3. Bölüm

3.Bölüm: Bitmek

Gökçe kız
geceyekalanlar

 

‘Acı dünden mi kalır, yarından mı gelir?’

 

Flashback!

 

“Baba bak!” Cemil komutan çevresinde güller saçarak etrafında koşan güzel kızına baktı. Kafasına büyük gelen bordo beresini takmış, asker selamı veriyor, asker yürüyüşü yapıyordu.

 

“Âla’m gel buraya düşeceksin.” Minik Âla dinlemedi babasını, gözünün önüne düşen bordo bere yüzünden göremiyordu. Pembe babetleri taşa takılıp diz üstü yere düştüğünde babasını dinlemediğim için pişman oldu.

 

“Âla!” Cemil komutan onca heybetini, korkusuzluğunu kenara bırakıp kızının yanına koştu. Âla başındaki bereyi çıkartmadı ancak gözlerinden yaşlar akıyordu. Cemil komutan kafasındaki bereyi çıkartmak istediğinde Âla daha çok ağladı, minik elleriyle bordo beresini kafasında sıkıca tuttu.

 

“Çıkarmam!” Cemil kucağına alıp boş banklardan birisine ilerleyip oturdu. Âla’nın ağlaması durmuştu ama dizinin hafifçe kanadığını gördükçe üzülüyor, ağlamamaya çalışıyordu.

 

“Sıkma kendini Âla’m, ağla.” Cemil komutan kızının yüzündeki sıkıntıyı gördükçe yüreği sızladı.

 

“Ağlamam.”

“Neden?”

“Çünkü sen hiç ağlamıyorsun baba, asker ağlamaz. Bende asker olacağım.” Cemil duyduğu cevapla kocaman gülümsedi. Kızının tombul, tatlı yanaklarından kocaman öptü.

 

“Sen zaten askersin, benim minik kurdum!” Âla duyduğu hayvanla kocaman gülümsedi. Babası ona kurt dediğinde çok mutlu oluyordu.

 

“Değilim ki asker, uluyım mı baba?” Cemil dayanamayıp kahkaha attı, Âla’ya her kurt dendiğinde nasıl uluyacağını öğrettiği için pişman olmaya başlamıştı. Bazen durup dururken, misafirlikteyken bir anda uluyordu.

 

“Askersin elbet, her Türk asker doğar…”

 

 

Flashback son!

 

 

Aklımda dönen babamın sözlerini hiç unutmadım. Yüzüme bulaşan tozu toprağı kirli ellerimle silkeledim, bileklerimdeki kalın ip canımı yakıyordu. Öyle çok sıkıydı ki ellerim yer yer beyazlaşmış, morlaşmıştı.

 

Yıkık dökük evin küçük penceresinden sızan gün ışığı tam yüzüme vuruyordu, iki gündür bağlı bir şekilde karanlıkta kalan gözlerim buna alışamadı. Sızlayan sırtımı soğuk duvara yavaşça yasladım, tekmelerden sonra morardığına emindim.

 

“Sonunda uyanmış prenses, kalk bakalım. Şewran seni bekliyor.” Şiveli pis ağzıyla gülerek yanıma geldi, bağlı kollarımı acıtırcasına sıkıp bir anda ayağa kaldırdı. Ayaklarım bağlı olduğu için dengede duramadım, dizlerimin üzerine düştüm.

 

“Orospu çocuğu.” Vücudumda son kalan dermanlardı bunlar. İki gündür sussuz kalan dudaklarım daha fazla bu kansızlara dayanamamıştı, küfürümü duymuş olacak ki kolumdaki elini daha çok sıktı.

 

“Orospuyu sana burada gösterirdim de dua et Şewran seni bekliyor!” Ayaklarımdaki ipi çözüp ittire ittire yürüttü beni. Bacaklarımda öyle derman yoktu ki bir an bocaladım, iki gündür bağlı bir şekilde oturuyordum.

 

Yıkık dökük binadan çıkıp arabaların arasında kendisine divan kurmuş itin yanına gittik. Önündeki eti ve pilavı yerken beni gördü, elindeki kaşığı yavaşça tabağına bıraktı. Bir gözünün üzerinde siyah bir şey vardı. Korsanların taktıklarına benziyordu ve korsanlar onu gözü olmadıkları zaman takarlardı.

 

Tek gözlü piç!

 

Kalbim korkuyla kasıldı, bu şerefsizin bakışı normal değildi. “Misafirimize iyi baktınız, değil Baran?”

 

“Dediğin gibi Şewran, kimse dokunmadı.” Midem bulanırken yüzümü buruşturdum.

“Yer misiniz öğretmen hanım, seversiniz belki.”

Midem daha da bulandı, değil onların yemeğinden yemek aynı kaldırıma bassam kusarım.

 

“Köpeklerin yemeklerinden yemiyorum ben, Türk yemekleri tercihim.” Koluma asılan şerefsiz daha çok sıktı. Sinirle kolumdaki elini silkeleyip ittiğimde diğer yanımda duran kansız tuttu bu sefer kolumu.

 

“Bu Türkler niye eceli için bu kadar çabalıyor sence Maho?” Şewran denen it sorusunu sorup yemeğine tekrardan döndü. Bir yandan yiyor bir yandan Maho’dan cevap bekliyordu.

 

“Salak oldukları içindir.” Maho iti yüzüme bakıp kaşlarını kaldırdı. Dudaklarım onca acıya, sussuzluğa rağmen kıvrıldı hatta sırıtışım kahkahaya dönüştü. Hayvan gibi yemek yiyen Şewran bile yemeğini bırakıp anlamazca bana baktı.

 

“Bunu diyenler de dağlara kaçıp saklanan, kafalarında bitten pireden başka bir bok olmayan hayatsız itler! Türk’ten saklanırken bile Türk’ün dağlarına saklanan sizin gibi orospu çocukları mı ülke kuracak?!” Gülüşüm daha da büyüdü.1

 

“Bir siktirin gidin!” Kollarımı sıkan kansız yüzüme tokat atmak için meyletti, önüme geçip çenemi sıkıca kavramıştı ki Şewran itinin sesi duyuldu.

 

“Bırak, dokunma.” Terörist anlamazca ardını döndü. Söylediklerim hem kanına dokunmuştu hem de bana zarar veremiyor olmak zoruna gitmişti.

 

“Şewran!”

“Kimse dokunmayacak öğretmen hanıma, ona cezasını ben vereceğim.” Şerefsiz oturduğu divandan kalkıp yanımıza geldi. Kolumu sıkı sıkı tutan itin elini itti. Yüzüme düşen kirli saçlarıma dokunacakken hızla geri çekildim.

 

“Karım yapacağım seni öğretmen hanım, it dediklerinden onlarca doğuracaksın. Çocuklarımızı benim gibi yetiştireceğim, hepsi bu ülkeye kurşun sıkacak. Anladın mı.. Komutanın kızı?” Yüzümdeki tüm kan çekildi, hiç bir şey diyemedim. Öyle bir şey yapamayacaktı, gerekirse kendimle beraber patlatırdım buraları.

 

“Şewran! Geliyolar, Türk askeri geliyor!” Şewran duyduklarıyla dibimden hemen ayrılıp bize doğru koşan çocuğa döndü. 14 yaşlarında çobanlık yaptığı belliydi, küçücük çocukların kafalarını yıkıyorlardı.

 

“Köye giriş yapmışlar, Dewran haber gönderdi.”

“Baran! Adam var mı?”

“Çok azız, yakalanırız. Gitmemiz lazım Şewran.” Kansız sıkıntıyla etrafına baktı, başıyla arabaları işaret etti. Teröristler arabalara ilerlerken sözümü esirgemedim.

 

“Ne oldu itin doğurduğu? Türk askeri seni karısı yapacak diye mi kaçıyorsun?” Şewran kızarmış gözleriyle yüzüme döndü. Dişlerini sıktığı belliydi, sakalla kaplı çenesi kasılmıştı.

 

Ağzını açıp bir şey söyleyecekken bulunduğumuz binanın on metre ötesine düşen füzeyle yer sarsıldı, dengede duramazken toprağın üzerine düşmüştük. Şewran iti benden önce kendine geldi, kolumdan sıkı sıkı tutup arabaların olduğu yere sürükledi.

 

Dizlerimi yere bırakıp ayağa kalkmadım, etimin kalktığını, kanadığını hissediyordum ancak kalkmadım. Eğer şimdi o arabaya binersem, benim için hayat biterdi. Önümde bağlı duran ellerimi birleştirip şerefsizin diz kapağının ardına vurdum. Bir dizi yere düştü, sinirle arkasını dönüp bana baktı. Belindeki silahı çıkartıp emniyetini açtı.

 

“Geleceksin lan benimle! Beynini dağıtırım yoksa!” Gözlerimi kapatıp ellerimi toprağa yasladım. Ya burada ölecektim ya da evime dönecektim.

 

Kurşun sesleri etrafımızı sararken Şewran kararsızlığa düştü. Silahını beline koyup saçımdan sıkıca tuttu, yüzüne doğru kaldırdı.

“Dediklerimi yapmadan ölmeyeceğim, bundan sonra peşindeyim öğretmen hanım!” Yüzümü sertçe yere ittirip koşarak uzaklaştı. Şewran’ın arabaya binmesiyle üç araba da kaçmıştı.

 

İki gündür içime attığım gözyaşlarım birbir dökülmeye başladı yanaklarıma. O kansızların korktuğumu sanıp sevinmesini istememiş, gözyaşlarımı içime akıtmıştım.

 

“Burada komutanım!” Ardımdan gelen sesle yerimden sıçradım, ardımı döndüğümde bana doğru temkinli adımlarla koşan bir asker gördüm.

 

Türk askeri.

 

Ağlamalarım daha da şiddetlendi, yüzündeki maske, kafasındaki kaskı onu görmemi engelliyordu. Elindeki silahını boynuna asılı ipe bırakıp yanımda hemen diz çöktü. Titreyen kollarım ilk kollarını buldu, omzundaki yeşil Türk bayrağı tüm acımı dindirmişti.

 

Boynuna sıkıca kollarımı dolayıp göğsüne koydum kafamı. Öyle çok korkmuştum ki bana bir şey yapacaklar diye ölmeyi bile yeğlemiştim.

 

Sarıldığım sıcak beden tekrar hayatı hatırlattı, üzerine sinmiş barut kokusu vatanımı hatırlattı.

 

Güçlü kollar etrafıma sarıldı, her şeyden saklayıp koruyacakmış gibi göğsüne bastırdı beni. Bir kolu sırtımda bir kolu dizlerimin altından geçti, kucağına alıp ayağa kaldırdı. Bir yere yürüyordu ancak ne görecek takatim vardı ne de bu güvenli göğüsten kafamı kaldıracak gücüm.

 

“Komutanım gidiyorlar!” Yanımıza gelen bir başka iri yarı asker isyan edermiş gibi kucağında durduğum adama baktı.

 

“Görevimiz Âla’yı kurtarmaktı, ve kurtardık. Bitti Tuğrul!” Geçmişlerden gelen bu boğuk ses hatrımdaydı. Ama kime aitti, kimdi bilememiştim.

 

Yabancı değildi.

 

“İyi misiniz Âla hanım?” Yanımıza bir başka asker geldi. Sessizce kafamı salladım, bu sıcaklıkta yalnızca bir süre uyumak istiyordum.

 

“Komutanım, patika temizlendi. Komandolar yollarda, rahatlıkla dönebiliriz.”

 

“Tamam aslanım.”

 

“Ben.. yürürüm. Teşekkürler, her şey için.” Kucağında kıpırdanıp ayaklarımı yere bastım. Sessizce indirip bana baktı, boyu öyle uzundu ki yüzünü görebilmek için kafamı kaldırmam lazımdı.

 

“Erdal Yarbay’ın timindesiniz Âla hanım, artık güvendesiniz.” Sol gözümden tekrardan yaşlar aktı. Koskoca iki gün o karanlıkta annemin, babamın, dedemlerin düştükleri üzüntüyü düşünüp durmuştum.

 

Her dakika aklımdan çıkmayan tek soru,

Şehit olsam annem çok ağlar mıydı? Olmuştu.

 

“İyi ki varsınız.” Fısıltımı ne kadar duydu, duymadı bilmiyordum ancak kafasını sessizce salladı.

 

“Sizin için varız.” Sağımda ki o sıcak bedenin tanıdık sesini yine duydum. Minnetle gülümsedim, bu adamlar benim canım için kendi canlarını hiçe sayanlardı.

 

“Gökhan! Gördün mü lan nasıl patlattım, altına sıçtı hepsi aga!” Tepeden bağırarak gelen adama döndü herkes.

 

“Deli bu, üzülmesin diye aldık bunu.” Karşımda ki askerlerden birisi bana açıklama yaptı. Tepeden koşarak gelen adam yanımızda durdu, gözleri ilk bende sonra da bana açıklama yapan adama döndü.

 

“Aşk olsun, Tuğrul’u lakabından edemem. Benimkisi Fişek oğlum bir öğrenemediniz! Neymiş lan Furki?!” Yanındaki askeri ensesinden tutup kolunun altına çekti.

 

“Fişek, komutanım!”

 

Uzun zaman geçti sanki gerçekten gülmeyeli, adamlar nerede olduğumuzu, az önce ne halde olduğumuzu unutmuş sanki kafeye gitmiş arkadaş grubu gibi gülüp eğleniyorlardı. Eğlenceleri ve umursamazlıkları bulaşıcıydı.

 

Yıkık dökük harabelerin olduğu evlerden bir asker daha çıktı. Elindeki silah diğerlerinkinden farklıydı, ucu daha uzun duruyordu. Babamdan öğrendiğim engin bilgilerden bu adamın sniper olduğunu bilebiliyordum.

 

“Furkan, arabayı getir aslanım.” Komutanının kolundan çıkıp arka tarafta bulunan kapalı alana koşturdu, bir süre sonra araba sesi duyuldu. Dakikalar içinde de yanımızda durdu, arkası kasalı bir jeepti.

 

“Komutanım bu sefer Tuğrul binsin arkaya!” Tepeden bağıra bağıra inen asker isyan edercesine baktı bize doğru.

“Prensese bak, sipariş veriyor. İyi geç.” Tuğrul pes edip yerini vermiş olmalı ki arabanın kasasına ilk o atladı. Yanımda duran sıcak göğüs bıkkınlıkla nefes alıp verdi.

 

“Ters gitmek tutuyor beni de, ondan.” Son kez bana dönüp açıklama yaptı, arabanın ön kapısını açıp bindi. Sniper olduğunu düşündüğüm askerde hiç bir şey demeden kasaya atladı.

 

Ön tarafta ben, tepeden bağırarak inen asker, sıcak göğüs vardı. Direksiyona bağıran asker geçtiği gibi yüzündeki maskeyle kaskını çıkarttı. Barut ve topraktan kafasının etrafında siyah çizgi oluşmuştu. Kısacık traşı, sakalsız yüzü hiç da yabancı gelmiyordu.

 

“Oğuz ben, tanıştığımıza memnun oldum.” Arabayı çalıştırıp konuştu. Yoldaki gözleri bir bana bir de yanımda koca cüssesiyle oturan komutanına kaydı.

 

“Âla, bende memnun oldum.” Gülümseyip yüzüne baktım. Sıcakkanlı birisine benziyordu, komik ve biraz deli olması da cabası tabi!

 

Yolda ilerledikçe bir kaç askerin etrafı kolaçan ederek koruduğunu, bizim gittiğimiz aracı görünce hazırola geçip selam vermelerini izledim. Komandolar olmalıydılar, burası tekin değildi.

 

“Yeni atanmışsın, hayırlı olsun Âla.” Oğuz sizi bizi çoktan bırakmış arkadaşmışız gibi konuşmaya başladı. Nedense kızamadım, kötü niyet sezmedim.

 

“Hanım, Âla hanım Oğuz.” Yanımdaki sıcak göğüs yerinde dikleşmiş, sürücü koltuğundaki Oğuz’a bakıyordu. Oğuz da aldığı emirle yerinde dikleşip bir an komutanına baktı.

 

“Âla hanım! Yeni atanmışsınız hayırlı olsun sizin için inşallah!” Gözleri bir yola bir komutanına dönüyordu, sertçe yutkunduğunu gördüm. Komutanlarından niye bu kadar korkuyorlardı ki?

 

Sahi, o maskesini çıkartmamıştı, ismini de söylememişti.

“Sizin adınız neydi, bir yerden tanıdık geliyorsunuz bana ama.. nereden çıkartamadım.” Sıcak göğüs tekrar gerildi, yoldaki bakışları bana döndü. Maskenin altından yalnızca mavi gözleri belli oluyordu, bana bakmasa onları bile göremezdim.

 

“Ooo anlayalım hee?!” Oğuz imayla ıslık çalıp dikkati üzerine çektiğinde göz temasımız kesildi. İmayla kaşlarını kaldırıp bize bakıyordu.

 

“Nedense birden karda sıfır şınavı hatırladım Oğuz, özlemişsindir.” Oğuz’un kaşları durdu, gözleri yavaş yavaş büyüdü.

 

“Yok! Tövbe! Özlemedim! Komutanım, siz şey ettiniz, yanlış anladınız yani ben öyle dememiştim.” Hem kıvırıyor hem de arabayı sürmeye çalışıyordu.

 

“Komutanım tuvaletlerde pislenmişti!” Arabanın kasasından gelen seslerle Oğuz’un sırtı gerildi. Söyledikleri bir tür cezaydı, acımasız bir ceza.

 

“Bir de o vardı, aferin Kartal. İyi hatırlattın!”

 

“Ama komutanım hiç mi acımanız yok bana!” Oğuz camdan kafasını çıkartıp kasadakilere doğru bağırdı.

 

“Bağırma lan bana! İki kere temizletirim tuvaletleri yoksa!” Kartal dedikleri komutan cevabını verdiğinde Oğuz’a, sessizce kafasını içeriye sokup yoluna döndü. Şu anda tamamiyle süt dökmüş kediydi.

 

Üç saatin sonunda askeriyenin kapısına gelebilmiştik. Yolda arada sırada birbirine bulaşan tim keyfimi yerine getirmiş, onlar sayesinde hem kurtulmuş hem de mutlu olmuştum. Üşüdüğüm için de yedek askeri montlarından birisini bana vermişlerdi.

 

Araba durduğunda ilk yanımdaki adam sonra ben inmiştim. Sağ tarafta ambulans vardı, arkasında oturan annem, yanında tekerlekli sandalyedeki babam, başında duran Murat beni gördükleri gibi hareketlendiler. Murat babamı hızlı hızlı ittirip yanımıza geldiler.

 

Annemin kanlanmış yaşlı gözlerini görünce dayanamamıştım, gözyaşlarım tekrardan beni bulmuştu.

 

“Âla!”

 

“Anne!” Aramızda mesafe kalmayana kadar koştum, dizlerimde derman olmamamasına rağmen koştum. Annemin sımsıcak kolları sardı hemen boynumu, elleri buldu saçlarımı bastırdı anne kucağına yüzümü.

 

“Kuzum! Yavrum, annem!” Sayısızca saçlarıma, anlıma yanaklarıma öpücüklerini kondurdu. Öyle sıkı tutuyordu ki ellerinden kuş olup uçacakmışım gibi bırakmıyordu.

 

Bir süre sarılı kaldık, gözlerim ardımızdaki babamı buldu. Gözlerinden akan yaşları gizlice siliyordu. Kollarımı annemden yavaşça çözüp babama ilerledim. Önünde dizlerimi kırıp oturdum. Üzerine eğilip beline sarıldım sıkıca, güvenli göğsüne bıraktım yüzümü.

 

“Baba!”

“Babam!” Kolları sıkıca sarıldı, annem gibi saçlarımı sayısızca öpüp sevdi. Onları öyle çok özlemişi, merak etmiştim ki bir an olsun aklımdan çıkmamışlardı. Bana bir şey olsaydı onları geride bırakma, üzme düşüncesi her saniye kahretti ruhumu.

“Âla’m.. çok korktum çiçeğim!” Kulağıma fısıldayıp sıkıca sardı bedenimi.

 

“Amca azıcık da ben sarılayım, bana da bıraksaydın!” Murat yine muratlığını yapıp hem bizi güldürmüş hem de babamı sinirlendirmişti. Sessizce babamın kollarından sıyrılıp ayağa kalktım, Murat babamın ardından çıkıp kollarını açtı. Gülerek kollarına sıkıca sarıldım.

 

Sırtımı sıvazlayıp sıkıca sardı kollarını.

“Sıkma lan kızımı!” Babam yine kızıp bağırırken Murat inadına daha çok sıktı, kollarında iki büklüm olmuştum.

 

“Macuna döndüreyim kızını da gör!” Onların bu halini bile öyle çok düşünmüş, kahrolmuştum ki hep ağlamıştım. Şimdi de ağlıyordum ancak bu gözyaşları mutlu olanlardı.

 

“İyisin, değil mi?” Murat kulağımı fısıldayıp göğsüne çekti başımı. Sessizce kafamı sallayıp akan burnumu kazağına sildim. Sessizliğimden şüphe edip kafasını eğdiğinde şu hayatta en iğrendiği şeylerden birisini yaptığımı gördü. Kollarımdan hızlıca beni ittirip kazağına baktı.

 

“İğrençsin! Ne yaptın kızım ya!” Yüzü kusacakmış gibi bir hale gelirken gülüşümü tutamadım, şu an bildiğimiz rolleniyordu çünkü kazağında hiç bir şey yoktu. Onca insanın içinde sümüklerimi hünkürecek değildim heralde!

 

“Seni oyuncu yapacağım, çok rolleniyorsun!” Kahkaha atıp koluna bir tane vurdum. Sinirle yüzüme bakıp tekrar kazağına döndü. Gerçekten bir şey yoktu ama o öğürürmüş gibi göğsünü kabarttı.

 

“Gurur duyuyorum sizinle çocuklar, vatan size borçlu!” Babamın gür sesini duyduğumda Murat salağını ardımda bırakıp timle konuşan babama ilerledim. Önlerinde duran gazi babama hepsi saygıyla bakıyor, hazırolda bekliyorlardı. Maskelerini çıkartmıştı hepsi, bir kişi hariç. Sıcak göğüs.

 

“Estağfurullah komutanım, görevimiz!” İçlerinden birisi söylemişti ama kim hiç bilmiyordum. Babam gururla kafasını salladı, bakışları bu sefer maskeli adama döndü. O da babamın ona baktığını fark etmiş olacak ki eli boynuna gitti. Maskenin ucunu tutup açarken heyecanlanmıştım. Ne kadar düşünmesem de yol boyu merak etmiştim yüzünü.

 

Maske tamamen yüzünden sıyrıldı, o tanıdık mavi gözler bu sefer tüm netliğiyle gözlerimi buldu. Harelerim şaşkınlığa bürünürken ağzım açıldı, karşımda duran adam..

 

Alparslandı!

 

“Alparslan, tam beklediğim gibi bir asker olmuşsun. Gururlandırdın beni.. oğlum!”

 

Yakıcı mavi hareleri gözlerimden kayıp babama dönecekken boynumda sallanan kolyeye takıldı. Tişörtümden dışarıya çıkmış, göğsümün arasında duruyordu. Biçimli kaşları eskisi gibi gözlerinin üzerine gölge yaptı, çatıldı.

 

Yüreğimde dışarıya çıkmak için çırpınan kilitlediğim kuşlar kanat çırptı. Kalbimin gümbürtüsü göğsümü son hızla döverken kafamın içinde korku vardı yalnızca.

 

Korkum hissettiklerimdi.

Korkum çırpınan kanatlardı.

Korkum, kalbimdi.

 

Sonra zihnimin derinliklerinden çıka gelen bir cümle oldu..

‘Bin tane kalbim olsa, birisi bile onun için atmaz!’

 

Çırpınan yüreğim deprem olmuş gibi durdu, titreyip terleyen ellerim pantolonumun üzerinde öylece kaldı.

 

Alparslan’ın da dediği gibi, atmamalıydı. Atmayacaktı. Geçmişin kapılarını tekrardan gürültüyle kapattım, üzerine kilitlerimi vurdum.

 

Bitmişti. 2

 

Bölüm : 22.11.2024 14:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...