
Herkese selam Çiçeklerim, uzun zamandır atamıyordum bölüm. Üniversite sınavına hazırlandığım için hiç vaktim olmuyordu ama sonunda yazabildim. Hepinize keyifli okumalar dilerim, Serdengeçtiye hoşgeldiniz…
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder…
Gölgende bana da, bana da yer ver!
~Arif Nihat Asya / Bayrak
“Tamam babacığım, haklısın iyi ki yanımda o vardı. O olmasa daha kötü şeyler olurdu.. biliyorum biliyorum. N’olur söyleme baba, annemi biliyorsun bak kafası atacak, beni götürecek. Aramızda kalsa olmaz mı benim yakışıklı ultra güçlü babam?” Sessizce oflayıp bahçede koşuşturan çocuklara baktım.
İki saattir babama dil döküp yalvardığım konu o gece saldırıya uğradığımızdı. Hain kostok Üsteğmen, babama her şeyi saniyesinde ötmüştü, o gün bu gündür babama yalvarıyordum anneme söylememesi ve benim burada kalmam için.
“Son şans Âla, ben seni çöpte bulmadım. Her dakikamı başına bir şey gelecek endişesiyle yaşamak istemiyorum!” O an babamdan duyduklarım beni bir yandan kırmış bir yandan kızdırmıştı. Ve ben sinirlendiğimde patavatsız bir insan oluyordum..
“Öyle mi? Gazi olmadan önce seni endişeyle beklerken biz bir şey söylemiyorduk baba! Her gece anneme sarılarak uyuyordum, sessiz ağlayışlarını duymama rağmen sen üzülme diye susuyordum ben baba! Sen vatana hizmet ederken sıkıntı yok ama ben bir şeyler yapmaya çalıştığımda şans oluyor öyle mi? Vatanını seven bir tek sen değilsin Yüzbaşı!” Sustuğumda aramızda ağır bir sessizlik oluştu, söylediklerim aklıma bir bir düşerken pişmanlığım da tokat gibi yüzüme vurdu.
“Baba.. özür dilerim-“
“Haklısın Âla’m, ne annenin ne de senin hakkını ödeyebilirim. Allah izin verirse, bir gün anne olduğunda benim ne demek istediğimi anlayacaksın. Sen benim canımın cananısın, başına bir şey gelse dünyayı yıkarım. Söylediklerimin hala arkasındayım, sen istersen şans olarak gör istersen vatan görevi olarak. Bir olay daha olursa seni asla yanımdan ayırmayacağım, tamam mı babam?”
Gözümden bir damla yaş aktığında hızlıca sildim.
“Tamam babam, seni çok seviyorum Yüzbaşı.” Gülme sesini duyduğumda ağlamama rağmen bende güldüm. Ona böyle söylediğimde genelde sinirli olurdum, şimdi ise kırdığım gönlünü almak içindi tüm çabam.
“Benim kadar sevemezsin!” Ders zili çaldığında ayaklandım, bahçedeki kızlar içeriye girerken erkekler hala futbol oynuyordu.
“Ders zili çaldı, akşam ararım tekrardan. Anneme selam söyle baba.” Konuşma sonlanırken elimi yüzümü düzelttim. Birisiyle tartışırken ağlamazdım ama babamın iki cümlesine hüngür hüngür oluyordum.
“Mahsun! Çabuk koş bakayım sınıfa!” Benim öğrencim kan ter içinde bana döndü. Kocaman gülümseyip koşa koşa girdi okula, onun ardından da futbol takımı dağıldı. Nöbetçi bendim bugün okulda, ikinci haftam dolmuş yavaş yavaş alışıyordum. Bugün sıkıcı geçiyordu, Cemre raporluydu.
Sınıfıma girmeden önce lavaboya gidip elimi yüzümü yıkamıştım. Öğretmenler zili de çaldığında heyecanla sınıfa ilerledim, ilk günden beri bu heyecanımı atlatamamıştım.
Kapıyı açtığımda hepsi ayağa kalktı, yerime geçip oturmalarını söylemiştim.
“Resim defterlerini çıkartın bakalım! Size bir sürprizim var!” Hepsi coşkuyla bağırıp sevinçle yüzüme baktı. Çantalarına gitti hepsinin elleri, defterlerini çıkartıp hevesle beklediler. Dudaklarıma öyle garip öyle buruk bir gülümseme yerleşti ki burada kalmaya karar verdiğim için bir kere daha şükür ettim. Karşımdaki 12 çocuk da çocuk olamamışlardı. Hepsi küçüklükten tarlalara bir işçi gibi çalışmaya gönderilmiş, yazma öğrenmeden baharatın nasıl yapıldığını, hasatın ne olduğunu öğrenmişti. Okula gelmek, kalem tutmak, kitaplara dokunmak hepsini öyle mutlu ediyordu ki gözleri parlıyordu.
Hele de yazı yazarken, gerçek bir şeyler öğrenmek onlar için paha biçilmez bir şeydi.
Rojin’in arkasına dönüp Ahmet’e kürtçe bir şeyler söylemesiyle daldığım yerden çıktım. Tüm dikkatimi onlara verip Rojin’e seslendim, gözlerinde bir ara korku geçti.
“Ne yapıyorsun sen Rojin? Ne konuştuk seninle?” Benim söylediğime bilerek Türkçe konuşmadı, kürtçe cevap verdi. Sinirle yerimden kalktım. Sakinliğimi korumak için sabrımı korudum, o daha küçücük bir çocuktu ve bunların hepsini ailesinden duyup yapıyordu. Rojin, gayet Türkçe bilen bir öğrencimdi. Onun bir yaş küçük kardeşi Dilan ise hiç Türkçe bilmiyordu ve sınıfa geldiğim ilk günden beri ona Türkçe öğretmek için her şeyi yapıyordum, bazen tüm sınıfı serbest bırakıp Türkçe öğretiyordum ama ne zaman hafta sonu geçse Dilan öğrendiklerini unutuyor, Rojin ısrarla Kürtçe konuşuyordu.
Burası bir okuldu, Türkiye cumhuriyetine ait bir okul. Resmi dili de Türkçeydi ve Türkçe konuşulmadıkça, öğrenilmedikçe bir yerlere gelemezdiler. Cahil olarak kalırlardı. Özellikle kız öğrencilerimin bu coğrafyada güzel meslekleri olsun isterken ailelerinin çocukları böyle manipüle edip ziyan etmeleri çok zoruma gidiyordu. Gencecik ışıkları söndürüyorlardı.
Rojin’in kürtçe konuştuğunu duyan öğrenciler de cesaret alıp Türkçeyi bırakıyorlardı.
“Burası bir okul! Evinizde, dışarıda istediğiniz dili konuşabilirsiniz ama burada hele ki benim sınıfımda bir daha kürtçe duymayacağım anladınız mı?! Sizin ilerlemenizi istedikçe siz Türkçe’yi unutmaya çalışıyorsunuz! Doktor olmak istemiyor musun sen Rojin?! Türkçe bilmeden nasıl olacaksın, nasıl derslerine çalışacaksın?! Kendini geç kardeşine iki haftadır öğrettiklerimi de unutturuyorsun! Sizi tembihleyen ailelerinize de bunu diyeceksiniz, anladınız mı?! Bu okul sınırında oldukça benim öğrencilerim kürtçe konuşamaz!” Hepsi sus pus olurken Rojin mahçupça yüzüme bakıyordu.
Onun hiç bir günahı suçu yoktu ancak çocuklara bunun yanlış olduğunu ne kadar sert anlatırsam o kadar çekinirlerdi. Beraber geçirdiğimiz bu iki haftadır onlara ufak ufak kızmıştım ancak asıl sinirli halimi şimdi görmüşlerdi.
Sinirle yerime oturup yüzlerine baktım, hepsi yüzüme mahsunca, gözleri dolu dolu bakıyordu ancak duruşumu da çatık kaşlarımı da bozmadım. Bu konuda çok nettim ve asla taviz vermezdim. Konu yalnızca onların akıbeti değildi, onlar bu vatanın evlatlarıydı. Küçücük tertemiz zihinleri pis hırslara kurban etmezdim. Allah’a şükür ki bütün veliler Rojin’in ailesi gibi değildi. Bir kaç öğrencimin ailesi böyleydi yalnızca ancak bu bile yeterdi benim için. Onlar benim öğrencilerimdi, ilk çocuklarımdı. Kimseye yedirmez, vatana doğrultulacak bir silah yapmalarına izin vermezdim.
Masamın altındaki kutuyu çıkartıp bantlarını söktüm. Bugün onlar için kırtasiye aramış, kuru kalem almıştım. Çoğunda renkli kalem yoktu, resim yaptığımızda da ya kurşun ya da kırmızı kalem kullanıyorlardı.
“Şu dünyada sizin iyiliğinizi ailenizden daha çok isteyecek kişi varsa o da benim. Burada imkanlarımız az olabilir, farklı bir coğrafya olabilir, kültür, dil farklı olabilir ama öğreneceksiniz. Sizin vatanınız Türkiye, ırkınız Kürt olabilir ama yurdunuz burası. Her şeyi öğreteceğim size ama bana yardımcı olmazsanız bunu başaramam.” Kelimelerim onların yaşına o kadar uymuyordu ki yine üzüldüm. Üzüldüm çünkü bunların hepsini anlayan çocuklar vardı karşımda. Çocukluktan büyüyen çocuklar…
“Şimdi yanıma gelin, sıraya girin bakayım.” Hepsi sessizce geçti sıraya, Rojin dışında. Ona elimle gel yaptığımda başı öne eğik geldi. Kollarından tutup bacağımın üzerine oturttum, kara saçlarını arkaya atıp yüzünü kaldırdım.
“Her şey iyiliğiniz için kara kızım, sakın başını bir daha eğme. Tamam mı?” Gözleri dolsa da kafasını sessizce salladı, bir anda küçük kollarını boynuma doladı. Onun ardından tüm sınıfım etrafımı sarıp sarmaladı beni. O an sinirim öyle uçtu gitti ki gülümsediğimi bile fark etmemiştim.
Kalemlerin hepsini dağıttım onlara, yüzlerinde öyle güzel gülümseme vardı ki insana şükür ettirirdi. Bu iki haftadır belirli şeyler çiziyorduk, ama bu sefer onları hayal gücüyle birlikte bırakmıştım. İstediklerini çizmelerini söylemiştim, kimisi beni ve kendisini kimi ailesini kimi ağaç ve ev çizmişti. Teneffüs arasında Rojin’e ailesiyle görüşmek istediğimi söylemiştim.
Dersler su gibi akıp giderken vücuduma yorgunluk da düşmeye başladı. Çıkış zili çaldığında sırtlarındaki büyük çantalarını popolarına vura vura koşmuşlardı, çantamı toparlayıp bende çıkacaktım ki sınıfıma Emre hoca girdi.
Omzuna astığı postacı çantasından bir kâğıt çıkartıp bana uzattı.
“Mahzun’un, benim çocukların kâğıtlarına karışmış öğretmenler odasında.” Gülümseyerek alıp baktım. A harfini çalıştığımız kağıtlardandı.
“Öğretmenlerle yemeğe çıkacaktık, gelmek ister misin?” Gelmek isterdim, meslektaşlarımla çok eğleniyordum. Sohbetleri asla bitmiyor, anılar anlatıldıkça anlatılıyordu ancak bugün ben çok yorulmuştum.
“Çok isterdim, gerçekten ama çok yorgunum. Başka zamana olsa olur mu?” Gözlerinde ısrar etmek istediğini ama yapmadığını gördüm.
“Tamam o zaman, ben yine de sana gideceğimiz yeri atarım. Gelmek istersen, gelirsin.” Gitmeyeceğimi bilsem de sessizce kafamı salladım. Okuldan çıkıp öğretmenlerin servisine bindim hızlıca, evim yakın olduğu için yolculuk çok sürmemişti.
Lojmana girip kendi katıma çıktım, anahtarımı tam yerleştirip açacakken karşı dairenin kapısı açıldı hışımla, sesler yükseldi.
“Abi bir sakin olur musun? Sana zarar verir, lütfen gitme!” İdil, ayakkabısını hırsla giyen Alparaslan’ın kolunu tutup gitmesini engellemeye çalışıyordu.
“İçeriye gir İdil, ben gelene kadar da bir yere çıkma!” Eğildiği yerden dikelip merdivenlere yönelecekti ki beni gördü, adımları duraksadı. Gelmişti, gözlerim onu gördüğünden beri refleks gibi bütün bedenini taramıştı yarası var mı diye. Allah’a şükür ki bir şeyi yoktu.
“Sana da merhaba!” Sanırım hoş geldin dememi bekliyordu ki yüzüme böğürdü öküz gibi! Niye diyecekmişim ki?! He niye diyecekmişim ben sana hoş geldin hayvan herif! Hain asker!
“Prensip olarak satıcılara merhaba demiyorum!” Ona tekrar ardımı dönüp anahtarımı çevirdim, eve girdim. Ben kapıyı kapatmadan eliyle durdurup yüzüme doğru eğildi. Duş aldığını, yeni traş olduğunu yüzüme yüzüme vuran güzel kokusundan anlamıştım.
“Satıcı? Kimi satmışım ben?!” Az önce ki sinirini tamamiyle benden çıkarıyor, bağırmak için yer arıyordu resmen!
“Sen çok iyi biliyorsun kimi sattığını! Hemen gidip söylemişsin her şeyi babama, ama gitmedim bak tam karşındayım! Gönderemedin de şimdi beni, ne yapacaksın?” Sinirle gözlerini kapatıp sabır çekti.
“Söyleyeceğim tabi, söz verdim babana. Benim bir şey yapmama gerek yok sen zaten başını derde sokacak bir şeyler yaparsın. Sanki kötülüğüne git diyoruz!” Sinir katsayım gittikçe artarken ona doğru bir adım attım.
“Ben mi derde sokuyorum başımı?! Ben mi diyorum gelin beni kaçırın diye?! Uslu uslu oturuyorum yerimde, kime ne zararım var?! Evet kötülüğüme diyorsun, ben istiyor muyum senin iyiliğini?! İstemiyorum, yapma!”
“Sen ister iste, ister isteme yapacağım!”
“Yapmayacaksın!”
“Yapacağım, bal gibi yapacağım!”
“Yapmayacaksın dedim sana! Ne yapışık bir şeysin sen ya, bir git hayatımdan!” Bir kaşı dalga geçermiş gibi yukarıya kalktı, içten istemediğimi hissetti mi ne?
Tam bir şey söyleyecekken üzerime doğru uçup yere devrildiğimizde şok üstüne şok yaşamıştım. Kapımın kilit sesi duyulduğunda şaşkınca kala kalmıştık. Ben yerde öylece yatarken o da üstüme düşmüştü, bütün bedeninin ağırlığı üzerimdeyken nefes alamıyordum ama bunun bir nedeni daha vardı ki o daha fenaydı.
Mavi gökyüzü öyle yakınımdaydı ki kuş oldum sandım. İlk defa bu kadar yüksekte hissetti kanat çırpan yüreğim. Nefesi kızarmış yanaklarıma vururken nefesimi tutmuştum, boynunda sallanan künyesi boynuma düşmüştü. Boğazıma dokunan sıcak metalde onun adı vardı.
“Ne- nefes- Alp-“ kesik kesik söylemlerimi anlamayıp yüzüme kaşlarını çatıp baktı. Üzerimde şu anda en az 90 kiloluk bir Üsteğmen vardı.
“Düzgün konuşsana, anlamıyorum. İki kelime mi? Yerli mi yabancı mı?” Gülecek gibi olsam da gülemedim, nefesim boğazımda tıkalı kaldı. Damarlarımdaki asil kanı tamamen tıkadı resmen öküz!
“Kalksana Hayvan!” Son nefesimle yüzüne haykırıp nefesimi saldım. Saniyesinde olayı kavrayıp atik bir hareketle kalktı. Kocaman bir nefes aldım, dünyamdaki tüm oksijeni kesti resmen adam!
“Kaç kilosun sen be?!” Elini uzattığında avucuna vurup kendim kalktım. Ondan gelecek hiç bir yardımı istemiyordum. Adamı görmek istemedikçe dibimde bitiyordu, hatta üzerimde!
“97.” Sessizce bir oha çekip üzerimdeki ceketimi çıkarttım. Gözlerim kapıya giderken şaşkınlığım bir kez daha ortaya çıktı. Az önce birisi bizi evime kilitlememişti değil mi?
“İdil! Aç kapıyı!” Alparslan olayı benden önce kavrayıp kapıma yumruklar vurdu.
“Olmaz abi, açmam. Gitmene izin vermem, hem siz de aranızdaki sorunları halledin. Hadi ben kaçtım!”
“İdil! Gel kız buraya!” Ben bağırdım bu sefer ama onun evinin kapısı kapandı. Şaşkınca ardımda duran adama döndüm. Sinirle yüzünü sıvazlıyor, bir yandan da sabır çekiyordu.
Sonunda bir çözüm bulmuş olacak ki kolumdan tutup beni bir iki adım uzaklaştırdı. Belindeki silahını çıkartıp emniyetini açtığında hemen kapımın önüne geçip kollarımı açtım.
“Olmaz! Yaptırmam!”
“Çekil şuradan Âla, yaptırırım ben yenisini!” Uğraşamazdım ustalarla, seslerle. Bu gece yalnızca sessizce odamda yatmak, uyumak, uyku istiyordum.
“Camdan atla.”
“Beşinci kattan mı?” Doğru, atlayamazdı. Ya da atlardı.
“Ne olacak, bordo bereli değil misin? Daha zor yerlere tırmanmışsındır sen, beşinci kattan bir şey olmaz. Ellerinizi bağlayıp denize atıyorlarmış, doğru mu bu? Kötü bir şey ya, ellerini çözemezsin ne olacak? Ölüme mi terk ediyorlar?” Yüzüme sen ne anlatıyorsun bakışlarından fırlattı, siniri gittikçe yükseliyordu sanırım.
“Örümcek adam mıyım ben?! Aşağıya nasıl ineyim tutunacak hiç bir şey yok! Ağaç falan olsa inerdik!” Omzumu silkeleyip inatla baktım gözlerine. Kapım zeval göremezdi bugün.
“Ara kardeşini, gelsin açsın.”
“O da öyle diyordu zaten, abim beni arasın da kilitlediğim kapıyı açayım!”
“Ne bağırıyorsun bana, ben mi dedim üzerime üzerime gel diye? Ayrıca küçücük kız seni nasıl itebildi o kadar? Nasıl bordo berelisin sen?”
“Bak onu bende düşünüyorum, deli gücü var onda da heralde.” Mantıklı geldiği için onaylamak amaçlı kafamı salladım, sonra olduğumuz durumun saçmalığını sorguladık. Yorgunca yaslandığım kapıdan çekildim, yere düşen çantamı alıp ona baktım.
“Alet çantası var mı?” Yoktu. Maalesef ki yoktu. Yüzümden yok olduğunu anlamış olacak ki sessizce kafasını salladı. Bana ardını dönüp salonuma ilerlediğinde şaşkınca ardından baktım.
Üzerindeki ince ceketini çıkartıp koltuğuma attı, tekli koltuklardan birisine yayılıp kafasını geriye attı. Kısacık saçları dalgalanma yapmadı.
“Ne yapıyorsun şu anda?” Kapalı gözlerinden birisini açıp yüzümü süzdü sonra beni takmayıp tekrar kapattı.
“Oturuyorum.”
“Onu sormadığımı biliyorsun, kalk camdan atla.” Bu sefer iki gözünü açıp şaşkınca baktı, sonra dudaklarında gülümseme oluştu. Dalga geçer gibi değildi, samimiyetle gülüyordu. Kurduğum cümlenin absürtlüğü beni de güldürmüştü.
Çantamı salonumun ortasındaki küçük masaya bırakıp büyük koltuğa oturdum. Gömleğimin incili düğmesini parmağıma takıp tırnaklarımla oynadım. Aklımda merakla dönen soruyu sormak için bir süre sessizliğe ihtiyacım vardı.
“Söyle ne söyleyeceksen.” Gömleğimdeki bakışlarım ışık hızıyla yüzünü buldu şaşkınlıkla. Kafası hala arkaya yatırılmıştı ama dimdik bana bakıyordu.
“Nereden çıkardın bir şey söyleyeceğimi?” Sağ dudak çizgisi yukarıya kalktı, gözleri tekrardan kapandı. Yorgun olduğunu öyle görebiliyordum ki üzülmüştüm. Yeni gelmişti görevden sanırım, gözlerinin altı biraz mor, içi de kırmızıydı. Uykusuzluğu görünüyordu.
“Anlarım ben.” Kısaca konuşup tekrar sessizliğe daldı. Gözleri kapalı olduğu için cesurca gezdirdim yüzünde gözlerimi. Eskiden biraz da olsa çocuksu bir yüzü vardı, ona baktığımda bazen masum bir oğlan görürdüm ama şimdi.. karşımda tam anlamıyla bir adam vardı. Yaşadıklarıyla, gördükleriyle tamamen olgunlaşmış bir adam. Hatta öyle büyümüştü ki bazen gözlerine düşen hüzün onu yaşlandırıyordu.
“Ailem yok demiştin.” Bir annesi babası olduğunu biliyordum ancak öldü sanıyordum ama şimdi bir kız kardeşi vardı. İdil hakkında hiç bir zaman bir şey söylememişti.
Gözleri açıldı, koltuğa yasladığı kafasını usulca kaldırıp desenli halımda göz gezdirdi.
“Aile, ana babayla olur Âla. Benim ise yalnızca kız kardeşim var.” Soracağım sorudan çekinsem de haddimi aştığımı bilsem de sordum.
“Öldüler mi?” Halımda bakışları okun hızıyla yaraşır biçimde gözlerimi buldu. Sırtının gerildiğini görebiliyordum, kaşları çoktan çatılmıştı.
“Keşke.” Yüzüm şaşkınlığa düştü, kafamın içinde yeni soru odacıkları açıldı. Annesinin ve babasının ölmesini istiyordu. Neden?
Daha fazla soru soracağımı anlamış olacak ki ayaklandı, mutfağıma ilerledi.
“Ne yapıyorsun?”
“Acıktım.” Mutfağıma girip gözden kayboldu. Adamda ki rahatlık koltukta yoktur yemin ederim!
“Kendi evinde yersin!” Ardından mutfağa girdim, dolabımdan domates, biber çıkartıyordu. Dolaplarımı tek tek açıp tava ve yağ çıkarttı.
“Gidemediğime göre, sen beni doyuracaksın.” Ah şu fesat aklım! Ben gerçekten kötü bir insandım. Kafama doluşan pis düşünceleri silip cevap verdim.
“Dayanırsın biraz daha, mutfağımı kirletme.” Kafasını çevirip bana yandan bir bakış attı. Domatesleri güzelce soyup eşit doğradı.
“Ne zalim bir kadın olmuşsun sen, bir asker sana açım diyor elinde avucunda ne varsa vereceğine kovuyorsun.” Ardı dönük bedenini kolundan tutup kendime çevirdim.
Üstten bakan koyu mavileri tam kalbimdeydi. Sıcaklık vardı irislerinde, bazen hüzün bazen de anlatamadıkları. Şimdi ise sustukları vardı, kaçtıkları. Dert taşıyan bu gökyüzü tam göğsüme yağmurunu bıraktı, sel oldum taştım. Derdi her şeyimi yerle yeksan etti.
“Soğan da koy.” Dediğimi ilk anlamadı, sorgulayan bakışları yüzümde dolanırken anlamışlığa düştü. Sırtını mermere dayayıp çok bilmiş yüz ifadesine büründü.
“Kendime yapıyorum bunu, rica edersen sende yiyebilirsin.”
Ha?
Tam olarak, Ha!
“Şaka yapıyorsun heralde.”
“Ben şaka yapmam.” Doğru, yapmazdı.
“Farkındaysan burası benim mutfağım, benim domateslerim! Kendi malımı yerken izin mi alacağım?” Bakışları bir anlık göğüslerime düşse de salisesinde başını yan çevirmişti.
“Yapacak olanda benim, uşağın değiliz. Rica edersen, yersin.” Bana sırtını dönüp tekrar domatesleri doğramaya başlayacakken önüne geçip göğsünden arkaya ittirdim hafifçe. Başımı yüzüne doğru dikip inatla gözlerine baktım.
“Yapamazsın o zaman, aç kal.” Elindeki bıçağı ardımda kalan tahtaya bırakıp iki elini kalçalarımı dayadığım tezgaha koydu. Üzerime doğru eğilmesiyle kokusu yüzüme vurdu.
“Aç kalırsam.. neler olur biliyor musun?” Dudakları hafif bir açıyla kıvrıldı, koyu mavileri yüzümü her bir metrekaresini gezerken değdi yerler kızarmaya, yanmaya başlamıştı. Nefesimi bilmeden sıkıca tutmuş, kalbimin gümbürtüsünü dinliyordum.
Ben onun erkeksi kokusuyla derin bir savaştayken o bir anda kolumun altlarından tutup beni havaya kaldırdı, buzdolabının üzerinde dolaplarıma bağlı boş yer vardı. Bir elini belime diğerini bacaklarımın arkasına koyup beni havaya iyice kaldırdı, dolabımın üzerine oturttu.
Saniyeler içinde dolabın üzerinde koyulurken ben ne yapıyordum?
Şaşkınlıktan ağzım açık kalmış öylece bakakalıyordum.
“Ne yapıyorsun sen be?!” Ellerini beline koyup oturduğum yeri iyice inceledi, rahat olduğumdan emin olmaya çalışıyor galiba. İşaret parmağını bana doğru sallayıp güldü.
“Ben yemek yapana kadar burada duracaksın, şimdi sessiz ol.” Bana ardını dönüp domatesleri doğramaya başladı. Olduğum yerden aşağıya baktım, yüksekti. Atlasam kolum bacağım kırılır mıydı ki?
“İndirsene beni hayvan herif! Vallahi tepene atlarım görürsün.” Dalga geçer gibi güldü, vücudunu döndürmeden kafasını çevirdi.
“Başımın üstünde yerin var, gel atla.” Gülecek gibi olsam da gülmedim, o benim yerime de güldü.
Ustalıkla yaptığı menemene bakıyordum tepeden, yanına salatada yapmıştı. Menemenin taze kokusu burnuma geldikçe karnın gurulduyordu.
“Sen nereden öğrendin böyle menemen yapmayı?” Ellerini yıkayıp kuruladı, bana doğru geldi. Nasıl koyduysa aynı şekilde kollarımdan tutup aşağıya indirdi beni.
“Dağlarda pek bir seçenek olmuyor.” Babam da çok güzel yapardı menemen, sucuklu yumurta. Masaya geçip oturdu, ikimize de çay koyup oturmam için gözleriyle sandalyemi işaret etti. Sessizce dediğini yapıp ekmekten kopardım, insan tepede acıkıyormuş gerçekten.
“Sessiz sakin durabildiğimiz tek yer yemek masası resmen.” Menemene ekmeğini batırıp tek lokmada yuttu. Dedikleri doğruydu, bir tek yemekte susuyorduk.
“Bir şey soracağım,” yemekteki gözlerini memnuniyetsizce kaldırıp yüzüme baktı. Hoşlanmayacağı bir şey söyleyeceğimi anlamıştı.
“İdil.. gitmemen için seni uyarıyordu, zarar verir diyordu. Nereye gidecektin?” Dudaklarına götürdüğü çay yolda durdu.
“Bana Allahtan başka kimse zarar veremez.” Soruma yanıt vermiyordu, kaçıyordu. Bende hakkım olmadan daha da ileriye gitmek istemediğim için sustum.
Sonraki dakikalar yemek yemeyi bitirmemiz, sofrayı toplayıp oturma odasına ilerlememizle geçmişti.
“Ee Âla öğretmen, borcunu ne zaman ödeyeceksin?” Öğretmen demesi heyecanlanmama neden olsa da çok belli etmedim, ya da ben öyle sanıyordum.
“Ne borcu?” İki elini de arkaya yaslayıp ensesine dayadı, koltukta yayılabildiği kadar yayıldı. Dudağı yaramazlık yapacak küçük bir oğlanın mutluluğu gibi kıvrıldı.
“Limonlu kekimi diyorum, ne zaman yapacaksın?” Yemekte verdiğim sözden bahsediyordu. Ben onu tamamiyle unutmuştum, aslında bu adam için parmağımı bile kaldırmazdım ama yemek ısmarlamıştı. Sırf onun için yapacaktım.
“Canım ne zaman isterse.” Kaşlarını çatıp gıcığıma gidecek bir cevap verecekken zil çaldı. Şaşkınca ondan bakışlarımı alıp ayaklandım. İdil vicdan yapıp geri gelmişti sanırsam.
“Âla, anahtarın kapıda kalmış kız!” Alparslan da şaşkın bir yüz ifadesiyle yanıma geldi, eğilip kapı deliğinden dışarıdaki arkadaşım Sıla’ya baktı.
“Sılaların ne işi var burada?” Omzundan tutup kendime çevirdim hemen. Kaşlarımın çatıldığını bilmeden yüzüne baktım.
“Sen nereden tanıyorsun?”
“Deli Sıla saolsun, bizim Kartal’a kafayı takmış durumda.” Kafam allak bullak olurken kapı bir kez daha çaldı.
“Ay Dilara kız evde yok işte niye bağırıyorsun? Hadi gidelim, konuşuruz sonra.”
“Yok kızım şimdi girdi eve, elim yandı zaten!”
Kafama renk diye düşen aydınlanmayla karşımda dağ gibi dikilen adama baktım. Alparslan kızları tanıyorsa onlar da bunu tanıyordur, biz şu an evde yalnız tek olduğumuza göre.. çok yanlış anlaşılacak bir konumdayız.
Hemen kolundan tutup odama çekiştirdim. İlkte ne yapıyorsun falan dese de peşim sıra geliyordu Allahtan. Odama sokup yüzüne baktım hemen.
“Sesini sakın çıkartma, sen burada yoksun tamam mı?!”
“Ne olacak görsünler, tanıyorlar zaten. Ayrıca kaç yaşındayız biz Allah aşkına!”
“Sorunda o zaten be adam! Sessiz ol tamam mı, lütfen!” Odamın kapısını yanıt beklemeden hızlıca kapatıp saçımı başımı düzelttim, kapının ardındaki arkadaşlarıma seslendim.
“Kızlar kilidi çevirin, yanlışlıkla orada kalmış heralde!” Dediğimi yapıp kapıyı açtılar, Dilara son hızıyla elinde tuttuğu bir tepsi keki kucağıma bıraktı. Yanan parmaklarını üflemeye başladı, cidden sıcakmış.
“Biz böyle habersiz geldik ama müsait misin, değilsen hiç sıkıntı değil bak.” Ayla anlayışla gözlerime bakıp gülümsedi. Şu kızın tatlılığına kim dayanabilir de hayır der ki?!
“Müsaitim müsaitim gelin hadi.” Onlar salona ilerlerken ardımdaki odama yan gözle baktım. Ses seda yoktu, inşallah böyle dertsiz tasasız atlatacağız bu durumu.
Tepsiyi mutfağa bırakıp salona girdim.
“Kız hadi anahtarı unuttun dışarıda, kendini nasıl kilitledin?” Sıla bu duruma gülerken diğerleri de eşlik etti. Çaktırmadan bende gülüp aklıma ilk gelen cevabı verdim.
“Çocuklar.. heralde bir eşşek şakası yaptılar. Bende anlamadım siz gelmeseniz öyle duracaktı!” Allah seni ne yapmasın alık dermiş gibi gülüp baktılar yüzüme. Haksız da sayılmazlardı sanırım.
“Limonlu kek mi yaptınız, mis gibi koktu vallahi!” Sıla hemen oturduğu yerden dikleşip model gibi saçını bir sağa bir sola salladı.
“Kendim yaptım diye diyorum, mis gibi olur tadı!” Allahtan diyordu!
“Beş dakika dur tamam mı, beş dakika kendini bir övmeden dur be kadın!” Dilara isyan bayraklarını çekip Sıla’yla atışmaya girdiğinde bende mutfağa gidip keki dilimlemeye başladım. Çayda koyup demini almasını bekledim.
“Yardım edilecek bir şeyler var de ne olursun!” Ayla hışımla salona girip sandalyeye attı kendini. Kabarıp birbirine girmiş saçlarını görünce kahkaha atmıştım, resmen Malazgirt savaşından çıkmış gibi duruyordu.
“Ne oldu, bu halin ne?”
“İçerde Timur’un filleriyle savaşan Beyazıd’ın kavgasına karıştım.” Nasıl yani?
“Sılayla Dilara. Şimdi evine ilk kez geldik ya, ayıp olmasınlar diye sessiz dövüşüyorlar.” Demişti ki içeriden çığlık sesi geldi. Duyduklarıma mı güleyim yoksa Denizli’deki evimin cümbüşünü unutturmayacak arkadaşlarıma mı sevineyim bilememiştim.
Bu anı beklermişçesine koştu ayaklarım içeriye. Sıla, Dilara’nın karnına oturmuş bir yandan ağzını kapatıyor diğer yandan saçını çekiyordu. Dilara da iki eliyle Sılanın saçlarını çekip üstünden itmeye çalışıyordu.
“Sen görürsün sen!” Birbirlerine daha sert girişecekken onları izleyen bizi gördü. Yerden kalkıp üstlerini başlarını düzeltmeye çalıştılar.
“Âla, yanlış anlama şimdi yani Dilara’nın saçında bir şey kalmış onu alıyordum.”
“Asıl senin saçında kalmış, dur bakayım evet hala alamamışım şöyle gel sen bir!” Dilara tekrar saldıraya hazırlanıyordu ki Ayla araya girdi.
“Kızlar!”
“Murat’ın yokluğunu aratmayacaksınız sanırım.” Sıla’nın yolunmuş tavuk gibi kabarmış saçlarına daha fazla dayanamayıp kahkaha attım. Mutfağa dönüp kekleri güzelce tabaklara koydum, aklıma odama sakladığım Üsteğmen geldi.
Limonlu kek isteyip duruyordu, bunu yesindi.
Kızlar salonda olduğu için parmak uçlarımda odama ilerledim elimdeki tabakla. Sessizce kapıyı açıp odaya girdiğimde Alparslan’ı ayakta, camın yanındaki küçük koltukta hatta yerde görmeyi bile bekliyordum ancak o şu anda yatağımda yatıyordu, uyuyordu.
Postallarını çıkartıp yatağın köşesine koymuştu, bacakları yatağıma büyük gelmiş biraz dışarıda kalmıştı. Yüzüstü yattığı yatağımda yastığıma öyle sarılmıştı ki elinden alınacak gibi değildi.
Bazen gökyüzü bazense karadenizin hırçın denizi mavileri kapalıydı. Kaşları çatık değildi, bana bakarken genelde yüzü huzursuz gözükürdü ancak şimdi, bir bebek gibi uyuyordu.
Keki aynalığımın üzerine bırakıp sessizce yanına diz çöktüm. Kolumu yüzüne yakın koyduğum için sıcak nefesini tenimde hissettim.
Kısacık kestirdiği saçları biraz terlemişti, gür kirpikleri de arada titreşiyordu. Parmaklarım karıncalandı, dokunsam uyanır mıydı?
Sağ dudağının üstündeki yara dikkatimi çekmişti, küçük bir çizgiydi ancak yakından bakıldığında fark ediliyordu.
İşaret parmağımı uzatıp tüy hafifliğinde yarasına dokundum, tenimin altındaki yara bir kez daha içimi ürpertmişti. Ben, teninin sıcaklığında ısınırken bir anda kolumdan tutup yatağa çekti. Kolunu boğazıma dayayıp bedenimi altında tamamen kıstırdı. Uyku mahmurluğu gözlerinden okunurken beni gördüğü gibi boğazıma bastırdığı kolunu çekti ancak ne üzerimden kalktı ne de bana izin verdi.
“Âla, ne yapıyorsun? Acıdı mı boğazın?” Boynuma düşen saçlarımı yatağa iteleyip çenemi hafifçe kaldırdı. Saniylelik yapmıştı refleksini o yüzden acımamıştı.
“Acımadı, iyiyim.” Sesim neden kısık çıkıyordu ki? Sureti bu kadar yakınımdayken, sıcaklığı tüm bedenimi sararken neden kalkamıyordum?
Bir an, yalnızca bir an gözlerinde pes etmişliği gördüm. Bu ifadesi bana öyle yabancıydı ki şaşırmıştım. Sonra hiç beklemediklerim ısrarla gerçeklemeye devam etti.
Sıcak anlını biraz yanağıma biraz da çeneme yasladı. Tüm bedenim büyük cüssesinin altında gerildi, kasıldı. Derin bir nefes aldığını ve verdiğini anımsadım, boynuma oradan da göğsümün arasına kurdu bütün köprülerini rüzgarı.
Kalp atışlarım göğsüme yaslanmış kalbine vuruyordu, buna emindim. Ritmimin yanında nefesimin hızı da artmıştı. Arada dudaklarımdan nefesimi veriyordum, saçlarına sızıyordu oksijenim.
“Daha ne kadar dayanacağım, bilmiyorum.” Söyledikleri bana değil de kendine gibiydi. Son kez derin bir nefes aldı, saniyesinde üzerimden kalkıp bana ardını döndü. Yüzünü sıvazladığını görebildim.
Donakalmış bedenimi kalkmak için zorladım, konuşabilmek içinse boğazımı sessizce temizledim. Az önce yaşadıklarımızın şaşkınlığı, çarpıntısı hala üzerimdeydi.
“Kekini getirdim, borcumu silersin artık.” Masama ilerleyip tabağı gösterdim elimle. Bir kaç saniye önceki yüzü tamamiyle kaybolmuştu. Şimdi yalnızca boşluk vardı, hissizlik.
“Sen mi yaptın?” Kafamı iki yana salladım, cevabını alınca cesurca gözlerimin tam içine baktı. Kararlılığı, netliği gördüğüm bu koyu girdap geriye doğru adımlamama neden oldu.
“Yemem ben bunu, borcunu da silmedim. Söz verdin, sen yapacaksın.” Tam ağzımı açıp cevap verecekken cebindeki telefonu çaldı. Telaşla ona doğru atılıp telefonunun sesini kapatmaya çalıştım. Ben içerideki kızları unutuyordum az daha!
“Efendim komutanım?” Sesi bir tık gür çıkınca elimi hemen ağzına kapattım. Şu anda bu adam ne yapıyordu acaba? Ben buradayım dese daha iyiydi resmen!
“Emredersiniz komutanım, geliyorum.” Ağzını kapattığım elimi indirip az önceye nazaran bir tık sessiz konuştu. Telefonu tekrar cebine atıp postallarına ilerledi.
“Nereye gidiyorsun, çıkamazsın hiç bir yere.” Kızlar odamdan bu adamın özellikle tanıdıkları bu adamın çıktığını görseler ne cevap verirdim?!
“Merak etme, oradan çıkmayacağım.” Kaşlarımı çatıp ne demeye çalıştığını düşündüm, ayağa kalkıp camıma ilerledi, perdeyi sonuna kadar açıp camı açtı.
“Hani atlayamazdın, ne oldu da atlıyorsun?” Cama ayağını atıp dışarıya çıkacakken omzunun üzerinden yüzüme baktı, yaramaz bir oğlan çocuğu gibi gülüp tamamiyle odamdan çıktı. Koşarak cama gidip ona baktım. Alt kattaki pencere çıkıntılarına ve duvarın yer yer delinmiş yerlerinden destek alarak birinci kata ulaştı, kalan boşluğu da aşağıya atlayıp bitirdi. Ağzım açık olanları izlerken o ellerini silkeleyip son kez yüzüme baktı, ardını dönüp koşar adım lojmandan çıktı.
Bu adam az önce düz duvara mı tırmanmıştı, yoksa ben hayal mi görmüştüm?
“Hain! Hainsin işte, bir de yalan söylüyor! O kadar inandırıcı söylüyor ki salak gibi inanıyorum bende!” Söylene söylene odamdan çıkıp kızların yanına katıldım.
Bana yalan söylemesini ona ödetecektim, ayrıca sırf evimde durmak için de yalan söylemişti. Bunu da her fırsatta yüzüne vuracaktım.
Yazardan:
-Şırnak Askeri Üssü-
Alparslan karargaha girip masanın başında oturan Erdal komutanına selam durdu. Komutan eliyle yanındaki sandalyeyi işaret etti, genç adam atik bir hareketle sandalyeye oturup komutanının konuşmasını bekledi.
“Tim’in yeni yardımcı komutanıyla tanışacaksın Alparslan.” Genç adam yalnızca kafasını salladı, karargahın kapısı bir kez daha açıldığında iri cüsseli bir adam girdi.
Üzerinde gururla taşıdığı üniformasıyla iki komutanının da karşısına geçti, asker selamını verip konuştu.
“Teğmen Akın Sungur!” Alparslan’ın gözleri parıldadı. Dudağı kıvrılacak gibi olsa da durdu, ayağa kalkıp elini uzattı. Hatıralar, gençlik anıları birbir zihnine düşmeye başlamıştı bile.
“Time hoş geldin!” İki dost, iki can kardeş tekrar bir araya gelmişti. Yılların bile eskitemediği, çürütemediği, sarsamadığı bir dostluk vardı bu iki adamın arasında. Akın elini uzatıp sıkıca sıktı eski dostunun elini.
“Hoş buldum komutanım!” Erdal komutan elbette ki karşısında duran iki delinin namını duymuştu. İki genç adam da sonra kez komutanlarına selam verip karargahta çıktı. Kapı kapanır kapanmaz birbirlerine baktılar, ikisinin yüzünde de kocaman gülümseme oluştu. Sıkıca birbirlerine sarıldılar.
“Ayı..” Alparslan özlemle bir kez daha sarıldı can kardeşine. Teğmen Akın Sungur, bir SAT komandosuydu. Eğitim sırasında onlara hep Ayı derler, öyle hissetmeleri için her şeyi yaparlardı. Bu lakap da Akın’ın üzerine yapışmış bir kıyafet gibi kalmıştı.
“Kocaman olmuşsun lan!” Akın uzun süredir görmediği adama bir kez daha baktı. Eskiden de iriydi ancak şimdi gözüne daha büyük görünüyordu.
“Hoş geldin kardeşim!”
İki sırdaş, yoldaş, candaş, silah arkadaşı tekrardan aynı masaya oturmuştu.
Geldikleri Türkü Barın ağır havası bozmadı ortamı. Arkadan kulağa hoş vuran Barış Mançodan ‘Can bedenden çıkmayınca’ çalıyordu.
Önlerindeki masada rakı bardakları, mezeler, kebaplar vardı ancak Akın’ın bardağı rakının acısından nasibini almamıştı. Her zamanki gibi suyu doldurdu yalnızca.
“Başla bakalım, gözlerine baktım da sabaha karşı anca kalkarız buradan.” Akın biliyordu o gözlerde sakladıklarını. Bütün hikayesini, hissettiklerini, hayatında olup biteni adı gibi biliyordu.
Alparslan anlayacağını biliyordu, can kardeşiydi nasılsa. Bardağına uzanıp iki yudum içti. Boğazından aşağıya yakarak akan alkol tanıdığı zehirlerdendi, yabancılık çekmiyordu.
“Âla, o burada..” Genç adamın göğsünde kıpırtı oluştu, dudaklarından ismini zikrederken bile sırtını ürperti alıyor, yüreğine kor ateşi düşürüyordu.
Akın şaşkınlığa düşen yüzünü gizlemedi, yıllar öncede kalmış bir defter tekrar açılıyordu bu masada. Gördüğü kadarıyla kardeşinde bu defter hiç kapanmamıştı.
“Nasıl burada, kaçırdın mı lan yoksa?” Alparslan’ın dudağı bu düşünceyle kıvrıldı keyifle. Kaçırsa Âla ya kafasına sıkardı ya da sözleriyle gebertmeye çalışırdı sanırım.
Tekrar gülümsedi, kaderinde böyle bir yazgı varsa bile başım gözüm üstüne dedi içinden genç adam. Ondan gelecek her türlüsünden..
“Öğretmen olmuş, atanmış buraya. Görevdeydim, telefon geldi, Öğretmenlerimizden Âla Baltacı kaçırıldı. O an göğsümün tam ortasından Kalaşnikof mermisi geçti sandım.” O anı tekrardan hissetmiş gibi eli kalbinin üzerine gitti. Akın, onun benzetmesine güldü.
“Aynı toprağa ayak bastığımızı öğrendim oğlum, yıllar sonra görecektim onu. Nasıl gittiğini bile bile hakkım olmadan istedim sesini duymayı.” Akın önündeki suyundan bir yudum aldı, kebabından bir parça koparıp ağzına attı.
“Ha şunu bileydin kardeşim! Hakkın olmadan, sonra ne oldu?” Alparslan ters ters baktı karşısındaki Ayı’ya. Sanki geçmişte söylediklerini bile isteye söylemişti, bunun suçlusu Akınmış gibi bir daha baktı.
“Kurtardık şerefsizlerin ellerinden, Şewran piçi kaçırtmış. Götünden kan almazsam o itin bende Alparslan değilim!” Akın tanıyordu söylediği ismi, yaptığı bir çok saldırı, köy yağmaları, yangınların sebebiydi.
“İlk beni tanımadı, tanısa bırak sarılmayı yüzüme bile bakmazdı ya!” Alparslan onu tekrar kurtardıklara anıya gitti, toprağa geçirdiği tırnaklarını, ağlayışlarını, ona doğru koşarken ilkte korktuğunu ama sonra can simidine sarılır gibi sarılışını.
“Nasıl tanımadı?” Yıllar içinde çok da değişmediğini biliyordu arkadaşının, uzun süre birbirlerinin görmeseler de hep iletişim halinde olmuşlardı.
“Maske vardı yüzümde, zaten sonra gözlerimden çıkardı beni. Bir yerden tanıdıksın dedi, bakmamaya çalıştım ona. Rahatsız olur diye sakladım kendimi ama gördü en sonunda.” Yüzünü gördüğü bakışları hatırladıkça beynine kramp giriyordu genç adamın. Istemediğiydi Alparslan, tam karşısında görmek istemediği.
Ama sonra boynunda sallanan zinciri görmüştü, onun doğum günü için Saffet abiye yaptırdığı kolyeydi. Sırf gözlerine en benzerini bulmak için çarşı çarşı gezmişti.
“Ağzına sıçtı mı lan?” Alparslan dudağını ısırıp dostuna baktı, gülerek başını iki yana salladı. Bu tam olarak ‘hemde nasıl!’ Anlamına geliyordu.
“İnatlaşsak da konuşuyor benimle ez azından oğlum! Buna da şükür diyorum.” Akın konuşmasına şaşırmıştı, kardeşine baktığı kadarıyla hiç bir yerinde delik deşik de yoktu.
O daha hararetli bir karşılaşma bekliyordu.
“Geldik sana, dökül bakalım Ayı.” Akın boş bardağına düşürmüştü çoktan bakışlarını. Dudaklarına nükseden kelimler bir bir boğazında dizili kaldı.
Teğmen Akın Sungur, yaralı bir kurttu. Onu cayır cayır yakan bir yaraydı bu. Öyle ki karşısında her zaman dili lal olur, sesi kesilirdi.
“Ne anlatayım abi, dağdan indiğimiz mi var? Beni pas geç, asıl İdil’den bahset. Yanına alabilmişsin sonunda.” Alparslan saklanan dostuna kaşlarını çatarak baktı, yarasından akan son damla kana kadar biliyordu genç adam. Akın asla bu konuyu açtırmıyor, kendisi de dile getirmiyordu. Anlatılmayan dert kişiyi kemirirmiş.
“Reşit olunca kimse bir şey diyemedi, Âla’yla karşılıklı daireleri.” Kaderin ona getirdiği cilveye keyifle gülümsedi, birbirlerine ittikçe tekrar dip dibe düşüyorlardı bilmeden.
“Baban..” Genç adamın yüzündeki bütün ifade bir yapboz parçası gibi dağıldı. Konuşulmaması gereken konulardan biriside buydu, baba, anne.
“Ne yapacaksın, Âla konusunda?” İşte burası bütünüyle bir muammaydı. Aklı ve kalbi öyle bir savaştaydı ki kimse sağ çıkamayacak gibiydi.
Akın gördü kardeşindeki kararsızlığı, Araf’ta kalışı. Bilirdi nasıl bir duygu olduğunu, bir zehir gibi tüm damarına yayılırdı da anlamazdı insan.
“Olursanız, halayın en başına ben olacağım. Söz!” Akın sonrasında diyeceklerine dostunun hazır olup olmadığına bakmadı. Gerçekleri göremiyorsa söyleyecekti.
“Eğer olmazsanız..” Alparslan’ın içini büyük bir ürperti topladı. Kaşları bilmeden çatılmıştı, göğsünün tam ortasına çöreklenen kara dumanı dağıtamadı.
“Kırma bir daha kardeşim, bırak kız yoluna baksın. Ne gördüğü yerde ol ne de sesini duysun. Bizim bir hayatımız yok Alparslan, sevmeye hakkımız olmadığı gibi. Neyimize aşk, sevgi?” Akın son söylediklerini kendine tekrar hatırlatıyordu. Yanında bulunan rakıyı kafasına dikmek istedi ancak durdu, eli suya gitti. Boğazını yakmak ister gibi iki yudumda bitirdi bardağına döktüğü suyu.
Masadaki sesler kesilmişti ancak şimdi yürekler konuşuyordu. En derinde ki yaralar, konuşulmayan, dili lal yapan dertler bir bir dökülüyordu.
Saat gece yarısını geçerken türküler bir bir kulakların pasını silmiş, yürekleri hem derde hem feraha bulamıştı. Alparslan bir bardak içip bırakmıştı, hiç bir zaman sarhoş olmazdı. Hayatı tetikten ayrılmamayı öğretmişti ona.
İki genç adamda ayrıldılar mekandan, yakınlarda taksi yoktu biraz yürümeleri gerekiyordu. İki büyük sokağı geçmişlerdi ki bir çığlık duydular. Birbirlerine düşen bakışın hemen ardından koşmaya başladılar, ses çok uzaktan gelmiyordu. Ne olur ne olmaz diye duvar dibinden, ellerindeki silahların emniyetini açmış bir şekilde ilerlediler.
Üç alkollü adam genç bir kızı duvara sıkıştırmış, zorla çantasını alıp karıştırıyordu. Birisi de kızın kaçmaması için köşede sıkıca tutuyordu. Silahlarını bellerine geri takıp yürüyerek yanlarına gittiler.
“Bırakın lan kızı!” Akın gür sesiyle hepsini uyardı. Ne demiş büyükler, Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir; tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.
“Kimsiniz lan siz, belanızı benden bulmayın. Siktirin gidin işinize!” Çantayı karıştıran bir asalak cebinden çıkardığı çakıyı döndürerek karşısındaki adamları korkutmaya çalıştı.
İki adam da gülerek birbirlerine baktılar, birisi kazağının kollarını sıvarken diğeri parmaklarını kıtlattı.
“N’olur yardım edin, kurtarın beni!” Kız can havliyle bağırdı tekrardan. Göz açıp kapayıncaya kadar Alparslan çakıyı onlara sallayan adamın kolunu büküp arkaya çevirmiş, diz kapağının arkasına sertçe tekme atıp düşmesini sağlamıştı. Kolunu biraz daha çevirip çıtlama sesini duyunca yere bıraktı. Adam çığlık ata ata ağlıyordu. Etme bulma dünyasıydı bu sonuçta canım!
Akın ise çakılı arkadaşına yardım etmek için üstüne gelen adamın tam burnuna sertçe yumruk attı, sendelemesine izin vermeden boynundaki hassas noktaya vurup saniyeler içinde bayılttı karşısındaki zavallıyı.
Son kalan korkup kaçtı, Akın onu da korkutmak için üstüne doğru koşuyormuş gibi yapınca adam yerde yuvarlanmıştı ama yine de kalkıp ayakları kıçına vura vura kaçmıştı.
Alparslan dağılan çantayı toplayıp korkutmamak amaçlı temkinli yaklaştı kıza. Kız hem ağlıyor hemde titriyordu.
“İyi misin?” Kız ağlaya ağlaya kalktı, uzatılan çantasını aldı. Adamlar kızı taksiye bindirine kadar genç kız dilinden teşekkürlerini bırakmamıştı.
“Hamlamışsınız komutanım!” Akın dostuna takılmak için yandan baktı Alparslan’a. Adam seslice gülüp omzuna bir tane vurdu.
“Siktir oradan!” Askeriyeye gidene kadar kah güldüler kah adamların cahilliyle sinirlendiler.
Onların bu anılarına tekrardan sokaklar şahit oldu, Kuleli Askeri Lisesinin sesleri tekrardan çınladı kulaklarda.
•İstanbul, Kuleli Askeri Lise•
“Sürün! Yılan gibi süreneceksiniz, Hakkı üstünde çamur yok ulan!” Deli komutan Fatih, sürünmeyen askerinin kafasına postallarıyla basıp çamurun içine batırdı yüzünü.
“Alparslan, yakışıklı yüzün bozulur diye mi korkuyorsun ulan!” Komutan bu sefer onun yanına gitti, Alparslan’ın yüzünün yarısı çamurdu. Gözüne kaçan çamur yüzünden tek gözünü açamıyordu.
Fatih komutan bu sefer askerinin yüzünün temiz olan tarafına bastı postallarıyla. Sınıftaki en yüksek notlara ve performansa sahip asker Alparslan Özkurt’tu. En çok onu zorlayacak, onun üzerine gidecekti.
“Zoruna gidiyor mu Alparslan, intikam duyuyor musun?!” Genç adam tam tersine gurur duyuyordu. O gerçek bir asker olmak istiyordu, komutanı şimdi canını alsa sesi çıkmazdı.
“Hayır hocam!” Eğitim alırken hocalara komutan denmiyordu, Alparslan çıkarabildiği en gür sesiyle bağırdı ancak komutanı öyle bir bastırdı ki yüzüne yüzü tamamen çamura girmişti. Ağzına dolan çamuru tükürdü, kollarını daha da ileriye atıp komutanının kıskacından kurtuldu.
Fatih komutan iki kere düdüğü çaldı, herkes bir anda ayağa kalkıp komutanına ilerledi, ikinci kere düdük çalınca daha hedefe ulaşamadan tekrar çamura bulanıp sürünmeye başladılar.
“Ayı! Bize şöyle güzel sesinle bir şeyler söyle, kulağımızın çamuru silinsin!” Başlarındaki diğer komutanlar gülerken Akın süründüğü hedeften kafasını kaldırmadı ancak cevap verdi.
“Ne söylememi istersiniz hocam?!” Deniz harp bölümündeki öğrencilerle birlikte eğitim görüyordu bu sefer Kara harp öğrencileri. Gerektiği yerde birlikte hareket etmeyi bilmeleri gerekiyordu, birisi su birisi karaydı.
“Aileniz sizi ne için yetiştirdi asker?!” Akın buna verilebilecek en güzel cevabı kafasında oluşturdu. Ağzına toprak kaçmasını umursamadan, hem süründü hem de gururla söyledi marşını.
“Annem beni yetiştirdi, bu ellere yolladı!” Bunu duyan bir çok asker ezbere bildiği marşı beraber söylemeye başladılar.
“Al sancağı teslim etti Allah’a ısmarladı!” Fatih komutan Akın’ın bir koluna postallarını bastırıp herkese konuştu.
“Arkadaşınız kolundan kurşun yedi, sürünemiyor!” Akın aldığı emirle kolunu sırtına atıp tek elle ilerlemeye çalıştı ancak zordu. Sonra kilitli kolunda birisinin sert tutuşunu hissetti. Alparslan hemen yanında bulunan tanımadığı Akın’ı kendiyle beraber var gücüyle çekmeye başladı.
“Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle vatana!” Alparslan duraksayan Akın’ın marşının devamını getirdi. Hedef bayrak gittikçe yaklaşıyordu, süre de onun hızıyla azalıyordu.
“Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana!” Fatih komutan Deniz harpın komutanlarına baktı. Gözlerinde ise tek bir ifade vardı, bu eğitimden kimlerin gerçek bir asker gibi çıkacağını gösteren ifade.
“Ne şereftir ölmek bize bu güzel vatan için!”
Fatih komutan bir kez çaldı düdüğü, hepsi oldukları yerden kalkıp koşmaya başladı ancak bayrağa ulaşamadan ikinci düdük tekrar çaldı, çamura yastık yorgan gibi sarıldılar.
“Yanar yürek yurt aşkıyla daima için için!”
Akın tek koluyla arkadaşına yardımcı olmaya çalışıyor ayaklarıyla çamurda debeleniyordu ilerlemek için. Sürenin 30 saniye kaldığını gördü, bir çoğu hedefi tamamlamış köşede dinlese de Alparslan pes etmeden onu çekiyordu.
“Bırak beni, süre bitecek.” Akın kolunu çekmeye çalışsa da genç adam çamurun izin verdiği kadar mavi gözleriyle ters ters baktı arkadaşının yüzüne.
“Yanımdaki adamı bırakıyorsam asker olur muyum lan hiç? Çok konuşma ittir kendini hadi!” Fatih komutan tek tük kalan askerlerden ikisini dinliyordu ve yetiştirdiği Alparslan’dan gizliden gurur duyuyordu.
Artık onuncu saniyelere gelinmişti, Fatih komutan bir kez çaldı düdüğü. Alınan o emir öyle büyüktü ki Alparslan can havliyle kalktı ayağa ancak Akın çamura iyice saplanmıştı, tek koluyla da kalkamıyordu.
Fatih komutan bu kez Akın’ın sağ ayağına vurdu postallarıyla.
“Arkadaşın sağ baldırından vuruldu Alparslan, yürüyemiyor! Bomba patlayacak yedi saniyeniz kaldı!” Genç adam can havliyle Akının sağlam kolunu tuttuğu gibi sırtına attı, ayakları hem Akının ağırlığını hemde üzerlerindeki çamurun ve suyun ağırlığını taşımakta zorlansada koştu, tökezlese bile emir aldığı gibi zikzak çizerek bayrağa ulaştı.
Bu sınavdan tam puan alanlar belliydi, azar yiyip evine dönenlerde. Eğer oradaki bir kaç kişi daha Akın’a yardım etseydi rahatlıkla bitirebilirlerdi ancak herkes refleksle bayrağa ulaşma derdindeydi.
İşte tam bu çamurların içinde atılmıştı bu dostluğun temelleri. Kulelinin duvarlarından bu isimler yükseliyordu; Alparslan Özkurt, Akın Sungur!
Dillerden dökülüp bir askerin damarlarına, asil kanına, kalbine damladığı gibi:
“Yastığımız mezar taşı yorganımız kan olsun!
Biz bu yoldan döner isek namus bize ar olsun!”
Nasıl buldunuz bölümü canlarım?
Akın Sungur’u sevdiniz mi? Hikayemizde ona çok yer olacak..
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |