
Ö K F
🔲🔲🔲
Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍
İnstagram hakugu
Dolunayın ürkek ışıkları perdemin aralıklarından odaya süzülürken, gözlerim tavandaydı. Uzun bir süre incelediğim avize hakkında tuhaf çıkarımlara varmıştım. İzlediğim avizeydi ama çıkarımların farklıydı çünkü.
Banu'nun gecenin bir yarısı anne diye sayıklaması ve Umut'un da aynı şekilde anne diyerek onu sayıklaması uykumu alıp götürmüştü.
İki saati geçkin bir süredir yapacağım şeyler hakkında düşünüyordum.
Semih'e açıkça her şeyi bildiğimi anlatsam ve yaptığı yardımlardan vazgeçmesini söylesem, sonra da Batı'yı bir şekilde tedavi için ikna etsem nasıl olurdu?
Tüm bu hengame arasında Umut'un psikolojisini düşünmeli ve Banu'nun gelişimi için de bir çare bulmalıydım.
Avizenin minik parçalarından süzülen ay ışığı tavanda kırmızı, sarı, mor ve yeşil renge ayrılırken tüm bu karanlık içinde var olmayı başaran bu renklere istemsizce gülümsedim.
Demek ki imkansız değildi. Tüm ışıklar söndüğünde parlamak, her yer karardığında renklere boyanmak ve herkes öldüğünde hayatta kalabilmek...
Dudaklarım yeniden düz bir çizgi halini aldığında yanımda uyuyan Banu'ya çevirdim gözlerimi.
Beyaz teni, uzun kirpikleri ve siyah gece gibi saçları Batı'ya benziyordu. Kardeşi yakışıklıysa o da güzeldi. Anne ve babalarından aldıkları genlerle mi alakalıydı bilmiyorum ikisi de temiz çehreliydi. İnsanın onlara bakarken herhangi bir kötülüğün gelmeyeceğini düşünüp güvenesi geliyordu. Bilmiyorum belki de ben yanlış düşünüyorum ama hissettiğim şey buydu.
Kalın bir beyzbol sopası alıp tüm bu işleri başlatan kişiyi kendinden geçene kadar dövmek vardı.
Başımı hızla iki yana sallarken neler düşündüğüme şaşırdım. Sanki her şey yoluna girecekmiş gibi...
Banu sağlığına kavuşacakmış gibi, Batı hiç görmediğim ama hep arzuladığım o umut dolu günlerine dönecekmiş gibi. Ve Umut...
Hem anne hem de baba sevgisi ile birlikte huzurla yaşayacakmış gibi.
Derin bir nefes alıp arkamı döndüğümde bu sefer Umut'u gördüm. Huzurla uyumaya devam ediyordu. Normalde olan o asabi halinden eser yoktu. Gerçekten bir çocuk gibiydi şimdi. Sahi Umut neden okula gitmiyordu ki? Daha önce hiç aklıma gelmeyen bu konu şimdi gecenin bir yarısı zihnimi kurcalamaya başlamıştı. Annesinden dolayı olsa bile yetkililerden nasıl izin alabilmişlerdi? Peki ya eğitim hayatı?
Onun için de bir derin nefes alıp sırtüstü döndüğümde bir kere daha avize ile göz göze geldim. En nihayetinde tilki gibi dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına gelmiştim. Ama bu sefer farklılıklar vardı kürkçü dükkanımda. Daha önceki elmaslarda parlayan ışık bu sefer diğer elmaslara kaymıştı. Karanlıkta kalanlar aydınlanmış, simsiyah gecenin emaresi rengarenk bir görsel şölene dönüşmüştü.
Neden bana bu tablo ümidi çağrıştırıyordu? Neden karın altından tüm gücüyle çıkmaya çalışan kardeleni ve her şeye rağmen ayakta kalabilen bir ağmayı temsil ediyordu? Bu bir işaret miydi? Onlar için mutlaka bir çıkış yolu olduğunun, ümidin ufak tohumların yeşermesi gibi bir şekilde yeşereceğini mi ifade ediyordu?
Hayır hayır, başka açıklaması olamazdı. Böylesine karamsarlığa düştüğüm için ilahi bir işaretten başkası değildi.
Hayat böyleydi çünkü.
Bir gün üzgün oluruz, diğer gün mutlu.
Ve onlar yeniden mutlu olacaklardı.
Düşündüğüm tüm bu şeyler dudaklarımda yeni aşılanan bir gücün alameti olarak yayılırken vakit geçip gitmişti. Tüm geceyi düşünmek, tefekkür etmek ve dua etmekle geçirdikten sonra nihayet günün ilk ışıkları odaya sızmaya başladı.
Erkenden onları uyandırmamak adına uzun bir süre daha yanlarında yatıp yeni düşüncelere yoldaşlık ettim. Sonrasında ise sessizce mutfağa gidip kahvaltı için hazırlık yapmayı hedefledim.
Yataktan sessizce çıkıp parmak uçlarımda mutfağa gittikten sonra aynı sessizliği devam ettirmeye çalıştım. Önce patatesleri yıkayıp soydum. Uzun ince doğradıktan sonra ıslattım ve domatesleri doğramaya başladım. Dört kişilik poğaça hamuru için de hazırlık yaptım ve bir yandan çayı da hazırladım. Patatesler kızarırken, menemenin yumurtalarını kırıyordum. Uzun zaman olmuştu böyle ayrıntılı bir kahvaltı hazırlamayalı. İşe giderken ya yolda ya da ofiste yapıyordum kahvaltımı. Şimdi sanki eski pazar kahvaltılarından birini yapıyormuşum gibi hissediyordum.
Ben küçükken, eskiden, annemin yaptığı şekliyle.
Masayı hazırlamak için ellerimi yıkarken mutfağın kapısı açıldı.
Açılan çok az bölümden Umut'un yüzü görününce gülümsedim.
"Günaydın."
Gülümseyerek içeri girdi. Elini yüzünü yıkamış, saçlarını da düzeltmişti. Sarı saçları özenle taranmışken bu düzeni aklıma Batı'yı getiriyordu. O da böylesine düzenliydi.
"Çok güzel kokular geliyordu. Ben de kokuların yolunu tuttum. Ayaklarım beni buraya getirdi."
Umut'u tebessüm ederek dinlerken saçlarını okşamayı ihmal etmedim. Saçlarını bozmamak için narin bir dokunuş yapsam da bundan şikayetçi değildi.
Bana daha çok yaklaşıp yardım edebileceğim bir şey var mı diye etrafı süzgeçten geçirdi.
"Annem uyuyor ama ben yardım edebilirim sana. Hepsini sen yapma, yorulursun."
Yanağından bir makas alıp bu düşünceli haline memnuniyetle gülümserken masalara koyması için birkaç peçete verdim eline.
"İlla ki yardım etmek istiyorsan peçeteleri dağıt lütfen. Ama onun dışındakileri ben yapacağım. Size leziz bir Pazar kahvaltısı hazırlamaya çalışıyorum."
"Ama bugün Cumartesi," dedi şaşkınlıkla.
Aynı şaşkınlıkla ben de ona baktım. Doğru ya dün işe gitmiştim, bugün Pazar olamazdı.
Şaşkınlığım yerini bunun önemsiz olduğunu belirten bir gülümseye bıraktığında o da bana hak verdi.
"Olsun ben hayatımda hiç Cumartesi kahvaltısı yapmamıştım zaten."
"Neden?"
Patatesleri kızgın yağdan alırken bir yandan Umut'u dinliyordum.
"Bilmem," dedi omuzlarını silkeleyerek.
"Hiç böyle kahvaltı yapmadık evde. Annem kendimi bildim bileli böyle. Daha önce hiç yemek yaptığını görmedim. Babam da işe gidiyor genelde. Ben hazırlarım çoğu defa. Onda da bu yaptıklarını yapamıyorum."
Buruk bir gülümseme ile poğaçaları fırına verirken sorduğuma pişman olmuştum. Tahmin etmem gerekirdi.
"Ama babam bazen bizi yemeğe götürür. Çok güzel yemekler yeriz. Yine de evdeki gibi olmuyor."
Peçeteler bitince yanıma geldi yeniden. Ocakta patatesleri alırken yanımda duruyor olması ona sarılmamak için kendimi zor tutmama neden oluyordu.
"O halde bundan sonra hafta sonu kahvaltıları benden olsun olur mu? Seminer ve toplantılarımın dışında birlikte yapalım. Böylelikle harika ev kahvaltılarının keyfini süreriz."
İlk defa sesli güldü. Gülüşü tüm yüzüne yayılınca ne kadar tatlı bir çocuk olduğunu düşündüm.
"Neden güldün?"
Menemen tabağını masaya götürürken "Bilmem, iz sürücü falan gibi hissettim kendimi," dedi.
"Sence de komik değil mi?"
"Sen komik diyorsan benim itirazım olmaz," dedim. Sonra aklıma başka bir şey geldi.
"Baksana Umut, babanın sevdiği bir yemek var mı? Yemekten hoşlandığı herhangi bir şey."
Düşünürken dudaklarını büzdü ve gözlerini kısarak hayali bir noktaya uzun süre baktı. Hatırlamakta zorlanıyordu belli ki.
"Aslında babamın öyle çok sevdiği bir şey yok bu dünyada. Önüne ne verirsen yer, itiraz etmez. Yani tam bilemedim şimdi."
Aslında ben de öyle tahmin etmiştim. Batı'nın yemek seçecek biri olduğunu düşünmüyordum ama yine de sevdiği ve özellikle yemek istediği bir şeyi onu yapacaktım. İstediğim yanıtı alamayınca hüzünle yeniden patateslere döndüm.
Ortamın sessizliğinden ve izleniyor olma hissinden dolayı istemsizce Umut'a baktığımda gerçekten de beni izlediğini gördüm.
"Babama değer veriyorsun değil mi?"
Bakışlarının sebebini söylemiş olsa da bunun onda oluşturduğu etkiyi bilmeden bir şey demek istemiyordum. Mahcubiyetle gülümseyerek önüme döndüğümde "Ne zaman sen geldin, artık o odaya girmez oldu. Verdiğin değeri babam da fark etmiş olmalı," dedi.
Ellerim durup kızaran patatesleri alamayacak olduğumda videolardan bahsettiğini anladım.
"Bunu sana anlatmam doğru mu bilmiyorum ama babamın çok büyük bir vicdan azabı çektiğini biliyorum. Annemden dolayı kendini suçlu hissediyor. Annemin başına ne geldi tam bilmiyorum ama eskiden böyle değilmiş biliyor musun?"
Patatesleri almak yerine ocağı kapattım ve Umut'un konuşmasına devam etmesi için ona döndüm. Ciddiyetle onu dinlerken ellerimi önümde bağlamıştım.
"Benim annemin de tıpkı senin gibi bana kahvaltılar hazırlayabildiği o anlarını öyle merak ediyorum ki. Mesela patates kızartmasını nasıl yapıyordu? Poğaçaları hangi şekildi? En sevdiği çiçek neydi? Şimdi soruyorum, her zaman farklı bir şey söylüyor. Ya bir önceki söylediğini unutuyor ya da tam olarak neden bahsettiğini bilemiyor. Bu beni öyle çok üzüyor ki."
Hüzünle Umut'u dinlemeye devam ederken bir yandan ona bunu yapanlardan alacağım intikam için içim nefretle doluyor, bir yandan da hüzünden eziliyordum. Ona belki tüm imkanları sağlayabilirdim ama gerçek bir anneyi nasıl verebilirdim ki? Bunu nasıl yapayım?
Ben tam hüzünle derin düşüncelere dalmışken bir kere daha seslendi.
"Yine de halimden çok memnunum."
Bakışlarım onun kahve gözlerine yöneldiğinde gülümsüyordu.
"Ya annemi tamamen kaybetseydim? O zaman ne yapacaktım?"
Bu düşüncesi yüzümde buruk bir tebessüme neden olurken ne kadar mantıklı düşündüğünün farkına vardım.
"Şu an içeride uyuduğunu biliyorum ve uyanınca bana Umut demesi bile benim için harika bir şey. Her şeyi unutsa da benim adımı unutmuyor. Bu ne güzel bir şey değil mi? Ya tıpkı onun gibi benim de annem hiç olmamış olsaydı? Patates kızartmasını her zaman yiyebilirim ama annemi hiçbir yerde bulamazdım."
Gözlerime dolan yaşı yok etmek için derin bir nefes aldığımda o da gülümsemeye devam etti.
"Bana onun varlığından dolayı minnettar olduğunu hatırlattığın için teşekkür ederim. Ve şunu da eklemek istiyorum ki, sadece ben değil babam da sana minnettar. Çünkü annem, uzun süredir böylesine huzurlu olmamıştı. Senden destek alıyor. Kendisini anladığını hissediyor."
Sevinç gözyaşları elmacık kemiklerimden süzülürken kapı yavaşça açıldı. Saçları birbirine girmiş bir halde gülümseyerek bize bakan Banu'yu görünce hızla yaşlarımı sildim.
"Şey, güzel kokuları takip ettim de."
Aynı şeyi Umut da söylediği için ona baktım. Bakışlarımı anlamış olacak ki Umut da gülümsedi. Sonra da annesine doğru yürümeye başladı.
"Anne önce yüzünü yıkamalıyız. Hadi gel."
"Tabii yıkayalım. Yüzümüzü yıkamalıyız. Temiz olmak çok güzel bir şey değil mi Umut?"
"Evet tabii ki."
"Peki deniz kaplumbağaları nasıl yıkıyorlar yüzlerini Umut?"
"Bilmiyorum."
"Zaten suyun içindeler, onlar hep temizdir değil mi Umut?"
O ikisi mutfaktan uzaklaşırken arkalarından öylece baktım bir süre. Gerçekten bu dünyaya hiç ait değillermiş gibiydiler. Onlarla muhatap olunca, insan olmanın ne demek olduğunu bir kere daha anlıyordum. Bazen insan olduğum için utanıyordum. Sonuçta onlara bunu yapan da bir insandı. Hemen sonrasında ise gurur duruyordum. Çünkü tüm bu kötülüklere karşı ayakta duran onlar da, insandı.
Banu ve Umut'un arkasından ben de çıktığımda Batı'yı kahvaltıya çağırmayı planlıyordum. Dış kapıyı açmamla Batı'yı merdivenlerden çıkarken görmem bir oldu. O da beni fark edince durdu. Bir adım daha atmadan bana bakmaya başladığında gözlerim elindeki poğaça dolu pakete kaydı.
Gri sweatinin üstünde serbest bıraktığı siyah saçları ona ayrı bir hava vermişti ancak masumiyetinde değişen bir şey olmamıştı. Hala bir açıklama yapmak, diyeceğim bir şey var mı diye beklemek ve kendini suçlu hissetmek gibi duyguları yansıtıyordu.
Her şeye rağmen düne nispeten daha iyi görmüştüm. Bu bir krizdi evet ama geçmiş gibi görünse de her defasında iz bırakan bir acıydı. Şimdi ona tamamen eski haline gelmiş muamelesi yapabilir miydim?
"Yoksa tek başınıza mı kahvaltı edecektiniz?"
Kollarımı göğsümde bağladığımda otomatik olarak o suçlu durumuna düşmüştü. Bunu belli belirsiz bir tebessümle yapıyordum.
Batı düşündüğümden çok daha zekiydi. Bana misliyle muamele etti.
"Yoksa siz de tek başınıza kahvaltı hazırlamakla mı meşguldünüz?"
Onun da dudaklarına aynı ürkek tebessüm boy gösterdiğinde dudaklarımı ıslattım. Gafil avlanmıştım.
"Patatesli mi bari?"
"İki tanesi."
"Peki ya diğerleri?"
"Ne sevdiğini bilmediğim için her çeşitten iki tane aldım."
Dudaklarımdaki gülümseme çok daha yayıldığında utanarak yüzümü yere eğdim. O da gülümsedi ve çıkmadığı diğer basamağı da çıkarak bana doğru gelmeye başladı.
Başımı yerden kaldıramasam da bu kalbimin yerinden çıkacakmış gibi atmasını engellemiyordu. Geldiğini biliyordum. Bana geldiğini biliyordum.
Ayak sesleri...
Birbirine giren heyecan dolu nefesim...
Ve o...
Tam önümde durdu. Gözlerim askeri botlarında dururken o benden bir işaret bekliyordu.
Ya da...
Poşeti bana uzattığında hızla başımı kaldırıp ona baktım.
"Size afiyet olsun. Banu ve Umut kavga etmesinler diye zeytinliden fazlaca aldım. Rica etsem onlara paylaştırır mısın?"
Hayal kırıklığı ve müthiş bir hüzünle ona bakarken kahvaltıya kalamayacak olması beni çok üzmüştü.
Poşeti elime aldığımda hala hüzünle yüzüne bakmaya devam ediyordum.
Poşet onun elinden bana geçtiğinde ufak bir tebessümle geri döndü.
Gidiyordu.
Yo, hayır!
"S-sen? Nereye? Kahvaltı!"
Durup geri döndüğünde, gülümsüyordu. Gizli falan değil açıkça gülümsüyordu. İçtenlikle gülümsüyordu.
"Beni içeri almayacak gibi duruyordun."
"N-ne? Nasıl? Nereden çıkardın şimdi bunu?"
Masum bir çocuk gibi omuzlarını silkeledi ve dudaklarını çok az büzdü.
Tüm bunları ondan görmek şaşırtıcı olsa da, evet o Batı'ydı.
Birçok kişinin kendisi ile yakınlık kurmak istediği ve iç dünyasında tamamen yalnız olan Batı.
Güneşin sadece battığı ve doğmak nedir bilmediği için karanlıkta unuttuğu Batı.
"Pekâla," dedim derin bir nefes alarak.
"Kahvaltıya buyurmaz mısınız Beyfendi?"
İlk defa görüp görebileceğim şekliyle gözlerini yumarak tasdikledi. Uzun kirpikleri elmacık kemiklerini örterken bunun ona ne kadar yakıştığını asla tarih edemezdim tam manasıyla.
Onun bir kere daha bana doğru gelişini seyrederken bu sefer hızla kapıdan çekildim ve misafir terliklerinden bir tanesini önüne koydum.
Botlarını çıkarıp terliklerini giymesine rağmen benden bir hayli uzundu. İyice köşeye geçip rahat yürüyebilmesi için izin verdiğimde koridorda yürümeye başladı.
Bu bir rüyaydı.
Rüyaydı değil mi?
Yoksa Batı'nın benim evimde olması başka bir şekilde açıklanamaz.
İçeriden yükselen baba nidaları koridorda son bulduğunda kapıyı kapattım. Gülümseyerek onları izlemeye devam edip bir yandan da mutfağa doğru ilerliyordum. Poğaçaları masaya koyup yeniden aralarına döndüğümde Banu çizgi film seyrediyordu. Umut da Batı'nın koluna sarılmış çizgi film izlemeye çalışıyordu.
İkisi arasında daha önce böyle yakınlık görmemiştim doğrusu. Bu artık çocukluğu kabullenmesinden mi kaynaklıydı bilinmez ama Batı da eskisi kadar soğuk değildi sanki.
"Buyurun kahvaltıya geçelim."
Üzerimdeki önlüğe ellerimi silerken hepsine tek tek baktım. Sesimi duyması ile Umut ve Banu'nun yerlerinden fırlamaları bir oldu.
Umut önden koşarak "El yıkama sırası önce bende," diye bağırdı.
"Bana ne ya! Bana ne!"
Banu da onun arkasından bağırarak koştuğunda Batı'nın da hareketlendiğini gördüm. Ayakta onu beklerken misafir terliklerim ile evimde yürüyor oluşu bile hayal gibi geliyordu. Evet ben onun evine gitmiştim ama benim evimde olması bambaşka bir durumdu.
Tebessüm ederek yürümeye devam etti ve bana pek yaklaşmadan yanımdan geçip gitti. Onun geçmesi ile ona doğru dönmem bir oldu. Peşinden hızla giderken masaya herkesin oturmasını bekledim. Çay ve meyve suyu ikramı yaptıktan sonra huzurlu bir kahvaltının kapılarını açtım büyük bir istekle.
🔲🔲🔲
Oturduğum koltuktan mutlulukla üç saat önce olan şeyleri hayal ederken kendi kendime gülümsüyordum.
Batı'nın evime gelmesi, birlikte kahvaltı etmemiz, tatlı sohbetler...
Gitmişlerdi ama ben hala onların var olduğu şekliyle kalmıştım.
Gözlerimi kapatıp olanları hayal etmeye devam ederken telefonum çalmaya başladı. Batı aramayacağına göre o kadar da önemli değil diye düşünüyordum, ta ki Tolga Bey yazısını görene dek.
O da genelde aramazdı ve aradığında söyleyeceği önemli bir çift lafı olurdu mutlaka.
Oturduğum yerden hızla doğrularak telefonu açtım.
"Buyurun Tolga Bey. Tamam. Hemen geliyorum."
Üzerimdeki önlüğü şimşek gibi çıkarıp temiz birkaç parça ile kıyafetimi değiştirdiğimde evden çıkmıştım bile. Acil olarak ofise çağrılıyordum. Nedendir bilinmez bu beni korkutuyordu.
Bir taksiye atlayıp yola düştüğümde nedenini düşünüyordum. Ne olmuş olabilirdi ki? Ne olmuş olabilirdi?
Yaklaşık on beş dakika sonra şirket binasının önüne geldiğimde koşarak içeri girdim. Nefes nefese kalmıştım asansöre bindiğimde.
Ofisimin kapısı önünde dururken elim kapı koluna gitmeden "Toplantı salonundayız," dedi biri.
Bu sesi tanıyordum.
Gözlerim bu ses ile devrilirken bana bakmakta olan Semih'e baktım. Yüzünde pek bir ifade yoktu ama gözleri onu tanıdığım kadarıyla derinlere gizlenmiş özlemle bezeliydi. Bakışlarını bir türlü çekemedi benden. Ben yanından gelip geçtiğimde ancak kontağımız kesildi.
Ben önde o arkada yürürken onun varlığı beni rahatsız ediyordu. Onun bundan rahatsız olmadığı açıkça belli olsa da ben ondan oluyordum. Nefretle yakasına yapışmamak için kendimi zor tutarken nasıl rahatsız olmam?
Toplantı salonuna girdiğimde diğer herkesin zaten burada olduğunu gördüm.
Cumartesi neden gelmiştik şimdi?
"Gel Hande gel."
Tolga Bey'in bu sert ses tonu beni ürkütüyordu. Diğer herkes telaş içinde elindeki dosyalara bakarken "Senden ne haber?" diye sordu.
"Efendim?"
Derin bir nefes alıp şakakalarını sıktı.
"Semih bu kıza anlatmadın mı olanları? Neden hala bir şey bilmiyormuş gibi davranıyor?"
Kaçamak bakışlarla Semih'e baktığımda başını yere eğdiğini gördüm.
Ne oluyordu?
"Şirketimiz tehlike altında. Eğer haberin yoksa ben anlatıvereyim. Eğer büyük bir tedavi yöntemi ile ortalığa çıkamazsak yok olacağız. Finlandiya ile yaptığımız yarışmada en çok tedavi geliştiren onlar oldu ve biz...kaplumbağadan daha beteriz. Bilmem anlatabildim mi?"
Bunun benimle ne alakası vardı ki?
"Sen ne yaptın? Hani şu hasta çocuk ne durumda?"
Batı'dan bahsettiğini anlar anlamaz korku ile Tolga Bey'e baktım. Korktuğumu anlamış olacak ki kaşlarını çattı.
"Ne o? Bir gelişme kaydedemediniz mi? Çocuk gelmek istemiyor mu?"
Bakışlarımı hizaya almak için yere indirdiğimde kekeledim.
"Ha-hayır efendim. İyi gidiyoruz."
"İyi gitse iyi edersin."
Uyarı dolu ses tonu devam ediyordu.
"Semih bu işte senden daha ileride. Bildiğim kadarıyla o hasta çocuğu önceden beri takip ediyormuş. İnstagram hesabını çoktan beri takip ettiğini gördüm."
Ne?
Gözlerim hızla Semih'inkileri bulduğunda onunkiler bir suçluyu andıran şekliyle telaşlıydı. Anlaşılan o da gafil avlanmıştı. Batı'yı gerçekten önceden beri takip mi ediyordu?
O zaman...
O zaman!
"Yani o çocuğu sen bulmuş falan değilsin. Eğer bir tür vicdan azabı falan çekiyorsan çekme. Muhtemelen Semih takip ettiği için ve sen de Semih'i takip ettiğin için onun videosu senin keşfetine düştü. Yoksa sen de bulamazdın onu."
Tolga Bey'in sözleri bir mıh gibi beynime çakılırken, Semih kaçacak delik arıyordu. Yakalanmış olmanın verdiği telaşla derin nefesler alıyor, alnında türeyen terleri yok etmeye çalışıyor bir an önce ortadan kaybolmak istiyordu.
Birileri çağırıyordu. Bir münâdi sesleniyordu. Hissediyordum ama duyamıyordum. Münâdinin sesi kesilmişçesine tık çıkmıyordu. Yalnız sesleniyordu işte. Lâl münâdiden gelen bu sessiz çığlık intikam çağrısından başkası değildi. İçimde alevlenen korlar ağır ritimle büyük tenekelere şiddetle vuruyordu.
Elimdeki kağıdı avucumun içinde sıktıkça sıktım ve bu her şeyin başladığı o günlerde bana yalan söyleyen, ben Batı'nın videolarından bahsederken sanki hiç görmemiş gibi davranan, uzun süredir pençeleri arasına aldığı bu aileye eziyetini sürdüren insana tüm nefretimle bakmaya devam ettim.
Açığa çıkaracaktım elbette. Onu rezil edecektim elbette. Ama her şeyin bir vakti vardı. Şimdi Batı mevzusunu halletmeliydim öncelikle. Sonrasında onun da icabına bakacaktım.
Tolga Bey'e mantıklı bir açıklama yapmak için hazılanırken bir sonraki atacağım adım hakkında da zihnimin bir köşesinde tefekkür etmeye başladım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.01k Okunma |
273 Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |