30. Bölüm

30. Bölüm

Hacer Kübra Gümüş
hakugu

 

 

 

 

Ö K F

🔲🔲🔲

 

 

 

Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍

 

İnstagram hakugu

 

 

 

Güllerin zehirli olanları vardır...

 

Güller zehirli mi olurmuş?

 

Olur.

 

Çok sevdiğiniz insanlar birer güldür.

Mis kokularına alışıp hayatınızın merkezine oturtursunuz. Güzellikleri ile başınız döner ve varlıklarına alışırsınız.

 

Sonra birden yokuşa sürülür her şey.

 

O gül bildiğiniz insan, size zehir olmaya başlar. Öldürücü bir zehir olup tüm damarlarınıza yayılır. Yenilir ama yutulmaz. Boğazda bir düğüm bırakır anıları.

 

Bunun gibi insanlarla hepimiz bir kere de olsa karşılaşmışızdır. Gül bildiklerimiz zehirleri ile bizi öldürdüklerinde, yaşama tutunacak bir dalın varlığı için çırpınıp dururuz.

 

Semih de benim için zehirli güllerden biriydi. Ondan ayrılmak, uzak durmak, tamamen silmek değildi mesele.

 

Zehirli anılar...

 

Gül bilip merkezime koyduğum zehrin beni yavaşça öldürmesi.

 

Günler günleri kovalıyor, hayatım çok daha sıkı ve tedbirli bir hal almaya başlıyordu. Mesela artık Semih'le baş başa bir yere kalmaya korkuyordum. Ofiste eğer ikimizden başkası yoksa kalkıp kafeteryaya ya da seans odasına gidiyordum. O da tüm bu hareketlerimin farkındaydı ama bir şey demiyordu. Bilmem belki anlayışlı davranmaya çalışıyordu, belki de elinden ne geleceğini bilemiyor oluşu onu böyle bir çaresizliğe sürüklüyordu.

 

Çaresizlik demişken, ona sempati beslediğim için değil, keşke tamamen çaresiz kalsa da çaresizlikten dolayı kendinden nefret eder hale gelse. Keşke ben ondan intikam almadan hemen önce o kendi kendini terbiye ediyor olsa.

 

Evet bunları diliyordum. Alacağım intikamdan çekindiğimden değil, bu intikamın bir ucunun mutlaka bir şekilde Batı'ya da dokunacak olmasından çekiniyordum. Bundan ölesiye kaçınıyordum ama hissedecekti. Belki zarar bile görebilirdi. O aileye saldırdığım gün, Batı'nın da haberi olacaktı. Mutlaka olacaktı.

 

Tek başıma oturduğum kafeteryanın masasına koyduğum kahve bardağını bir kere daha elime aldığımda karşımdaki sandalyeye biri oturdu. Hızla kim olduğuna baktığımda Tolga Bey olduğunu gördüm.

 

Elindeki su şişesini sallayarak gülümsedi.

 

"Afiyet olsun Hande."

 

"Teşekkür ederim Tolga Bey."

 

Yerimden kalksam ayıp olabilirdi. Bu yüzden biraz daha beklemeye karar verdim.

 

"Seni rahatsız ettiğim için özür dilerim ama," dedi dudaklarını ciddi bir şey söyleyecekmişsine düz bir çizgi haline getirerek.

"Şu hasta çocuk. Batı. Onu senden alsak nasıl olur?"

 

Şaşkınlıkla gözlerim açıldığında ne dileyeceğimi bilemedim bir an. Benim düşüncelerim ile karşıma çıkan şeyler tamamen farklı oluyordu. Batı'yı benden almak da neyin nesiydi. Eğer alırlarsa tamamen biterdi her şey. Artık benden çıkardı ve iş kontrol edemeyeceğim bir hale bürünürdü.

 

Elim kahve fincanını titreyerek tutarken "Semih senin için endişeleniyor," dedi. Bunu demesiyle her şey yeniden anlamlandı. Daha doğrusu manasız bir hal aldı.

 

"Dediğine göre bu çocuk sana çok zarar veriyor zihinsel olarak. Yani evet bir psikologsun ve güçlü olduğuna da inanıyorum ama bilirsin, bazen içimizdeki güç tükenir. Ve o tükendiğinde yapacak bir şey yoktur. Eğer böyle bir şey yaşıyorsan, onu senden alalım. Hem bu süreçte sadece kendine değil ona da zarar verirsin. Hastalarımızla duygusal bir bağ kurmamalıyız Hande. Beni anlıyorsun değil mi?"

 

Kahve fincanı titremeye başlayınca türeyen ellerimi geri çektim. Ne demek istediğini gayet net bir şekilde anlıyordum ki bu sadece Semih'in isteği değildi. Tolga Bey'in çıkarımları da vardı ki, o kadar da kulak ardı edebileceğim konular değildi.

 

"O çocuğu sevmek doğru bir yok değil."

 

"Ona acımadığını biliyorum ama bu yanlış Hande."

 

"Eğer bir bağ olursa aranızda kuruma gelmesi çok daha zor olur."

 

"Üzgünüm. Keşke hiç seni bu işe başlatmasaydık."

 

Yürüyen bir ölü gibi sadece Tolga Bey'i dinlerken ne tepki verdiğimi hatırlamıyordum. Boş koridorda yükselen ayak seslerim, ne manaya geldiğini anladığım sözlerden ötürü acı çığlıklar gibi ritimlililerdi.

 

Hatıladığım tek şey bir hafta mühlet istememdi.

 

"Bir hafta!" demiştim Tolga Bey'e.

"Bir hafta süre istiyorum. Batı'yı getireceğim. Eğer ben getiremezsem, o zaman çekilirim."

 

Bunu neye dayanarak demiştim bilmiyorum ama son isteğim batan gemide hayatta kalma çabalarımdan biriydi sadece.

 

Ofise geldiğimde gözlerim Semih'le buluştu.

 

Donuk bakışlarım yüzünde gezinirken geri yürümedim ve ileriye doğru gitmeye devam ettim. Uzun süredir ilk defa ona doğru yürüyor oluşuma şaşırıyor olmalı ki bilgisayardaki işini bırakıp bana bakmıştı.

 

Yürüdüm. Yürüdüm. Yürüdüm.

 

Ne yaptığımı, hangi amaçla yaptığımı ben de bilmiyordum ama yürümeye devam ediyordum.

 

Muhtemelen bir ruhu andıran halim onu telaşlandırmış olacak ki ayağa kalkıp huzursuz bakışlarla bana bakmaya başlamıştı.

 

Tam önüne geldiğimde durdum.

 

"Hande neyin var? Ne oldu?"

 

Ona cevap verecek değildim. Tek bir amaç için gelmiştim. Biraz önce amaçsız olduğumu düşünsem de zihnimin bir köşesinde bastırılmış yalvarma isteği gün yüzüne çıkmıştı. Kimine göre acizlik gelebilir ama sevdiğim kişi için bunu yapmaktan geri durmayacaktım. İşler iyice çığrından çıktığında keşke bir de bunu yapsaydım dememek için yavaşça çömeldim ve dizlerimi yere koydum.

 

Çatık kaşları ile ne yaptığımı anlamaya çalışırken mırıldandım.

 

"Yalvarırım."

 

Ne diyeceğimi anlamış olacak ki bıkkınlıkla bir nefes verdi ve "Kalk Hande," diye seslendi.

 

"Yalvarırım onu serbest bırak."

 

Yumruğunu ve dişlerini sıkarak bir kere daha seslendi.

 

"Sana yerden kalk dedim."

 

"Onu ve ailesi ile uğraşma artık. Yeterince acı çektikler. Lütfen bırak. Yalvarırım. Sana yalvarırım."

 

Gözlerimden akan yaşlar yamaklarından süzülürken onun da gözleri dolmuştu.

 

Her iki yumruğunu da sıkmış, sinirden kıpkırmızı olmuştu.

 

"O," dedim dudaklarımı ıslatarak.

"Bir darbeye daha katlanamaz. Uzaklaşmamı istiyorsan uzaklaşırım ama o aileye dokunma artık lütfen. Yapma bunu."

 

İyice kendinden geçince masasının üstündeki tim her şeyi yere atmaya başladı. Laptop yanımda kırılınca o da yere çöktü. Ellerim dizlerimde titriyordum. Korkuyordum. Ölesiye korkuyordum. Kabul etmemesinden, Batı'ya daha kötü şeyler yapmasından, ölesiye korkuyordum.

 

"Sen böyle yapınca ben başka ne yapayım?"

 

Çaresizce sorduğu soru kan çanağına dönmüş gözlerimle ona bakmama neden oldu.

 

"Hayatta tek istediğim kişi senken, sen de bunu yaparsan ben başka ne yapayım?"

 

Ağlayışı beni daha çok korkutuyordu. Anlayamıyordum. Gerçekten mi ağlıyor yoksa biraz sonra çıkaracağı sinirini bastırmak için mi ağlıyor. Öyle bir muammaydı ki, beni ölesiye korkutuyordu. Karşısında titreyerek dururken dudaklarından çıkacak iki kelimenin köleliğini yapıyordum.

 

"Sen böyle yaptıkça, ona daha çok acı çektiresim geliyor. Sen ona gittikçe, onun kollarını kesesim geliyor. Yok edip, hiç olmamış gibi..."

 

"Yeter!"

 

Çığlık attığımda daha çok titremeye başlamıştım. Emin değilim ama bir kriz başlangıcı olabilirdi. Kendimi durduramıyordum zira.

 

"Yeter! Yeter!"

 

Saçlarıma giden ellerim onları çekiştirmeye başladığında gözlerimi kapatmıştım.

 

"Hande! Hande sakin ol. Kendine gel tamam!"

 

Semih'in sesi kulağımda yankılanırken ben onu duymuyormuşçasına bağırmaya devam ediyordum. Bile isteye yapmıyordum. İçimden gelen, içimi yakan, yaktıkça kavuran bir acının can bulmuş haliydi.

 

Etrafım kalabalıklaşmaya başlayınca tahmin ettiğim cümleler yükseliyordu.

 

"O çocuk hasta etti. O deli çocuk yüzünden bu hale geldi."

 

"Şşt böyle söyleme Yeşim, Hande o çocuğa laf söyletmiyor."

 

"Hande nerede?"

 

"Burada Tolga Bey."

 

"Bilinci yerinde mi?"

 

"Gözleri açık sadece."

 

"Sanırım bir şeye çok üzülüyor. Birine ya da bir olaya. Kriz geçirdi. Daha önce kronik bir hastalığı yokmuş ama derin hüznün buna neden olduğunu düşünüyoruz. Psikoloji çökme yaşıyor şu an."

 

"Hande. Beni görüyor musun Hande?"

 

Önümde duran Tolga Bey'e bakmaya devam ediyordum ama ne gözümü kırpıyor ne de bir şey diyordum. Buna gücü yoktu. Ya da bir kukla gibi oynatılıyordum.

 

Hayır!

 

Kendime gelmeliyim.

 

Daha Batı'nın intikamını almadım.

 

Ondan önce çökemem.

 

Bu kadar dayanıksız olamam.

 

Kendine gel Hande!

 

Oturduğum yerden destek alıp ayağa kalktım.

 

"Hande otur. Nereye gidiyorsun?"

 

"İyi değilsin Hande!"

 

Kulağıma dolan sözlere belli belirsiz "İyiyim," diye cevap verdim sadece.

 

Sağa sola attığım dengesiz adımlarla yürümeye devam ettim.

 

Bir amacım vardı.

 

Yürümem gereken bir yol.

 

Benim kötü olduğumu görüp, Batı'yı benden almalarını istemiyordum. O zaman ona nasıl davranacakları belli olmazdı. Hayır, bunu ona yapamam.

 

Arkamdan yükselen seslere kulak asmadan yürümeye devam ettim. Boş koridordu, kısmen dolu asansörü, şirketin önüne geldiğimde başım bir kere daha döndü ancak kolumdan tutan kişi ile dik durabildim.

 

Hızla beni tutan kişiye baktığımda yüzünün bir bölümünü kapatan başındaki siyah şapkası ile Can'ı gördüm.

 

"Can..."

 

"Şşşt!"

 

Onun desteği ile şirketin yanındaki kafeye girdiğimde başımı masaya atarcasına koydum.

 

Temkinli elden bırakmadan etrafı gözleyen Can ise ikimiz için birer ayran söylemişti. Başını sağa sola sallarken bana kızıyordu muhtemelen.

 

"Söylesene kahvaltı ettin mi?"

 

Masadaki başımı yavaşça sağa sola salladım.

 

"Dün akşam yemeği?"

 

"Bir sandviç yedim."

 

"Öğle yemeği?"

 

Yine olumsuz cevap.

 

"Ah! Bir de intikamlar almaya kalkıyorsun."

 

Başımda yaşlı nineler gibi söylenmesi hem komik hem de koruyucu bir tavır sergilediği için hoştu. Aç olduğum için olsa da yorgunluk da cabasıydı. Batı'yla karşılaştığımdan beri doğru dürüst uyuyamıyorum ki. Onun dertlerini ta içimde hissediyor, adeta yaşıyordum.

 

Ayranlar geldiğinde masaya iki kere burdu Can.

 

"Hanım hanım, kalka da bir şeyler iç!"

 

Gülümseyerek başımı yavaşça kaldırdım.

 

"Benimle dalga geçme. İyi ki bi bayıldık."

 

"Bu basit bir şey değil biliyorsun değil mi? Kronikleşebilir."

 

Haklıydı ama yaramaz bir çocuk gibi omuzlarımı silkelemekten ötesini yapmadım.

 

Ayran bardağını iki elimle tutup kocaman bir yudum aldığımda yanaklarım ayranla doldu. Ayranı hep severdim. Hastayken daha da iyi geliyordu.

 

İkinci bir yudum dağa almıştım ki Can eğilip bana yaklaştı.

 

Ağzıma giren saçlarımdan iki teli yavaşça ayıklarken ağzımda dolu ayranla ona bakmaya başladım.

 

Yüzünde yeni yeni çıkmaya başlamış sakalları, alt dudağında da bir piersingi vardı. Daha önce bu piersingi gördüğümden şüphe etsem de onun gözleri de benimkileri bulduğunda işin seyri değişti.

 

Tuhaf bir ortam, tuhaf hisler ikimizi de aldığında bakışlarımı çevirdim. O da yüzümde olan elini geri çektiğinde yavaşça yerine oturdu.

 

Her ikimiz de gözlerini yere indirip bir süre konuşmadık. Sonra aynı anda söz aldık.

 

"Aslında..."

 

"Ben..."

 

Ağzımız açık bir şekilde bu tuhaf ortamın bizi sekteye uğratmasına maruz kalırken eli ile işaret edip söz hakkını bana verdi.

 

"Ben iyiyim."

 

Kısaca söylediğimde devamını getiremeyecekmişim gibiydi.

O da konuşmadı. Ayranlar yarım kaldı, sözlerimiz gibi. Tuhaf bir sessizlik her ikimizi de sardığında bunun doğru olmadığını biliyordum.

 

Yavaşça çantama uzanıp elime aldığımda bana baktı.

 

"Kalkıyor musun?"

 

Başımla tasdikledim.

 

O da kalktı. Ücreti masaya bırakır bırakmaz tedirgin bir halde beklemeye başladı. Can'a güvenmek istiyordum. Bunca kötülüğün arasında, hiç değilse ona güvenmek istiyordum. Tuhaf bir şeyler olmuş olsa da ona kötü davranmak istemiyordum.

 

"Teşekkür ederim."

 

Hafif bir tebessümle teşekkürümü ettiğimde ürkek bakışlarla bana bakıp gülümsedi.

 

Muhtemelen o da beni rahatsız etmek istemiyordu. Aynı ürkeklik onda da vardı. Ve büyük ihtimal tuhaflığı o da hissetmişti.

 

Bir kere daha tebessüm edip çıkış kapısına doğru yönelmiştim ki "Hande!" dedi.

 

İsmimi söylemesi ile durmam ve yavaşça arkamı dönmem bir oldu.

 

"Dikkatli ol."

 

Bunu öyle samimi bir sesle söylemişti ki, aynı samimiyet ve şefkatle ona gülümsemeden edemedim.

 

"Olurum."

 

Daha fazla beklemeden kafeden ayrıldığımda temiz havanın yüzüme yansıyan rahatlatıcı tınısı çok iyi gelmişti. Belki de kendimde değildim. Hala atlattığım krizin etkisi devam ediyordu. Yoksa birden bire eklenen bu tuhaf hissin bir anlamı olamazdı.

 

Her şeye rağmen insanlık hali.

 

Güllerden biri eksilince hayatımızda, kim bilir belki de onun yerini doldurma gayreti içindeyimdir.

 

Bunu sürekli tekrar etmekten sıkıldım ama Semih'in boşalan yerini Can ile doldurmaya çalışıyor olabilirim. Ve bunu istemsizce, bilinçsizce, ayarlanmışçasına, etkisiz bir eleman olarak yapıyorum.

 

Bir kere daha otobüsü seçtim.

 

Yine içsel bir yalnızlık içindeydim. Kalabalığa ihtiyacım vardı. Beni bu yalnızlık çukurundan çekip çıkaracak bir kalabalık...

 

Otobüse biner binmez müthiş bir yağmur bastırdı. Dışarısı bahar yağmurlarını yaşarken, kıyameti andıran bir tablo sergiliyordu bize.

 

Otobüsün sıcaklığına alışmış bir şekilde birkaç durak gitmiştim ki bir bindi.

 

Yağmurdan tamamen ıslanmış, elindeki malzemeler de nasibini almış, bir miktar da ağlamış bir yaşlı adam. Onu görür görmez yerimde kıpırdandım. Esasen içimde tamamen sarsıldım.

 

Siyah lastiklerinden çamurlu sular akarken şoför bu haline birkaç laf söyledi ama o bir şey demeden ayakta beklemeye başladı.

 

Onu öylece direğe tutunmaya çalışır halde görünce içimde binlerce kağıttan evler ateşe verildi bilemezsiniz.

 

Çareler düşündüm. Binlerce, onbinlerce çare.

 

Çantamı açıp her şeye rağmen kullanmak için sakladığım poşetlerden birkaçını çıkarıp uzunca bir hale gelene kadar parçaladım ve oturduğum tekli koltuğu poşetle kapladım. Muhtemelen ıslak olduğu için oturmak istemiyordu. Belki böylece otururdu.

 

Elindeki sepete baktım.

 

Çeşitli otlar vardı. Hepsi yağmurdan ıslanmış, kendinden geçmişti.

 

Hüzünle camdan dışarı bakan yaşlı adam için daha neler yapabilirim siye düşünürken ayağa kalkıp yanına yaklaştım.

 

"Efendim lütfen şuraya oturun."

 

Poşetle kapladığım koltuğu görünce yüzünde bir aydınlanma oldu. Bakışlarındaki gülücükle bana teşekkür ederken ona yardım edip oturmasını sağladım.

 

Sonra gidip sepeti de alarak önüne geldim.

 

Dileğim malzemelerini de satın almaktı.

 

"Efendim eğer izin verirseniz malzemelerinizi de satın almak isterim."

 

Gülümseyerek sepetine baktığında "Onlar satılık değil evladım," dedi.

 

Şaşkınlıkla baktığımda "Kendim topladım. Oğlum için. Sevgili oğlum için," dedi.

 

Düşündüğüm kadar kötü bir durumda olmadığını anlayınca biraz da olsa içim rahatlamıştı.

 

"Oğlun buralarda mı oturuyor?"

 

"Aslında," dedi camdan dışarı bakarak.

"Tam olarak nerede oturduğunu bilmiyorum. Sadece burada bir market var. Oraya bırakacağım. Orada çalışıyor."

 

Gözlerim tanıdık bir şey bulmuşçasına açılırken "Yoksa oğlunuzun ismi Batı mı?" diye sordum.

 

Şaşkınlıkla bana baktı.

 

"Tanıyor musun onu?"

 

"E-evet. Ama onun akrabası..."

 

"Demek tanıyorsun onu."

 

Memnuniyetle bana gülümsedi.

 

"Her hafta gelip ihtiyacımızı karşılar. Bizim hanım da onu görmek istiyor ancak yatalak olduğu için kalkamıyor. Ben de hazır bahar gelmişken taze otlar toplayıp ona getireyim demiştim. Allah ondan razı olsun kızım, çok iyi bir insan değil mi?"

 

Batı'nın daha önce birçok kişiye yardım ettiğini görmüştüm. Ve bu da bir diğeriydi. Anlaşılan evinin yakınında olup da ihtiyaç sahibi olan herkese yardım ediyordu. Bir kere onunla gurur duyarken sepeti aldım elime.

 

"Dedeciğim Batı geceleri çalışıyor orada. Sen bekleme o zamana kadar. Bu yağmurda da ıslanma. Ben ona veririm olur mu?"

 

Bir kere daha memnuniyetle karşıladığında ben de sevinmiştim. Hiç değilse bunu yapmalıydım onun için. Sevinçle sepeti elime aldığımda evimin olduğu durağa da gelmiş olduğumu anladım.

 

Dedeye son kez selam veril otobüsten indiğimde yağmurun altında ıslanmaktan başka çarem yoktu.

 

Hızlı da yürüsem, yavaş da yürüsem ıslanıyordum. Bahar yağmuru olduğu için normal yürüyüşle eve doğru gitmeye başladım.

 

Batı işten gelmiş olamazdı. Ben de o zamana kadar kurulanıp beklerdim. Onun da işten geldiği vakitte sepeti ona verirdim.

 

Binanın içine girdiğimde müthiş bir küf kokusu aldı her yeri. Eski binanın demirlerinden geliyordu muhtemelen. Ya da başka bir şey bilemiyorum. Her şekilde eskiydi bina. Kim bilir kimlere ev sahipliği yapmıştı. Kimin acısına ortak, sevincine yuva olmuştu. Kime cehennem kime güllük gülistanlık bir bahçe.

 

Ne zaman bir harabe görsem hep aklıma bu sorular gelirdi. Şimdi o harabelerden birinden benim de oturuyor olmam ve bunu şimdi bir anda fark ediyor olmam çok tuhaftı. Tuhaf bir histi. Bugün ne kadar da tuhaf hislerle hemhal oluyordum böyle.

 

Elimi duvarın sıvası dökülmüş dokusuna sürterek yürümeye başladım.

 

Parmaklarım krem boya ile kaplanırken, merdivenlere ulaşmıştım bile.

 

İlk geldiğim gün Batı'nın Umut'u aşağıdaki depoya götürüşü, benim korkula peşinden gitmem, babası olduğunu öğrenmem ve bir bir açığa çıkan tüm gerçekler...

 

Kendi dairemin önüne geldiğimde, belki de asla oturmak istemeyeceğim bu binada ne kadar anımın biriktiğine baktım. En az eski sahipleri kadar benim de anım vardı. En az eskiler kadar...

 

Evime girip sepeti kenara koydum ve kıyafetlerimi çıkarıp bir havlu ile saçlarımı kurutmaya başladım. Sevdiğim pijamalardan birine üstüme geçirdiğimde mutfağa girdim. Yiyecek bir şeyler ayarlarken aklıma Can'ın hafif sert tavsiyeleri geldi.

 

Gülümseyip daha fazla yiyecek bir şey bakarken göz göze geldiğimiz an da geldi gözümün önüne.

 

Buz dolabının sebze bölümüne mi bakıyordum, Can'ın gözlerine mi ayrım edememiştim o an.

 

Başımı hızla sağa sola sallayıp bu zihinsel hayali yok ettiğimde yanlış düşünceler içinde oluşum için kendime kızdım. Bir an önce kendime gelmeliydim. Bana iyi davranan birine hemen yelkenleri mi indirecektim? Onu dost yerine mi koyacaktım? Semih gider gitmez yerine birini mi koymalıydım? Ne yani hiç dostum yoksa ne olmuş? Olmasın. Herkes dostu ile mi ayakta? Benim dostum zehirli bir gülse ne olmuş? Ben ona gerekli değeri verdim mi verdim.

 

Peynir, domates, salatalık, maydonoz ve biraz da marul çıkarıp kendime bir sandviç yaptım. İçecek bir şeyle yemeye başladığımda daha az düşünmeye ve daha çok eylem yapmaya karar verdim.

 

Öncelikle bugün yaptığım o yalvarma işi...

 

Ağzımdaki lokmayla çığlık attığımda kendimden utanıyordum.

 

Böyle bir şeyi yapmak aptallıktı.

 

Semih'e yalvardığım için değil, onun Batı'ya yararının olmayacağını düşündüğüm içindi.

 

İkinci bir lokmada yeniden çığlık attığımda biraz daha kendime geldiğimi hissettim.

 

Tüm sandviç bittiğinde meyve suyu da bitmişti. Zaten Batı'nın dönüş vakti de gelmişti. Yerimden kalkıp masayı topladım ve başımdaki havluyu çıkarıp saçlarımı kuruttum. Üzerimde daha ciddi bir şeyler giydiğimde hazırdım. Koridordaki sepeti elime alıp dış kapıyı açtım. Ayakkabılarımı terlik gibi ayağıma geçirip Batı'ların kapısını çaldığımda içeride bir koşuşturmaca oldu.

 

Kendi kendime büyük bir mutluluk içinde beklerken kapı hızlı ve sertçe açıldı. Hem Banu hem de Umut bana hızlı bir hoş geldin dedikten sonra ayakkabılarını giymeye başladılar.

 

Ne olduğunu anlayamadan onları izlerken Banu sevinçle "Yaşasın Mihenk geldi!" diye bağırdı.

 

Mihenk?

 

Bu ismin tanıdık hali içimde huzursuz bir his yayarken Banu merdivenlerden inmeye başlamıştı bile. Umut hala ayakkabısını giyiyordu.

 

"Kim geldi Umut? Ne oluyor?"

 

Bir yandan ayakkabısını giyip, bir yandan da bana bakarak "Kusura bakma Serseri. Seninle de ilgilenemedik. Ama Mihenk geldi," dedi.

 

"Mihenk mi? O da kim?"

 

Yutkunarak cevabımı beklerken, acı bir sözün tüm duyularımı yok edeceğini biliyordum. Hissetmiştim. İnsan hisseder.

 

Nihayet ayakkabısını giyen Umut bana döndü.

 

"Mihenk mi?" diye sordu.

 

İsmini her andığında yüzünde oluşan tebessüm ve mutlu ifade daha çok yakıyordu canımı. Kıskançlıksa evet bunun adı kıskançlık.

 

"O çok iyi bir insandır. İyi kalplidir. Güzeldir. Sevimlidir. Ayrıca babamın da nişanlısı."

 

Elimdeki sepet istemsizce düştüğünde olduğum yere mıhlanmıştım.

 

Babasının nişanlısı...

 

Batı'nın nişanlısı!

 

Umut'a çok da belli etmeden sepeti yerden kaldırdığımda onun da merdivenlerden gidişini izledim. Hem Banu hem Umut ikisi de seviyor olmalıydı Mihenk denilen kişiyi. Son anda aklıma gelen şekliyle Batı'nın haftalar öncesinde canlı videosunda kendisinden bahsettiğini anımsamamla gözlerimin dolması bir oldu.

 

Tabii ya, oydu.

 

Mihenk.

 

Hüzünle daireme girerken elimdeki sepeti ne yapacağımı düşündüm. Kapılarına koymalıydım. Koydum da. Kendi evime girdiğimde de kendimi camın perde arkasında buldum.

 

Oradaydı.

 

Açık kahve saçlı, güzel yüzlü bir kızdı.

 

Batı'ya sarılıyordu.

 

En çok canımı yakan ise Batı'nın da ona sarılmasıydı.

 

Titreyen çeneme engel olamazken Banu ve Umut'un sevinç dolu kahkahaları doldurdu kulağımı. Müthiş bir hüzün tüm damarlarımı sararken, bakışlarımı yere indirdim ve tuhaf hislerden sonuncusunu da yaşamış oldum.

 

Bu, bugüne yaşadığım ve tattığım en acı olaydı.

 

Bu dayanabileceğimin çok çok üstündeydi.

 

Bu, benim kıyametimdi.

Bölüm : 20.01.2025 21:11 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...