31. Bölüm

2.

Gökçe Eren
gokce59

Topkapı Sarayı, 1530 yılı… Zaman kendi ritminde akıp giderken sarayın taş duvarları arasında nice ömürler sessizce değişiyor, nice duygular iz bırakmadan akıp geçiyordu. Ve o gün, sarayda beş yaşına basmış bir küçük sultan, günün merkezindeydi.

 

Raziye Sultan, Mahidevran Sultan’ın biricik kızı… Gözleri ışık, sözü merhametti. Annesinin ve iki ağabeyinin göz bebeğiydi. Küçük yaşına rağmen saraydaki herkes onun ne denli farklı bir çocuk olduğunu bilir, onun etrafındaki sevgiyi hayranlıkla izlerdi. Ama her çocuk gibi onun da küçük sızlanmaları olurdu elbet.

 

Mahidevran Sultan eğilmiş, kızının göz hizasında onunla konuşuyordu. Yüzünde sabırla örülmüş bir gülümseme vardı.

 

“Raziyem hadi ama, üzüyorsun beni,” dedi yumuşak bir sesle.

 

Raziye’nin gözleri buğuluydu. Dudaklarını büküp kucağındaki yemeğe baktı.

“Abimler gelsin, öyle yiyeceğim,” dedi inatla.

 

Mahidevran iç çekti. “Peki, onlar gelene kadar ne yapalım biz? Mihrimah’a gitmek ister misin?”

 

Küçük baş iki yana sallandı. “İstemem.”

 

“Neden?”

 

Küçük sultan başını eğdi. “Biz kardeş değilmişiz onunla. Annesi öyle demiş.”

 

Bu söz Mahidevran’ın kalbini acıttıysa da yüzüne yansıtmadı. Aksine daha da yaklaştı kızına, elini minik omzuna koydu.

“Raziyem… Siz kardeşsiniz. Valideleriniz farklı olabilir ama kanınız aynı. Unutma bunu.”

 

Küçük bir sessizlik oldu. Ardından Raziye hafifçe başını kaldırdı.

“O beni sevmiyor artık, biliyorum. Ama olsun. Benim abilerim var.”

 

Bu söz karşısında Mahidevran’ın yüzünde sıcacık bir gülümseme belirdi.

“Öyleyse,” dedi ayağa kalkarak, “gel bakalım. Has bahçeye gidelim. Abinlerin yanına.”

 

Raziye gözleri parlayarak elini uzattı.

“Tamam… Anne?”

 

“Söyle yavrum.”

 

“İyi ki benim annem sensin.”

 

Bu sözle Mahidevran’ın içi sıcacık oldu. Sanki tüm saray, tüm dünya, yalnızca bu iki kelimenin etrafında dönüyordu artık. Minik eller annesinin beline sarılırken birlikte bahçeye doğru yürüdüler.

 

Has bahçeye vardıklarında, Şehzade Mustafa ve Şehzade Ahmed kılıç talimi yapıyordu. Raziye’yi görür görmez, iki kılıç da yere bırakıldı. Abiler, kardeşlerine doğru bir sevgiyle koştular ve onu sıkıca kucakladılar.

 

Mahidevran gülümseyerek seslendi:

“Siz olmadan yemek yemiyor artık.”

 

Mustafa hemen başını çevirdi.

“Olsun validem. Biz de has bahçede hep beraber yeriz.”

 

Ahmed, kardeşine göz kırparak sordu:

“Bunu kabul eder misiniz peki, sultanım?”

 

Raziye kıkırdadı.

“Ederim.”

 

Mustafa başını Hacı Ağa’ya çevirdi.

“Hacı Ağa!”

 

“Hemen hazırlatıyorum şehzadem,” dedi Ağa, heyecanla.

 

Kısa sürede has bahçeye zarif bir sofra kuruldu. Üç kardeş, anneleriyle birlikte neşeyle oturdular sofraya. Mahidevran Sultan, gözlerini evlatlarının yüzünde gezdirdi. O an, kalbinden bir dilek geçti:

“Keşke Mahmud’um da burada olsaydı…”

 

Ama bugün hayatta olanlar, kalbindeki eksikliği bir nebze olsun tamamlıyordu. Onlar için nefes alıyordu artık. Evlatları için… Birlikte oldukları sürece, sarayın taş duvarları bile ona yumuşak görünüyordu.

 

Akşam vaktiydi… Topkapı Sarayı’nın kadim duvarları günün son ışıklarını hüzünle yutarken, sarayın bir köşesinde küçük bir sultan pencere önünde oturuyordu. Gözleri dışarıda, aklı ise bambaşka yerdeydi.

 

Raziye Sultan… Henüz beş yaşında bir çocuktu belki ama kalbinde taşıdığı düşünceler yaşıtlarının çok ötesindeydi. Bakışları babasının ona uzattığı ama tam da kavrayamadığı sevgiyle gölgelenmişti. Sultan Süleyman… Herkesin korkuyla karışık hayranlık duyduğu o kudretli padişah, Raziye’nin de babasıydı. Seviyordu elbet ama… Mihrimah kadar mı? Küçük sultan bunun cevabını çoktan bulmuştu.

 

Tam o sırada arkasından annesinin sesi duyuldu.

 

“Raziyem… Ne düşünüyordun öyle?”

 

Küçük kız başını çevirip gülümsedi.

“Bir şey düşünmüyordum… Hadi yatalım anne.”

 

Kendince bir karar vermişti. Annesini üzmenin, abilerini endişelendirmenin lüzumu yoktu. Her ne kadar yüreğinde ince bir sızıyla susuyorsa da, susmayı öğrenmişti.

 

Yatağa uzandığında annesine döndü.

“Anne… Ben seni çok seviyorum.”

 

Mahidevran Sultan gözleri dolu dolu, gülümseyerek sarıldı kızına.

“Ben de seni çok seviyorum.”

 

Kızının pamuk saçlarına bir öpücük kondurduktan sonra ona sımsıkı sarılıp gözlerini kapattı. O gece, saray biraz daha sessiz, biraz daha duyguluydu…

 

 

Yıl 1531… Baharın serinliği sarayın taş duvarlarına yavaşça işlemişti. Mahidevran Sultan, Valide Sultan’ın dairesinden dönüyordu. Gün ola ki biraz içi ferahlamıştı. Lakin köşeyi döner dönmez karşısına çıkan Nigar Kalfa ile şaşkınlıkla durakladı.

 

“Nigar… Ne işin var senin burada?”

 

Nigar şaşkındı.

“Ee… Siz çağırmadınız mı sultanım?”

 

“Hayır.”

 

“Bir hatun geldi… Sizin çağırdığınızı söyledi…”

 

O anda Mahidevran Sultan’ın yüreğine saplanan korku, yüzüne bir gölge gibi düştü.

 

“Eyvahlar olsun…”

 

Adımlarını hızlandırarak dairesine koştu. Kapı ardına kadar açıktı… İçeriye daldığında gözleri bir boşlukla karşılaştı. Kızını göremedi.

 

“Raziye nerede?”

 

Nigar şaşkınlıkla etrafa bakınıyordu.

“O hatun… O sizin çağırdığınızı söyleyen hatun… Yanındaydı.”

 

O an, sarayda bir başka çığlık yükseldi. Bu sefer Hürrem Sultan’dandı.

 

“Mihrimah!”

 

Saray, iki küçük sultanın kaybolduğunu öğrendiği anda sarsıldı. Herkes ayaktaydı, her köşe bucak arandı.

 

Sultan Süleyman öfke içindeydi.

“Benim sultanlarımı koruyamıyorsanız… Ne işe yararsınız!”

 

İbrahim Paşa başıyla eğildi.

“Her taşın altına bakılıyor Hünkârım. Sultanlarımızı en kısa zamanda bulacağız.”

 

Valide Sultan’ın dairesinde ise iki anne, gözyaşları içinde perişandı. Oda ağlamalarla doluydu.

 

“Validem, ya bir şey olursa?” diye sordu Mahidevran boğuk bir sesle.

 

Belkıs Hatun, Mahidevran’ın kardeşi, hemen araya girdi.

“Ağzından yel alsın abla…”

 

Valide Sultan ise her zamanki gibi dikti duruşunu. Ama yüreğinde koptuğu belliydi fırtınanın.

“Hiçbir şey olmayacak! Bu kızlar hanedanın sultanları. Elbet bulunacaklar!”

 

Hürrem Sultan gözyaşlarına boğulmuştu.

“Validem… Daha çok küçükler…”

 

Valide Sultan sesini yükseltti.

“Yeter! Dönün dairelerinize!”

 

Sultanlar çıktıktan sonra o güçlü kadın, ellerini semaya kaldırdı, gözyaşlarını içinde tutamayarak:

 

“Allah’ım… Sen torunlarımı bağışla bize…”

 

 

Aynı vakitlerde, saraydan epey uzakta, eski ve terkedilmiş bir evin içinde iki küçük sultan karanlık bir odadaydı. Mihrimah Sultan, kapının önünde dikilmiş, bir yandan bağırıyor, bir yandan ağlıyordu.

 

“Bırakın bizi diyorum size!”

 

Kapıdaki adam bağırarak cevap verdi:

“Kes sesini!”

 

Raziye korkuyla kardeşinin koluna dokundu.

“Mihrimah… Onu kızdırma…”

 

Adam gittikten sonra odada sadece fısıltılar kaldı. Mihrimah tedirgin adımlarla dolanırken, Raziye camın önüne yaklaştı. Dışarıyı dikkatle izliyordu.

 

Ve… Oradaydı. Az önce bağıran adam, dışarıda biriyle konuşuyordu. Raziye, o adamı hemen tanımıştı. Babasının dayısının yanında görmüştü onu.

 

“Sinan Paşa…” dedi fısıltıyla.

 

Mihrimah yanına geldi.

“Sence bizi arıyorlar mıdır?”

 

“Arıyorlardır,” dedi Raziye.

 

Mihrimah umutla sordu:

“Ama nasıl bulacaklar ki? Saraydan kim bilir ne kadar uzağız…”

 

Küçük sultan gözlerini karanlığa dikip, fısıltıyla cevap verdi:

 

“Bulacaklar… Merak etme…”

 

Ve o gece, karanlığın ortasında iki küçük ışık, korkunun içinde birbirine sığınarak uyumaya çalıştı… Sarayda ise dua eden yürekler, sabahı gözyaşıyla beklemeye başladı…

 

Topkapı Sarayı’nda sabahın ilk ışıkları doğarken, Mahidevran Sultan hâlâ uykusuzdu. Dairesinin bir köşesinde yere oturmuş, Raziye’sinin bir zamanlar giydiği mintanına sarılmıştı. Gözyaşları yüzünü yakarken, dudaklarından sadece bir kelime dökülüyordu:

 

“Raziye…”

 

Korku içini öyle bir kaplamıştı ki, sanki aklının ipleri çözülmeye başlıyordu.

 

Hacı Ağa sessizce yaklaştı.

 

“Sultanım… Helak ettiniz kendinizi. Ne olur biraz bir şeyler yiyin.”

 

Mahidevran başını iki yana salladı, sesi titriyordu.

 

“Evladım ne halde bilmiyorum… Ben nasıl ağzıma lokma koyayım Hacı Ağa?”

 

Yanlarında duran Nigar Kalfa da gözyaşlarını gizleyemedi.

 

“Merak buyurmayın sultanım… Hünkârımız, şehzadelerimiz… Herkes dört bir yanda arıyorlar.”

 

Mahidevran’ın gözleri dalgın, sesi kırık döküktü.

 

“Çok üşüyor mudur acaba… Korkuyor mudur…”

 

Hacı Ağa, başını eğerek cevapladı.

 

“Sultanım… Raziye Sultanımızı siz bizden daha iyi tanırsınız. O, korktuğunu hiç belli eder mi?”

 

Bu sözler Mahidevran’ın yüzünde acı bir tebessüm oluşturdu. Evet, küçük sultan korkusunu içine gömerdi her zaman. Tıpkı şimdi yaptığı gibi.

 

 

Sabahın erken saatleri… Terk edilmiş bir evin köhne odasında Mihrimah Sultan, yorgunluktan uyuyakalmıştı. Raziye ise sabaha kadar bir plan yapmaya çalışmıştı. Abilerine nasıl haber vereceğini düşünüyordu. Kafasında net bir plan yoktu belki ama içindeki inanç çok büyüktü.

 

“Sen uyumadın mı?” diye sordu Mihrimah uyanınca.

 

“Uyumadım.”

 

“Of… Nasıl çıkacağız buradan biz?”

 

Tam o sırada kapı açıldı. İçeriye biri girdi. Mihrimah için tanıdık olmayan bir simaydı ama Raziye hemen tanımıştı. Gözlerini dikti, hiç çekinmeden konuştu:

 

“Tanıyorum ben seni… Babamın yanındaydın.”

 

Mihrimah şaşkındı.

“Ne?!”

 

Raziye bir adım öne çıktı.

“Senin amacın ne? Bizi kaçırmanın bir sebebi olmalı.”

 

Sinan Paşa sinsi bir gülümsemeyle başını eğdi.

“Çok zekisiniz Sultanım… Papa sizi bekliyor. Yarın sabah yola çıkmış olacağız.”

 

“ASLA götüremeyeceksin bizi!”

 

Bir anda üzerine yürüyen küçük sultanı durdurmak zorunda kaldı. Kısa bir boğuşmadan sonra Raziye yere düştü.

 

“Raziye iyi misin?” dedi Mihrimah korkuyla.

 

“İyiyim,” dedi Raziye gözlerini silerek.

 

Mihrimah bir yandan korku, bir yandan öfke içindeydi.

“Aklını mı kaçırdın sen? Ya daha kötüsü olsaydı?”

 

Ama Raziye gözlerini kaçırmadan söyledi:

“Olmaz bir şey… Hem babamlar gelecek… Ya da abim… Merak etme.”

 

Bu sözler Mihrimah’a çocukça ve gülünç gelmişti. Ama bilmediği bir şey vardı. Raziye, abilerine bir iz bırakmıştı… Ve o iz artık yerini bulmak üzereydi.

 

 

Topkapı Sarayı…

 

Sultan Süleyman, öfke dolu adımlarla divanda dolaşıyordu.

 

“Nasıl hâlâ bulamazlar sultanlarımı?!”

 

Bitik bir sesle Mustafa çıktı öne.

“Bakmadığım yer kalmadı… Ama bir haber yok.”

 

Tam o anda, Mustafa’nın gözleri birine takıldı: Sinan Paşa. Onun kaftanında parlayan küçük bir çengel… Gözleri büyüdü. Aklına geldi kardeşinin sözü:

 

“Eğer tehlikedeysem… Bunu bir yere asacağım. Siz de beni kurtarmaya gelirsiniz.”

 

Çaktırmadan Ahmed’e döndü, gözleriyle Sinan’ı işaret etti. Ahmed, çengeli görünce gözleri kocaman açıldı.

 

Mustafa Hünkâr’a döndü:

“Hünkârım… Sinan Paşa’yı takip etsek iyi olacak.”

 

Bu söz salonda şaşkınlık yaratmıştı.

 

Süleyman: “Neden?”

 

Ahmed parmağıyla kaftanı işaret etti.

“Bakın Hünkârım… Kaftanında parlayan çengele…”

 

Herkes dikkatlice baktı. Ve evet… Küçük bir işaret, büyük bir ipucu olmuştu.

 

İbrahim Paşa şüpheyle yaklaştı.

“Belki tesadüftür Şehzadem…”

 

Mustafa, başını iki yana salladı.

“Hiç sanmıyorum.”

 

Süleyman kararını verdi.

“Derhal yeniçerilere haber verin. Belli etmeden takip edeceğiz.”

 

 

Sinan Paşa, saraydan çıktı. Uzun adımlarla, gizlice terk edilmiş eve doğru yol aldı. İçeri girdiğinde küçük sultanların önünde durdu.

 

“Evet… Gitme vakti geldi Sultanlarım.”

 

Raziye başını kaldırdı.

“Bizi buradan asla çıkarmayacaksın.”

 

Sinan Paşa kahkaha attı.

“Nasıl bu kadar eminsiniz? Dışarıda sizi kurtarmaya gelen kimse yok.”

 

Ama o an… Kapı büyük bir gürültüyle açıldı. İçeriye Sultan Süleyman girdiğinde Sinan Paşa’nın rengi attı.

 

“Hünkarım…” diyebildi sadece, dizlerinin bağı çözülmüştü.

 

Mihrimah koşarak babasına sarıldı. Raziye ise abisine…

 

Ve işte o an… Saraydaki herkes fark etti. Mihrimah, babasının kucağında ağlıyordu… Ama Raziye… O, Süleyman’a gitmemişti. Abisine sarılmıştı sadece. Bu sessiz tercihin içinde derin bir yara gizliydi.

 

Süleyman öfkeyle yaklaştı Sinan’a.

“Sen kimsin ki… Benim evlatlarımı kaçırırsın!”

 

Sinan Paşa titriyordu.

“Ben…”

 

Raziye söze girdi.

“Bizi Papaya vereceğini söyledi.”

 

Süleyman başını çevirdi.

“İbrahim!”

 

“Emredin Hünkârım!”

 

“Tez vakitte kellesi alınsın bunun!”

 

Ve o gün… Kayıp sultanlar sağ salim saraya dönmüştü. Ama her biri, artık bambaşka gözlerle bakıyordu bu hayata… Özellikle biri… Raziye Sultan.

Bölüm : 22.04.2025 15:15 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Gökçe Eren / Zümrüdü Anka / 2.
Gökçe Eren
Zümrüdü Anka

90 Okunma

15 Oy

0 Takip
5
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...