
Astrea’nın avuçlarında taşıdığı gümüş tepsi, taş koridorların soğuk havasında bile sıcaktı. Fincanlardan yükselen buğu, alnına doğru kıvrılırken, yürüyüşü sessiz ama temkinliydi. Walker Kalesi’nin bu bölümlerine pek gelmezdi. Prens Victor’un odasıydı burası. Hizmetçiler arasında adı fısıltıyla anılır, odasına yalnızca belirlenmiş kişiler girebilirdi.
Ama o kişilerden biri bugün hastaydı.
Ve Astrea, yerine gönderilmişti.
Kapının önünde durduğunda derin bir nefes aldı. Tokmağı tıklatmasına rağmen içeriden bir ses gelmeyince, “boş olabilir” diye düşündü. Kapıyı araladı, içeri adım attı.
Loş odanın içinde ağır, oturmuş bir sessizlik vardı. Kalın perdeler gün ışığını boğmuştu. Pencere kenarında gri tüyleriyle kıvrılmış bir kedi yatıyordu. Gümüş gözleriyle Astrea’yı izliyordu.
Astrea yaklaşarak çayı masaya bıraktı, ardından dikkatle kedinin yanına eğildi. Parmakları tüylere değdiğinde yumuşak bir sıcaklık hissetti içinde. Kedi de sakince mırıldanmıştı.
“Tatlısın…” diye fısıldadı.
Gülümsemek üzereydi ki—
“Ellerini çek ondan.”
Ses tok, keskin ve buyurgandı. Tıpkı bir kılıcın havada çizdiği ani bir hareket gibi. Astrea hızla irkildi ve doğrulup arkasını döndü.
Kapının hemen yanında duruyordu o. Uzun boylu, omuzlarında otoriter gibi duran sade ama zarif giysiler içindeydi. Gözleri kan kırmızısıydı — öfkenin içinde yanıyordu. Tacı yoktu. Ünvan yok. Sadece bir bakış… ama binlerce ağırlık taşıyan bir bakış.
Astrea anlam veremedi. Onu bir asilzade sanmadı.
“Prense çay getirdim,” dedi kısa bir ses tonuyla. “Kapıyı çaldım ama cevap gelmeyince…”
Victor bir adım attı. Ayak sesleri duyulmazken, varlığı odanın içine karanlık gibi yayıldı.
“İzinsiz girdin.”
Bir adım daha.
“Kedime dokundun.”
Ve bir adım daha…
“Ve hâlâ gözlerime bakmaya cüret ediyorsun.”
Astrea gözlerini kaçırmadı. Kalbinde korkudan çok bir başka şey kıpırdıyordu.
Bu adamda bir şey vardı. Sarsıcı, soğuk, yakıcı... ama gözlerini çekemediği bir şey.
“Kim olduğun umurumda değil. Ben sadece görevimi yerine getiriyorum,” dedi.
İtaatkâr bir ses tonu değil, mesafeli ve dürüst bir tondaydı.
Victor, ilk kez karşısında diz çökmeyen birini görüyormuş gibi baktı. Gözleri daraldı. Dudaklarındaki çizgi keskinleşti.
“Kim olduğumu öğrenmen uzun sürmez,” dedi.
“Ve o zaman bu küçümseyici tavrın yüzünden pişman olacaksın.”
Astrea kıpırdamadı. Sadece susuyordu. Ama içinde garip bir sarsıntı dolaşıyordu.
Victor yaklaşarak fısıltıya yakın bir sesle konuştu:
“İtaatsizliğinin cezasını alacaksın. Ama önce bana biraz zaman ver… Sana yaraşır bir ceza düşünmeliyim.”
Bu söz, odanın soğuk duvarlarında yankılanırken, Astrea'nın boğazı kurudu. Ama nedense kalbi hızlandı.
Kapıya yönelmeden önce son bir kez baktı.
O kızıl gözler…
Yüreğinin derin bir yerinde, tanımadığı bir kapıyı sessizce aralıyordu.
Ama hâlâ adını koyamıyordu.
Henüz fark etmemişti.
Kendini, cezası en ağır bakışlarda yavaş yavaş kaybetmeye başladığını.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |