
İlk bölüm ile karşınızdayız.
Keyifli okumalar dilerim
*****
📍KİTAP 1 OCAK İTİBARİYLE KİTAP PAD UYGULAMASI ÜZERİNDEN KALDIRILACAK 📍
Yeni gelenlerin başlama tarihini şuraya alayım👇
Tüm zihin yolculuklarımda yanımda daima var olanlara... Teşekkürler ❤️🩹
KEYİFLİ OKUMLARA
1980, BURSA
Yeni yeni açmış papatyalar, susmak bilmeyen kuş cıvıltıları, sıcak havaya rağmen tatlı tatlı esen rüzgar baharın gelişini kutluyordu. Kadınlar gün doğumuyla uyanmış erkenden ev işlerini el atmışken erkekler ise gökyüzünün kızıllığına aldırmadım işlerine koyulmak için tarla yolunu tutmuştu.
Küçük köyün her evinde ayrı bir telaş vardı. Kimisi kilimlerini çıkarmış ellerindeki Arap sabunu ile yıkarken kimi ise koca kazanlarda kaynattığı sularla kıyafetlerini yıkıyordu.
Bu koca hengamede tek bir ev sessizde. Lakin kimse sorgulamıyordu bu sessizliği. Herkes, her şeyin farkındaydı ama yaptıkları tek şey arkalarında fısır fısır konuşmak, yalanda ah etmekti.
Dışarda açmış rengarenk çiçekler küçük, toprak evde solmuştu. Zemheri vurmuş gibi darmadağındı evdeki her bir yürek.
Gözyaşları seçim gibi yağarken yüreğinin tam ortasında koca bir fırtına varmış gibi hissediyordu genç kız. Kan çanağına dönmüş gözleri hâlâ yaş dökerken ellerini çıplak vücudunu temizlemek ister gibi gezindi kollarında. Ne kadar su dökse temzilenmeyecek, kirli dokunuşlar daimi vücudunda geziniyor gibiydi.
Omzuna konan havlu ile irkilerek bakışlarını banyo duvarından çekip hemen yanında duran annesine çevirdi.
Selma Hanım mavi gözlerinden akan yaşlara rağmen ona korkuyla bakan kızına küçük bir tebessüm sundu. Diliyle dudaklarını ıslatıp ellerini kızının omzuna koyup kaldırırken sessizce mırıldandı. “Hadi kızım, içeri geçelim gayri.”
Annesinin konuşmasıyla Günçiçek hırsla başını iki yana salladı. Omzundaki havluyu bir çırpıda yere atıp elini sıcak suya attı. “Olmaz ana!” dedi hâlâ başını sallarken. “Olmaz! Olmaz!..” diye sayıklarken eline aldığı lifi bedeninde yara açmasına sebep olduğunu bilmeden hırsla omuzlarında gezdirdi.
Lif boynuna değdiğinde daha hızlı sürttü lifi. O gece bedeninde gezen dudakları en çok boynunda gezinmişti. O gece zihnine düştüğünde gözyaşları şiddetlendi. “Git! Git...” diye tekrar ederken o gece bir adamın kirli dokunuşlarına şahit olmuş Günçiçek’i korumaya çalıştı.
Selma Hanımın yüzüne kondurduğu yalancı tebessüm hızla solarken o da kızı gibi gözyaşlarını tutmadı. Elimi bir çırpıda kızına atıp sıkı sıkı tuttuğu lifi banyonun bir tarafına attı. “Yapma,” dedi Selma Hanım acıyla. Hıçkırıklarla ağlayan kızını ıslak oluşuna aldırmadan hızla göğsüne çekti. “Kurban olayım etme bunu kendine. Kızım... Çiçeğim... İlk göz ağrım... Kendine acımıyorsan anana acı. Seni böyle gördükçe yüreğim sökülüyor. Etme kurban olayım...”
Günçiçek annesinin göğsünde hıçkırıklarla ağlarken Selma Hanım kızının sırma saçlarını öpüp okşadı. Canı çok acıyordu. Kızının yaşadıkları bir kambur gibi sırtıma binmiş, yemeden içmeden kesilmişti Selma Hanım.
Bir süre annesinin göğsünde ağlayan Günçiçek bir süre sonra annesinin yardımı ile yerden kaldırıp odasına götürmüştü. Günçiçek’in gözyaşları dinmişti lakin bu sefer çok ruhsuz bakıyordu. Selma Hanım kızının üzerindeki ıslak iç çamaşırlarını çıkartıp temizlerini giydirirken Günçiçek sesizce duvarı izlemeye devam etti.
Selma Hanım bir yandan gözyaşı dökerken bir yandan da kızının üstünü giydiriyordu. Selma Hanım kızının üstünü giydirdikten sonra küçük bir havluyla kızının güneş gibi sapsarı saçlarını sevgiyle kurutup okşadı.
Annesi saçlarının küçük bir örgü haline getirdiğinde Günçiçek sessizce yatağına uzanıp gözlerini kapattı. Annesi bir şeyler yemesi için ısrar etse de Günçiçek başını iki yana sallayıp annesinin sessizce reddetti.
Selma Hanım kızı için üzülse de ses etmemiş, baş ucuna oturup Günçiçek uykuya dalan kadar saçlarını okşayıp öpmüştü.
Ne olduysa gittiği kına gecesinde eve geç kaldığı gece olmuştu. Günçiçek son üç aydır nerdeyse on kere gelen görücüleri reddedince adam işi inada bindirmişti. O gece Günçiçek eve giderken genç kızın yolunu kesip kirli düşüncesine alet etmişti.
Dokunmuştu. Bedenine, hayallerine, umutlarına dokunup paramparça etmişti. Gözleri o kadar dönmüştü o gece ağlayarak yalvaran kadının sözlerine aldırmamış, nefsinin kölesi olmuştu. Sabaha karşı ise yaptığı şeyi ancak idrak edip genç kızı paramparça bir halde bırakıp canın derdine düşmüştü.
Günçiçek’in babası o gece tüm köyü altüst etmiş lakin bulamamıştı Çiçeğim diye sevdiği kızını. Tek başına bu işin üstesinden gelmeyeceğini anladığında ilk işi köyün en zengin beyinin kapısına dayanmıştı. Şanslıydı ki kapısına vardığı bey, Sadun Beye insaf etmiş tez elden adamlarını toplamış, gecenin bir yarısı genç kızı aramayı koyulmuştu.
Lakin geç kalmışlardı...
Sadun Bey kızını sabaha köhne, terk edilmiş bir evin içinde bulduğunda yaşadığı için şükretmişti. Lakin gördükleriyle anlamıştı ki şükretmek boşunaydı. Genç kızın bedeni yaşıyordu lakin ruhu ölmüştü. Ölmekten beter etmişlerdi ilk göz ağrısını.
Sadun Bey kızını öyle gördüğünde yanındaki onca adama aldırmadan kızını göğsüne çekip hıçkırıklarla ağlamıştı. Geç kalmışlık hissi onu kasıp kavururken kızını koruyamadığı için kendine lanet etmişti.
Kızını bir an bile bırakmadan eve gittiğinde eline silahını alıp hışımla çıkmıştı evden. Ne pahasına olursa olsun o adamı öldürecekti. Gerekirse ölecekti lakin biricik kızına yapılanları yanlarına kar kalmayacaktı.
Onu bu kararından kapısına gittiği bey engel olmuştu. Şahin Bey köydeki en zengin adamdı. Bundan dolayı bir derdi tasası olan Şahin Beyin kapısına çalardı. O gün Sadun Beyi durduran Şahin Bey olmuştu. ‘Günçiçek benimde bacımdır,’ demiş silahı Sadun Beyin elinden alırken ‘Bu iş bana düşer,’ demişti.
Şahin bey üzülmüştü Sadun beyin haline. Günçiçek dışında biri on beşinde biri daha sekizinde olan iki kızı daha vardı. Ve eğer Sadun Bey başlarında durmaz ise sadece Günçiçek değil diğer iki kızı Nazlı ve Sedef de heba olurdu. Babaları başlarında olmadığı için fütursuzca konuşulur, başlarında kimse olmadığı için istedikleri her şeyi kolaylıkla yaparlardı.
Şahin bey Sadun Beyin yanında ayrılır ayrılmaz yardım için soluğu çevre köyün Beyi Fırat’ın yanında almış.
Üç günün ardından haber gelmiş o, erkekliği yalnızca önündeki et yığınından ibaret olan adamın ölüm haberi tüm köye yayılmıştı. Lakin bu haber kimsenin ağzını kapatmamıştı. Tüm köy hâlâ bu olayı konuşmakta, tüm suçun o adam ait olduğu bilselerde genç kızı ayıplamaktan geri durmamıştı.
Kırkında olan adamları yaşına başına bakmadan yirmilerimdeki genç kızın kapısını geliyordu. Öyle ya namusu giden kızın tez elden evlendirilmeliydi. Ya kırkında bir adama ya da kuma olarak... Öyle düşünüyordu herkes. Veba gibiydi. Kiri eve bulaşmadam evlenmeliydi genç kızı.
Bir adamın nefsi uğruna harçanan kızı veba olarak görüyorlardı lakin asıl vebanın zihinlerde olup bedenlerini kirlettiğini bilmiyorlardı.
***
Günçiçek’in bulunmasının üzerinden tam tamına bir hafta geçmişti. Bu bir haftada daima kahkahaların yankı bulduğu ev ölüm sessizliğine bürünmüştü. Ev ahalisi ne yemek yiyebiliyor ne başlarını yastığa koyuyordu.
Küçük ev her gece genç kızın çığlıkları ile yankılanıyordu. Yaşadıkları genç kızı rahat bırakmıyor her gece gördüğü kabuslar yüzünde o geceye dönüyordu. O anlarda annesi Selma Hanım ağlayarak varlığını kızına hatırlatıp gerçekliğe döndürmeye çalışıyordu. Kızı dakikalarca kollarında gözyaşı döktükten sonra mecalsizce annesinin dizlerinde uykuya dalıyordu.
***
Sadun durduğu kapı eşiğinde sessizce gelen sesleri dinliyordu.
Selma Hanım her zaman olduğu gibi yalvar yakar kızına bir şeyler yedirmeye çalışıyordu. Lakin Günçiçek inatla yemiyordu. Bir hafta da bir lokma yemek yememişti. Midesine giren tek şey suydu.
“Hadi kurban olduğum, bir lokma ye.” diyordu Selma Hanım.
“Canım istemiyor ana...” diyordu Günçiçek mecalsiz sesiyle.
Sadun Bey daha fazla kapı önünde duramadı. Kapıyı tıklatıp destur beklemeden içeri girdi.
Günçiçek yer yatağında uzanmış, bedenini duvara dönmüştü. Kapının sesini duysa da başını çevirme gereği duymadı.
Selma Hanım ise kızının hemen arkasında oturmuş, elindeki bir kase çorba ile duruyordu. Selma Hanım kocasını gördüğünde bakışları titredi. Çocukları yanında güçlü dursa da her gece kocasının kollarında küçük bir çocuk gibi gözyaşı döküyordu.
Sadun Bey hemen Selma Hanımın yanıma oturup kaseyi tutan elini avuçları içine aldı. Selma Hanımın eline küçük bir öpücük kondurup kaseyi aldıktan sonra bir baş hareketiyle Selma Hanıma gitmesini söyledi. Selma Hanım sessizce yerinden kalkıp baba kızı yalnız bıraktı.
Sadun Bey elini kızının sırma saçlarına atıp yavaşça okşadı. Keşke şimdi küçük bir çocuk olsa da hıçkıra hıçkıra ağlasa. Ama yapamadı. Kızını koruyamadığı için içi yansa da kızı için dimdik durdu.
Dudaklarının kızının sırma saçlarına değdirip, “Çiçeğim...” diye mırıldandı.
Günçiçek tepkisiz durmaya devam etti.
“Güzel kızım...” dedi bu sefer Sadun Bey. Günçiçek konuşmadı. “Küstün mü babana? Ha Çiçeğim?”
Günçiçek duvara bakma devam etti. Konuşmak istemiyordu. Mümkünse nefes bile almak istemiyordu. Babası arada yanına geliyordu ama hiç konuşmuyordu onunla. Saçlarını okşayıp gidiyordu.
Sevmeyi bilirdi Sadun Bey. Nerede olurlarsa olsunlar sevgisini her zamana göstermişti. Kız kısmına çok yüz vermemek gerek diyen herkese inat kızlarını omuza alıp sokağa çıkardı. Tıpkı Peygamber efendimiz gibi. Kız çocuklarının diri diri gömüldüğü bir vakitte kızlarını omzuna alıp gezdiren peygamber efendimiz gibi.
Kızının onunla konuşmayacağını anladığında kızının saçlarının okşamaya devam etti.
“Seni kucağıma verdikleri gün dün gibi aklımda...” dedi Sadun Bey bir süre sonra sessizliği bozarak. Büyük elleri zarar vermekten korkar gibi kızının saçlarını okşarken sözlerine devam etti. “Gecenin bir vakti ananın sancısı tuttu. Anan yahut sana bir şey olacak diye öyle korktum ki elim ayağım birbirine girdi. Nasıl evden çıktım, nasıl ebe kadını çağırdım bilmem. Lakin gelişini beklediğim her saniye gözlerimin önünde. Sabaha karşı bir an bile ayrılmadım kapıdan. Ne edeceğimi, nereye gideceğimi bilemedim. Sabaha değin oturdum kapı önünde.”
Günçiçek bedenini yavaşça babasına çevirdiğinde Sadun Bey tebessüm etti. Kızının alnına küçük bir buse kondururken genç kız yaşlı gözlerle babasını dinlemeye devam etti. Sadun Bey kızının gök gözlerine bakarken devam etti sözlerine. “Sabaha doğru, güneşin doğuşuyla geldin dünyaya. O gün anladım ki; günüm, güneşim sendin. O gün doğdu güneşim. Anan kalbimi sen yuvamı aydınlattın. Sonra ebe kadını kucağıma verdi seni. Kucağıma bebek değil de çiçek koydu sandım. Öyle küçük, öyle narin, öyle güzeldin ki... Dedim ancak bir çiçek böyle olur. Korktum. Çiçeğime dokunur da incitirim diye. Lakin bilemedim başkasının çiçeğimi solduracağını.” Sadun beyin kahve gözleri yaşla doldu. “Affet kızım... Affet çiçeğim... Koruyamadım seni.”
Sadun Beyin gözlerinden bir inci tanesi yanağın düştüğünde Günçiçek daha fazla durmadan babasının boynuna sıkıca sarıldı. Sadun Bey anında sardı kızının küçük bedenini. Bir haftada kilo vermiş, yüzü kaşık kadar kalmıştı.
Artık baba kız beraber gözyaşı döküyordu. Günçiçek, babası her an kolları arasından gidecekmiş gibi sıkı sıkı sarılırken Sadun Bey, kızını her türlü kötülükten korumak istermiş gibi sarmıştı.
Bir süre sonra baba kız sessizleşti. Günçiçek başını kaldırıp mavi gözlerini babasının kahve gözlerine çevirdi. “Baba,” dedi titreyen sesiyle. Dudakları küçük bir kız çocuğu gibi titriyor, gözleri her an yaş akıtacak gibi bakıyordu.
“Söyle Çiçeğim.”
“Keselim mi saçımı?” dedi Günçiçek kısık bir sesle. Saçlarına baktıkça o günü hatırlıyordu. Mümkün olsa bedenini de söküp atardı ama yapamıyordu. En azından saçlarını keserek psikolojik olarak da kendini o günden biraz olsun uzaklaştımış olurdu.
Sadun Bey’in bakışları kızının saçlarına kaydı. Günçiçek’in saçları kalçasının altına dek uzanıyor, her bir teli güneşten çalınmış gibi sapsarıydı. Boğazına koca bir yumru oturdu kaldı. Canı acısa da salladı başını.
“Keselim çiçeğim.”
****
Günler su gibi akıyordu lakin insanların diline dolanan zehir gibi sözlerin önü arkası kesilmiyordu. Yaşanan olaylar üzerinden neredeyse bir ay geçmişti. Kapılarından gelen giden eksik olmamıştı. Sadun Bey her geleni geri çevirse de kokuşmuş bir yemeğin etrafına toplanan sinekler misali bitmek bilmiyordu gelenler.
Sadun Bey kızının arkasında dimdik duruyordu. Lakin insanların ağzı torba değildi ki... Her gün yeni bir dedikodu çıkıyordu. Laflar Sadun beye kadar gelmişti. Namusu gitmiş kızının arkasında durduğu için adama söylemedik laf kalmamıştı. Sözler yaşlı adamın erkekliğine kadar gelmişti. Duyduğu sözler Sadun beyin canını yaksa da kızı için susuyor, sineye çekiyordu.
Bu bir ayda Günçiçek biraz olsun toparlanmıştı. En azından eskisi gibi ağlamıyordu. Ama kabusları peşini hâlâ bırakmamıştı.
Göz kapaklarını yavaşça açtı Günçiçek. Bir an nerede olduğunu anlayamamıştı. Düşünceleri bir bir zihnine düştüğünde annesini bulmak umuduyla gözlerini baş ucuna çevirdi. Ama annesi yoktu. Onun yerine büyük kız kardeşi Nazlı vardı.
Nazlı ablasının uyandığını gördüğünde kocaman gülümsemişti. “Günaydın ablam,” dedi cıvıl cıvıl sesiyle. Günçiçek zorda olsa kardeşine tebessüm etmişti ardından yavaşça yatağından kalkmıştı. Artık beline kadar gelen saçlarını bir omzuna toplarken kurumuş dudaklarını yalayıp kız kardeşine döndü. “Annem nerede?”
Nazlı bir an ne cevap vereceğini bilemedi. Söyleyeceği sözler canını yakacağını bildiği için susmayı tercih etti ama ablasının bakışlarını gördüğünde mecbur olarak söyledi.
“Gülten abla geldi,” dedi kısık bir sesle.
Günçiçek duyduğu isimle kaşlarını çattı. Gülten. Tabiri caizse Gülten köyün çöp çatanıydı. Nerde fitne fesat, Gülten orada. Kesin yeni bir görücü vardı.
Fazla düşünmeden hışımla yerinden kalktı Günçiçek. Gülten denen kadın fazla olmaya başlamıştı. Her gün geliyordu. Günçiçek ne kadar istemiyorum desene dinlemiyordu.
Günçiçek sinirle odaya girdiğinde Gülten’i ve annesinin yan yana buldu. Adımları Gülten'i bulduğunda kadının saçını başını yolmamak için kendimi zor tuttu.
“Ne diye geldin yine? Anlamaz mısın? İstemem diyorum! Ne kırkındaki adama varırım ne de kuma olurum. Şimdi kimin adını ağzına aldıysan onunla gidesin. Bir daha kapımıza gelme!”
Günçiçek sinirle bağırırken Selma Hanım hızla yerinden kalkıp Günçiçek’in koluna girdi. Kızı sinirlenirsin karşısındakinin yaşına bakmaz saçını başını yolardı valla!
“Sen git Gülten, ben sana haber edecem.”
Gülten hızla yerinden kalktı. Allah var korkuyordu Günçiçek’ten. “Tamam abla,” dedi Gülten hızla evden çıkarken.
Gülten’in gidişiyle Günçiçek kolunu annesinden kurtarıp karşısına dikildi. Gözlerinde hayal kırıklığı vardı. “Ne haberi ana! Beni babam yaşımda adamlara mı vereceksiniz?”
Selma Hanım yanlış anlaşıldığını fark ettiğinde hızla konuştu. “Yok kurban olduğum, yapar mıyım heç? Bu sefer gelen ne baban yaşındadır ne de evli. Bu sefer gelen çevre köyden Fırat Beydir.”
Günçiçek’in kaşlarını şaşkınlıkla havaya kalktı. Fırat Bey mi? Fırat bey merhameti tanınan bir Beydi. Lakin bir kusuru vardı. Dilsizdi. Hatta bundan dolayı LALO derlerdi Fırat Beye.
Günçiçek’in boğazında sert bir yutkunma geçti. Ne yapacaktı? Kabul edecek miydi? Düşündü. Eğer kabul etmezse laflar asla dinmeyecek, diller kız kardeşlerine kadar uzanacaktı. Daha fazla düşünmedi.
İçten içe pişman olmamak için dua ederken son sözlerini söyledi. “Kabulümdür. Gelsin Fırat Bey.”
...BÖLÜM SONU...
Bölüm nasıldı?
Sizce Günçiçek'i neler bekliyor?
İlk halini okuyanlar, nasıl buldunuz şimdi ki halini?
Günçiçek hakkında düşünceleriniz nedir?
Daha tanımadık ama Fırat hakkındaki düşünceleriniz nedir?
LALO'nun gerçekte yaşamış biri olduğunu da söylemeden geçmeyelim
Yeni bölüme kadar kararınızı verin ve bende size göre hareket edeyim. Aslında bölümleri sadece düzenleseydim daha hızlı gelirdi ama ben bölümleri baştan yazdığım için bu şekilde ilerleyeceğiz.
kendinize iyi bakın😉
Allah'a emanetsiniz💋
INSTAGRAM: kara_gul_ _63
TİKTOK: guullaarreess63
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |