8. Bölüm

6

Gözde Edemen
gozde_edmn

Bugün büyük bir gündü.
Prenses Ashely’nin doğum günüydü ve bu yüzden kalede olağanüstü bir hareketlilik hakimdi. Herkes sabahın üçünde uyanmak zorunda kalmıştı, çünkü öğlene doğru diğer yakında olan soylular gelmeye başlayacaktı ve hâlâ yapılacak bir sürü iş vardı.

Ben ise mutfakta, taş zemini süpürmekle meşguldüm. Kapının önünden hızla geçen Tobias ellerinde tabaklarla koşturuyordu.
“Bay Tobias, takılıp düşeceksiniz!” diye seslendim ona, dikkatini çekmeye çalışarak.
O ise yüzüme bile bakmadan, nefes nefese “Daha hızlı ol!” dedi.
Tam o sırada arkamdan sertçe kulağım çekildi. Acıyla başımı çevirince Marina’yı gördüm.
“Cidden mi? Yıl olmuş on altıncı yüzyıl, hâlâ kulak çekmek mi?” diye içimden söylenerek süpürgeyi daha sıkı tuttum ve zemini daha hızlı süpürmeye başladım.
Marina, çalışanları izlerken herkes ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu. O sırada Leo yanıma geldi. Yüzünde hafif bir tebessümle kalabalığa baktı.
“Ne karmaşa değil mi?” dediğinde istemsizce güldüm.
“Aaa, neden acaba?” diyerek şakacı bir sesle karşılık verdim.
Tobias yanımızdan derin nefesler alarak geçti. “Keşke ben prenses olsaydım…” dedi, ardından yine tepsisini taşıyarak uzaklaştı.
Leo ile gülüşmeye başlamıştık ki Marina bu kez ikimizin kulaklarını birden çekiştirdi. Leo acıyla inlerken, ben gülüşümü yutmak zorunda kaldım ve hızlıca süpürmeyi bitirdim.
“Ee, Marina, bana başka ne verebilirsiniz?” dedim işim bitince.
Etrafa hızlıca göz gezdirdi, sonra başını salladı. “Sanırım şu an için yok… Ama ortadan ayrılma, öğle yemeğinden sonra sana ihtiyacım olacak.”
Başımı sallayıp süpürgeyi yerine bıraktım. Aslında gidecek bir yerim yoktu ama ayaklarım beni bahçeye sürükledi. İçimden “Belki biraz hava almak iyi gelir” diye düşündüm.

Bahçeye çıkar çıkmaz doğruca ahıra yöneldim. Lily orada atlarla ilgileniyor olmalıydı. Fakat ahıra yaklaştığımda içeride çok sayıda at arabası gördüm. Demek ki soylular çoktan gelmeye başlamıştı.
Lily’yi bulduğumda terler içindeydi, elinde bir kova vardı.
“Selam Lily,” dedim yanına yaklaşarak.
Başını kaldırıp bana gülümsedi. “Selam Astrea.” Sesi titriyordu.
“Yardım ister misin? Göründüğünden fazla iş var gibi.”
“Buna asla hayır diyemem… Çok sağ ol.”
Doldurduğu kovayı bana uzattı ve beni peşinden sürükledi. “Bu atlar uzun yoldan geldiler. Hem acıkmışlar hem de bakıma ihtiyaçları var.”
Atlara baktım, bazıları yorgunluktan başlarını neredeyse yere eğmişti. İçim burkuldu.
“Çok acıkmış olmalılar…” dedim üzülerek.
Köşede küçük, siyah beyaz benekli bir at dikkatimi çekti.
“Ah… Bu tatlı at kimin?” diye sordum.
“Bu bir poni. Kraliyetin ama kimse kullanmıyor. Küçük olduğu için ağır taşıyamıyor.”
Yanına gidip yelesini okşadım. “Çok güzelmiş. Adı ne?”
“Hiç adı yok. Ama ben ona ‘Yerinde Durmaz’ diyorum, çok hareketli olduğu için.”
Kahkaha attım. “Gerçekten mi, adı bile yok!”
“Evet, kimse pek ilgilenemiyor onunla,” dedi Lily, omuz silkerek.
Minik atı sevdikten sonra diğer soylulara ait atlara yöneldik. Lily kovayı işaret etti.
“Suyla bacaklarını serinletiyoruz. Yol uzun olduğu için yorulmuşlardır.”
Kafamı sallayıp bir ata doğru eğildim, suyu yavaşça döktüm. At hafifçe kişnedi ve ardından yere çöktü.
“Bir at daha var,” dedi Lily kısık sesle. “Kraliyete ait ama çok uyuz.”
“Hangisi?” diye sordum merakla.
Siyah tüyleri parlayan, göz alıcı güzellikte bir atı işaret etti.
“Çok güzelmiş,” dedim hayranlıkla.
"Evet, Prens Victor’un asil atı. Ama çok agresif, kimse yanına yaklaşamaz.”
At beni fark ettiğinde kişnedi. Önünde hafifçe eğilip düşman olmadığımı göstermeye çalıştım.
"Ne yapıyorsun Astrea? Üstüne atlayabilir!” dedi Lily telaşla.
Ama ben elimi kaldırıp usulca ata uzattım. İlk başta geri çekildi, sonra başını eğerek elime dokundu.
Lily’nin gözleri büyüdü. “İnanamıyorum… Hiç kimseye böyle yaklaşmaz. Bu neredeyse imkânsız!”
“Hiç de imkânsız değilmiş,” dedim gülümseyerek, atı okşarken.
Lily bana bakıp güldü, sonra gözleri gelen yeni at arabalarına kaydı. “Hadi git, asiller seni görürse rahat bırakmazlar.”
Beni aceleyle kaleye doğru itti. Hızlı adımlarla yürüyüp yemek odasına yöneldim. Kapının önünde duran şövalyeler kılıçlarını kaldırıp girişimi engellediler.
“Bir sorun mu var?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Bu hafta yemek odasında sadece asiller bulunacak,” dedi biri sert bir sesle.
“Peki biz… nerede yiyeceğiz?”
“Kendi bölümünüzde,” dedi kısa bir yanıtla.
Başımı eğip oradan ayrıldım.
Mutfağa döndüğümde ortam her zamankinden kalabalıktı. Sadece bizimkiler değil, çamaşırhaneden gelen çalışanlar da oradaydı. Tobias beni görünce el salladı.
Ona gülümsedim ve yanına yürüdüm.
“Burası dolup taşıyor,” dedi sırıtarak.
“Evet, umarım yemekler herkese yeter,” dedim.
“Merak etme, yeter. Hadi gel, sana yer ayırdık.”
“Çok incesiniz,” diyerek teşekkür ettim ve onların yanına oturdum.
“Şanslıyız ki öğünlerimiz nefis,” dedi Marina arkadan yaklaşarak.
“Tahmin edeyim, soylulardan kalan artıklar,” diye dalga geçti Leo, yüzünde muzip bir gülümsemeyle.
“Evet, sana çöp yedireceğiz Leo,” dedi Tobias, yerinden kalkıp Leo’nun kafasına hafifçe vurarak.
Leo, Tobias’a sinirle baktı ve hışımla yerine oturdu.
“Daha güzel şeyler var, biraz mutlu olun,” dedi Marina, elini beline koyarak.
“Umarım herkese yeter,” dedi Leo homurdanarak, ardından ekledi: “Çok acıktım. Ulan, sabahın üçünden beri çalışıyoruz. Her yerim ağrıyor.”
Gülerek ona döndüm. “Daha çok çalışacağız, ihtiyar! Neden şimdiden yoruluyorsun?” dedim, onu kışkırtmak istercesine.
Leo gözlerini kısarak bana baktı. Marina ise hemen araya girip parmağını salladı. “Tamam, sakin olun! Yemekler hazır. Herkes açlığını doyursun yoksa akşama kadar aç kalırsınız.”
Sözleriyle hepimizi susturdu. Ben sessizce kalkıp tabakların dağıtımına yardım etmeye başladım.
“Marina, bize de eğlence olacak mı? Yoksa yine yalnızca soylular için mi?” diye sordum, içimde küçük bir umutla. Belki bu sefer hayatımda ilk kez gerçekten eğlenebilirdim.
“Hayır… Yani aslında bizim için özel bir eğlence yok. Ama çalışanların çoğu kale dışında olacak. Belki kendi kendimize biraz eğleniriz,” dedi.
“Neden kimse kalede kalamayacak?”
“Çünkü içeride yalnızca seçilmiş hizmetkârlar ve şövalyeler olacak,” dedi, sesinde gizli bir ciddiyetle.
Ben de tabakları yemeklerle doldurup herkesin önüne ittirdim. Güzel kokan bir et yemeği vardı.
“Ben vejetaryenim, et yiyemem,” dedi çamaşırhaneden gelen genç bir kız çekinerek.
Herkes ona bakınca yüzü kızardı. Leo dayanamadı, yerinden doğrulup homurdandı:
“Kızım, on altıncı yüzyıldayız. Ne vejetaryenliği?”
Kızcağız daha da küçülmek ister gibi başını eğdi. Ben tam ağzımı açıp ortamı yumuşatmak isterken Tobias da ayağa kalktı:
“La dışarıdaki halk, etin tadını unutmamak için parmaklarını ısırıyor. Sen de ‘yemem’ diyorsun!”
“Kesin ve yerinize oturun!” diye bağırdı Marina, sesi bütün mutfağı doldurarak. “Halkımız fakirlik içinde yaşamıyor.”
Gülmemek için gözlerimi tavana diktim ama Marina’nın keskin bakışlarından kaçamadım. Hemen kulağımı çekti. “Sen de pişkin pişkin gülme,” diye fısıldadı sertçe.
Acıyla suratımı buruşturup yavaşça yerime oturdum.
“Hızlı olun, daha çok işimiz var!” dedi Marina, son kez uyararak.
Ve yemek böylece başlamış oldu.

Saatler sonra hâlâ mutfakta bulaşık yıkıyordum. Ne kadar hızlı çalışsam da tabaklar, çatal bıçaklar ve kadehler bitmek bilmiyordu. Sanki soyluların iştahı da doymak bilmezdi. Köpüklü suyun içindeki ellerim kızarmış, parmak uçlarım buruşmuştu. Son tabağı bir kenara koyduğumda derin bir nefes alıp ellerimi önlüğüme sildim, sonra vücudumu gererek kaslarımı esnettim. Yorgunluğun ağırlığı sırtıma yüklenmiş gibiydi.
Arkamı döndüğümde Leo’yu gördüm. Esneyerek yere çömelmiş, sanki bütün gücü tükenmişti.
“Leo, kalk!” dedim kızgın bir sesle.
“Çok yoruldum ya…” diye mırıldandı, göz kapakları yarı kapalıydı.
“Niye mutfak bölümünden ayrılmadın o zaman?” dedim, pencereye doğru yürürken.
“Ne bileyim ya… Ayrılamam da şimdi,” diye homurdandı, yerinden kalkmaya çalışarak.
Cama yaslandım, pencereleri açtım ve serin havayı ciğerlerime doldurdum. Dışarıdaki gecenin ferahlığı, içimdeki yorgunluğa kısa bir anlık da olsa ilaç gibi gelmişti.
“Buradan kalenin girişi gözüküyor mu?” diye sordum, gözlerim ufka kayarken.
“Evet evet… Ne bakacaksın?” dedi, arkamdan yaklaşırken.
“Merak ett—” Sözüm yarıda kaldı. Gözüm, kaleye yaklaşan atlı arabalara takılmıştı. Tekerleklerin taş zeminde çıkardığı gürültü, kalabalığın uğultusuna karışıyordu. “Oha… Ne kadar kalabalık!” dedim hayretle.
Leo dudaklarının arasından belli belirsiz mırıldandı: “Sen bir de Prenses Alisha’nın arabasını gör.”
Başımı ona çevirdim. “O kim?”
“Eskiden Prens Victor’un etrafında dolaşan biriydi,” dedi, gözlerini başka yöne kaçırarak. “Ama bazı olaylar çıkınca prensimiz ondan uzaklaştı.”
Merakla kaşlarımı çattım. “Ne gibi olaylar?”
“Uzun zaman oldu… Boş ver,” diyerek konuyu kapatır gibi sustu.
Israr etmedim. Burnumu sokmamaya karar verip camdan uzaklaştım. Tam o sırada Marina hızla mutfağa girdi. Yüzünde ciddiyet vardı.
"Astrea, sana ihtiyacım var. Hızlı ol,” dedi.
Önce Leo’ya baktım, sonra Marina’nın peşine düştüm. Beni hazırlık odasına götürdü; burası, daha önce hiç girmediğim gizemli bir yerdi. İçerisi loş ışıklarla aydınlanıyordu, ağır perdeler kapalıydı. Kapıyı ardımızdan kapatırken kalbim hızla atmaya başlamıştı.
“Geldi. Şimdi ona anlatalım,” dedi Telena.
Başımı kaldırdığımda çoğu önemli görevlinin orada olduğunu gördüm. Hepsi dikkatle bana bakıyor, sanki tartıyormuş gibi süzüyorlardı.
Bir erkek uşak homurdandı. “Bu çok zayıf.”
Bir diğeri ekledi: “Ve çok dikkat çeker.”
Telena boğazını temizleyip sert bir tonla konuştu. “Başka seçeneğiniz var mı? Buyurun söyleyin.”
Oda sessizleşti. Marina omuzlarıma dokunup hafifçe sıktı; bakışlarında beni destekleyen bir sıcaklık vardı.
“Gerçek şu ki,” dedi Marina, “bu gece asillerle ilgilenecek görevlilerden biri rahatsızlandı. Acilen birine ihtiyacımız var.”
Sözlerini dinlerken başımı eğdim, yüreğimde hem korku hem de garip bir heyecan vardı.
“Ve sen sabah bana etkinliğe katılma fikrini söylediğinde adını verdim. Telena da bundan memnun oldu,” dedi Marina.
Telena gözlerime bakarak gülümsedi. “Evet evet, sen çok yakışırsın.”
Adam söz aldı: “Öncelikle şarap tutucusu olacaksın. Soyluların kadehlerini tazeleyeceksin.”
“Anladım efendim,” dedim, neredeyse fısıltıyla.
“Güzel. Kıyafetlerini ve saçlarını hazırlayacaklar,” dedi, kapıya yönelirken.
“Maskeyi unutmayın,” diye ekledi Marina.
“Maske mi?” dedim şaşkınlıkla.
“Balolar maskeli olur,” diye açıkladı Telena. Ardından devam etti: “Elbisen lacivert bir hizmetçi elbisesi olacak. Masken de aynı renkte. Sana çok yakışacak.”
Marina hafifçe kaşlarını çattı. “Asıl korkutan bu. Çok güzel olursa dikkat çekecek.”
Adam sert bir sesle dönüp, “Tek güvenciniz o. Halledin,” dedi ve odadan çıktı.
O çıktıktan sonra yalnızca Marina ile baş başa kaldım.
"Merak etme. Birazdan kıyafet, saç ve makyaj için gelecekler. Burada bekle,” dedi ve dışarı çıktı.
O an kocaman aynanın karşısına geçtim. Yansıyan yüzüme baktım; dudaklarım kurumuş, gözlerim endişeyle parlıyordu. Saraya ilk geldiğimde buraya girmeyi ne kadar istemiştim… Oysa şimdi, burada olmak yalnızca boğucu bir yük gibi geliyordu.
Kapı açıldığında birkaç kadın içeri girdi. Biri elinde elbise ve maske taşıyordu, diğerleri ise boş elleriyle yanıma yaklaşmıştı.
“Tamam, aynı makyaj ve aynı saç,” dediler birbirlerine dönüp.
“Umarım elbise olur. Biraz dar,” dedi biri.
“korselerimiz var, merak etme,” dedi diğeri, göz ucuyla bana bakarken.
“Şey… Ne yapacaksınız? Lütfen başlayın,” dedim çekingenlikle
“Öncelikle elbiseyi giymeniz gerek. Sonra korse,” dediler.
Kabine girip üstümü çıkardım ve elbiseyi giydim. Kumaşı üzerime tam oturmamıştı; her adımda sıkışıyor, nefesimi kısıyordu. Dakikalar sonra karşılarına çıktım.
“Biraz dar oldu. Korse şart mı?” diye sordum, aynadaki halime bakarken.
“Evet. Herkes giyecek. Kabul edin,” dediler.
Direnmenin anlamı yoktu. Korseyi giydirdiklerinde arkadan bütün güçleriyle sıktılar. Göğsümdeki hava kesildi, boğazım kurudu.
“Boğuluyorum…” diye fısıldadım.
“Tamam!” dediler, son bir hamleyle bağlarken.
Sonra beni sandalyeye oturttular. Saçlarımı çözüp birkaç şekil verdiler, ardından dağınık ama zarif bir topuz yaptılar. Ön kısımlardan bırakılan tutamlar yüzüme düşüyor, bana alışık olmadığım bir zarafet katıyordu. Aynaya baktığımda kendimi, belki de ilk kez, güzel bulmuştum.
Makyajım tamamlandığında yüzüm daha dikkat çekici hâle gelmişti. Dudaklarıma hafif bir renk, gözlerime ise gölgeler verilmişti.
“Teşekkürler,” dedim gülümseyerek.
Kadınlar gülüşerek, “Çok güzel oldun! Gece başarılar,” dediler ve odadan çıktılar.
Kapı hemen ardından açıldı. Marina içeri girdi, gözleri üzerimde gezindi ve dudaklarında hayret dolu bir gülümseme belirdi.
“Vay vay… Çok güzelsin,” dedi, elbisemin eteklerini düzelterek.
Ona teşekkür ettim.
“Hadi gel, seni Telena’ya götüreceğim. Anlatacakları var,” dedi.
Onu takip ederek rütbelilerin bulunduğu odaya girdim. İçeride benim gibi baloda görev alacak diğer hizmetçiler de vardı. Telena, beni görür görmez en sonda duran kişinin yanını işaret etti. Hızla oraya geçtim.
“Bir tekrar yapalım hanımlar. Arkadaki şarap dolu tepsileri tek elinizle, parmak uçlarınızda tutun,” dedi Telena.
Arkamdaki tepsiyi dikkatlice sol elime aldım. Odanın etrafında yürümeye başladılar; diğer elleri önlerinde birleşmişti. Ben de onları taklit etmekten başka çarem olmadığını anladım.
Tepsiyi dengede tutmaya çalışırken avuçlarım terlemişti. Şarap kadehlerinin birbirine çarpmaması için nefesimi tutuyordum. Odanın içindeki hareketler, bir anlığına, uyumlu bir dansa benziyordu.
Telena’nın sert bakışları üzerimizdeydi. “Omuzlar dik! Başlar yukarıda olacak. Siz, soyluların karşısında birer gölge değil; ihtişamın parçasısınız,” dedi.
Sözcükleri yüreğime işliyordu. Sol bileğim titriyordu ama adımlarımı düzeltmeye çalıştım. Yanımdaki kızlardan biri bana kısa bir bakış attı; hatamı fark etmişti. Yüzüm kızardı.
“Adımlarınız kuğu gibi zarif olsun,” dedi Telena, parmaklarını şıklatarak ritim tutarken. “Şimdi dönün ve selam verin.”
Hepimiz aynı anda hafifçe eğildik. Tepsinin ağırlığı artmış gibiydi. İçimde, “Ya düşürürsem? Ya rezil olursam?” diye çırpınan bir korku vardı.
Telena birden önümde durdu. Gözleri gözlerime kilitlendi. “Sen, Astrea… parmakların fazla sıkı. Tepsiyi kavrama, bırak sana itaat etsin.”
Yutkundum, derin bir nefes aldım ve parmaklarımı gevşettim. Şaşırtıcı biçimde, tepsi dengede kaldı. Bileğimdeki titreme azalmıştı.
“İşte böyle,” dedi Telena, belli belirsiz bir gülümsemeyle. “Şimdi hepiniz… gözleriniz kapalı yürüyün.”
Kalbim hızla çarpıyordu. Ama itaat ettim. Gözlerimi kapadım. Tepsinin ağırlığını ve adımlarımın ritmini dinledim. Taş zeminin soğukluğu ayak tabanımdan içime işledi. Birkaç adım sonra, dengemi bulduğumu hissettim.
Kulağımda Telena’nın sesi yankılandı: “Unutmayın… Baloda sizi izleyenler yalnızca prensesin değil, tüm krallığın gözleri olacak.”
O an bir hizmetçiden fazlasıymışım gibi hissettim. Sanki ben de o görkemli tablonun bir parçasıydım.

Bu korkunç anların bittiğini düşünürken, beni bekleyen daha da korkunç anların varlığını hissediyordum.
Balonun başlamasına yalnızca yarım saat kalmıştı. Bizi erkenden salona göndermişlerdi; tepsilerimiz hazırlanmış, biz de son hazırlıkları yapmakla meşguldük. Diğerleri benden çok daha sakindi; yalnızca ben, her geçen dakika kalbim daha hızlı atıyormuş gibi hissediyordum.

Zaman yaklaştığında, yerimizi aldık ve Telena’nın öğrettiği gibi salonun içinde dolaşmaya başladık.
Kapılar ağır ağır açıldı ve soylular içeri girmeye başladılar. Hepsi şık ve göz kamaştırıcı görünüyordu. Dikkat çekmemek için gözlerimi tepsime indirdim, adımlarımı ölçülü tutmaya çalıştım.
Kısa süre içinde salon kalabalıkla dolmuştu. Benim şişemin yarısı bile tükenmişti. Balkona yakın bir noktadan geçerken, bir hanım bana seslendi. Hemen oraya yöneldim.
O anda, neredeyse her yemek saatinde görmeye alıştığım o elleri yeniden gördüm. Yine yüzünü seçememiştim; çevresinde duranlar onu baştan aşağı kapatıyordu. Sadece masanın üzerindeki o zarif elleri görebiliyordum. Onlara istemsizce bakakaldığımı fark etmiş olacak ki, hanım birden sesini yükseltti:
“İşine bak! Senin gibi sıradan bir hizmetçi, kime güvenip de soylu birinin ellerine dik dik bakar? Bu ne cüret!”
Sözleri zehir gibi içime işledi. Utançla yanaklarım alev alev yandı; keşke yer yarılsa da beni içine alsaydı.
“İstemeden oldu… Lütfen bağışlayın,” diyebildim ancak, başımı öne eğerek. Sesim titriyordu, neredeyse fısıltıdan ibaretti.
“Bir de bana cevap veriyorsun ha?” diye haykırdı. Sabrı taşmışçasına elini kaldırdı; tokadın yüzümde patlayacağını biliyordum. Gözlerimi sıkıca yumdum.

Fakat o an, kararlı ve sert bir ses araya girdi:
“Yeter, Alisha. Bu taşkınlığın huzurumu bozuyor.”

Sözlerin ağırlığı, odayı bir anda doldurdu. Alisha donakaldı; öfkesini yutkunarak gizlemeye çalıştı. Bir anlık tereddüdün ardından, bakışlarını benden kaçırarak arkasını döndü ve öfkeyle uzaklaştı.
Ben ise hâlâ kıpkırmızı kesilmiş halde orada duruyordum. Kalbim göğsümde deli gibi çarpıyordu; sanki herkesin görebileceği kadar sesliydi. Yine, bir kez daha, sadece utanç kaynağına dönüşmüştüm.
Hâlimi gören başka bir soylu yanıma yaklaştı, nazikçe omuzlarımdan tutup beni balkona yönlendirdi.
“Lütfen üzülmeyin. Herkes onun sorun çıkardığını bilir,” dedi, sesinde sakin bir güven vardı.
“Teşekkür ederim… ama haklıydı,” dedim kısık sesle, gözlerimi balkona çevirerek.
“Hayır, değildi. İnsanlar birbirini sevebilir, birbirinden hoşlanabilir. Bunun sizin suçunuzla bir ilgisi yok,” dediğinde, cesaret bulup yüzüne bakabildim.
Kahverengi uzun saçları vardı. Gözleri ise kanlı ay gibi derin ve etkileyiciydi.
“Teşekkür ederim. Bu sözlerinizi hep hatırlayacağım,” dedim, hafifçe gülümseyerek.
O da gülümsedi. “Bu hafta sizi mutlu görmek isterim,” dedi ve ardından yanımdan ayrıldı.

Ben ise balkonda yalnız duran bir kişiye doğru yöneldim.
Onun Prens Lucas olduğunu fark etmemle birlikte arkamı dönüp hızla uzaklaşmaya çalıştım. Fakat çok geçti; beni fark etmişti.

“Gitme. Bana bir şarap ver,” dedi.

Yutkunarak tepsimdeki boş kadehe şarap doldurup kendisine uzattım.
Lucas kadehi aldı, gözlerini üzerime dikti. “Gitme,” dedi yeniden.
Şaşkınlıkla baktım. “Ama Majesteleri, beni görmezlerse…” diye fısıldamaya başladım.
Sözümü sert ama sakin bir sesle kesti:
“Kimse sana bir şey yapmayacak. Benimle kal.”
O an, içimi açıklayamadığım bir sıcaklık bastı.

Balkonda rüzgârın uğultusu arasında Lucas kadehini elinde tutarken bana dönmedi. Bir süre sessizlik oldu. Sonunda, alçak bir sesle konuştu:

“Daha önce sana karşı davranışlarım… nezaketsizlikten öteye gitmedi. Bu durumun farkındayım.”

Sözleriyle birlikte içimde bir ürperti hissettim. Yalnızca dinlemekle yetindim.

“sana yüklediğim küçümseme… hiçbir şekilde haklı gösterilemez. Bu sebeple, senden özür diliyorum,” dedi ve ilk kez gözlerini bana çevirdi.

Başımı öne eğdim. “Majesteleri, bir hizmetçiye böyle sözler sarf etmenize lüzum yok. Benim için… görevimin gerektirdikleri dışında bir anlam taşımıyor.”
Lucas başını hafifçe salladı. “Hayır, lüzum var. Çünkü ben yanıldım. Sana haksızlık ettim. Bunu kabul etmek, benim vazifem.”

Kalbim hızlanmıştı ama sesimi kontrol ederek konuştum. “Özrünüzü kabul ederim. Ve endişelenmeyin, vazifemi her zamanki ciddiyetimle sürdüreceğim.”
Lucas, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme ile başını eğdi. “Bundan böyle, sana karşı daha dikkatli olacağım. Görevini yaparken senden beklediğim tek şey sadakat değil… aynı zamanda gönül rahatlığıdır.”

O an, bir prensin sözleriyle değil, sanki ağır bir yükten kurtulmuş bir insanın samimiyetiyle konuştuğunu hissettim. Ben ise yalnızca eğilerek yanıt verebildim:

“Majesteleri, gösterdiğiniz nezaket için teşekkür ederim.”

Bölüm : 10.09.2025 12:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Gözde Edemen / Kalenin Beyaz Meleği / 6
Gözde Edemen
Kalenin Beyaz Meleği

100 Okunma

19 Oy

0 Takip
9
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...