyordu. “Ben ne yaptım?”
“Pişman mısın?” dedi, gözleri hala kapalı olan Enes. Bakışlarım, birkaç saniye yüzünde durup sonrasında odanın içerisini sahte bir keşfe çıkmışlardı. Gözlerini ne ara açtığını bilmediğim Enes ise bundan rahatsız oluyor gibiydi.
Yatakta doğruldu ve gözlerime bakmaya çalıştı. Ben ise ona bakmamak için yemin etmiş gibi gözlerimi kaçırmakla meşguldüm.
“Ne oldu Lerzan? Gerçekten pişman mısın? Bak… eğer istersen çıkabilirim.”
Enes’in naif sesine karşılık sadece kafamı sallayabildim. Şu an kesinlikle odadan çıkmasını istiyordum. “Peki.” dedi ve hızlı hareketlerle giyinip odadan çıktı.
Onu kesinlikle kırmıştım ama içimdeki kendini ifade edemeyen his, böyle daha mutlu olduğumu fısıldıyordu bana.
Zihnimdeki düşünceler, sırtıma ağırlık yapıyor gibiydi adeta. Kendimi dikleştiremiyor, kambur duruyordum. Giyinirken, tuvaletimi yaparken hatta bu aşağı inerken bile böyleydi ve omuzlarımı dikleştirmek içimden gelmiyordu da.
“Günaydın.” dedi Zeynep, tüm neşesiyle. Düne nazaran bugün ne kadar da mutluydu ve bu mutluluk ona gayet yakışıyordu. “Günaydın.” Sesim, buraya geldiğim ilk günlerdeki gibi çıkıyordu. Bu kesinlikle istemsiz yapılan bir şeydi ama bundan sonra da pek toparlanacak gibi değildim.
İçimdeki muhakeme, bir daha hiç susmayacak kadar büyük bir sesle cereyan ediyordu. Bir yandan zihnim, bir yandan yüreğim, başka bir yandan içimdeki diğer bir Lerzan konuşuyordu. Sanki içimde bir açık oturum vardı ve ben bunu durduramıyordum.
Mutfakta çayı demleyen Zeynep, çaycıyı yerine bırakıp oturduğum sandalyenin karşısındaki sandalyeye oturup gözlerime bakmaya çalıştı. Ancak gözlerim tıpkı Enes’ten kaçtıkları gibi Zeynep’ten de kaçmaya çalışıyorlardı.
Zeynep, elimi tuttu nazikçe. “Neyin var Lerzan?” Gerçekten neyin vardı Lerzan? Bu sorunun cevabını ben de bilmiyordum ki başka birisine cevap vereyim.
Zeynep’in elleri hâlâ ellerimdeydi. Küçükken annem, korktuğumda ellerimi böyle tutardı. Sanki o çocuk hâlime dönmüş gibiydim. Dışarıdan yetişkin, içeriden paramparça bir çocuk; karşımdaki genç kadına bakıyordu. Evet, bu çocuk tam olarak bendim.
“Bilmiyorum…” dedim, gözlerimi hâlâ kaçırarak. “Ne olduğunu bilmiyorum, ne hissettiğimi de. Sadece… sadece kendimi çok yabancı hissediyorum.”
Zeynep’in yüzünde bir anlayış izi belirdi. Beni yargılamıyordu, Zeynep’in bu hali belki de en çok ihtiyaç duyduğum şeydi. Yargısız bir omuz, bir sessizlik, belki bir kucak.
“Gece… bir hata mıydı?” diye sordu, sesi neredeyse bir fısıltıydı. “Enes’le…” Zeynep, bunu nereden biliyordu ki?
O ismi duyunca midemde bir kasılma oldu. Gözümün önüne o yatakta uyanışım geldi yine. Tenimde hâlâ onun sıcaklığı vardı sanki ve bu beni hem yakıyor hem de ürkütüyordu.
“Ben… kendime kızgınım. Ona değil. Belki biraz da sana. Ama en çok kendime.” Sesimdeki çocuksu tını Zeynep’in yüzündeki şaşkınlığa küçük bir gülümseme ekliyordu.
“Çünkü seni kıskanıyorum,” dedim, bir anda. “Sen bu kadar berrakken, ben bu kadar kirliyim sanki.”
Zeynep’in gözleri doldu, ama ağlamadı. Bunun için minnettardım. Ağlasaydı, ben de ağlayacaktım. Henüz o kadar zayıf olmak istemiyordum.
“Sen kirli değilsin, Lerzan. İnsan olmak bu zaten. Çamurun içinden geçerken bile kendine dürüst kalmak. Sen sadece yorgunsun ve hepimizden berraksın, kendine haksızlık etme lütfen.”
Sustu. Ben de sustum. Sessizliğin içinde sadece çayın dem kokusu vardı.
O an, her şeyden kaçmak istedim. Zeynep’ten, bu evden, hatta bu şehirden bile. Ama en çok da kendimden. Çünkü ne yaparsam yapayım, içimdeki ses susmuyordu: “Lerzan, sen ne yapıyorsun?”
Zeynep’in söylediği son cümle, mutfak duvarlarına asılı kaldı. “Sen sadece yorgunsun.”
Yorgunluk… Ne garip kelime. Ne zaman başladı bu yorgunluk? O sabah mı? O gece mi? Yoksa yıllar önce o herif beni evine hapsettiğinde mi? Belki de doğduğum andan itibaren yorgundum.
Zeynep kalktı, kahvaltıyı hazırlamaya devam etti. Ne bana dokundu ne de daha fazla konuştu. Bu da onun tarzıydı sanırım: az ve öz konuşmak.
Lafını uzatmadı ama gözlerinde anlatmak için çırpındığı bir şeyler dolanıyordu. O gözlerindekilere ise ben hiç hazırlıklı değildim.
Ben mutfağın sandalyelerinde değil, daha çok bir uçurumun kenarında gibiydim. İçimdeki o açık oturum hâlâ devam ediyordu. Bir yanım bağırıyordu: “Boşu boşuna neden kendini ve çevrendekileri üzüyorsun?”
Ayağa kalktım. İçimdeki ses “Dışarı çık,” dedi. “Nefes al.”
Evin bahçesine çıktığımda yaz sabahının serinliği tenimi okşuyordu. Güneş bahçeye değiyordu ama bana ulaşmıyordu sanki. Gölgelerin içinde yürüyordum. Her adımda, yavaş yavaş gözlerim dolmaya başladı. Gözyaşı gibi değildi bu, omuzlarımda ikamet eden bir ağırlıktı. Tüm ruhumu aşağıya çeken bir şey.
Evin büyük bahçesindeki herhangi bir çime oturdum, kimsenin beni bulmasını istemiyormuş gibiydim. Havada gezinti yapan kuşlarda gezindi gözlerim, ne kadar da özgürlerdi. Keşke bir kuş olsaydım, o zaman tutunabilirdim havada dolaşıp duran bulutların birine ve belki sonsuza kadar özgür olurdum.
O an telefonum çaldı. Enes. Telefonda gördüğüm isme yalnızca bir defa bakabilmiştim, o bile kalbimin göğsümü delmek için atmasına yetmişti.
Parmaklarım titredi, içimden bir parça çatırdadı. Telefonu sessize aldım, ceketimin cebine ittim. Ben buna hazır değildim. Belki hiç olmayacaktım. İçimdeki ses, dur durak bilmeden her şeyden kaçmamı söylüyordu.
Kafamı geriye yasladım, gökyüzüne baktım. O dakika dudaklarım kontrolsüzce hareket ediyorlardı: “Allah’ım… ben hata mı yapıyorum? Nerede hata yapıyorum?”
Rüzgâr esti birden. Saçlarım savruldu o hızla. Sanki cevabı o rüzgâr taşıyordu ama ben duyamıyordum. Zihnim, kalbim ve bedenim… birbirine düşman gibiydi ve bu savaşta galip gelen kimse yoktu, ben dahil.
Tam o anda, omzumda bir el hissettim. Zeynep’ti. Aniden irkilen vücudum, her haliyle bunu belli etmişti ve Zeynep bunu engellemek adına omzumdaki elini hareket ettirmeye başladı.
“Elini yüzünü yıkayalım,” dedi. “Sonra kahvaltıya geçelim, hazırladık seni bekliyoruz.”
Bir şey demedim. Sadece başımı salladım. Ne kadar kaçabilirdim ki? Belki sonsuza kadar, belki de hiç…
Zeynep’le yan yana yürürken, sanki çocukken annemin elinden tutulmuşum gibi hissediyordum. Zeynep tıpkı bir anne şefkatiyle yaklaşıyordu insana ve bu benim kalbimin en derinine işliyordu.
Konuşmuyorduk. Buna ne onun ihtiyacı vardı ne de benim. Bahçeden eve dönerken içimde, sessizliğin içinde kabaran bir şey vardı. Ağlamak değil, bağırmak değil. Sadece... durmak. Bir yerlere varmadan durmak. Yıkılmadan, çözülmeden, ama artık yürümemek, nerede olursam olayım oracıkta durmak hissi içimde hiç durmaksızın kendini belli ediyordu.
Eve girince mutfağa yöneldi Zeynep. Herkes orada olmalıydı ki birbirinden farklı gülme ve konuşma sesleri, kulaklarımı dolduruyordu. Ben hâlâ kapının yanında ayakkabılarımı çıkaramamış, öylece duruyordum.
“Gelsene,” dedi usulca Nursu, sanırım benim geldiğimi hissetmiş olmalıydı.
İçeri geçtim. Bir sandalyeye oturdum. Masanın ucundaki örtüyü elimle düzelttim, sonra buruşturdum. Ellerim bir işle meşgul olmazsa, düşüncelerim hemen iş başı yapıyordu çünkü. Onlara alan bırakmak istemediğimden farklı herhangi bir şeye yöneliyordu ellerim.
Masada oturan Enes’in yoğun bakışlarını üzerimde hissediyordum ve bu his şu an dünyanın en lanet hislerindendi.
Ona bakmadım, onun inadına ona bakmadan başkalarını aradı gözlerim. Birisini bulup onunla konuşmak istiyordum.
O sırada Yağız yakaladı gözlerimi. “Aydoğan ölmüş, çok şükür.” Şükür… Teşekkür kelimesinin kökü olan bu kelime, kime teşekkür edeceğimi şaşırtmıştı. Tanrı’ya mı, Enes’e mi? Yoksa hiç kimseye mi teşekkür etmeliydim? Ya da hiç teşekküre gerek yoktu.
“Şükür.” dedim mırıldanarak. Benim hayalimdeki konuşma bu olmasa da biraz olsun rahatlamıştım.
“O zaman…” dedi Tuğra tüm neşesiyle. “Sekiz kişi, bizim oraya yemeğe gidiyoruz.”
Evet, dünkü Lerzan bu yemek için can atıyordu ama bugüne uyanan Lerzan, buralardan kaçmaktan başka hiçbir şey istemiyordu.
“Aaa evet, Lerzan’ın sınavını kutlayacaktık.” dedi Nursu.
Herkes, bir şeyler diyordu ve demeye de devam edecek gibiydiler ama Enes… Enes, ağzını bıçak açmadan bana bakıyordu. Ne istiyordu benden? Ne yapmamı istiyordu? Beklentisi neydi? Bana neden böyle bakma gereksiniminde bulunuyordu? Halbuki o anlayışlı biri değil miydi? Zaten gözlerimden neler yaşadığımı, neler hissettiğimi anlamaz mıydı? Sanırım anlamıyordu…
“Neyin var?” dedi Adriano, İngilizce kelimelerle. “Sorun yok, biraz yorgunum sadece.” dedim bozuk bir aksanla. İnanmamış gibi duruyordu ve bu beni daha da rahatsız etmeyi başarıyordu.
“Size biraz Adriano’dan bahsedeyim.” Zeynep masaya otururken bir yandan da yüzündeki gülümsemesini eksik etmiyordu. “Adriano, psikoloji okumuş bir mafya. Hemen bir şey söylemeyin, bence de çok garip ama psikolojiden müthiş derecede anlıyor.” Zeynep, Adriano’ya yaklaşıp yanağına bir öpücük kondurdu. Onlar ciddi derecede birbirilerine aşıklardı.
Peki ya biz? Peki ya ben? Ben gerçekten tüm kalbimle sevebiliyor muydum Enes’i? Ya Enes? O gerçekten seviyor muydu ki beni? Yoksa kurtarılmaya mahkûm bir kız olduğum için şefkat ile aşkı mı karıştırmıştı? Bugün içimdeki susmak bilmeyen ses, yine konuşuyordu: “Bu soruların cevabını asla alamayacaksın?”
Bu muydu cidden? Sekiz aydır tanıdığım birine aşık mıydım? Kendimi inandıramıyordum ya da beni inandıracak biri yoktu karşımda.
Sessize almış olduğum telefonuma gitti gözlerim. Bir mesaj geldiğini görmem, ilgimi tamamen oraya çekiyordu.
Enes: “Bir yukarı gelir misin? Konuşalım.”
Sanırım bundan daha fazla kaçamayacaktım ve kaçmamalıydım.
Ben ayaklandığımda beni oturduğumdan beri bakışlarıyla rahatsız eden adam da hemen kalkmıştı masadan. Mesajı gördüğünden şüpheliydim, yalnızca benim için kalkıyordu o masadan.
Arkamdan Enes’in geldiğini bilerek ağır ağır çıktım merdivenleri. Koridorun ortasına geldiğimde derhal arkamı döndüm, Enes tam arkamdaydı. “Neler oluyor Lerzan? Seni incittim mi? Yemin ederim ki bunun farkında değilim, özür dilerim, çok özür dilerim.”
İncitmiş miydi ki beni? Bu sorunun cevabından kim haberdardı? Kimsenin haberdar olmadığı onun bakışlarından belliydi. O anki bakışları, kabuk tutmuş bir yaranın üzerine tekrar düşmüşüm gibi bir acı veriyordu yüreğime.
“Hayır.” Ne dediğimi bilmiyor gibi bir hal vardı üzerimde. Yüzümün her bir miliminde gezinen gözleri kısıldı önce onlarla senkronize olarak kaşları da çatılıyordu. “Sorun ne o zaman Lerzan? Ben anlayamıyorum çünkü.”
Onun gözlerine daha fazla bakmamak adına arkama döndüm birkaç saniye. “Gerçekten bilmiyorum.” dedim ona doğru dönerken. Yüzündeki anlamayan ifade, hala yaşamını sürdürüyordu.
“Sadece buralardan kaçıp gitmek istiyorum.” Yüz ifadesi daha da anlamsız bir hal alıyordu, bana tahammül edemiyor muydu yoksa? “Kendimi buraya ilk geldiğim gündeki Lerzan gibi hissediyorum…” Birkaç saniye nefes hakkı tanıdım kendime. “Söylesene, birbirimize gerçekten aşık mıyız? Aşk ve şefkati birbirinden ayırabiliyor musun? Buse’ye hissettiklerin gibi mi bana hissettiklerin? Söylesene Enes!”
Sonlara doğru çıkan şiddetli sesim ve dudaklarımdan onun kulaklarına ulaşan sözcükler, Enes’e dehşete uğratmış gibi duruyordu. İlk önce elleri, ellerime uzansa da sonrasında vazgeçerek ellerini çekiyordu.
“Ben sana ciddi derece aşığım Lerzan ve sen bunu anlayamadığını mı söylüyorsun? Ya Buse ne alaka?” Kendi etrafında dönüyordu birkaç tur. Ciddi manada sinirlenmişe benziyordu ama ben bir saniyeliğine dahi ikna olamıyordum.
“İnsanın hisleri yanılabilir Enes, sen… senin hislerin de yanılıyor olabilir.” Kolundan tuttum naifçe. “Kırılmak, üzülmek yok Enes. Söyle, hislerin seni yanılttıysa şimdi söyle, bileyim.”
Sinirliydi, Enes’i ilk defa bana karşı bu kadar sinirli görüyordum. Dünyanın en güzel yaratısı olan gözlerinde şimdi birer alev topu dönüyordu. O ciddi manada sinirlenmişti.
“Yok, sen iyi değilsin Lerzan. Bunun başka bir açıklaması olamaz. Sen…” dedi işaret parmağını tehditkâr bir ifadeyle göğsüme bastırırken. “Asıl sen hislerin emin ol. Benim hislerim beni hiçbir zaman yanıltmadı ve yanıltmayacak da. Yaşadığın bunalımı, depresif halini anlıyorum ama bunu ne benim aşkımdan ne de aramızdaki aşktan çıkartamazsın. Çünkü ne sen on yaşındasın ne de ben…”
Arkasını dönüp hızla merdivenlerden iniyordu. Gözümden akan bir damla yaşla onun gidişini izlemekle meşguldüm birkaç saniyeliğine. Ne olmuştu? Bana… İçimdeki hükmedemediğim duygu ve hisler tüm vücudumu ve ruhumu ele geçirmiş gibi bana emirler saydırıyordu, bense bir salise düşünmeden yapıyordum.
Sağ tarafımda kalan odama girdim hızlı adımlarla. Delirmiş gibiydim, delirmiş gibi etrafıma bakınıyordum. Ne yapabilirdim? Ya da ne yapmalıydım? Şurası kesindi ki benim buradan kesinlikle gitmem gerekiyordu.
Yatağın kenarında açık bir şekilde duran Enes’in cüzdanı gözüme çarpıyordu ilk önce, gece burada düşürmüş olmalıydı. Çekingen tavırlarla cüzdanı elime geçirdiğimde inceledim bir süre. Ehliyeti, kimlik kartı, sayamadığım kadar kredi kartı ve biraz da para karşılıyordu beni. Enes Ulutaş… İşte cüzdanda bile maruz kaldığım isim buydu.
Paraların üzerinde gözlerimi gezdirdim birkaç saniye, ardından ellerim de gezinmeye başlamıştı. Sanırım bunu yapacaktım ya da yapmalıydım, ikisinden biriydi işte bunun üzerine çok düşünememiştim.
Paralardan ihtiyacım olduğu kadar alıp birazını telefonumun kılıfına, birazını da sütyenimin içine koyuyordum. Kararım kesinleşmişti, daha fazla burada duramazdım.
Usul adımlarla aşağı indim. Kimse hiçbir şeyden kuşku etmeyecekti zaten, bundan adım gibi emindim. Üzerimde bir tişört, altımda bir eşofman ve telefonum… Sadece bu, bu şekilde terk edecektim bana yuva olan ama sonradan boğazıma kadar beni zehirlediğini hissettiğim evi.
Henüz mutfağın kapısına gelmişken mutfağın camından gördüğüm yağmur taneleri cereyan ediyordu. Yağıyordu, insanlığın üzerindeki çamurları temizlemek adına yağıyordu. Yanaklarımızda asılı kalmış bir gözyaşı gibi yağıyordu. Belki bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, belki gitmemi söylüyordu…
Enes, Tuğra ve Yağız etrafta gözükmüyordu. Belki de gitmişlerdi. Mutfağın kapısından kafamı soktuğumda kızların ve Adriano’nun orada olduğunu gördüm. Adriano neden gitmemişti ki?
“Ben çıkıyorum, biraz dolaşacağım.” dedim zoraki bir gülümse eşliğinde. Nursu hemen lafa atılıyordu. “Ben de geleyim seninle, biraz dertleşiriz kız kıza.” Ayaklandığı sandalyesine onu geri oturtarak “Tek başıma.” dedim. Farkındaydım, bu fazla dikkat çekiciydi ama o kadar umurumda değildi ki.
Nursu, beni onaylayarak yerine oturduğunda zoraki bir gülüş daha bırakarak evden çıktım. Bu çıkış, kalbimin bir kurtuluşu gibi hissettiriyordu. Ancak ilerleyen ayaklarım durmuş, gözlerim ise eve son bir kez bakmak istiyorlardı.
Dönmedim, bakmadım o eve tekrar. Baksaydım kalırdım, kalsaydım kalanların yükünü sırtımda taşımaya devam ederdim. Evet, kaçmak bir kurtuluş değildi belki ama kaçmak, kalanların yükünü taşımamaktı.
Evin bahçesinden çıktım sonra içimdeki dürtü yine zuhur ediyordu ve ben onu yine yeniyor, yoluma devam ediyordum.
Evin biraz ilerisine yürüdüğümde taksi durağı olduğunu bilerek o tarafa yürüyordum. Bir taksiye atladım. Camdaki her şey bir filmin sahnesi gibi gözlerimden geçiyordu. Sanki her bir santimetrede anımız vardı, sanki her yer Enes’le doluydu.
Aldırış etmedim, aklımı çelmeye çalışan hiçbir şeye aldırış etmedim. Belki düşünmemeye çalıştım ama her şeye rağmen kalbimde çığlık çığlığa giden müthiş bir acı vardı ve ben onu göz ardı edemiyordum.
Gözyaşlarım yanaklarımı yıkarken usul usul, sağ elim sol tarafıma kavuşuyordu. Havanın sıcaklığına tezat olarak ellerimde oluşan soğukluk, belki de kalbimdeki büyük yangını söndürmeye çalışıyordu. Her şey nafileydi…
“Geldik.” dedi taksici. Her gelen istediği yere gelir miydi ki sahiden? Gözlerimi gezdirdim inmeden. Her türlü veda gözlerime çarpıyordu. Kavga ediyordu bir çift veda ederken. Başka bir çift ağlıyordu, sarılarak yapıyorlardı bunu. Birinin ailesi ona sıkıca sarılıyordu. Ben… Benim gibiler de vardı tabii; tek başına, yalnız şehre veda edenler…
Ücreti ödeyip taksiden indiğimde taksi de hızla uzaklaşıyordu yanımdan, İzmir’de bulunduğum son dakikalarda yanımda olan herhangi bir şey de terk etmişti artık beni.
Gişede bekleyen adama doğru yürüdüm, tamamen şehirden kurtulmamın özgürlük meşalesini taşıyan bir adımdı bu.
“Merhaba, iyi günler. İstanbul trenine bilet alabilir miyim?”
Gülümsedi karşımdaki adam. “Bir tane mi efendim?” Bu sorunun benim için zorluğunu bilmiyor gibiydi. “Bir.” dedim uzatmayarak tıpkı hiçbir şeyi uzatmadığım gibi…
Okur Yorumları | Yorum Ekle |