
Gece, dağların tepesine çöken ağır bir örtü gibiydi. Sessizlik, bir fırtınadan önceki o ürpertici durgunluğu taşıyordu. Dağların tam kalbinde, iki timden oluşan bir güç bekliyordu: Kurt Timi ve Arslan Timi. Aynı yeminle, aynı toprak için yürümüş ama farklı yollar seçmiş iki tim… Fakat bu gece yolları ilk kez tamamen birleşiyordu.Alev, karanlığın içinde dürbününü indirip derin bir nefes aldı. Binbaşı Ahu Alev Altay… Soğukkanlılığıyla tanınsa da, içindeki fırtınayı yalnızca bir kişi gerçekten bilirdi: Yiğit Arslan. Arslan Timinin gözü kara komutanı, hayatının en büyük savaşını çoktan seçmişti: Alev’i korumak.Alev düşüncelerinden sıyrıldığında, yanında sessizce yaklaşan Yüzbaşı Defne Ülgen, yüzünde ciddi ama yumuşak bir ifadeyle:
“Alev… Bu gece tuhaf bir sessizlik var. Selçuk’tan hâlâ bilgi yok.” dedi.Defne’nin Selçuk için taşıdığı endişe, sesindeki titremeye gizlenmişti ama Alev fark etmeyecek biri değildi. Cevap vermedi, sadece Defne’nin omzuna dokundu.Kurt Timi’nin gerisinde Astsubay Kıdemli Başçavuş Alpaslan Aydın telsiz kontrollerini yapıyor, Altemur Demir son kez mühimmat kontrol ediyordu. Arda, Emre ve Alperen fısıltıyla haritayı değerlendiriyor; Doğan Yılmaz ise gözetleme noktasında karanlığı delmeye çalışıyordu.Bir yanda Kurtların hazırlığı sürerken, Arslan Timi de aynı titizlikle geceye hazırlanıyordu .Binbaşı Yiğit Arslan, bir adım önde duruyor, sakin ama buyurgan bakışlarla ekibini gözlüyordu. Arkasında kardeşliğin net bir örneğini veren Umay Türkoğlu ve abisi Alp Türkoğlu, omuz omuza silahlarını kontrol ediyordu. Ahsen, Hayri, Cenk ve Mert—hepsi geceye hazırdı ama içten içe herkes Selçuk’un akıbetini düşünüyordu. Telsiz cızırtıyla hayat buldu.
“Kartal—1 konuşuyor. Selçuk bulundu… yaralı…” Defne’nin nefesi kesildi. Alev başını kaldırdı. Yiğit’in kaşları sertçe gerildi.
“Durumu nedir?” diye sordu Yiğit.
—“Ağır. Kaçırıldığı bölgede çatışma izi var. Sığınakta tutuyorlar. Hemen müdahale şart.” Alev, kararını saniyeler içinde verdi.
“Kurt Timi hazırlansın. Arslan Timi ile birlikte giriyoruz.” Yiğit, onu duyar duymaz Alev’e döndü. Karanlığın içinde yüzlerini göremeseler de, birbirlerini ışık olmadan bile hissedebiliyorlardı.
“Beraber giriyoruz, Alev. Ayrılmak yok.” Aralarında söylenmeyen binlerce söz vardı ama görev zamanıydı.Dağın kuzey yamacına tırmanırken nefesler soğuk havayla buğulanıyor, karanlık adımları yutuyordu. Emre öncü pozisyonda ilerliyordu; Arda hemen ardında. Umay ile Cenk yan hatları tutuyor, Doğan gözcülük yapıyordu.Sonunda hedef bölge göründü:Kayaların içine gömülmüş, neredeyse seçilemeyen bir sığınak… Alev eliyle dur işareti verdi.
“Emre, Arda… girişte iki nöbetçi. Altemur sol hattı kapat. Alparslan, susturuculu.” Yiğit aynı anda kendi timine döndü:
“Cenk, Hayri sağdan çevirin. Mert arkayı kapat. Alp, Umay benimle.” Saniyeler içinde plan kusursuzca uygulandı. Nöbetçiler sessizce etkisiz hale getirildi.
Timin nefesi daralan koridorlarda yankılandı. Sığınakta iki kapı vardı. Biri karanlık, diğeri kan kokan bir sessizlik yayıyordu. Alev, işaret etmeden önce göz ucuyla Yiğit’e baktı. Yiğit başıyla “ben buradayım” dedi. Kapı kırıldı. İçeri girildi. Ve işte o anda, çatışma başladı. Mermiler duvarlara çarpıyor, kıvılcımlar sıçrıyordu. Defne, Selçuk’un bağlı olduğu köşeye koşarken:
“Dayan Selçuk! Buradayım!” diye bağırdı. Selçuk bilincini zor taşıyordu, Defne’nin sesine güçsüz bir gülümsemeyle karşılık verdi. Arda, Emre ve Alperen yoğun ateş altında düşmanı bastırırken, Umay ve Mert arka hatları temizliyordu. Cenk, Hayri ve Doğan koridorun kontrolünü sağlıyordu.
Her şey planlandığı gibi gidiyordu… Ta ki duvarın arkasından biri aniden çıkıp Alev’e doğrulttuğu silahı ateşleyene kadar. Mermi Alev’e yöneldiği anda, saniyelerin bile nefes aldığı o an… Yiğit kendini Alev’e siper etti. Patlama yankılandı. Mermi Yiğit’in omzuna saplandı, onu geriye savurdu.
“Yiğit!” Alev’in sesi dağı titretti. Yiğit yere diz çökerken bir eliyle omzunu tutuyor, diğer eliyle hâlâ silahı bırakmıyordu. Alev yanına çöktü, nefesi titriyordu.
“Neden yaptın?!” Yiğit bir anlığına gözlerini ona kaldırdı.
“Seni… korumak… benim görevim değil Alev… benim seçimim.” Alev’in kalbi sıkıştı, gözleri doldu ama o an ağlamak için vakit yoktu.
Çevredeki çatışma hâlâ sürüyordu.
“Alev!” diye bağırdı Defne,
“Selçuk’u çıkardık ama bizden biri daha düşerse taşıyamayız!” Alev, Yiğit’i kolundan tutup kaldırdı.
Benimsin… bırakmam seni.” diye fısıldadı yalnızca duyabileceği bir tonda. Yiğit hafifçe gülümsedi.
“Biliyorum.” Ve ikisi, yan yana yeniden savaşa döndüler. Son terörist de etkisiz hale getirildiğinde, sığınakta sadece yorgun nefesler kaldı. Hayri yaralıları topluyor, Alpaslan ve Altemur koridoru kontrol ediyordu. Alp, Umay’ın omzuna hafifçe vurdu:
“Bitti kardeş… başardık.” Umay’ın gözleri hâlâ titrese de başıyla onayladı. Alev, Yiğit’in yanına çöktü. Yarayı kontrol ederken elleri titriyordu ama sesi kararlıydı.
“Seni kaybedemem.”
“Kaybetmeyeceksin.” dedi Yiğit,
“Biz iki tim değiliz Alev… Biz aynı kaderiz.” Defne, sedyede taşınan Selçuk’un elini tutuyordu. Selçuk güçlükle mırıldandı:
“Korkuttum… değil mi?”
“Bir daha sakın…” diye fısıldadı Defne, gözlerinden yaş süzülürken. Sığınaktan çıkarken tüm timler sessizce aynı gökyüzüne baktı. Bu gece ölüm vardı, kurşun vardı, acı vardı… Ama aynı zamanda bağ vardı, yemin vardı, sevgi vardı. Ve iki tim artık resmi olarak da, kader olarak da birleşmişti.
Gece çökmüş, operasyonun tozu hâlâ üzerlerindeydi. Nefeslerin ağırlığı, yorgunluğun gölgesi, yaşanan korkuların izi… hepsi havada asılı gibiydi. Ama bu gecenin başka bir anlamı vardı: herkes hayattaydı. Her zamanki gibi savaştan çıkmışlardı ama bu kez bir fark vardı… Bu gece, iki tim de yan yana durmanın değerini daha sert hissetmişti. Karakolun avlusunda büyük bir ateş yakıldı. Alevlerin turuncu ışığı yüzlere yansıdı, gölgeler bir duvar gibi hareket etti, ama bu kez sessizlik rahatsız edici değildi. Sessizlik güven veriyordu. Yan yana duran bir ailenin sessizliği.
Kurt Timi,
Binbaşı Ahu Alev Altay, Yüzbaşı Defne Ülgen, Üsteğmen Emre Korkmaz, Teğmen Arda Şahin, Astsb. Kd. Bçvş. Alpaslan Aydın, Astsb. Kd. Üçvş. Altemur Demir, Astsb. Alperen Yenilmez ve Astsb. Doğan Yılmaz…
Hepsi birbirinden yorgun ama birbirine daha bağlıydı.
Arslan Timi,
Binbaşı Yiğit Arslan, Üsteğmen Umay Türkoğlu, Teğmen Ahsen, Astsb. Alp Türkoğlu, Astsb. Hayri, Cenk ve Mert…
Onlar da aynı ateşin etrafında oturdu; iki tim birbirine karıştı, tek bir aileymiş gibi. Herkes konuşmak istiyordu ama kimse konuşmadı. Çünkü konuşmak, yorgun zihni bozardı. Ama sessizlik… sessizlik herkese iyi geliyordu. Alev ateşin uzağında, karakol duvarına yaslanmıştı. Göğsüne değen her nefes alışında operasyon sahneleri gözünde canlanıyordu: Yiğit’in sesi kesildiği an… Bir anlığına onu kaybettiğini sandığı o dipsiz karanlık… Kalbinin içini sıkıştıran o korku… Alev derin bir nefes aldı. Ateşin çıtırtısı bile onu ürkütüyordu. Ayak sesleri duvarda yankılandı. Yiğit yaklaşırken, adımlarını bile tanıyordu Alev. Başını kaldırmadan, kim olduğunu hissetmişti. Yiğit sessizce yanına oturdu. Konuşmadı. Ellerini dizlerinin üzerine koydu. Alev göz ucuyla onu süzdü; Yiğit’in yüzünde hem rahatlama hem yorgunluk hem de saklayamadığı bir sevgi vardı. Alev kısık bir sesle, neredeyse fısıltı gibi:
“Bugün seni kaybettiğimi sandım.” Yiğit, başını hafif eğerek onun yüzüne baktı. Alev’in gözlerinde biriken o kırılganlık, Yiğit’in kalbini paramparça ediyordu.
“Ben seni bırakır mıyım hiç?” dedi, sesi derin ama yumuşak.
“Elimi bıraksan bile, kalbim yine sana koşar.” Alev’in gözleri doldu, ama ağlamadı. Gözyaşları yanaklarında ışıltı gibi durdu. Yiğit elini uzattı, Alev’in eline dokundu. Dokunur dokunmaz, Alev’in omuzları gevşedi. Alev, başını yavaşça Yiğit’in omzuna yasladı. Yiğit de kolunu onun beline sardı. O an, dışarıdaki rüzgâr bile durdu sanki. Yiğit Alev’in saçlarına eğilip fısıldadı:
“Sen benim sığınağımsın.” Alev gözlerini kapattı. Kalbi ilk kez savaşın ortasında huzur buldu. Aynı ateşin diğer tarafında Defne oturuyordu.
İçinde hâlâ operasyon sahnesinin izleri vardı: Selçuk’un vurulduğu an, bağırdığı an… Defne koşarken nefesinin kesildiğini hatırlıyordu. Selçuk ise ona yaklaşırken sakin görünmeye çalışıyordu. Ama bakışlarında yorgunluğun arkasına saklanmış bir endişe vardı. Defne kafasını kaldırıp onu gördüğünde göz bebekleri büyüdü.
“İyi misin?” dedi Selçuk, nazikçe.
“Sen iyi misin?” diye karşılık verdi Defne, sesi beklediğinden daha titrekti. Selçuk eğildi, Defne’nin karşısında diz çöktü. Artık göz hizasındaydılar. Defne’nin yüzünde kontrol etmeye çalıştığı bir kırılganlık vardı.
“Bir daha böyle bir şey olursa…” Defne’nin sesi çatladı.
“Selçuk, seni ikinci kez kaybetme korkusunu kaldıramam.” Selçuk elini uzattı. Çok yavaş, çok dikkatli… Sanki kırılmasından korktuğu bir kristale dokunuyordu.
“Ben buradayım,” dedi.
“Her zaman yanında duracağım. Seni böyle korkutmak istemem… ama bugün hayattayım. Çünkü sen varsın.” Defne’nin gözlerinden yaşlar aktı. Selçuk hafifçe yaklaşarak yüzünü iki eliyle tuttu. Başları birbirine değdi, nefesleri karıştı.
“Sana bir şey olsaydı…” diye fısıldadı Defne. Selçuk gözlerini kapattı.
“Olmayacak. Çünkü ben seni bekleyen her sabahı seviyorum.” Defne’nin kalbi hızlandı. Sonra, hiç konuşmadan, kollarını Selçuk’un boynuna sardı. Selçuk da onu belinden sarıp kendine yaklaştırdı. İkisi ateş ışığında, yavaşça birbirine yaslanmış halde uzun süre sessiz kaldı. Bu sessizlik her kelimeden daha derindi. Alev Yiğit’e yaslanmış, gözleri ağırlaşmıştı… Defne Selçuk’un kollarında nefes nefese sakinleşmişti… Ve diğer tim üyeleri onları izlerken hafifçe gülümsüyordu. Alpaslan Arda’nın omzuna vurdu:
“Komutanlar aşık olunca ortalık güzelleşiyor ha?” Arda kahkayı bastı:
“Ama yine de sevgili olsak da emir bizden, dayak bizden!” Umay, Alp’in omzuna başını koymuştu. Alp, kardeşinin saçını okşayıp:
“Bir gün sen de böyle seversin,” dedi. Cenk ve Mert ateş başında tartışıyordu:
“Ben daha önce böyle romantik sahne görmedim!”
“Sus da komutanlar duymasın, bizi gece nöbetine dizerler!” Herkes gülüyordu. Herkes birbirine dayanıyordu. Herkes aynı sofranın, aynı ateşin, aynı kaderin içindeydi. Ve gece, onların üzerine yumuşak bir battaniye gibi çöktü. Ay ışığı karakolun taş duvarlarında süzüldü; ateşin ışığı gözleri aydınlattı. O an, iki tim de şunu anladı:
Savaşın ortasında bile en büyük güç, birbirine sığınabilmekti. Ve o gece, hiç kimse yalnız değildi.
ALEV & YİĞİT
Gece, karargâhın üzerinden ağır bir yorgan gibi sarkıyordu. Gökyüzünde yıldızlar bile sanki sessizliği bozmamak için daha kısık parlıyordu. Alev, uzun süren toplantının ardından sessizlik aramak için dışarı çıkmış, karargâhın arka tarafındaki boş avluda duruyordu. Elini cebine koymuş, başını hafifçe yana yatırmış, nefes alırken bile omuzlarında günün ağırlığı hissediliyordu. Yiğit, Alev’in yalnız kalışını izleyen birkaç saniyeden sonra sessizce yanına doğru yürüdü. Alev hemen fark etti zaten; o nefesi, o adımları tanıyordu. Bir insanın varlığının bu kadar huzur vermesi garipti ama Yiğit, etrafta kimse olmasa bile yanında bir sıcaklık taşıyordu. Alev dönüp baktığında Yiğit’in gözlerinde yumuşak bir tebessüm vardı.
“Böyle suskun durduğunda… seni düşünmeyi bırakamıyorum,” dedi Yiğit, sesi alçak ama kesin bir tonda. Alev kısa bir gülümseme bıraktı.
“Bazen susmak gerekir Yiğit… insan yorulduğunu ancak o zaman duyuyor.” Yiğit bir adım yaklaştı.
“Sen yorulduğunda ben anlarım,” dedi.
“Sadece bakışın bile değişiyor.” Alev’in kalbi bu cümleyi duyunca bir an yerinden sıçradı. Çünkü gerçekten… Yiğit onu görüyordu. Sadece komutan olarak değil, sadece görev arkadaşı olarak değil… bir insan olarak, bir kadın olarak, Alev olarak. Yiğit elini uzattı, Alev’in yanağına dokunmadan hemen yakınında durdurdu.
“İzin verirsen,” dedi yumuşak bir sesle. Alev gözlerini kapattı.
"Veriyorum,” diye fısıldadı. Yiğit’in parmakları Alev’in yanağına değdiğinde Alev derin bir nefes aldı. Sanki günün tüm yorucu komutları, tüm sorumlulukları tek dokunuşla eriyip gidiyordu. Yiğit başparmağıyla Alev’in yanak çizgisini takip etti, ardından elini boynunun arkasına götürdü. Alev’i kendisine tamamen yaklaştırmadı; sadece yaklaşmasına izin verdi. Alev, Yiğit’in göğsüne hafifçe yaslandı. Bu, bir kaçış değil… bir kabul edişti. Belki de ilk kez kendini bu kadar rahat bırakıyordu. Yiğit de onu tutarken acele etmedi, sıkmadı, zorlamadı. Bir insanın yavaşça güvene alışmasının sessizliğini dinledi.
“Biliyor musun…” dedi Alev, başını Yiğit’in göğsüne yaslamış hâlde.
“Ne zaman yorulacağımı hiç söylemem. Ama sen hep anlıyorsun.” Yiğit, Alev’in saçlarına dokundu, parmakları yavaşça o yumuşak saçlardan kayarken
“Anlıyorum çünkü seni izliyorum,” dedi. Alev başını kaldırdı. Dolunay ışığı ikisinin yüzüne vurunca, gözlerindeki birikmiş duygular daha da belirginleşti. Yiğit’in elleri Alev’in yüzünün iki yanına koydu. Onu incitmeyecek şekilde, ama kaybetmek istemeyen birinin kararlılığıyla.
“Sen güçlü olduğun kadar… kırılabiliyorsun da Alev,” dedi Yiğit.
“Ve ben senin her hâlini seviyorum.” Alev’in içindeki duvarlar bu sözle çatladı. Nefesi titredi. Gözlerini kaçırmadı. Kaçmak istemiyordu. Bir adım attı. Sonra bir adım daha. İkisi artık sadece nefes uzaklığındaydı. Yiğit, Alev’in alnına kendi alnını dayadı. Bu temas bir anda kalplerini aynı ritme soktu. Alev ellerini Yiğit’in beline götürdü. Bu kez çekingen değildi. Bu kez saklanmadı. Yiğit’in sesi fısıltıdan bile hafifti:
“Yanımda olduğunda dünya daha ağır değil… daha anlamlı.” Alev’in gözleri dolu dolu oldu ama yaş akmadı; güçlü kadınların sessiz ağlayışıydı o.
“Ben de sen yanımdayken… daha tam hissediyorum,” dedi. Yiğit dayanamayıp Alev’in yüzüne bir kez daha dokundu. Parmakları Alev’in çenesini hafifçe kaldırdı. Alev de başını kaldırdı, direnmeden, korkmadan… sadece bırakarak. Ve Yiğit dudaklarını Alev’in dudaklarına yavaşça, derin bir nefes eşliğinde dokundurdu. Öpücük aceleci değildi. Tutkulu ama sakin, derin ama sarsmayan, sadece ikisinin bildiği bir bağ gibiydi. Alev ellerini Yiğit’in sırtına yerleştirdi ve öpücüğü yumuşak bir şekilde karşılık verdi. Zaman durdu. Rüzgâr bile onları rahatsız etmemek için kesildi sanki. Öpücük bitince Alev başını Yiğit’in göğsüne yasladı, Yiğit de onu kollarının arasında tuttu.
“Burada…” dedi Alev kısık bir sesle,
“Böyle kalmak istiyorum.” Yiğit gözlerini kapatarak fısıldadı:
“Kalacağız. Ne kadar istersen.” Alev, Yiğit’in kalp atışlarını dinledi. Dünyada en güvenli yer belki de tam olarak burasıydı: Yiğit’in göğsü, Yiğit’in kokusu, Yiğit’in sıcaklığı…
O gece, karargâhın soğuk duvarlarının arasında iki kalp birbirine daha da yaklaştı.
Hiç kıskançlık yoktu.
Hiç gerginlik yoktu.
Sadece tamamlanmışlık.
DEFNE& SELÇUK
Karargâh geceye gömülmüştü. Koridorlarda yankılanan ayak sesleri çoktan susmuş, dışarıdaki rüzgâr bile sessizliğe saygı gösterircesine hafiflemişti.
Ama A Blok’un ikinci katında bir odanın ışığı hâlâ yanıyordu. Yüzbaşı Defne Ülgen, odasının penceresinin önünde ayakta duruyordu. Kollarını kendine sarmış, sadece birkaç saat önce yaşadığı korkuyu tekrar tekrar zihninde döndürüyordu. Selçuk’un yere düşüşü… Kanın toprağa yayılışı… O an kalbinin duracak gibi oluşu… Dışarıdan bakan biri onun hâlâ dimdik durduğunu düşünürdü. Ama o an… dışarıdan görünen hiçbir şey içeride hissettiklerini yansıtmıyordu. Kapı hafifçe tıklandı. Defne, ses çıkarmadan “Gir,” dedi. Zaten sesin kimden geldiğini biliyordu. Kapı açıldığında Selçuk, bir elini kapı pervazına yaslamış şekilde içeri girdi. Sargılı kolu göğsüne yakın, diğer eli kapı kolundeydi. Derin, yorgun ama sıcak bir bakışla Defne’ye baktı.
“Uyumadığını biliyordum,” dedi Selçuk. Defne arkasını dönmeden cevap verdi:
“Sen vurulmuşken… nasıl uyuyayım Selçuk?” Selçuk kapıyı kapattı ve yavaşça ona doğru yürüdü. Adımları sessizdi ama Defne’nin kalbi her adımda gürültüyle çarpıyordu. Selçuk yanına geldiğinde, aralarında yalnızca bir karış vardı. Defne hâlâ dışarıya bakıyordu.
“Defne…” diye fısıldadı Selçuk,
“Bana bak.” Defne gözlerini kapadı. Çünkü ona dönmeye cesareti yoktu. Dönerse… zayıflığını gösterecekti. Ama Selçuk onun bu kendini tutuşunu yıllardır seviyordu zaten.
“Elim iyi,” dedi Selçuk.
“Az önce sargıyı değiştirdiler. Hiçbir şeyim yok.”
“Bana yalan söyleme,” dedi Defne, sesi kırılmıştı.
“Biliyorum canının yandığını.” Selçuk derin bir nefes verip onun omzuna yavaşça dokundu. Defne, Selçuk’un dokunuşuyla bile titredi.
“Neden böyle titriyorsun?” diye sordu Selçuk, sesi kısık ve endişeliydi.
“Çünkü korktum,” dedi Defne, sonunda ona dönerek. Gözleri Selçuk’un gözleriyle buluştuğunda, içindeki bütün duvarlar çatladı.
“Seni kaybetmekten korktum Selçuk. Hem de sandığından çok daha fazla.” Selçuk’un yüzü bir anda yumuşadı. Yaralı kolunu zorlamamak için yavaşça, ama kararlılıkla sağ kolunu Defne’nin beline sardı. Defne bir anda ona doğru çekildi. Aralarındaki mesafe yok olmuştu artık. Selçuk’un sıcak nefesi Defne’nin yüzüne vuruyordu. Defne’nin kalbi, göğsünün altından yükselip boğazında atıyordu sanki.
“Defne…” dedi Selçuk yavaşça. Onun gözlerinin içine baktı. O kadar yakındı ki Defne, Selçuk’un kalbinin ritmini göğsüne dayanmış gibi hissedebiliyordu.
“Ben ölmedim,” dedi Selçuk, sesi neredeyse fısıltıydı.
“Ölmeye de niyetim yok. Çünkü seni bırakmak gibi bir planım hiç olmadı.” Defne yutkundu.
“Ben güçlü biriyim… ama söz konusu sen olunca… güç yetmiyor.” Selçuk başını eğdi, alnını Defne’nin alnına dayadı. Her nefes alışlarında birbirlerinin sıcaklığını hissettiler.
“Senin yanında zayıf olman bile… benim için en güçlü hâlin,” dedi Selçuk. Defne, Selçuk’un gömleğine uzandı, parmaklarını yakasına geçirdi. Elleri titriyordu.
“Bir daha kendini öyle riske atma,” dedi.
“Ben seni kaybedemem.” Selçuk, yaralı koluna rağmen onu iki koluyla sardı. Belinden tutup kendine yaklaştırdı. Defne başını Selçuk’un göğsüne yasladı, adamın kalp atışlarını dinledi. O ses… onun hayatta olduğunun en güzel kanıtıydı.
“Ben seninim Defne,” diye fısıldadı Selçuk, başını onun saçlarına gömerek.
“Ve sen benim.” Defne başını kaldırdı, gözleri Selçuk’un dudaklarında takılı kaldı. Selçuk yavaşça onun yanağına dokundu, parmakları Defne’nin çenesine doğru kaydı.
“İzin ver,” dedi.
“Bugün yaşadığın korkuyu… biraz olsun unutturayım.” Defne, ona sığınır gibi, hiçbir şey söylemeden gözlerini kapadı. Bu Defne’nin “Evet,” demek için kullandığı en sessiz, en güçlü hareketiydi. Selçuk çok yavaş bir şekilde, dudaklarını Defne’nin dudaklarına yaklaştırdı. Defne nefesini tuttu. İkisi de adeta havada asılı kaldı. Ve sonunda… Selçuk’un dudakları Defne’ninkine dokundu. Önce hafif. Sanki soruyordu: “Gerçekten istiyor musun?” Sonra Defne parmaklarını Selçuk’un gömleğine kenetleyince… Selçuk onu kendine daha da çekti. Öpücük derinleşti. Zaman durdu. Odada sadece onların nefesleri vardı. Defne’nin dudaklarındaki titreme, Selçuk’un kararlılığıyla birleşince… an sonsuzlaştı. Selçuk öpücüğü kesmedi, sadece yavaşladı. Dudaklarını Defne’nin dudağından çekip yanağına, ardından şakağına dokundurdu. Defne’nin nefesi kesilmişti.
“Selçuk…” diye fısıldadı. Selçuk, yüzünü onun boynuna gömdü.
“Nefesim sensin,” dedi. Defne kollarını Selçuk’un boynuna doladı, biri yaralı olduğu hâlde Selçuk onu sımsıkı sarıp kaldırdı. Defne’nin ayakları yerden kesilmişti, ama hiç düşecek gibi hissetmedi. Çünkü Selçuk onu bırakmayacaktı. Selçuk, onu yatağın kenarına oturttu ama kendisi eğilip diz çöktü.
Defne şaşırdı.
“Ne yapıyorsun?” Selçuk başını kaldırdı, gözleri Defne’ye kilitliydi.
“Sana söz veriyorum,” dedi.
“Bir daha seni korkutmayacağım. Bir daha seni ağlatmayacağım. Bir daha seni yalnız bırakmayacağım.” Defne’nin gözünden bir damla yaş sessizce aktı.
Selçuk parmağıyla o yaşı sildi.
“Sen benim kalbimsin Defne.” Defne ellerini uzattı, Selçuk’un yüzünü iki eliyle tuttu. Sonra kendine doğru çekip onu bir kez daha dudaklarından öptü. Bu kez daha yavaş… Daha sıcak… Daha derin… Daha çok “benimsin” diyen bir öpücük. Selçuk, Defne’nin beline sarıldı. Defne, onun omzuna yaslandı. İkisinin nefesi karıştı. Kalpleri aynı ritimde attı. O gece, hiçbir söz onların yakınlığı kadar güçlü değildi. Birbirlerini kaybetmenin nasıl bir acı olduğunu gördüler… Ve birbirlerini kaybetmekten nasıl korktuklarını saklamayı bıraktılar. Selçuk Defne’nin kulağına son bir cümle fısıldadı:
“Bu operasyonda ölmedim Defne…
çünkü seni sevmeyi daha bitirmedim.”...
KARLI SABAH – TİMLERİN BİRLİKTE GÜNÜ
Gece mekânda geçirilen sıcak ve biraz duygusal akşamdan sonra, sabah güneşi dağın ardında yavaş yavaş yükseliyordu. Kar taneleri hâlâ çatılarda ve ağaç dallarında duruyor, ama güneşin ışığı her şeyi altın rengine boyuyordu. Timler, Kurt ve Arslan, geceyi birlikte geçirmiş, birbirlerine hem operasyonun getirdiği yorgunluğu hem de kendi içlerinden geçen küçük sırlarını paylaşmışlardı. Şimdi, herkesin yüzünde tatlı bir yorgunluk, gözlerinde ise hafif bir parıltı vardı. Mekânın önünde küçük bir kahvaltı masası hazırlanmıştı. Ahşap masaların üzerinde taze ekmekler, peynirler, bal, reçel, sıcacık çaylar ve kahve fincanları vardı. Herkes, operasyon sonrası ilk defa böyle bir araya gelmiş, gözlerinden hafif bir rahatlama okunuyordu. Alev, Yiğit’in koluna girerek masaya doğru yürüyordu. Yiğit gözlerini gülümseyerek Alev’e dikti:
“Sen hâlâ üşüyorsun, değil mi?” Alev alaycı bir şekilde kaşlarını kaldırdı:
“Beni bu kadar uzun süre izlediğine göre üşümüyorum gibi görünüyor olmalıyım.” Yiğit hafifçe güldü ve kolunu daha sıkı sardı. Defne ve Selçuk, masanın diğer tarafında birlikte duruyorlardı. Selçuk, Defne’ye küçük bir tabak uzattı:
“Al, sıcak olsun. Dün gece biraz üzüldün, kahvaltı iyi gelir.” Defne gözlerini kırpıştırdı:
“Sen de yedin mi? Yoksa ben mi sana baktım da fark etmedim?” Selçuk alaycı bir şekilde gülümsedi:
“Beni mi kıskanıyorsun Yüzbaşım?” Defne başını sallayıp kahkaha attı. Umay ve Alp önden yürüyerek diğerlerini eğlendiriyordu. Alp:
“Abi, bak Doğan’ı görüyor musun? Ahsen’in önünde resmen titriyor.” Umay:
“Doğan’ın zaten kontrolü yok, Ahsen olmasa hepimiz çile çekeriz.” Doğan ve Ahsen ise hafifçe gülümseyerek birbirlerini izliyor, yan yana yürümeye çalışıyorlardı. Alpaslan ve Altemur, kahvaltı masasında birbirleriyle şakalaşıyordu.
Alpaslan:
“Altemur, sen kahveni yine şekerli mi aldın? Bizim masada kimse tatlı kahve içmiyor!” Altemur:
“Senin sorununa kahve karışmaz, Alpaslan. Ben istediğimi içerim.” Emre araya girdi:
“Bu kadar tartışmaya gerek yok, kahve paylaşılır, tatlı paylaşılmaz.” Herkes kahkahaya boğuldu, masanın ortasında sıcak bir enerji oluştu. Mert, Cenk ve Hayri bir köşede kar topu savaşı başlattı. Mert:
“Haydi Cenk, kar topu savaşı!” Cenk:
“Seninle oynamam Mert, hep hile yaparsın!” Hayri Abi , kar topunu hazırlarken:
“Ben tarafsızım, gözlerim adil olacak.” Tam o sırada Alp kar topunu Mert’e fırlattı, Mert yere yuvarlanarak karın içinde kaldı. Herkes kahkahalarını tutamadı, Doğan bile gülmekten kar topu savaşına katıldı. Mekânın köşesinde, Yiğit ve Alev bir bankta oturmuş, sessizce birbirlerini izliyorlardı. Alev başını Yiğit’in omzuna yasladı.
“Böyle sabahlar nadir oluyor, değil mi?” Yiğit hafifçe başını salladı:
“Nadir ama güzel. Seninle daha da güzel.” Alev gözlerini kapadı, huzurla nefes aldı. Defne ve Selçuk, kahvaltının ardından bahçeye çıktılar. Kar hâlâ topak topak yerdeydi, ama güneşli hava yumuşatmıştı. Selçuk, Defne’nin ellerini tuttu:
“Bir gün bir yerde tüm bu olanları unutabilir miyiz, Defne?” Defne gözlerini Selçuk’a dikti:
“Unutmak mı? Hayır, unutmayacağız. Ama birlikte her şeyin üstesinden gelebiliriz.” Selçuk, Defne’nin alnına hafifçe bir öpücük kondurdu. Defne gülümsedi, yanakları hafifçe kızardı. Yiğit ve Alev, masanın yanında sessizce birbirlerine sarılırken, diğer tim üyeleri çevredeki küçük oyunlarla gülüyor, eğleniyor ve birbirleriyle hafifçe şakalaşıyordu. Umay ve Alp birden kar topu savaşı başlattı, Ahsen ve Doğan hemen karşılık verdi. Mert, Cenk ve Hayri onları izlerken, kar topunu hazırlayıp küçük bir saldırı başlattılar. Kar topu savaşının ortasında herkesin kahkahaları mekânı doldurdu.
Herkes kahvaltıdan sonra birlikte dağ yoluna doğru yürümeye başladı. Kar ayaklarının altında çıtır çıtır ses çıkarıyordu. Alev, Yiğit’in koluna girdi:
“Seninle böyle yürüyüşler… beni sakinleştiriyor.” Yiğit ise hafifçe gülümsedi:
“Ben de senin yanında olmayı seviyorum, Alev.” Selçuk ve Defne yan yana yürüyordu. Selçuk Defne’nin elini tuttu:
“Biliyor musun… seninle her zaman evimde hissediyorum.” Defne başını Selçuk’a yasladı:
“Ben de.” Alperen, Alpaslan ve Altemur arkadan geliyordu. Alperen hafifçe kar topu fırlattı, Alpaslan ve Altemur birbirlerine bakıp gülerek karşılık verdi. Emre ve Arda biraz öndeydi, kahkaha ve şakalaşmalar arasında birbirlerini dürtüyorlardı. Mekânın etrafı karla kaplı olmasına rağmen, herkesin içi sıcaktı. Hem operasyonun verdiği stres, hem de birbirlerine olan güven ve sevgileriyle birleşince, bu yürüyüş sadece fiziksel değil, ruhsal bir iyileşme haline dönüşmüştü. Gün batarken timler mekâna geri döndü. Kar taneleri hâlâ yavaşça düşüyordu, ama herkesin içinde bir sıcaklık vardı. Yiğit, Alev’i sıkıca tuttu:
“Seninle böyle anlar, her şeye değer.” Alev gözlerini ona dikti:
“Seninle her şey daha güzel, Yiğit.” Defne ve Selçuk yan yana yürüyordu. Selçuk hafifçe Defne’nin elini tuttu:
“Seninle olunca, her şeyin üstesinden gelebiliriz.” Defne başını Selçuk’a yasladı:
“Biliyorum, birlikteyiz.” Umay, Alp, Ahsen, Doğan, Mert, Cenk, Hayri, Alpaslan, Altemur, Arda, Emre… hepsi bir aradaydı. Kar taneleri arasında gülüyor, şakalaşıyor, küçük oyunlar oynuyor ve bu özel günü unutulmaz kılıyordu. Timler artık sadece birer asker değil, birbirine güvenen, birlikte gülüp üzülen, aşkı ve dostluğu paylaşan bir aile olmuştu. Bu an, tüm zorluklara rağmen birbirlerine ne kadar bağlı olduklarının kanıtıydı. Gülüşleri, bakışları ve birlikte geçirdikleri zaman, her birinin kalbine işliyordu.
Hayat ne kadar sor olsa da tamamlanmaya değer insanlar olacak . Ve o insanlar için her daim savaşmaya değerdi. Yollar nereye çıkarsa çıksın , ne kadar farklı olursa olsun bitiş noktası hep birbirleri olacaktı . Kurt Timi ve Arslan Timi bir aile olmuştu. Her ne kadar zor olursa olsun ...
Sizleri seven yazarınızzz
Sizce nasılllll :)
size bimlerce kez iyi gecelerrr :)
Size binlerce kez (...)
Sizlere binlerce kez öpücük birtanelerimmmm
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 44.13k Okunma |
2.79k Oy |
0 Takip |
44 Bölümlü Kitap |