
Ö K F
🔲🔲🔲
Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍
İnstagram hakugu
Gecenin soğuk koynunda tir tir titrerken, aldığım nefes boğazımı yakıyordu. Şimdi her şeyi bırakıp, ailemin yanına gitmek geçiyordu aklımdan.
Kaçmak...
Her şeyden. Herkesten. Kaçıp kurtulmak.
Amacım?
Lambayı yakmadan oturduğum ikili koltuk fazladan rahat gelmişti. Yorulmuştum belki de. Bedenen olan bir yorgunluk değildi bu. İçin için yavaşça tüketen acımasız bir virüs gibiydi.
Gözlerim televizyondaydı ama televizyon açık değildi. Kendimi seyrediyordum görebildiğim kadarıyla. Siyah beyaz. Gri. Çoğusu karanlık.
Yaptıklarım. Yapacaklarım. Neredeyim?
Merdivenlerden gelen sevinç dolu sesler beni bir kat daha halsiz bırakıyordu. Neden? Batı'yı benden aldığı için miydi bu halim, yoksa zaten benim hiç olmadığını anlamak mı zoruma gitmişti?
Nedeni ne olursa olsun canım yanıyordu. Üzülüyordum işte.
Yastık olmadan iki elimin üstüne yattım. Dizlerimi de karnıma çekip iyice kabuğuma çekildim. Bir kaplumbağa gibi. Sahi kaplumbağalar da bir tehlike anında böyle yapıyorlardı değil mi?
Gözlerimi kapattım yavaşça.
Bugün çok ağladığım için gözlerim nemlenemiyordu bile. Gözyaşlarımı yavaşça kurutuyordum. Kurak bir çölü andırıyordu iki okyanusum.
Derin bir nefes aldığımda uykunun şefkatli kollarına kaptırdım kendimi.
🔲🔲🔲
Telefonun ısrarla çalan sesi ile irkildiğimde yattığım yerden kalkmadan elimi masanın üstündeki telefona uzattım ve kulağımın üstüne koydum.
"Hande abla?"
Arayan Melisa'ydı. Stajyerlerden biri.
"Söyle Melisa?"
"İşe gelmeyecek misin?"
"Hım?"
Hızla gözlerimi açtığımda güneşin çoktan doğduğunun farkına vardım. Saat on bire geliyordu ve ben hala uyuyordum öyle mi?
"A, ben, hemen..."
"Sakin ol Hande abla. Tolga Bey dinlenmeni söyledi. İki gün izin verdi. Seanslarını iptal ettik. Sadece sesini duymak için aradım yoksa mesaj atmamı rahatsız etmememi söylemişlerdi."
Elim dağınık saçımın içinde kaybolurken telefondan gelen bu ses biraz olsun rahatlatmıştı beni. Tam da istediğim gibi. Hayır bunu dilememiştim ama çok iyi gelmişti.
Telefon kapandığında yine televizyona baktım. Ben vardım. Baş rolü aldığım ilk yandan bu ana kadar tek ben oynuyordum. Belki de hep ben oynayacaktım. Çabalarım, gayem tamamen beyhudeydi. Amansız bir ümitsizliğin sardığı zihnim bundan kolay kolay kurtulamayacak gibiydi.
Kalkmanın bir anlamının olmadığını düşünüp yeniden yattım.
Gözlerimi kapattığımda nemlenmişti.
Dün gece belki yeterli gözyaşı yoktu ancak üzerinden saatler geçince yerine yenileri eklenmişti. Yalnız acıyordular. Tuzlu gözyaşları artık yakıyordu canımı. Ağlamak istemiyordum ama elimde değildi.
Bir kere daha derin nefes alıp uyumaya çalıştım.
Bir gibi uyandım. Yeniden uyudum. Üçte uyandım. Bir kere daha uyudum. Yedide uyandım. Yeniden uyandım. Saat dokuzda uyandığımda, müthiş bir susuzlukla kıvranıyordum. Aynı zamanda üşüyor ve terliyordum. Hasta olmuştum belli ki.
Kanepeden destek alıp mutfağa gittiğimde sudan başka bir şeyin kalmadığını gördüm. Ama ben daha ferahlatıcı bir şeyler istiyordum. Hava çoktan kararmıştı. Her şeye rağmen içimi kasıp kavuran bu yakıcılığı bastırmanın da başka yolu yoktu.
Dışarı çıkıp içecek bir şeyler almalıydım. Üzerime kalın bir hırka alıp evden çıktım.
Ayakkabılarımı giyerken karşı dairenin önünde duran topuklu ve şık ayakkabılar dikkatimi çekmişti. Demek böyle biriydi Mihenk. Güzel.
Kuruduğu için bembeyaz olan dudaklarımı ıslattım ve yürümeye devam ettim. Kollarımı göğsümde çapraz birleştirip sarsak adımlarla merdivenden indim.
Apartmanın girişini çıktığımda ayaklarım tanıdık bir yere gidiyordu. Bunu istemsizce yapıyordum ama yapıyordum sonuçta. Yürüdükçe, yaklaştıkça susuzluğum gidecekmiş gibi...
Kapanmasına az bir vakit kalmıştı. Belki de kapanmıştı. Yine de gidiyordum işte. İçimi ferahlatacak bir şeyler için gidiyordum.
Kalabalık sokaklardan, insanlar arasından geçtim. Kararan havada uçuşan yarasalara denk geldim. Sokak lambalarının loş ışıkları ile kendime geldim ve nihayet gelmek istediğim yere de geldim.
Kapalı yazıyordu ama dinlemeden içeri girdim.
Reyonlardan birini yerleştiriyordu.
"Kapa..."
Kelimesini tamamlayamadan durdu. Beni fark etmişti anlaşılan. Üşümeye devam ederken altılı gazlı içeceklerden birini alıp yürümeye başladım. Peşimden geldi.
Kasaya geçtiğinde bana bakıyordu ama ben ona bakmıyordum. Başa dönmüştük sanırım. O ilk günlerde de ben Batı'ya bakıyordum, o bana bakmıyordu.
Altılı içeceği elimden alıp makineye tuttu. Tüm bu işlemleri yaparken gözü bendeydi ama bir kez bile olsun ona bakmamıştım. Buna hakkım yok gibiydi.
Sanki işlem uzadıkça uzuyordu. Normalde birkaç dakika süren ödeme işlemi sürdükçe sürdü.
Uzun uzun klavye sesi geldi kulağıma. Makinenin bozulası tutmuştu kim bilir? Karşısında beklerken bile ferahladığımı inkar edemeyecek kadar zavallıydım. İçeceğin bahane olduğunu, sadece onu görmek için onca yolu geldiğimi itiraf edecek kadar zavallıydım. Onunla aynı ortamda bulunmak için nelerden vazgeçeceğimi düşünecek kadar zavallıydım.
"Yedi lira seksen kuruş."
Parayı cebimden çıkarıp koyduğumda yavaşça aldı ve üstünü hazırlayıp fişle birlikte koydu. Koyduklarını alıp içecekleri de poşet almadan kucakladığımda "Kayla," dedi.
Durdum. Tüm her şey durdu. Aşk böyle bir şey işte. Sesini duymamla her şey durdu. Alacağım nefes, atan kalbim, saatin yelkovanı...
"Eğer biraz beklersen..."
İlk defa gözlerimi ona doğru çevirdim ve özlediğim yüzüne baktım. Hala mükemmeldi. Evet belki bir insan mükemmel olamaz illa ki kusurları vardır ama o her zamanki gibi mükemmeldi benim gözümde.
Ona bakmaya devam ederken konuşmasının devamını getiremesin de, öylece ona bakayım, bakmak için bahanem olsun diye düşünceler sarıyordu zihnimi. Kimine göre hastalıklı gelen bu düşünceler ne yazık ki bir insan için olağan bir durumdu. Birini çok sevdiğinizde, ona çaresizce bağlı olduğunuzda, karşı koyamayacağınız bir durumdu bu.
"Birlikte gidelim."
Yutkundum. Bir şey içmiş değildim ama susuzluğum gitmiş gibiydi. Her ikimiz de gülümsemiyorduk. Ortam olabildiğine ciddiydi ama ben çok mutluydum.
Kasadan çıkıp beni yerine oturttuğunda, elimdekileri alıp masaya koyduğunda, gidip bir süre sonra siyah şişme montu ile döndüğünde, montunu omuzlarıma bıraktığında...
Her birinde ayrı ayrı mutluydum. Evet gülümsemiyordum ama çok mutluydum. Beni buraya getiren ayaklarım için, zihnimde bir kurmaca olarak yazılan bu plan için, gözümün önünde kalan işini yapmak için acele eden onun için, ayrı ayrı mutluydum. Montuna sıkıca sarıldığımda gözlerimi kapattım. İlk kez aldığım ona ait koku ile bu anın sonsuza kadar sürmesini diliyordum.
Papatya kokuyordu. İç ferahlatan bir papatya kokusuna sahipti. Kokladıkça daha fazlası için çaba sarf edeceğim bir tınısı vardı kokusunun.
Montunun şişme kollarına sarıldıkça ona sarılıyormuş gibi hissetmek de yine benim zavallı davranışlarımdan biriydi işte. Ona sarılamamanın verdiği bu yoksunlukla elimden geleni yapma güdüsüydü.
Bana yakın olan yerleri düzenlemeye geldiğinde gözlerimi açtım ve onu izlemeye başladım. Beyaz spor ayakkabısı vardı ayaklarında. Kot pantolonunu ilk kez görüyordum üstünde. Bu havada beyaz bir tişört giymişti. Kapatmak üzere olduğu için muhtemelen iş kıyafetini çıkarmıştı.
Siyah saçları yine dokunmak isteyeceğim kadar yumuşak ve dağınık görünüyordu. Boynundaki zincir ve papatya dövmeleri tek tek inceleyeceğim şeyler olsa da ben direkt onun yüzüne odaklanıyordum. İzlediğimi biliyordu. Nasıl bilmez? Ben böylesine uzunca izlensem mutlaka hissederdim. Buna izin veriyordu. Tam görüş alanımın içinde duruyordu. Bana da onu izlemekten başka bir yol kalmıyordu.
Son düzenlemesini de yapınca kasaya doğru, bana doğru gelmeye başladı. Gözlerimiz birleşince çevirmedim. Zaten o da çevirmedi ve "Bitti, gidebiliriz," dedi.
Yerimden kalkıp montunu çıkarmak için hazırlanırken "Kalsın," dedi.
"Eve gelince alırım."
Anahtarları alıp içeceklerimi de diğer eline aldığında bana dışarı çıkmaktan başka yolun olmadığını anladım. Dışarıda onu bekledim ve kapıyı kilitleyip yanıma geldiğinde yürümeye başladım.
Önde ben, arkada o yürümeye başlamıştık.
Hava ılıktı ama ben üşüyordum. Onun montuna sarıldığımdan beri, soğuk nedir bilmesem de bunun geçici bir olay olduğu unutamamak yine üşümeme neden oluyordu.
Hava açılmıştı. Yağan yağmurdan sonra, gelip giden kara bulutlardan sonra tamamen açılmıştı.
Derin bir nefes alıp yürümeye devam ettim. Bazen hala arkamda mı diye bakmak istiyordum. Hemen sonrasında anahtarlarının şişelere çarpan sesi kulağıma doluyordu.
Böyle böyle ilerledi yol.
Yanlış duygular, karmaşa hisler, bağlanmış kalpler, çaresiz düşüncelerle yürünüp bitti.
Dairelerimizin ortasında geldiğimizde ben ona montunu verdim. O da bana içeceklerimi.
Konuşan yoktu, gülümseyen yoktu.
Her ikimiz de dairelerimize yöneldik.
Ben kapımı açtığımda, onunki de açıldı. Benim evimden sessizliğin fısıltısı yükselirken, onunkinden cıvıltılar dolduruyordu kulakları. Aslında bu istediğim bir şeydi. Onun mutlu olması, yalnızlığın pençesinde boğulmaktan kurtulup artık huzuru tatması. Gerçekten de çok istediğim bir şeydi.
Ama şimdi...
Neden?
Ağlatacak kadar içimi yakan şey neyin nesiydi? Sanki en başından bunun için mi başlamıştım? Bencillik yapıyordum değil mi? Hem de çok büyük bir bencillik.
İçecekleri yere koyup kendimi kanepeye attığımda gözlerimi kapattım bir kere daha. Bana yol gösterecek birine ihtiyacım vardı. Tavsiye verecek ve destek olacak. Aynı zamanda da tüm bu olaylardan haberdar olan biri.
Çok fazla düşünmeden aklıma gelen Can ile gözlerimi açtım. Saat on buçuğa geliyordu ve bugün olan şeyden sonra da onunla konuşabileceğimi sanmıyordum. Bu ihtimali göz ardı edip yeniden gözlerimi kapattığımda başka da birinin olmadığı geldi aklıma.
Zaten hemen sonrasında da telefonum titredi.
İyi insan olarak mı addetmem gerekiyordu bilmiyorum ama mesaj Can'dandı.
-Bugün seansımı iptal ettiler.
-Bunu nasıl ödemeyi planlıyorsunuz Psikolog Hanım? 🤔
Gülümseyerek mesajları okuduğumda cevap verdim.
-Ben de iyiyim teşekkür ederim. 😒
Hızla yenisi geldi.
-Kabalığımı bağışlayın ama içimdekileri anlatamayınca bencilleşiyorum. Umarım iyisinizdir. 🤗
-İdare eder. 🧐
Yattığım yerden doğrulup mesaj yazmaya devam ettim.
-Hasta olduğunu duydum. Gerçekten iyi misin?
Şaka bitmiş, gerçek başlamıştı. Anlatmam ve yardım istemem için bir fırsattı. Derin bir nefes alıp telefonun klavyesine baktım bir süre. Doğru kelimeler için doğru harfleri kullanmayı hedefliyordum ama öncelikle doğru cümleleri kurmalıydım. Ne soracaktım ki ona? Nasıl soracaktım?
Yazacak bir şey bulamayınca öylece kalakaldım. Ama ondan gelen cevaplar durmadı.
-Semih'e yalvardığını duydum.
-Utanılacak bir şey yok bunda. Kendini kötü hissetme.
-Sen sadece elinden geleni yapıyorsun o kadar.
-Ayrıca ayranını da yarım bıraktığın için sana sinirliyim. 😤
Konuyu açamayacağımı anlamış olacak ki ciddiyeti yeniden kaldırmıştı. Gülümseyerek okudum bir kere daha mesajını.
-Saçlarımın da içmesine izin vermeliydin o halde. Küstüler işte. 😖
-Söz bir dahakine iki bardak sipariş edeceğim. Biri senin için, diğeri saçların için. Oldu mu? 🤷🏻♂️
-Olmadı. 🙅🏻♀️
-Neden? 💆🏻♂️
-Kaşlarım ne olacak? Onlar da ister. 💁🏻♀️
Gülerek yazdığım bu mesaj, dahası için cevap alma istediğiyle dolduruyordu beni.
Can iyi gelmişti tuhaf bir şekilde. İyi gelmeye de devam ediyordu.
-Pekala, bir dahakine beş bardak alacağım. Biri senin, diğeri saçların, diğeri kaşların, diğeri kirpiklerin, diğeri geride kalan tüm kıl, tüy ne varsa onun için. Şimdi oldu mu? 👊🏻
-Oldu. 👊🏻
-Şükür mevlama 🕺🏾
-Teşekkür ederim. Beni güldürdüğün için. 🍀
-Bana minnet duyuyorsan, aynı kafede buluşalım. Anlatma sırası sende sanırım.
-Nasıl?
-Seans yapacağım diyorum. Gel ve anlat içindekileri.
-Buna gerek yok gerçekten. Teşekkür ederim.
-Yarın iş yerine gidip tazminat davası açmamı istemiyorsan, gelir anlatırsın her şeyi. Hadi ben uyudum. 😴
Başka bir şey yazmadım. Ama gülümseyerek kapattım telefonu. Az da olsa rahatlatmıştı. Minnet doluydum evet ama gidip ona her şeyi anlatıp bir de benim dertlerimle moralini bozmaya değer miydi bilmem? Can'ın da en az Batı kadar yaralı olduğunu biliyordum. Biraz deşsen yarasını hemen kanıyordu. Hala çok tazeydi. Buna rağmen gülümsüyor ve başkalarına da yardım etmeye çalışıyordu.
Benim de onun gibi olmam gerekiyordu. Eğer en başta kendimde güvenmezsem, nasıl başa çıkardım onca şeyle? Bir insana sahip olmak, ona hakim olmak mı demekti ki?
Eğer kalplerine girdiysem ve onlar da benim kalbime girdiyse bu birbirimizin olduğunun kanıtıydı işte.
Batı'ya sahiptim. Banu'ya sahiptim. Umut'a sahiptim. Ve onlar da bana sahipti. Birbirimizin kalbine girdiğimiz için bu birbirimize olan bağı ifade etmekten başka bir şey değildi.
O gece huzurla uyudum.
Sabah huzurla uyandım.
Umut'un sevdiği kızartmalardan yaptım. Banu'nun sevdiği menemenden yaptım. Kendim de Can'ın dediği gibi sıkı bir kahvaltı yapın evden çıktım.
Batı'ların kapısını çaldığımda Batı'nın evde olmadığını biliyordum. Kapıyı açan Umut'tu. O da hazırlanmıştı ama elimdekileri görünce çıkmaktan vazgeçti.
"Yaşa be Serseri!"
Gülümseyerek elimdekileri ona uzattığımda Banu da koşarak geldi.
"Aaa komşu! Komşu!"
Her ikisi de aynıydı. Değişen bir şey yoktu. Kendi kendime o kadar kıskançlık yapmıştım oysaki.
En son gelen kişi Mihenk'ti.
İlk kez gördüğüm haliyle yeşil gözleri, tatlı bir yüzü, açık kahve bilemiyorum belki de karamel saçları vardı. Beyaz teni ve gülümseyen yüzüyle "Hoşgeldiniz," dedi.
"İşte Serseri bu," dedi Umut patatesten bir tanesini ağzına atarak.
Adımı duyunca daha çok gülümseyen Mihenk "Aaa öyle mi? Çok memnun oldum. Dün Banu ve Umut sizden çok bahsettiler. Ben de sizi çok merak etmiştim," dedi.
Şaşırmıştım doğrusu. Hiç de benden bahsedecek gibi durmuyorlardı. Benim hakkımda ne demiş olabilirlerdi ki? Banu menemene, Umut da patatese gömülmüş bir şekilde giderken geride ben ve Mihenk kalmıştık.
Elini önündeki önlüğe silerek uzattı.
"Memnun oldum ben Mihenk. Mihenk Aksel."
Hızla elimi uzattım.
"Ben de Kayla. Aaa sadece Kayla."
Gülümsedim. Bir an için soyadımı söylemek de benim işin riskli olacağı için ertelemiştim.
O da irdelemedi ve sıcakkanlılıkla elimi sıktı. İyi birine benziyordu. Tabii tam olarak anlayamazdım çabucak ama görünüşü onu gösteriyordu. Son olarak selam verip merdivenlere yöneldiğimde "Kayla," diye seslendi.
Durdum ve ona baktım.
"Bir ara birlikte bir şeyler içelim olur mu?"
Bu bir düello teklifi miydi? Saçmalama Hande. Kız düzgünce bir şey teklif etti. Şimdi aklındaki o şeyleri sil ve kibarca kabul et.
"Tabii ki. Neden olmasın?"
Elimi tatlıca sallayıp merdivenlerden indiğimde neden düşmanımla iş birliği yapmışım gibi hissediyordum? Hadi ama... İçsel düşüncelerimin de nesi vardı böyle?
Yol boyu kendimi suçladım. Niye böyle biriyim ben? İyi miyim, kötü müyüm? Ah!
Kafenin yakınlarında bir yerde inip şirkettekilere fazla görünmeden içeri girdiğimde bileğimden tuttu biri.
"Can?"
"Şşşt. Hadi gel benimle."
Gerisin geri kafeden çıkıp şirketten uzaklaştık.
"Nereye gidiyoruz?"
Az biraz daha ilerleyince başındaki bereyi çıkardı ve gülümseyerek "Stresini atmaya," dedi.
Bahar gelse de hava soğuktu. Bu Batı ile Can'ın nesi vardı? İkisi de tişört giyiyordu. Krem turuncu tişörtünün altına kahve dar paça pantolon giymişti. Yine spor takılıyordu. Bir avukat böyle spor takılır mıydı her zaman? Hiç işe falan da mı gitmiyordu ki?
Yine başka bir otobüse bindiğimizde nereye gideceğimizi anlamıştım. Bu, Konya'da olmayan bir denizin hasretini gidermek için kullanılan göldü. Deniz kadar büyük olmasa da, küçük de değildi.
Bir saatten uzun bir zaman sonra göl kenarına yakın bir yere indiğimizde ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkardım.
Can bu halime gülümseyerek bakarken o da aynısını yapmayı ihmal etmedi ve fazladan pantolonunun paçalarını da katladı.
Önde ben, arkada Can koşa koşa sahile indiğimizde kimsenin olmadığını gördüm. Bu bir fırsattı.
Tüm gücümle bağırdım.
"Semih! Senden nefret ediyorum."
Can da aynı tepkiyi verdi.
"Semih! Ben de senden nefret ediyorum kahrolası!"
Daha çok bağırdım.
"Banu, Umut, adını bilmediğim teyze, dede sizi çok seviyorum."
Bağırışım ile kuşlar uçarken Can da "Aynı aynı ben de aynılarını seviyorum," diye bağırdı.
Ona içimden geldiği en güzel şekliyle gülerken "Mihenk!" diye bağırdım.
"Sen!"
Ne diyecektim? Diyecek bir şey var mıydı?
Diyecek bir şey olmayınca durdum. Can devam etti.
"Sen de kimsin lan geri zekalı?"
Şaşkınlık ve gülümseyerek Can'a bakarken "Mihenk'i sen biliyor musun?" diye sordum.
Başını sağa sola sallayıp yaramaz çocuklar gibi omuzlarını silkeledi.
"Madem bilmiyorsun, ne diye kızdın?"
"Bilmem. Sen sevmiyormuşsun gibi hissettim."
"Doğru hissetmişsin," dedim suya daha çok girerek. Ayaklarım ıslanırken Can da yanıma gelmişti.
"Sahi Mihenk kim?"
"Güzel, tatlı, iyi kalpli bir kız."
"Ya öyle mi? E sen neden sevmiyorsun?"
"Çünkü Batı'nın nişanlısı?"
"Ne!"
Can'ın bağırışı benim tüm çığlıklarımdan üstün çıktığında kulaklarımı kapattım.
"Sen ciddi misin? Yani gerçekten Batı nişanlı mıymış?"
"Öyle görünüyor."
"Woah! Şimdi bayılacağım. Bunu bana, aman yani sana nasıl yapar?"
Onun bu tuhaf şaşkınlıklarına gülerken onun ya da benim kim olduğumu düşünüyordum. Batı'nın hayatına müdahale edecek hakkı nasıl kendimize görüyorduk? Batı nişanlıysa bile, Mihenk'e aşıksa bile buna hangi hakla karışabilirdim?
"Demek sen o yüzden hasta olup yataklara düştün."
"Hayır ondan önce yatıyordum."
Ayağıyla suyun bir kısmını bana attığında "Beni kandıramazsın," dedi.
Aynı şekilde onu ıslattım.
Güzeldi.
Hoştu.
Rahatlatıyordu.
Yine de Batı'nın sessiz varlığının yerini tutmuyordu. Aşk buydu işte. Tam olarak bu.
Gün batımında ayakkabılarımız ellerimizde sahil boyu yürümeye başladığımızda gerçekten rahatladığımı hissediyordum. Bayağı bir stres atmış, önümdeki sıkıntılara dayanmak için biraz daha güç toplamıştım.
Can kollarını arkasına bağlamıştı ve paçaları ıslansa da umrunda olmadan yürümeye devam ediyordu.
"Nasıl? Önümüzdeki bir hafta idare edecek kadar güç topladın mı?"
Sorusu ile ona baktım. Bir hafta derken? Tolga Bey'e verdiğim bir haftadan haberi vardı sanırım.
Gülümseyerek önüme döndüm.
"Eğer önüme dünkülerden daha ağır engeller çıkmazsa hazırım," dedim.
"Peki ya daha ağırları çıkarsa?" diye sordu bu sefer de.
"O zaman da bir kere geliriz buraya."
Ona baktığımda kötü bir şeyler söyleyeceğimi beklermiş de sonradan duyduğu şey ile rahatlamış bir ifade ile derin bir nefes aldı ve gülümsedi.
"Tabii ki geliriz. Yeter ki bu hafta dayanabil."
Başımla onu tasdiklerken ayaklarımın kumun içinde kaybolmasına izin veriyordum.
"Peki ya Batı'yı ikna etmeyi başaramazsam, o zaman ne yapayım sence?"
Düşündü. Sessizleşti bir müddet. Başını yere eğip yürüdü öylece. Sonra da gözlerini kısıp batmak üzere olan güneşe baktı ve "O zaman, ardına bakmadan git. Veda bile etmeden. Bir iz bırakmadan," dedi.
Bunu diyeceğini biliyordum. Ben de öyle yapacaktım gerçekten. Ama ondan duymak, resmî bir hale getirmek daha acı olmuştu sanki.
"Bu yapabilir misin?" diye sordu.
"Ardına bakmadan gidebilir misin?"
Ben de düşündüm onun gibi. Sessizleştim.
"Zor olur. Çok zor olur ama gitmem gerekir değil mi?"
Başıyla tasdiklerken olabildiğine şefkatliydi.
"Gönlüm, kurum Batı'ya müdahale etmeden senin onu getirmen taraftarı. Ama eğer başaramayacak olursan da, yine kurumdan ayrılman taraftarı. Eğer, yani bir ihtimal başaramazsan, kurumdan da ayrıl Hande. Bildiğim kadarıyla orada Batı için kalıyorsun. Eğer ona bir iyiliği dokunmayacaksa o aptal farelerin emri altında çalışmana gerek var mı? Kendi ofisini aç. Kendin tedavi et insanları. Hem senin iyi kalbin, hastaları daha çabuk iyileştirir. Sana inanıyorum."
Can'ın bu sözlerine de, bana yaptığı iyiliğe de, verdiği desteğe de, eklediği güce de minnettardım. Sanırım uzun zaman sonra yeni bir dost kazanmıştım. Bir dost kaybetmek ne kadar acıysa, yeni birini kazanmak da bir o kadar tatlıydı. Onun yanında kendimi huzurlu hissediyordum. Tüm sırlarımı bildiği için de rahat.
Tavsiyelerine uyacaktım. Onu dinleyecektim.
Elimden geldiği her şekliyle başarmaya çalışacaktım. Batı için. Banu için. Umut için. Ama ya olmazsa? O zaman gitmekten başka çarem kalır mıydı ki?
Zamanla görecektim.
Bakalım zaman neleri değiştirecekti?
Şurası kesindi ki önümdeki o bir hafta elimden geldiği kadarıyla çalışacak ve Batı'yı ikna edecektim. Artık başka yolu kalmamıştı.
Başka çarem kalmadı.
⚜️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.01k Okunma |
273 Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |