
Sabah gözlerimi açtığımda kendimi büyük bir kargaşanın ortasında buldum. Koğuşun her köşesi hummalı bir şekilde temizleniyordu. Yavaşça yatakta doğrulup etrafı süzdüm.
“Neler oluyor?” diye mırıldandım. Sesimi duyan, daha önce hiç görmediğim bir hizmetçi yaklaştı.
“Bölümlere ayrılma zamanınız geldi. Uyansanız iyi olur,” dedi ciddi bir ifadeyle.
“Bu kadar çabuk mu?” diyerek yatağımdan kalktım ve kıyafetlerimi hazırlamaya başladım.
“Geç bile kaldınız. Hadi, minik hanım!”
Tam o sırada Lily yanıma geldi.
“Hızlı olmalısın, yoksa geç kalacaksın,” dedi telaşla.
“Telena açıklama yapmayacak mı?”
“Artık Telena bizimle değil. Mila çamaşırhanede görevlendirildi, çoktan oraya gitti. Ben seni bekledim.”
“Ee... ben nereye—”
“Sen mutfaktasın! Tezgâhta çalışacaksın. Hemen Marina’yı bulmalısın.”
“Kim o?” dedim şaşkınlıkla, kapıdan birlikte çıkarken.
“Kısa kahverengi saçlı bir kadın. Tek kadın görevli o, kolay fark edersin.”
Başımı salladım ve Lily’yle ayrılıp tek başıma mutfağa indim.
Mutfağa utangaç adımlarla girdim. İçeride onlarca insan yemek hazırlıyordu ve hiçbiri bana aldırış etmiyordu. Ben ise Lily’nin tarif ettiği kadını bulmak için gözlerimi kalabalığın üzerinde gezdirdim.
Biraz ileride, bağırarak şeflere direktifler veren bir kadın dikkatimi çekti. Tereddüt etmeden oraya yürüdüm. Kadın, son komutlarını verip şefleri yanından gönderdi. Sonra gözlerini bana dikti.
“Sonunda! Nerelerdesin sen?” diyerek beni dürttü ve baştan aşağı süzdü.
“Uyuya kaldım…” dedim mahcup bir şekilde, ama o buna aldırmadan kulağımı çekti.
"Sorumluluk sahibi olamazsan burada barınamazsın,” dedi sertçe.
İnleyerek başımı eğdim. Elimden tutup beni bir tezgâha yönlendirdi.
“Burası temizlenecek. Ve sakın—sakın zehirli bir şey yapmaya kalkma. Tadımcılara zarar gelirse, bütün suç sana kalır,” diyerek gözlerini kısarak beni uyardı.
Yorgun bir şekilde başımı salladım ve işe koyuldum. Arkamdaki bazı şeflerin beni süzdüğünü hissedebiliyordum.
Mutfaktaki en güzel şey, yemek odası ve lavabonun yakın olmasıydı. İşimi bitirdiğimde bir şef yanıma yaklaştı.
“Sağ ol, burayı ben kullanacağım,” dedi.
“Henüz tam bitirmemiştim...” diye mırıldandım.
“Ah, sen yenisin. Merak etme, burası tertemiz bile olsa hemen tekrar kirlenir.”
Başımı sallayıp kenara çekildim. O sırada Marina hızla kolumu tutup beni çekiştirdi—nereden geldiğini bile fark edememiştim.
“Tamam, zamanla buradaki herkesle tanışırsın. Şimdi sıra…” Marina birden durup bana baktı.
“Tamam. Aç olmalısın. Kahvaltıya kadar bir şey yeme. Onun dışında gidip diğer şeflerin yaptıklarını incele.”
Yanımdan ayrıldığında, mutfağın diğer ucundaki şeflerin arasına doğru yürüdüm. Aralarındaki sohbet devam ediyordu. İçlerinden biri beni fark edip selam verdi.
“Hey,” dedi gülümseyerek.
Diğer konuştuğu adam, elindeki bıçağı tezgâha bıraktı.
“Merhaba,” dedim kısaca.
“Bugün geldin, öyle mi? Ve seni doğrudan buraya aldılar, öyle mi?” diye mırıldandı.
“Ne demek istiyorsunuz?” dedim, gözlerimi şeflerin üzerinde gezdirerek.
Başka bir şef gülerek araya girdi.
“Biz bu bölüme girebilmek için sadakatimizi kanıtlamak zorunda kaldık,” dedi, yanındaki arkadaşının omzuna elini koyarak.
“Ama ben sadece buraya gönderildim. Bu benim suçum değil ki,” dedim savunmacı bir şekilde.
“Seni suçlamıyoruz. Yan masadaki sebzeleri yıkar mısın?” diyerek konuyu değiştirdi. Başımı sallayıp görevimi yapmaya koyuldum.
Etrafımdaki telaşı izlerken yanımdaki şeflere seslendim:
“Mutfak hep bu kadar telaşlı mı?”
Bir şef yana eğilip sessizce konuştu:
“Hayır… Prenses Ashleyn’nin doğum günü yaklaşıyor. Yakında büyük bir parti verilecek. Tabii bizim katılmamız yasak.”
“Neden biz giremiyoruz?” dedim merakla, sebzeleri soymaya başlarken.
“Sadece önemli hizmetçiler girebiliyor, o da yalnızca hizmet etmek için.”
Başımı salladım. “Sebzeleri keseyim mi? Sanırım salata yapacaksınız.”
“Çok iyi olur, lütfen,” dedi şef gülümseyerek.
Sebzeleri dikkatle kesmeye başladım. Şefin beni izlediğini fark ettim.
“Eline çok yakışıyor. Daha önce mutfakta çalıştın mı?” diye sordu, elindeki eti kesmeye başlarken.
“Üç yıl önce bir hanımın evinde mutfak çalışanıydım. Beni severdi. Bilerek mutfağa almıştı,” dedim ve o günlerden nadir, güzel bir anı zihnimde belirdi.
Mutfakta sakince bulaşıkları yıkarken arkamdan gelen baston seslerini duydum. Bu sesi tanıyordum—hanımım geliyordu. Hemen dönüp baktım.
Yüzümde bir gülümseme belirdi.
“Hanımım… Bir ihtiyacınız mı var?”
“Astrea, o lezzetli çorbandan yapmanı istemek için geldim,” dedi yaşlı kadın, yumuşak bir sesle.
“Hanımım… Çanı çalmanız yeterliydi. Hemen hazırlıyorum.”
Onu oturmasına yardımcı ettim ve hızla tezgâha yönelip gerekli malzemeleri çıkardım. Bu çorbanın tarifini kendim oluşturmuştum ve herkes bayılırdı.
Hazırladığım çorbayı dikkatle kaseye koyup ona uzattım.
“Umarım beğenirsiniz, hanımım…” dedim ve ilk yudumunu içmesini izledim.
Kadın bana sevgiyle baktı.
“İleride çok iyi yerlerde olacaksın, Astrea. Hissediyorum,” dedi. Sözleri içimi ısıttı.
Birden şef beni dürttü, dalıp gitmişim.
“Daldın sanki?”
“Pardon… Bazen oluyor,” dedim hafifçe gülümseyerek.
“Ben Tobias,” diyerek kendini tanıttı.
“Ben de Astrea.”
“Ee, Astrea. Ne düşünüyordun?”
“Eskiden yaptığım bir tarifi,” diyerek sebzeleri bıraktım.
“Eskiden mi? Bize de yapamaz mısın?” diye sordu Tobias, gülümseyerek.
“Belki bir sabah yaparım,” dedim ben de aynı sıcaklıkla.
Tobias’ın açık kahverengi saçları ve dikkat çeken mavi gözleri vardı. Yanındaki şef onu dürttü.
“İşiniz bitti mi?” diyerek bana döndü.
“Bu da Leo. Leo, bu da Astrea,” dedi Tobias, Leo’nun sırtına hafifçe vurarak.
Leo bana bakarak, hafif mahcup bir sesle,
“...Kusura bakma. Sadece işimi çok ciddiye alıyorum,” dedi.
Ona gülümsedim.
Tobias birden, sanki aklına parlak bir fikir gelmiş gibi heyecanlandı.
“Aklıma harika bir fikir geldi! Neden çorbanı şimdi yapmıyorsun?” dedi ve beni kendi tezgâhına doğru çekti.
“Marina kızmaz mı?” dedim, hafif tedirgin bir sesle korkumu belli ederek.
“Sanmam, ikna ederiz,” dedi Leo ve gözlerini devirdikten sonra mırıldandı, “Açlıktan ölüyorum.”
Derin bir nefes aldım.
“Tamam, başlıyorum... Bana ihtiyacım olanları getirir misin?”
Tobias’a neye ihtiyacım olduğunu söyledim. O ise hiç oyalanmadan, hızla her şeyi bir araya getirdi.
İkisi de sessizce beni izlerken, ben yavaşça işe koyuldum.
Soğanları doğradım, sarımsağı ezdim, baharatları ölçerek teker teker tencereye ekledim. Malzemeler tanıdık, ellerim bu sürece alışkındı. Tencereye attığım her şey, suyun içinde ağır ağır dans ederken mutfağı hafif bir buhar kapladı.
Yüzümde fark etmeden bir ifade belirmişti—sakin, odaklanmış ve huzurlu.
Kıvam yavaş yavaş oluşurken içimde bir rahatlama hissettim. Bu çorbayı daha önce defalarca yapmıştım. Ne zaman pişirsem, insanlar susar, sadece kaşık sesleri duyulurdu. İçimdeki bir his, bu sefer de öyle olacağını söylüyordu.
Biraz tuz… bir tutam karabiber... ve her şey yerli yerindeydi.
Çorba hazırdı.
Ve ben biliyordum: Seveceklerdi. Çünkü bu tat, her seferinde kendini kanıtlıyordu.
Tam o sırada arkadan tanıdık bir ses yükseldi—sert, otoriter ve öfkeli:
“Ne yapıyorsunuz!?”
Arkamı döndüğümde Marina sinirle bize yaklaşıyordu.
“Lütfen durun… Astrea harika bir şey yapıyor,” dedi Leo, çorbaya aç gözlerle bakarken.
Hiçbir şey söylemeden hemen Marina için bir kase çıkardım, dikkatlice doldurdum ve ona uzattım.
“Lütfen… tadına bakın,” diye fısıldadım.
Marina çorbayı elimden aldı, sessizce mutfağın ortasındaki masaya yürüyerek oturdu. Kasedeki çorbayı dikkatle inceledi.
“Bize yok mu?” diye Tobias arkamdan mırıldandı.
“Önce Marina denesin, biraz sabır,” diyerek başımı iki yana salladım.
Üçümüz de Marina’ya odaklanmıştık. Sonunda kaşığı çorbaya daldırdı, bir yudum aldı... ve kısa bir sessizlik oldu. Gözleri hafifçe büyüdü. Ardından hiçbir şey söylemeden, çorbayı hızla içmeye başladı.
“Anlaşılan güzel olmuş…” dedim gülerek.
“Tamam, şimdi size de birer kase koyacağım.”
İki kaseye çorbayı doldurup Tobias ve Leo’ya uzattım. Bir tane de kendime aldım. Hâlâ bolca kalmıştı, bu yüzden diğer şeflere de ikram ettik. Hepimiz büyük masaya geçip birlikte yemeğe oturduk.
Marina başını kaldırıp bana baktı:
“Astrea! Bu bir başyapıt!” diye sesini yükseltti.
Yüzüm kızardı. Bu övgü beni hem mutlu etti hem de biraz utandırdı.
Diğer şefler de çorbayı çok beğenmişti. Hepsinin bakışları sıcaktı.
Birbirleriyle sohbet ederken mutfağa küçük bir figür girdi.
Siyah saçlı, narin görünümlü bir kız, gözlerini ovuşturarak sessizce Marina’ya yaklaştı.
“Ben acıktım…” dedi kısık bir sesle.
Bir anda herkes toparlandı, bedenler dikleşti, ifadeler ciddileşti.
Ben de refleksle onlara ayak uydurdum.
“Prensesim… daha yemek hazırlanmadı,” dedi Marina, üzgün bir sesle.
“Kasede ne var? Siz ne yiyorsunuz?” diye sordu kız, gözleri bizim çorbalarımıza takılarak.
Şaşkınlıkla fark ettim: Karşımda kraliyet ailesinin en küçük üyesi duruyordu.
“Bunu seveceğini sanmıyorum,” dedi Marina nazikçe, onun saçlarını düzeltirken.
“Çok acıktım! Yemek istiyorum,” dedi prenses, bu kez daha net ve kararlı.
Ben hemen kalkıp başka bir kase çıkardım, dikkatle çorbadan koydum.
Prenses çoktan masaya oturmuş, beni bekliyordu.
Kaseyi önüne bırakarak gülümsedim:
“Buyurun, Prenses.”
O, çorbadan bir yudum aldı. Ardından yüzü aniden aydınlandı ve hızlıca gülümseyip çorbayı içmeye başladı.
Tüm mutfak onu izliyordu.
“Prenses, çok mu beğendiniz?” diye sordu Marina gülümseyerek.
“Buna bayıldım! Sanırım bu artık en sevdiğim çorba!” dediğinde göğsümde sıcak bir şey hissettim.
Tobias hafifçe bana dönerek, “Aferin, Astrea,” dedi.
Sabah kahvaltısından sonra yemekhaneden çıkıp biraz nefes almak için koridorlardan geçerek bahçeye doğru yürüyordum. Sessizliği ve yağmurun yaklaşan kokusunu seviyordum.
Tam o sırada, yanımda bir adım sesi belirdi. Refleksle irkildim.
Yanımda yürümeye başlayan kızı fark ettiğimde, o da durumu anlamış olmalıydı.
“Özür dilerim, fark etmedim,” dedi yumuşak bir sesle.
Ona gülümsedim.
“Merhaba… seni daha önce gördüm mü? Yüzün bana çok tanıdık geliyor,” dedim.
“Sanmıyorum… Benim iki ismim var ama ‘Çağla’yı kullanıyorum. Ya sen?”
“Ben Astrea. Memnun oldum. Sen nereye gidiyorsun?”
Yüzü güzeldi ama gözlerinde belli belirsiz bir korku vardı.
Sanki bir şeyden değil… bir kimseden korkuyordu.
“Ben de dışarı çıkacaktım, şehre ineceğim. Kapıya kadar birlikte gidelim mi?”
Teklifini kabul ettim.
“Bana biraz kendinden bahset, Çağla. Seni tanımak isterim,” dedim.
Çağla hafifçe gülümsedi.
“Tamam. Gitar çalmayı çok severim. Bazen boş zamanlarımda kendi şarkılarımı yazarım. Buna bayılırım.”
“Ne kadar güzel… Belki bir gün bana da çalarsın.”
“Belki o gün hiç gelmez... Ama bu kalede bir hizmetçi olmak yerine, bir gitarist olup herkesin beni ve şarkılarımı dinlemesini çok isterdim.”
“Hayaller gerçekleşir... Bu hayatta olmazsa bile, belki başka bir yaşamda,” dedim. Gülümsedi.
Sur kapısına ulaştığımızda dışarısı yağmurla doluydu.
Çağla bana el salladı ve sur kapısına doğru yürümeye başladı.
Arkasından seslendim:
“Bir daha görüşür müyüz?”
Geri dönüp bağırdı:
“Sanmıyorum!”
Ama birkaç adım daha attıktan sonra arkasına döndü ve ekledi:
“Belki başka bir yaşamda tekrar görüşürüz!”
Yağmur çiselerken sesimin ona son kez ulaşmasını umarak bağırdım:
“Diğer ismin ne?”
O ise durdu, bana son kez baktı ve
“Hacer!” diye bağırdı. Sonra el sallayarak sur kapısından kayboldu.
Ben ise ağır adımlarla, yağmurun altında kaleye geri döndüm.
Ama en acısı... söyledikleri doğru çıktı.
Onu bir daha hiç görmedim. Ve o gün? O gün hiç gelmedi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |