32. Bölüm

3.

Gökçe Eren
gokce59

Aradan geçen yıllarda her şey değişmişti. Raziye, babasının Çerkesya ile olan ilişkisini güçlendirmek adına orada kalmaya devam etmiş, bu süre zarfında hem siyasi hem de kültürel anlamda kendini geliştirmişti. Osmanlı sarayında ise Hürrem Sultan gücüne güç katarken, Mahidevran Sultan küçük kızıyla bağını hiç koparmamış, mektuplarla onunla haberleşmişti.

 

O gün, saray her zamanki sessizliğinde süzülürken Mahidevran Sultan’a yeni bir mektup ulaştı. Kâğıdın üzerinde kızının el yazısını görmek, içinde tarifsiz bir heyecan yarattı. Mektubu dikkatle açıp satırları okudukça yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yayıldı.

 

Yakınında bekleyen Nigar Kalfa, Mahidevran’ın yüzündeki ifadeyi fark edince merakla yaklaştı.

 

“Hayrola Sultanım? Ne diyor Raziye Sultanımız?” diye sordu sessizliği bozarak.

 

Mahidevran gözlerini mektuptan ayırmadan hafifçe iç çekti.

 

“Geri dönüyor,” dedi yavaşça.

 

Bu sözleri duyan Hacı Ağa, olduğu yerde kıpırdanıp sevincini gizleyemedi.

 

“Çok şükür Sultanım,” diye mırıldandı, yüzünde samimi bir tebessümle.

 

Ancak Mahidevran’ın zihnini kurcalayan bambaşka düşünceler vardı. Mektubu katlarken sesi biraz daha sertleşti.

 

“Hünkarımıza da dönüşünü bildirmiş…” diye ekledi. Ardından dudaklarını ince bir çizgi haline getirip başını hafifçe iki yana salladı. “Hoş, Sultan Süleyman’ın umurunda olmamıştır ya.”

 

Hacı Ağa, onun bu sert sözlerine rağmen itiraz etmek istedi ama Mahidevran’ın bakışlarını görünce duraksadı.

 

“Belki de…” demekle yetindi ama cümlenin devamını getirmedi.

 

Nigar Kalfa ise, Mahidevran Sultan’ın omuzlarına hafifçe dokunarak dikkatini dağıtmaya çalıştı.

 

“Siz Raziye Sultanımızı düşünün, Sultanım,” dedi tatlı bir sesle. “Kim bilir ne kadar güzel olmuştur.”

 

Bunu düşünmek bile Mahidevran’ın içinde bir nebze olsun rahatlama sağladı. Küçük kızı artık 16 yaşına gelmişti. Kim bilir, gerçekten ne kadar değişmişti?

 

1541 – Payitaht İstanbul

 

Yıllar geçmiş, birçok şey değişmişti. Raziye, babasının Çerkesya ile olan bağlarını güçlendirmek adına orada kalmayı seçmiş, Mahidevran Sultan ise ondan hiç kopmamış, mektuplarla hasret gidermişti. Ancak artık vakit gelmişti—Raziye geri dönüyordu.

 

O akşam, Hatice Sultan’ın sarayında her zamanki gibi büyük bir sofra kurulmuştu. İbrahim Paşa’nın vefatından sonra Şah Sultan ve eşi Lütfi Paşa da burada kalmayı tercih etmiş, böylece aile bir arada olmaya devam etmişti. Konu dönüp dolaşıp Raziye’ye gelince, Mahidevran Sultan’ın yüzünde hem özlem hem de heyecan belirdi.

 

“Raziye geliyor muş,” dedi Hatice Sultan, Mahidevran’a dönerek.

 

Mahidevran, kadehini yerine koyup başını salladı. “Bir hafta içinde burada olacak, Sultanım. Burnumda tütüyor.”

 

Hürrem Sultan, her zamanki gibi sözünü esirgemedi. Hafif bir tebessümle, ama içinde ince bir iğne saklı sözlerle, “Yıllar oldu Raziye gideli. Hiç merak etmedin mi?” diye sordu.

 

Mahidevran hiç düşünmeden cevap verdi. Sesi kararlı, bakışları dikti. “Çerkesya benim memleketim, Hürrem. Hünkarımız da kızımı babama emanet etti. Şimdi o emanet geri geliyor. Ayrıca ben kızımla hep mektuplaştım.”

 

Sultan Süleyman, bu konuşmayı sessizce dinledikten sonra söze girdi. “Çerkesya ile olan bağlarımızı Raziye sayesinde güçlendirdik. Ama artık geri dönme vakti.”

 

Sarayda bulunanların çoğu, Raziye’nin dönüşüne sevinmişti. Ancak bu sevinci paylaşmayanlar da vardı—Hürrem Sultan ve onun evlatları…

 

Buna rağmen, içlerinden biri farklıydı. Şehzade Beyazıt, abisi Selim’den farklı olarak, küçükken hep peşinden koşturduğu, onunla oyunlar oynadığı kız kardeşini dört gözle bekliyordu.

 

Ve artık geri sayım başlamıştı. Raziye, yıllar sonra tekrar saraya dönecekti…

 

1 Hafta Sonra -

 

Sarayın taş avlusunda büyük bir hareketlilik vardı. Haber tez yayılmış, Raziye Sultan’ın dönüşüyle birlikte herkes bir heyecan içinde beklemeye koyulmuştu. Nihayet, at arabası ağır ağır içeriye girdi. Arabanın kapısı açıldığında, yıllar önce giden o küçük kız değil, artık büyümüş, güzelliği göz kamaştıran genç bir hanımefendi belirdi.

 

Nigar Kalfa, gözleri dolu dolu bir şekilde eğildi. Ne kadar da büyümüştü, ne kadar da değişmişti… Ama bir yandan da aynıydı. İçindeki o sıcaklık, o masumiyet hâlâ duruyordu.

 

“Sultanım…” dedi gözleri parlayarak.

 

Raziye, hiç düşünmeden ona doğru atıldı ve sıkıca sarıldı.

 

“Nigar Kalfa!”

 

Bu kucaklaşma, yılların hasretini bir nebze de olsa gideriyordu. Nigar Kalfa ise hem mutluydu hem de gözleri dolmuştu. Küçük sultanı artık iyice büyümüş, yetişkin bir hanımefendi olmuştu.

 

Raziye, hafifçe geri çekilip özlem dolu bir ifadeyle sordu:

 

“Validem nasıl? Abimler?”

 

Nigar Kalfa hemen toparlandı ve gülümseyerek yanıt verdi:

 

“Heyecanla sizi bekliyorlar, sultanım. Bülbül Ağa, Cennet Hatun… Siz de hoş geldiniz.”

 

Bülbül Ağa ve Cennet Hatun da derin bir saygıyla eğildiler. Yıllardır Raziye Sultan’ın yanındaydılar, şimdi onunla birlikte saraya dönmekten gurur duyuyorlardı.

 

Nigar Kalfa, nazikçe hatırlattı:

 

“Sultanım, evvela hünkarımıza gitmemiz gerek.”

 

Raziye, kısa bir an duraksadı. Yıllar sonra babasıyla tekrar yüz yüze gelecekti. Ama yüzündeki kararlılık ifadesi hiç değişmedi. Başını dikleştirip kendinden emin bir şekilde konuştu:

 

“Gidelim o halde.”

 

Sarayın koridorlarına adım attığında, her şey hem tanıdık hem de bambaşka geliyordu. Ama asıl değişen neydi—saray mı, yoksa kendisi mi? Bunu ancak zaman gösterecekti.

 

Sarayın taşlığına adım attıkları an, yankılanan güçlü bir ses duyuldu:

 

“Destur! Raziye Sultan Hazretleri!”

 

Bu sözlerle birlikte taşlıkta bulunan herkes bir anda hareketlendi. Hizmetkârlar, cariyeler, ağalar hızla sıraya dizilip saygıyla eğildiler. Yıllar sonra geri dönen bu sultanı görmenin heyecanı herkesi sarmıştı. Ama heyecanın yanında, hayranlık da vardı. Cariyeler kendi aralarında fısıldaşıyor, aralarındaki en cesurları bile gözlerini kaçırmadan genç sultanın ihtişamına bakıyordu.

 

“Ne kadar güzel olmuş…”

 

“Adeta bir peri gibi!”

 

Fısıldaşmalar duyulsa da kimse bunu yüksek sesle dile getirmeye cesaret edemedi. Raziye Sultan, vakur adımlarla taşlıktan ilerledi. Gözleri her köşeye dikkatlice bakıyordu. Yıllar önce ayrıldığı bu saray, ona hem yabancı hem de tanıdık geliyordu. Ama artık o küçük bir kız değildi.

 

Derin bir nefes alarak Has Oda’ya doğru ilerledi. Kapılar açıldığında içeride bekleyen padişah, gözlerini kızına dikmiş, derin bir sessizliğe bürünmüştü.

 

Sultan Süleyman, karşısında duran genç kadına bakarken gözlerine inanamıyordu. Yıllar önce yanından ayrılan küçük kızı, şimdi dimdik duran, güzelliğiyle ışık saçan bir hanımefendi olmuştu. Bir an geçmişin hatıraları gözlerinin önünden geçti—küçük bir kız çocuğu olarak yanına gelip dizine oturduğu zamanlar, ona masallar anlattığı geceler… Şimdi ise karşısında başka biri duruyordu.

 

Bir an duraksadı, sonra yavaşça kollarını açtı.

 

“Raziyem…”

 

Bu kelime, içinde binlerce duygu barındırıyordu. Raziye, babasının bu davetine karşılık hiç tereddüt etmeden ilerledi ve ona sıkıca sarıldı.

 

Süleyman, kızını kollarına aldığında derin bir nefes verdi. Onu en son kollarında tuttuğunda küçücük bir çocuktu, şimdi ise büyümüş, olgunlaşmış, kendinden emin bir genç kadın olmuştu. Zaman ne kadar da hızlı geçmişti… Ama ne olursa olsun, o hâlâ onun küçük kızıydı.

 

Sultan Süleyman, kızının yüzüne bakarken içinde tarifsiz bir huzur hissetti. Yıllardır görmediği küçük kızı şimdi karşısında, genç ve vakur bir kadın olarak duruyordu. Ona duyduğu özlemi kelimelere dökmek zordu, ama yine de yumuşak bir sesle konuştu.

 

“Raziyem, hoş geldin benim güzel kızım. İyisin değil mi?”

 

Raziye hafifçe eğilerek, babasının ellerini saygıyla tuttu.

 

“Sağlığınıza duacıyım, hünkarım.”

 

Baba-kız bir süre daha hasret giderdi. Raziye’nin gözleri babasını dikkatle inceliyordu. Yıllar ona biraz daha ağırlık katmış, bakışlarını derinleştirmişti. Ama yine de Sultan Süleyman’ın güçlü duruşu dimdikti.

 

Sonunda, Raziye annesinin dairesine doğru yola çıktı. İçeri girdiğinde, onu bekleyen manzara kalbini ısıttı. Annesi, abileri, onların eşleri ve çocukları… Hepsi oradaydı.

 

Mahidevran Sultan, kızını gördüğü anda gözyaşlarını tutamadı. O güçlü kadın, şimdi annelik duygularına teslim olmuştu. Bir an bile tereddüt etmeden kızına sımsıkı sarıldı.

 

“Raziyem!”

 

Mahidevran, kızını kokladı, sanki bu kokuyu yıllardır özlemiş gibi derin derin içine çekti. Hâlâ çocukken olduğu gibi çiçekler gibi kokuyordu küçük kızı.

 

“Çok şükür Allah’ıma…”

 

Raziye, annesinin ardından abilerine baktığında yüzündeki gülümseme daha da genişledi.

 

Mustafa kollarını açarak seslendi:

 

“Gel buraya!”

 

Şehzade Mustafa için küçük kız kardeşinin yeri her zaman ayrı olmuştu. Onun için sadece bir abi değil, aynı zamanda bir baba figürü de olmuştu. Çocukken hep onun peşinde dolaşan Raziye, şimdi karşısında genç bir kadın olarak duruyordu. Mustafa’nın gözlerinde hem sevinç hem de hüzün vardı.

 

Ahmed ise sessizce, gözleri dolu bir şekilde bakıyordu. O da kardeşine kavuşmanın heyecanını yaşıyordu ama içinde derin bir duygusallık vardı.

 

Bunu fark eden Raziye, hafifçe gülümseyerek abisine yaklaştı.

 

“Bana öyle bakma.”

 

Sonra ona da sımsıkı sarıldı. Sıra hasekilere gelmişti.

 

Mustafa, yanındaki genç şehzade ve sultanı göstererek tanıttı:

 

“Evlatlarımız, Nergisşah ve Ahmed.”

 

Küçük şehzade ve sultan, nazikçe eğilerek seslendiler:

 

“Hoş geldiniz, Sultanım.”

 

Raziye, yeğenlerine sevgiyle bakarken, Mustafa’nın oğlunun ismini duyunca hafifçe başını eğdi.

 

“Amcasının adı ha?”

 

Ahmed, gülümseyerek yanındaki küçük kızı işaret etti.

 

“Bu da bizim evladımız, Ayşe.”

 

Küçük sultanlar ve şehzade halalarıyla hemen kaynaşmışlardı. Sarayın soğuk duvarları, çocukların neşesiyle ısınmış gibiydi.

 

Bir süre sonra Raziye, çocukken gitmeyi en sevdiği gizli bahçeye yöneldi. Burası onun huzur bulduğu, saatlerce vakit geçirdiği yerdi. Ancak şimdi her şey ona biraz daha farklı geliyordu. Sanki buradaki canlılık azalmış, eski büyüsü kaybolmuştu. Hüzünle etrafa bakarken içini bir garip his kapladı.

 

Birinin geldiğini hissedince hızla arkasını döndü.

 

Karşısında Malkoçoğlu Bali Bey duruyordu.

 

“Bali Bey.”

 

Malkoçoğlu Bali Bey, kendisine seslenen kadına döndüğünde gözleri kısa süreliğine ona kilitlendi.Gemide görmüştü ama yüzünü görmemişti bu kadar zarif ve etkileyici bir güzellikle karşılaşacağını beklememişti. Ama çok geçmeden, karşısındaki kadının kim olduğunu fark etti.

 

Raziye Sultan, kaşlarını hafifçe kaldırarak gülümsedi.

 

“Tanımadınız galiba?”

 

Bali Bey hemen toparlandı, başını eğerek saygıyla konuştu:

 

“Tanıdım, Sultanım. Hoş geldiniz.”

 

Raziye Sultan, hafif bir tebessümle başını salladı.

 

“Hoş buldum. Burayı kimse bilmez sanıyordum.”

 

Malkoçoğlu etrafına kısa bir bakış attı. Çiçeklerin arasında esen hafif rüzgâr, bu bahçeye büyüleyici bir hava katıyordu.

 

“Bu bahçenin insana verdiği ayrı bir huzur var, Sultanım. Büyülenmemek güç.”

 

Raziye Sultan göz gezdirdiği bahçede bir an duraksadı. Eskisi gibi canlı değildi sanki. Çocukken burada geçirdiği zamanlar gözlerinin önünden geçti. Sonra hafifçe başını sallayarak konuştu:

 

“Eski canlılığı yok ama…”

 

Bir an sessizlik oldu. Ardından Raziye Sultan gözlerini Bali Bey’e çevirdi.

 

“Neyse, Bali Bey. Ben saraya dönmeliyim. Hayırlı günler.”

 

Malkoçoğlu, derin bir nefes alıp başını eğerek karşılık verdi.

 

“Hayırlı günler, Sultanım.”

 

Raziye Sultan bahçeden uzaklaşırken, Bali Bey gözleri yerde bir şey fark etti. İnce işlemeleri olan, zarif ve Osmanlı işi bir toka… Onu eline aldığında, çiçeklerin arasında adeta bir mücevher gibi parladığını fark etti. Bir an, onun zarafetine ve varlığına kendini kaptırdığını anladı. Ama sonra derin bir iç çekti.

 

“Olmayacak hayale kapılma…”

 

Kendi kendine mırıldandı.

 

Akşam – Saray Balkonu

 

O gece, Raziye Sultan’ın dönüşü şerefine büyük bir yemek verilmişti. Sarayın en seçkin isimleri oradaydı.

 

Huricihan Sultan, Raziye Sultan’ın elini tuttu.

 

“Çok uzun zaman oldu. İyi ki döndün.”

 

Hatice Sultan da gülümseyerek konuştu:

 

“Bir daha gitmek yok, değil mi?”

 

Süleyman Han, bakışlarını kızına çevirdi ve kararlı bir sesle cevap verdi:

 

“Bir daha asla.”

 

Raziye Sultan, babasının sözlerine karşılık sadece hafifçe tebessüm etti. Ama içindeki fırtınaları kimse bilemezdi.

 

Beyazıd, masada otururken gülümseyerek kardeşine baktı.

 

“Seni sancağıma bekliyorum kardeşim.”

 

Raziye, kardeşine sıcak bir tebessümle karşılık verdi.

 

“İlk fırsatta… Ama önce Manisa’ya, sonra da Karaman’a gitmek istiyorum.”

 

Mustafa da kardeşine dönerek, “Buyur gel, seni ağırlamaktan şeref duyarım.” dedi.

 

Raziye, aklına gelenle Bülbül Ağa’ya bakış attı. Çok geçmeden Bülbül Ağa elinde kutularla geldi. Önce küçük bir kutuyu alıp babasına uzattı.

 

“Hünkarım, size naçizane hediyem. İnşallah kabul edersiniz.”

 

Sultan Süleyman, kutuyu açtığında içinden çıkan tespihi hayranlıkla inceledi. Boncukları ve işlemeleri kusursuzdu.

 

Mihrimah Sultan, merakla yaklaştı. “Pek güzelmiş, kimden aldın kardeşim?”

 

Raziye, gözlerinde hafif bir ışıltıyla cevap verdi. “Birinden almadım ablacım, bizzat kendim yaptım. Çerkesya’da öğrenilecek çok şeyim oldu.”

 

Herkes hediyelerini açıp beğenirken, bu el yapımı hediyelerin Raziye’nin zarafetini ve inceliğini yansıttığına şüphe yoktu.

 

Ertesi Gün - Hasbahçe

 

Malkoçoğlu Bali Bey, Matrakçı Nasuh ve şehzadeler hasbahçede matrak oynarken bir anda bir ağa sesi yükseldi.

 

“Destur! Raziye Sultan Hazretleri!”

 

Matrakçı Nasuh hızla döndü ve tebessümle eğildi. “Sultanım hoş geldiniz. Sizi tekrar görmek ne güzel.”

 

Raziye hafifçe başını eğdi. “Hoşbuldum.”

 

O sırada küçük bir kız, hayranlıkla Raziye’ye bakıyordu.

 

“Sen Raziye Sultan mısın?”

 

Bu naif ses, herkesi gülümsetti. Raziye, küçük kızın boyuna eğilerek ellerini tuttu.

 

“Evet, benim. Senin adın ne?”

 

“Esmanur. Saçların çok güzel.”

 

Raziye, gülümseyerek saçlarını okşadı. “Seninkiler de çok güzel.”

 

“Ben de büyüyünce senin gibi güzel olacağım!”

 

Raziye, tatlı bir kahkaha attı. “Sen daha da güzel olacaksın.”

 

Biraz ileride, bu tatlı sohbeti izleyen Malkoçoğlu’nun yüzünde istemsiz bir tebessüm belirdi. Raziye Sultan, onun dengesini bozuyordu…

 

Harem - Sultanlar Taşlıkta

 

Sultanlar haremde otururken Hürrem Sultan, Mahidevran’ı dikkatle izliyordu. Raziye geldiğinden beri Mahidevran’ın bakışları farklıydı.

 

Hatice Sultan, beğeni dolu sesi ile . “Maşallah Raziye’me. Zaten çok güzel bir çocuktu, şimdi ise genç, güzel bir sultan olmuş. Rabbim onu korusun.”

 

Hürrem, sinsice gülümsedi. “Özellikle hastalıklardan…”

 

Şah Sultan, kaşlarını çattı. “Ne demek istiyorsun sen, Hürrem?”

 

Hürrem, sanki önemsiz bir şey söylüyormuş gibi konuştu. “Malum, küçük şehzade Mahmud hastalıktan ölmüştü. Zira validesi Mahidevran Sultan pek dikkatli değildi, değil mi?”

 

Bu söz, ortamı buz gibi yaptı. Bir anneye, evladının ölümü üzerinden vurmak en büyük darbeydi. Ama o sırada…

 

“Hürrem Sultan!”

 

Herkes irkilerek başını çevirdi. Harem kapısında, dimdik duran Raziye Sultan vardı.

 

Cariyeler ve ağalar hızla eğildi. Raziye, adımları net ve sert bir şekilde ilerledi. Önce halalarının önünde saygıyla eğildi. Sonra gözlerini Hürrem’e dikerek konuştu.

 

“Eğer bir daha validemi üzecek bir söz söylerseniz, sizinle çok başka konuşurum.”

 

Hürrem, dudaklarını kıstı. “Sen beni tehdit mi ediyorsun?”

 

Raziye, gözlerini Hürrem’den ayırmadan cevap verdi. “Ne anladıysanız o. Zira o çocuk Raziye yok artık.”

 

Ve gerçekten de yoktu. Şimdi karşılarında dimdik, güçlü, kararlı bir sultan vardı. Bakışlarında artık bambaşka bir ışık parlıyordu…

 

 

Bölüm : 25.04.2025 16:38 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Gökçe Eren / Zümrüdü Anka / 3.
Gökçe Eren
Zümrüdü Anka

114 Okunma

16 Oy

0 Takip
5
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...