
"Büyüttük hayatta önemsiz ne varsa. Ve çürüttük bize değer katan tüm her şeyi."
Ö K F
🔲🔲🔲
Yağmurun huzur veren sesi kulaklarımı okşarken üşüdüğümü hissetmeye başladım. Şoka girdiği için uzun bir süre hiçbir şey hissetmeyen bedenimin soğuğu hissetmeye başlaması daha fazla bu kaldırımda duramayacağım anlamına geliyordu. Titremeye başladığımda hemen yanıbaşımda duran Batı'nın da en az benim kadar üşüdüğünü anlamak zor değildi. Ben titremeye başlamıştım ama o geldiği gibi hareketsizce duruyordu. Bakışları bazen yerde bazen hayali bir noktada öylece takılı kalsa da olabildiğine hareketsizdi. Şemsiyeye çarpan yağmur damlalarının güzel sesini daha fazla dinleyemeyecek olmak ve bu mistik ortamı bozacak olsam da daha fazla duramayacaktım gerçekten de.
Yavaşça ayağa kalkmaya başladığımda Batı hafif sağa çekildi. Şemsiyenin ucuna kadar kaydığında ona baktım. Bakışları önündeydi ve kaşları çok az çatıktı. Bu, bir şeye sinirlenmekten öte kendini bir şeye odaklamakla alakalı olan bir ciddiyetti. Dikkatini tam olarak neye verdiğini anlamaya çalıştığım o dakikalarda binaya girmek üzereydik.
Binanın demir kapısının yapraklı şekillerine takılan küçük kartı ani bir hareketle alıp buruşturdu. Dikkati yavaşça sadece yürümeye kayarken sanki benim varlığımı bile unutmuşçasına yanımdan öylece geçip gitti.
Merdivenlerden çıkarken arkasına bile bakmayışından derinlerinde sarsan bir şeyler olduğunu anlamıştım. Ve bu her neyse o kartla ilgiliydi. Tamamen gittiğinden emin olduktan sonra eğilip yerdeki buruşmuş kartı elime aldım. Yavaşça katlarını açtığımda bir hediye çeki olduğunu anladım. Banu'nun adına gelmişti.
"Serdivan mağazalar zinciri."
Serdivan mı? Orası neresi ki? İnternette arasam muhtemelen bulabilirim. İyi de Batı neden bu hediye çekini buruşturup attı ki? Buruşturup atmam gerekiyordu benim de. Ama öncesine bir resmini çektim ve tıpkı onun gibi buruşturarak yere attım.
Batı'nın böyle güzel bir şeye sinirlenmesi mümkün değildi. Bir hediye çekini kim reddeder ki? Bu işte başka bir iş vardı. Muhtemelen gönderen kişiye olan nefreti bu kartı buruşturmasına neden oluyordu. İnternetten araştırınca mağaza sahibi de çıkardı büyük ihtimal. Yine de dikkatli olmalıydım. Onun güvenini sarsacak ufak bir hareket şimdiye kadar attığım adımları boşa çıkarabilirdi.
Batı'nın peşinden daireme girdiğimde ağır bir sessizlik kapladı her yanı. Sanki bu zamana kadar evde yalnız olduğumu ilk defa hissediyormuşum gibi. Sanki duvarlar bana yalnızlığın en ağır tablosunu sunuyormuş gibi. Bilmem neden? Bir süredir iç dünyamın çalkantılı olmasından mıdır nedir?
Elimdeki çantayı yere sürüyerek oturma odasına geldim. Üçlü kanepeye oturduğumda karşımdaki televizyondan bitkin yansımamı görüyordum. Omuzları çökmüş, yüzü hüzne boğulmuş ve gözleri baygın bir silüet.
Televizyondaki aksime bir süre baktım. Kesinlikle ama kesinlikle iyi gelmiyordu. Boğazımda düğümlenen acı hissiyata engel olmak için yanımdaki kumandayı alıp bir kanalı açtım. Haber kanalı çıkmıştı.
"Lunaparkın önümüzdeki bahara kadar kilitli tutulacağı sonrasında yıkılarak yerine halk parkı yapılacağı duyuruldu. Üç kişinin hayatını kaybettiği kazada ihmal söylentileri dönme dolap görevlisi ve lunaparkın sahibinin yedişer yıldan ceza almalarına neden oldu."
Haber devam ederken gözlerimi kısa süreliğine kapattım. Hemen önüne gelen iki kanlı bileği tutmaya çalışışım. Kulaklarımı dolduran çığlıklar, bedenimin ağırlığını hissettiğim o anlar...
Gözlerimi yeniden açtığımda kumandayı tutan elim titriyordu. Kanalı değiştirmeliydim ama zaten ben değiştirene kadar haber bitti. Başka bir haber başladığında birilerine ihtiyacım olduğunu anladım.
Çantamdan çıkardığım telefonumdan annemi aradığımda gözlerimden akan yaşlar elmacık kemiklerimi ıslatıyordu.
"Anne?"
"Hande, nasılsın kızım?"
"İyiyim anne. Sen nasılsın, babam nasıl?"
"O da iyi. Havalar soğuktur Konya'da. Hasta olmadın değil mi?"
Annemin sorusu ile gözlerimden yaşlar boşaldı bir anda. Çok ağır hasta oldum diyesim geliyordu. Ruhum çok ağır hastalandı. Hem biliyor musun lunaparkta kaza geçirdim. Neredeyse ölüyordum.
Tüm bunlardan sadece bir tanesini söylesem belki de psikolog hayatımın bitmesine neden olabilirdi. Ailem, kıymetli kızlarının bu halde olmasındansa işi bırakıp aile içinde yaşamasının çok daha iyi olacağını düşünürlerdi.
Onları bildiğim için alt dudağımı ısırarak gözyaşlarımı durdurmaya çalıştım.
"Hiç hasta olmadım anne. Gayet iyiyim."
Anneme açamadığım ruhsal sıkıntılarım bir kere daha boğulmama neden olmuştu. Bir süre konuştuk. Sonra babamla konuştum. Sonra erkek kardeşim ve kız kardeşimle. Telefon kapandığında bendeki o hüzünlü hissiyat geçmemişti. Belki de aileden olmayan birini aramalıydım. Birilerinin beni rahatlatmasına o kadar ihtiyacım vardı ki. Ne bileyim, ne olursa... Yani ne derse kabulümdü.
Semih'in soğuk davranışını umursamam gerektiğini söylese, Lale gibi bir kıza iyi yaptığımı söylese yani beni takdir etse o kadar iyi olurdu ki. Niye böyle olmuştum ki? Diğer insanlara bile yeten ben, neden şimdi bir kendime bile yenemez hale gelmiştim?
Kanepeden kalktığımda en yakın dostumu aradım. Birkaç kere çaldırdım ama açmadı. Sonrasında ise bir mesajı geldi.
"Hande'ciğim küçük kızımın muayenesindeyiz. Bitince sana döneyim tatlım tamam mı?"
Ondan da ümidi kestiğimde başkalarını düşündüm. Düşündüm. Düşündüm. Sonrasında elimdeki telefonu uçak moduna alarak kanepeye fırlattım.
Kim kime yardım edebilirdi ki içsel yaralarda?
Islak kıyafetlerim üstüme iyice yapışmaya başladığında belki de dışarı çıkmanın daha iyi bir fikir olduğunu düşündüm. Yalnız ev bana iyi gelmiyordu nedense.
Odama gidip ıslakları kurularıyla değiştirdiğimde ıslak saçlarımı umursamadım ve bir yağmurluk alarak evden çıktım. Bu yağmurda, bu soğukta, nereye neden gidiyordum hiçbir fikrim yoktu ama dışarıda kendimi yalnız hissetmiyordum.
Ayaklarım beni tanıdık bir yere götürüyorlardı. Anımsadığım bu sokak, yürüdüğüm bu yol Batı hakkında bilgi aldığım yaşlı kadının evine çıkmıştı.
Onun iki katlı gece kondu evine bakarken benimle konuşmasını diliyordum. Dışarıdan bakan birine göre mantıksız davranışlar sergilesem de ben bir insandım. Ve insan, bazen öyle zavallı olur ki...
Bir süre yağmur altında bir şekilde pencereden ya da kapıdan çıkmasını bekledim ama elbetteki olmadı. Kim, bu yağmurda, dışarıda...
Kendime baktım. Ben, bu yağmurda, dışarıdayım. Gerçekten iyi olmadığımı anladığımda ayaklarım yine beni götürmeye başladı.
Tanıdık sokakların bir diğeri geldiğinde kendimi Batı'nın iş yerinde buldum.
Gözlerim kasaya kayarken onun yerine başka birinin çalıştığını gördüm. O akşam mesaisine katılıyordu çünkü. Bunu bilmeme rağmen girdim içeri.
Sonuçta bu ürünlerden herhangi birine dokunmuştu değil mi? Tüm bu düzen onun eseriydi değil mi? Temiz raflar, düzeli ürünler onun elinden geçiyordu değil mi?
Sağ elim ürünlerin üzerinden narin bir dokunuşla geçerken rahatladığımı hissediyordum.
Her çeşit makarna, salçalar, soslar, içecekler, cipsler, çikolatalar...
Her biri parmaklarımın altından geçerken aldığım nefes daha rahatlatıcı geliyordu sanki. Belki de onların yaptığı gibi evlerine gitmeliydim. Banu ve Umut ile biraz vakit geçirebilirsem, iyi gelebilirdi. Ama hayır. İyi değildim. Onlar hemen anlarlardı. Yeterince derdi olan insanları üzmeye ne hakkım vardı ki?
Tüm mağaza parmaklarımdan geçtiğimde kasada buldum kendimi. Kasiyer bana şaşkınlıkla bakarken neden böyle deli gibi gezdiğimi açıklamam ya da mantıklı bir şey sunmam gerekiyordu sanırım.
"Ananas var mıydı?"
Şaşkınlığı aniden silinen kasiyer "Kalmadı hanımefendi. Yeni malzeme getirdiğimizde gelir," dedi.
Olmadığını gördüğüm halde sormamın nedeni biraz önce yaptığım tuhaflığı kapatmasını ummaktı belki de. Sadece öyle düşünmüştüm ama başarılı olup olmadığı tartışılırdı.
Marketten çıktığımda yeniden aşina olduğum sokaklarda buldum kendimi. Yürümeye devam ettim. Yürüdüm. Yürüdüm. Yağmurun bendeki kötü hisleri tamamen temizlemesine izin vererek yürümeye devam ettim.
Bir kere daha evimin önüne geldiğimde içeri girdim. Islak ayakkabılarımın boş koridorda çıkarttığı ses kulaklarımı tırmalarken merdiveni çıkmaya başladım. Ezilen ruhum daha fazla dayanamayacağını bildirircesine duraksadığında ben de durdum ve ortalarda bir basamağa öylece oturuverdim.
Hava soğuktu ama ben bu soğuğu hissedemiyordum. Normalde böyle hassas olmayan ben, değişimin en ağır darbelerinden birini yaşıyor gibiydim.
Yığılırcasına oturduğum basamakta dizlerimi karnıma çektim ve başımı onların üstüne yasladım. Islak yağmurluğum yüzüme soğuk bir hissiyat verirken kapı açıldı.
Bakışlarım gelen kişiye takıldığında o ilk önce beni fark etmedi. Ne zaman çıkmıştı ki? Birlikte dairelerimize geçmiştik oysaki.
Batı, elindeki paketle apartmana girdiğinde yürümeye devam ediyordu. Ne zaman ki basamaklara yaklaştı beni fark etti.
Beni fark etmesiyle durması bir olmuştu. Hüzünlü bakışlarım onun gözlerinde gezinirken ikimiz de konuşmuyorduk.
Yutkundu. Sanki söyleyeceği bir şey varmış gibi. Ama söylemedi. Ondan gelecek bir kelimenin yolunun gözlerken bakışları yavaşça yere indi. Sanki ben değilim der gibi. Senin yaralarını saracak kişi ben değilim. Ben daha kendi yaralarımı bile saramazken senin yaralarını nasıl sayayım.
Ondan sonra bir adım attı merdivene doğru. Onun adımı ile benim bakışım da yere inmişti. İlk adımını diğerleri takip ederken yanımdan geçişini izledim. Ayak sesi dairesinin önünde son bulduğunda yalnızlığın soğuk koynuna düşmüştüm yine.
Kapıları kapanınca benim gözlerim de kapandı. Derin bir nefes aldım ama adeta batıyordu. Bu karışık iç dünyam diğer insanlar tarafından yanlış anlaşılmama neden olsa da ben buydum işte. Okumak işe yaramıyordu her zaman demek ki. Ve terzi kendi söküğünü dikemiyordu.
Yeniden açılan gözlerim nemli bir hale büründüğünde Batı'ların kapısı bir kere daha açıldı. Gelen kişiye bakıp bakmama konusunda düşünürken nedense başımı çeviremedim. Onu bakışlarımla rahatsız etmek istemiyordum.
Yine de kendimi çok iyi tanıyordum.
Bir anda çevirdiğim başımla Batı'yı gördüm. Akşam olduğunu bildirircesine iş kıyafetini giymiş ve üzerindeki uzun siyah şişme montu ile siyah botunu giyiyordu. Çıkarttığı hışırtı sesi boş koridorda yayılırken elinde bir şey olduğunu gördüm.
Botlarını giymeyi bitirince göz göze geldik. Yine bir şey demedi ama birkaç saniye baktı bana. Hemen sonrasında bakışları yeniden yeri bulduğunda botlarının çıkarttığı gıcırtı sesi ile merdivenlerden inmeye başladı.
Her hareketini izlediğimi bilmesine rağmen buna engel olmayışı beni daha da teşvik ediyordu. Yanlış olsa bile ona o kadar ihtiyacım vardı ki.
Adımları benim olduğum basamakta durduğunda yavaşça eğildi.
Onu izlediğim o saniyeler içinde hemen yanıbaşımdaki basamağın boş tarafına bir kitap koydu. Onu izlemesem bunu yapanın Batı olduğuna asla inanmazdım.
Elini kitaptan yavaşça çektiğinde aynı sakinlikle yeniden duruşunu düzeltti ve merdivenlerden inmeye devam etti. Siyah askeri botlarının basamaklarda çıkarttığı gıcırtı sesi ile uzaklaşırken dış kapıdan tamamen çıkmasını izledim. Biraz önce yaptığı şey gerçek miydi? Batı gerçekten yanıma kitap mı koymuştu?
Kapıdan çıkıp gözden kaybolduğunda bakışlarım hızla kitaba kaydı.
Krem renkli kitabın üzerinde bordo bir başlık bulunuyordu.
"Kendini bulma sanatı," diye okudum.
Kaşlarım şaşkınlığıma müteakip yukarı kalkarken ellerim tedirgin bir yavaşlıkla kitaba uzandı. Bir şekilde hayal olup, her şeyi kendi zihnimde kurmuş olmaktan korkuyordum. Ve bu, Batı'nın bana kitap hediye etmesinden daha gerçekçi bir durum olurdu.
Korku ile geçen birkaç saniye sonunda parmaklarım kitabın dokusu ile buluştuğunda dudaklarımda tatlı bir gülümseme meydana geldi.
Gerçekti.
Tüm kitabı kavradığımda dikkatle ve sıkıca tuttum. Sonra da büyük bir özenle dizlerimin üstüne koydum.
Hayranlıkla seyrettiğim kapağına bir gün boyu bakabilirdim sanırım. Güzel olan kapağı mıydı yoksa hediye eden kişi miydi bilinmez ama şu ana kadar hayatımda hiç bu kadar güzel bir kapak tasarımı görmemiş gibiydim. Yazı fontlarının üstünden narince geçen parmak uçlarım kitabın ismini birkaç defa daha okumama neden oldu.
Kendini bulma sanatı.
Kendini bulma sanatı!
Kendini bulma sanatı...
"Kendimi kaybettiğimi biliyor muydu?"
Bakışlarım hızla dış kapıya yöneldiğinde sanki oradaymış da beni izliyormuş gibi bir hisse kapıldım. Niye böyle düşündüm bilmiyorum. Özellikle gideli uzun süre geçmesine rağmen.
Boş koridora bir süre baktıktan sonra yeniden kitaba döndüm.
Gözlerim daha önce fark edemediğim yazarın ismine takıldığında bir kere daha şaşkınlıkla açmıştım onları.
"Batı Süheyl"
Ağzım şaşkınlıktan ötürü olsa gerek açık kaldığında dudaklarım gülümsemeye devam ediyordu. İçimdeki nefesi şaşkınlık adına aynı anda dışarı verdiğimde başımı sağa sola sallayarak Batı'nın bir yazar olduğuna olan hayranlığım yükselerek artıyordu. Bir kitapta okumuştum. *Yazarlar ve şairlerin normal insanlar olmadığını, onların hep biraz anormal olduğunu söylüyordu. Ve Batı sanırım bu kategoriye giriyordu.
Kitaba bir kere daha hayranlıkla bakıp, özenle kapağını okşadım ve ilk sayfasını açtım.
İnsanların kalpleri bir makine değildir. Evet, ağır bir nizamla kan pompalar ve bunu hiç aksatmadan yapar ama o bir makine değildir.
Yaralanır, kanar, ağlar ve hüznün hakim olduğu bir harabeye döner bazen. Harabeye dönen bir kalpse, sanki asla dirilmeyecek bir ölüye döner. Ama sonrasında bir tasarımcı gelir ve onu yeniden tasarlar. İşte o zaman, ölülerin dirilmesi ne demektir bir kere daha anlar insan.
Altı çizili olan bu paragrafı okuduğumda gözlerimden hayranlık, şefkat ve müthiş bir sevgi fışkırıyordu. Bu satırların Batı'ya ait oluşuna mı, tam da benim ruh halime uygun oluşuna mı, yoksa naif bir kalple bana hediye ettiği kitaba mı minnet duyayım şaşırmıştım. Bakışlarımdan adeta kalpler taşıyordu. Gözlerim nemlenmişti ama bu hüzünden değildi kesinlikle. Çok mutluydum. Çok. Kelimelerle ifade edemeyeceğim kadar çok. Meğer bazen, ölü bir kalbi yeniden tasarlamak için tek bir paragraf yetiyormuş. Meğer ölüler yeniden dirilebiliyormuş. Meğer... Meğer Batı, zeki bir tasarımcıymış.
Vakit kaybetmeden diğer sayfaya geçtim ve büyük bir beklenti ile okumaya başladım.
Yaptığımız en büyük hatalardan biri de hayatımızdaki caps lock tuşunu açık unutmak. Hayatımızın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda, herhangi bir olayda bu tuşu açık unuttuğumuzda gözümüzde büyüyor her şey. Kocaman devasa bir sıkıntıya dönüşüyor en basit şeyler bile. Oysaki o basit bir cümle. Büyük yazmaya gerek yok. Gözlerde büyütmeye gerek yok. Hem zaten, asıl ağır olan şeyler; genelde söyleyemediğimiz, yazamadığımız ve ifade edemediklerimiz değil midir? Öyleyse, gereksiz şeyleri büyütmek neden?
Tam bu noktada hayranlıkla ağzımdan çıkan kelime ile oturduğum yerde hareketlendim.
"Vay canına!"
Deli gibi kısa süreli gülüp sonra yeniden ciddi duruşa geçmem, sonra yeniden gülmem ve bir kere daha kaşlarımı çatmam bu anlamlı paragrafın bana cuk diye oturmasıydı.
Ne olmuştu yani Semih'le kavga ettiysem? Geçmiş değişiyorsa ne olmuş? Ben değişmedim mi? Büyümüyor muyum? Ne olmuş Lale denilen kızla atıştıysam? İnsan değil miyim? Psikolog olduk diye melek mi olduk? Hı? Ne olmuş?
Elimle caps lock tuşunun olduğu sayfaya iki kere hafifçe vurduktan sonra alt dudağımı ısırdım ve bakışlarımı tavana kaydırdım. Küften badanası dökülen duvarda tuhaf tablolar görmeye başladığımda tavana doğru bağırdım.
"Ne olmuş yani bir müzede sergilenmiyorsan? Bu seni Çığlık tablosundan daha değersiz yapmaz. Caps lock tuşunu kapat ve onları gözünde büyütmeye bir son ver!"
Sesim boş koridorda yankılanırken beni gören biri bu hareketlerimi tuhaf karşılayabilirdi ama bu yenilenmenin ayak sesiydi. Kısa bir süreliğine ölü taklidi yapan kalbim yeniden diriliyordu. Kaybettiğim enerjim yerini yeni bir kabuğa bıraktığında, eski kabuğuma zaten sığamadığımı fark ettim.
Tüm kitabı okumak için can atıyordum ancak sindire sindire okumak bana daha iyi gelecekti. Yine de şöyle bir tüm kitabın sayfalarını hızlıca çevirirken bir anda bir sayfa açıldı. Bir kağıdın konulduğu sayfaların neden kendilinden açıldığı anlaşılmıştı.
İkiye katlanmış kağıda bakarken ne yapmam gerektiğini düşündüm. Bu kitabı bana bıraktığına göre nottan da haberdar olmalıydı. Ve en kuvvetli ihtimal ise bunu bizzat onun yazmış oluşuydu.
Dudaklarımı ıslatıp içimde yanan yangını söndürmek için çabalarken parmaklarım kağıda gitti. Kağıdı sayfaların arasından aldığımda kitap kapandı.
İkiye katlanmış olan katını açtığımda el yazısıyla yazılmış birkaç cümle gördüm. Beklemeden okumaya başladığım her saniye dudaklarımdaki tebessümü biraz daha arttırmama neden oluyordu.
Kara bulutların daimi kalıcı olacağı düşüncesi sarmamalı insanı.
Onlar genelde yağmur taşırlar heybelerinde. Gelirler ve sonra da giderler.
Güzel bir gökkuşağına kavuşmanın yegane yolu da budur ne yazık ki.
Güneş yeniden o ışıltılı yüzünü gösterene kadar, sükunetle beklemeli.
Sadece beklemeli...
Batı
Elmacık kemiğime doğru süzülen yaşı elimin tersiyle sildiğimde bir kere daha okudum. Sonra bir kere daha. Bir kere daha. Ve bir kere daha. Okudukça ağladım. Ağladıkça güldüm. Güldükçe okudum.
Niye? Neden? Nasıl?
Ben senin yaralarını sarmak için gelmişken, sen nasıl her defasında benim yaralarıma merhem olabiliyorsun? Gözlerimden akan bu minnettarlık gözyaşı sana layık değil biliyorum ama içimden gelerek verebileceğim ve senin bu yüce gönlüne başka nasıl teşekkür edebilirim bilemiyorum.
Gözyaşlarım ağlıyor muyum gülüyor muyum belli olmayan sesime karıştığında başımı kitabın üstüne yasladım. Elimdeki not kağıdı gözyaşlarımla ıslanırken sanki Batı'ya sarılıyormuşum gibi hissediyordum. Kitabı kollarımla sıkıca sardım, yüreğime bastırdım, ona tüm sevgimi aktarırcasına minnetimi sundum.
Sonrasında yerimden kalktım. Çünkü üşüyordum. Üşüdüğümü hissedebilmiştim. Bu his, yeniden canlanan kalbimin bir etkisi değil de neydi?
Ayaklarım beni daireme götürürken yeniden kuvvet bulan ruhumu mutlulukla hissediyordum. Sanki karşıma ne gelirse gelsin asla yıkılmayacakmışım gibi. Engellere karşı sımsıkı duracakmışım gibi ve bir kere daha önüme gelecek olan acılara karşı direnme gücü toplamışım gibi.
İşe gidebilirdim artık.
Gidebilir, işimi yapabilir, insanlarla eskisi gibi muhatap olabilir ve hayata kaldığım yerden devam edebilirdim.
Beni diriltmesi için birkaç paragrafın yeterli olduğunu bilmiyordum. Hayır bu hiç aklımdan bile geçmezdi. Sadece, emin olduğum bir şey var ki, maharet paragraflarda değil, onu yazan parmakların sahibindeydi.
Batı...
Bir kere daha, bir kere daha beni kurtardığın için teşekkür ederim. Korkarım ki çoktan sana alıştım. Hayran oldum. Aşık oldum. Tutuldum. Bağlandım.
Bunu kabul eder misin bilmiyorum ama çoktan sana ait bir bağ oluşturdum. Ve ben, bu bağın ne kadar kuvvetli olduğunu yavaş yavaş anlıyorum. Sanki sen ve ben, artık bizmişiz gibi.
Biz, ikimiz.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.01k Okunma |
273 Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |