
-3 yıl sonra-
Gözlerimi açtığımda, sabahın ilk ışığı henüz kalenin taş duvarlarına ulaşmamıştı. Odam loştu — pencereden sızan ince bir gri çizgi dışında her şey karanlık.
Soğuk, battaniyenin altından sızarak tenime işliyordu. Kış yaklaşmıştı; Walker Kalesi bu mevsimde hep biraz daha sessiz olurdu.
Dışarıda rüzgâr, kulelerin kenarındaki demir halkalara vurup uzun, inatçı bir uğultu çıkarıyordu.
Kalkmam gerektiğini biliyordum.
Kalenin uyanışı benimle başlardı — fırının ateşi, tencerelerin sesi, ekmek hamurunun yoğrulması…
Bunlar, benim için günün ilk dualarıydı.
Yavaşça yataktan kalktım, yün şalımı omzuma aldım. Ayaklarımın altındaki taş zemin soğuktu; nefesim havada ince bir buğu olarak dans etti.
Elimi yüzüme sürdüğümde hâlâ uykunun ağırlığı üzerimdeydi, ama zaman durmazdı.
Bu kalede hiç durmazdı.
Dar koridorlardan geçerken duvarlardaki meşalelerin közleri sönmek üzereydi.
Uzaktan, mutfaktan gelen metalin metale değen sesi duyuldu.
Demek ki diğerleri başlamıştı bile.
Adımlarımı hızlandırdım.
Mutfak, kalenin en sıcak yeriydi.
Kapıdan içeri girdiğimde beni kavrulmuş arpa kokusu, un tozu ve odun dumanı karşıladı.
Tavanda asılı tencereler sabahın solgun ışığını yansıtıyor, bakırın yüzeyinde sanki birer güneş parlıyordu.
Fırının önünde Leo hamur yoğuruyordu; elleri unla kaplı, yüzü yorgundu ama gözleri hâlâ canlıydı.
Beni görünce başını kaldırdı, kısa bir selam verdi.
“Geç kaldın, Astrea.”
“Uyandığımda çan çalmamıştı,” dedim.
“Çan bozuk.” Sesinde alışılmış bir yorgunluk vardı.
Leo'nun yanından geçip raflara yöneldim.
Metal tabaklar, fincanlar, sürahiler... her biri sabah soğuğu gibi soğuk ve sessizdi.
Tam o sırada, mutfak kapısı ardına kadar açıldı.
Marina içeri girdi.
Kırklarının ortalarındaydı, yüz hatları sert, bakışları keskin. Onun girdiği yerde sesler azalırdı.
Elindeki deri defteri masaya bıraktı; sayfalar arasında kurutulmuş otlar ve notlar vardı.
“Sabahı bekliyordum,” dedi bana, sesi ne çok yumuşak ne çok sertti — sadece emir verir gibiydi.
Başımı eğdim. “buyurun efendim.”
Marina, bir an sessizce beni süzdü.
Sonra fırının yanına yürüyüp bir tepsiye baktı. “Bugün nöbet sırası senin değil biliyorum,” dedi.
“Sıra yenna’nınmış.”
Başımı salladım. “yenna hastaydı, efendim. Dün gece ateşi vardı.”
Marina kaşlarını hafifçe çattı, sonra derin bir nefes aldı.
“Demek öyle… O hâlde bu sabah Prens Victorun kahvaltısını sen götüreceksin.”
Bir an elimdeki fincanın titrediğini hissettim.
Kısa bir sessizlik çöktü.
Fırının çıtırtısı dışında hiçbir ses yoktu.
“Ben mi?” dedim fısıltıyla.
Marina başını evet anlamında salladı. “Evet, sen. Başkası yok. Hem seni üç yıldır izliyorum Astrea — sessiz, dikkatli, hata yapmayan birisin. Bunlar kalede nadir özelliklerdir.”
Sözleri övgü gibi görünse de gözlerindeki ifade temkinliydi; bana güveniyordu ama aynı zamanda sınav da veriyordu.
Raflardan tepsi ve fincanları indirdim. Gümüş olanı seçtim — Prens Victorun odasına sadece bu servis edilirdi.
İçimde nedenini bilmediğim bir huzursuzluk kıpırdanıyordu.
Kızlar arasında fısıltılar dolaşıyordu:
“Prensin odasına gireceksin…”
“Kimse onunla konuşmazmış.”
“Bakanların çoğu korkudan sustu diyorlar.”
Sözleri duymamış gibi yaptım. Ama kalbim her biriyle biraz daha hızlandı.
Kaynar suyun üstüne eğildim, içine karanfil ve biraz da kurutulmuş yaprak attım. Buhar yükselirken yüzüme dokundu, gözlerimi hafifçe yaktı.
O an fark ettim — ellerim titriyordu.
Marina yanıma geldi.
“Elini sabit tut,” dedi.
Sesi yumuşamıştı bu kez. “Prens kolay biri değildir. Ama görev, görevdir. Onun gözlerinin içine bakmana gerek yok. Yalnızca sessiz ol ve işi bitir.”
Başımı salladım. “Anladım.”
“İyi.”
Elini tepsinin kenarına koydu, kontrol eder gibi baktı. “Gümüş fincanı unutma. O her zaman onu ister.”
Tepsiyi doldururken, dışarıda sabah çanı nihayet çaldı.
Sanki tüm kale benimle birlikte nefes aldı.
Ama içimde garip bir his kalmıştı; sanki o çan, uyanmam için değil… beni uyarırmış gibi.
Tepsiyi iki elimle kavradım. Metalin soğuğu avuçlarımda yankılandı.
Marina’ya kısa bir selam verip mutfaktan çıktım.
Kapı arkamda kapanırken içerideki sıcaklık bir anda üzerimden çekildi; koridorun keskin soğuğu yüzüme vurdu.
Walker Kalesi’nin taş duvarları, sabah sisinin içine gömülmüş birer gölge gibiydi.
Koridorlar uzadıkça, kalp atışlarımın sesi yankılanmaya başladı.
Üç yıldır bu kalede hizmet ediyordum, ama hâlâ bazı bölümlerine adım atmamıştım.
Prens Victor’un odası, kuzey kanadındaydı — kalenin en sessiz, en tenha kısmı.
Oraya gidenlerin yüzü hep aynıydı: biraz korku, biraz merak.
Ve dönenler... her zaman sessizdi.
Merdivenleri çıkarken pencereden içeri sızan gri ışık, taş zemine ince bir yol gibi düşüyordu.
Buhar hâlâ fincanların ağzından yükseliyor, soğuk havayla karışarak kısa bir süre sonra kayboluyordu.
Kendimi konuşmamaya zorladım; sanki kelimeler bile bu sessizliğe hakaret olurdu.
Koridorun sonuna yaklaştığımda, duvarda büyük bir tablo gözüme çarptı.
Kılıcını yere dayamış genç bir adam — omuzlarında kırmızı pelerin, alnında ince bir yara izi.
Altında yazan isim silinmişti.
Ama herkes bilirdi: o, Victor’un babasıydı.
Krallığın karanlık zamanlarında savaşan adam.
O tablonun önünden her geçişimde içim ürperirdi.
Bugünse o ürperti, neredeyse bir ağırlığa dönüşmüştü.
Gümüş tepsi parmaklarımın arasında neredeyse yanıyordu. Soğuk taş koridorlarda bile sıcaklığını koruyabiliyordu bu tepsi; sanki içindekilerden çok, beni sınamak için yapılmıştı.
Walker Kalesi’nin bu kısmına daha önce hiç gelmemiştim. Sessizliğiyle, yankılanan adımlarımla ve uzak duvarlardan gelen metal kokusuyla yabancıydı bana burası. Herkesin fısıldadığı bir isimdi bu odanın sahibi. Prens Victor.
Kapının önünde derin bir nefes aldım. Tokmağı tıklattım — bir, iki kez. Cevap gelmedi.
Belki de odada yoktu, diye düşündüm.
Yavaşça araladım kapıyı.
İçeride… sessizlik vardı.
Bir tür ağır, oturmuş sessizlik.
Havadaki toz bile kımıldamıyordu sanki. Kalın perdeler güneşi boğmuş, odayı loş bir maviye çevirmişti. Masanın üzerinde bir kedi kıvrılmış yatıyordu — gri tüyleri ay ışığını hatırlatıyordu. Gözleri… gümüş gibiydi.
Usulca yaklaştım, tepsiyi masaya bıraktım.
Kedinin yanına eğildim, elimi uzattım.
Tüyleri parmaklarımın arasında ılık ve yumuşaktı. Sanki beni tanıyormuş gibi mırıldandı.
Gülümsedim, farkında olmadan fısıldadım:
“Tatlısın…”
Tam o anda —
“Ellerini çek ondan.”
Ses öyle ani, öyle keskin geldi ki neredeyse elimden tepsi düşecekti.
Bir kılıcın havayı yarması gibiydi.
İrkilerek doğruldum, kalbim kaburgalarıma çarpıyordu.
Arkamı döndüğümde… oradaydı.
Kapının yanında duruyordu. Uzun boylu, yüzü gölgelerin içinden süzülmüş gibi. Giysileri sade ama üzerindeyken sanki her ipliği emre dönüyordu.
Gözleri —
Tanrım, gözleri…
Kan kırmızısıydı.
Baktığı yerin üstünü yakabilecek kadar keskin.
Sustuğum her saniye uzadıkça nefes almak zorlaşıyordu.
Yine de korkudan çok başka bir şey vardı içimde.
Soğuk ama büyüleyici, karanlık ama çağıran bir şey.
“Prense çay getirdim,” dedim, sesim beklediğimden daha sabit çıktı. “Kapıyı çaldım ama cevap gelmeyince—”
Bir adım attı.
Zemin hiç ses çıkarmadı, ama varlığı odaya yayıldı; sanki gölgesi nefes alıyordu.
“İzinsiz girdin.”
Bir adım daha.
“Kedime dokundun.”
Ve bir adım daha…
“Ve hâlâ gözlerime bakmaya cüret ediyorsun.”
Bakışlarımı kaçırmadım.
Korkunun yerini anlamlandıramadığım bir ısınma aldı içimde.
Sanki kalbimin atışları onun sözlerine ayak uyduruyordu.
“Kim olduğun umurumda değil,” dedim, boğazımdaki düğümü bastırarak. “Ben sadece görevimi yerine getiriyorum.”
Sözlerim çıktığında bile inanamıyordum — itaatsizlik değildi bu, sadece dürüstlüktü.
Ama o, bu dürüstlüğü bile tehdit gibi algıladı.
Yüzü hiç değişmedi, sadece gözleri daraldı. Dudakları kılıç gibi inceldi.
“Kim olduğumu öğrenmen uzun sürmez.”
Sesi bu kez daha alçaktı.
“Ve o zaman bu küçümseyici tavrın yüzünden pişman olacaksın.”
Bir şey söyleyemedim.
Ama kalbim hızla çarpıyordu — korkudan mı, başka bir şeyden mi, bilmiyorum.
Sanki odadaki hava bana değil, ona aitti.
Yaklaştı. Sesini, fısıltısını boynumda hissettim.
“İtaatsizliğinin cezasını alacaksın. Ama önce bana biraz zaman ver…”
“Sana yaraşır bir ceza düşünmeliyim.”
Sözleri, duvarlardan yansıyarak ruhuma işlendi.
Boğazım kurudu.
Ama garip bir şekilde… kalbim yanıyordu.
Kapıya yönelmeden önce son bir kez baktım.
O kızıl gözler…
Bir kapı gibi.
Ve ben farkında olmadan o kapıdan içeri adım atmıştım bile.
Henüz anlamıyordum,
ama o an —
kendimi, en ağır bakışlarda yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştım...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |