33. Bölüm

33. Bölüm

Hacer Kübra Gümüş
hakugu

 

 

 

 

 

 

Ö K F

🔲🔲🔲

 

 

 

 

Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍

 

İnstagram hakugu

 

 

Bir papatyanın ömrü ne kadardır?

 

Beş gün, yedi gün, bir ay?

 

Bir papatya ne zaman ölür?

 

Sahi papatyalar ölümü mü simgeler? Beyaz kefenleri, sararıp solmuş bir yüzün etrafını çevreler gibi. Dağlarda açar, kırlarda açar, her şeyden habersiz, gamsız ve kedersiz...

 

Bir papatyayı sevmek ne demektir?

 

Onun yapraklarına dokunmaya kıyamamak mı, sevgi namına yapraklarını telef etmek mi?

 

Ben bir papatya sevdim dostlar.

 

Keder namına ne varsa yükledim heybeme. Ne verdiyse aldım. Ne gönderdiyse kabul ettim. Bir papatyayı sevmek bunu gerektirir diye ne gerekiyorsa yaptım.

 

Sonuç?

 

Elimde hiçbir şey kalmadı ondan geriye.

 

Kafeteryanın o köşedeki masasında saatlerce oturdum belki de. Tolga Bey gideli ne kadar olmuştu bilmiyorum ama ne anons edildim ne de seans için çağırıldım. Bugünkü seanslarım da ya iptal edilmiş ya da devredilmişti. İçinde bulunduğum durum sadece beni değil, herkesi etkiliyordu.

 

Artık ağlamıyordum ama hissetmekten geriye ne kalmıştı?

 

Hiçbir şeyi hissetmez, hiçbir şeyden tat almaz, hayata öylece asılı duran bir tablo gibi gelmişçesine duruyordum sessizce.

 

Yavaşça masadan kalktığımda dizlerim önce hareket etmedi. Ne kadar süredir oturuyorsam artık tutulmuşlardı. Onlara da işkence ediyordum, tıpkı geri kalan her şey gibi.

 

Yüreğim gibi, ruhum gibi, temiz niyetlerim gibi...

 

Karanlık bir kuyuya beni sallandırmışlar da oradan çıkmak için her bir adımda bir yerimi yaralıyormuşum gibiydi. Canım öyle çok yanıyordu ki, ağlamak bile kafi değildi artık.

 

Ağır adımlarla ofise girdiğimde elimdeki koli kutusunu masama koydum ve ne varsa toplamaya başladım.

 

Benim bu hareketim işini yapan herkesi durdurmuş ve bakışlarını bana çevirmelerine neden olmuştu. Hissediyordum ama bakmıyordum.

 

Önündeki laptopta bir şeyler yazan Semih de durup bana baktı. Önce ne yapmaya çalıştığımı anlamak için bir süre bekledi. Sonra niyetimin ne olduğunu anlayınca hızla yerinden kalkıp bana doğru gelmeye başladı.

 

Tam masamın önünde durduğunda birkaç arkadaş da geldi.

 

"Hande gidiyor musun?"

 

Esin'e başımı sallarken, diğerleri de hüzünlü cümleler sayıştırmaya başlamıştı. Onlara bakmadan devam etmem Semih'i delirtmişti.

 

Bileğimden tuttu.

 

Gözlerim yerdeyken durdum.

 

"Ne yapıyorsun?"

 

"Görmüyor musun?"

 

"Hande!"

 

Bileğimi ondan kurtarmaya çalıştım.

Kurtaramayınca "Bırak," dedim sessizce. Onunla tartışacak halim yoktu. Ama bırakmadı. Hafif çekerek ofisten dışarı çıktığımızda seans odasına girdik. Kapıyı kapattı ve bileğimi bıraktı.

 

Gitmek için kapıya yöneldim ama kapının önüne geçti. Ben bunları tıpkı bir kukla gibi ezberlenilmiş hareketler olarak yapıyordum. Ona bakmıyordum. Ama o yıkılıyordu, hissediyordum.

 

"Ben, sen benden uzaklaşma diye o pisliğe dokunmadım bile. O mahalleye gitmedim. O aileye hiç dokunmadım. Şimdi gidiyor musun yani?"

 

"Sana birkaç tokat atmamak için kendimi zor tutarken bana bunları sorma."

 

Duygusuz çıkan ses tonum onu daha çok tedirgin etmişti. Benim bu hallerimden ölesiye korkardı.

 

"Ne yapmam lazım? Söyle! Senin gitmemen için ne yapmam lazım?"

 

Bu soruyu sormayacaktı. Sormayacaktı!

 

Kan çanağına dönmüş gözlerimle ona baktım bir sefer. Gözleri dolmuş, ölecekmiş gibi endişe ile bana bakıyordu.

 

"Ölebilir misin?"

 

"Hım?"

 

"Gitmemem için ölebilir misin mesela?"

 

Sorduğum sorunun buz etkisi yapan soğukluğu her ikimizi sardığında o sanki tükeniyormuşçasına ağlamaya başladı. Dizleri kendisini tartmıyormuş da cılız bir çırpıymış gibi yere çöktü.

 

O gün ona yalvardığım gibi başını yere eğdi.

 

O gün ona yalvardığım gibi ağladı.

 

O gün.

 

Ona yalvardığım o gün...

Aynısını yaptı.

 

Karşımda sanki kendimi görüyormuşum gibi tüylerim diken diken oldu.

 

Amansız bir hüzünle dudaklarımı büzdüm ve titreyen çeneme engel olamadım. Ben de böyle çaresiz mi görünmüştüm? Böyle, sanki değer verilmeyen bir bez parçası gibi mi izlenim bırakmıştım? Ne zavallıca bir hareket. Ne çaresizce.

 

"Kalk!"

 

Dişlerimin arsasından söylediğim bir kelime her şeyi sildiğimi ifade ediyordu esasında. Ne varsa, hepsini sildim.

 

Başını hafif kaldırdı. Elmacık kemiklerinden süzülen onca gözyaşının bir tanesi bile etkilemedi beni.

 

"Yalvarırım. Lütfen gitme."

 

"Sana kalk dedim."

 

Kalkmadı. O gün benim kalkmadığım gibi o da kalkmadı. Beklemeye, yalvarmaya, medet ummaya devam etti. Bense hayatımdaki ilk vicdani duyguları hiçe sayarak çekip gittim.

 

İnsan gözden çıkarınca her şeyi, tutunacak bir dalı da kalmıyor. Ve geride kalan her şey tamamen anlamsızlaşıyor. Semih'i günahları ile birlikte Allah'a havale ediyorum. Benim alamadığım intikamı onun almasını istiyorum. Evet Allah intikam almaz ama adaletlidir. Adaletin gereği neyse yapacağından en ufak bir kuşkum bile yok.

 

Koli tamamen dolduğunda trençkotumu giydim. Arkadaşlar ayakta hüzünle beni bekliyorlardı.

 

Tek tek sarıldım hepsine. Ağlayan yoktu. Niye ağlasınlar ki onlar ben mi? Benim gibi bir insana ölesiye değer mi veriyorlar? O yufka yürekli olsa olsa ben olurum.

 

Kutum ile birlikte boş koridorda yürürken pek bir şey hissetmiyordum. Hayat böyle işte. Senin sandığın mekan bir anda tamamen yabancı oluverir.

 

Yavaş adımlarla düşüncelerime yoldaşlık ederken bir anda durdum.

 

Karşımda duran ayakların sahibine baktığımda ellerini pantolonun ön ceplerine koymuş, gözündeki gözlüklerle hüzünlü bir şekilde bana bakan Tolga Bey'di.

 

"Kararını vermişsin," dedi kaşlarını kaldırarak.

 

Başımla tasdikledim. Selam verdim ve sessizce beklemeye devam ettim.

 

"İnan bana böylesi çok daha iyi olacak. Senin için Hande, her şey çok daha iyi olacak inan bana."

 

Diyecek bir şeyim yoktu dediklerini kabul etmekten başka. Yanından ayrılırken yavaşça dönüp arkamdan uzun süre beni izlediğini hissettim. Gidiyordum. Pek bir etki bırakmadan, bir işe yaramadan, en ağır davalardan birine denk gelmiş bir kurban olarak seçilmişliğimin yüklediği ağır yükün altında eziliyordum.

 

Gidiyorum.

 

İçimdeki papatyayı öldürüp, sessizce gidiyorum.

 

🔲🔲🔲

 

Elimdeki koliyi kapımın girişine koyup anahtarı bulmaya çalıştım. Çantamın küçük gözünden çıkardığım anahtarı kapıya doğru yaklaştırırken elimden düştü. Yavaşça eğilip aldım ve yeniden kapıya doğru yöneldim ama bir kere daha düştü. Bilerek yapmıyordum ama anahtar bilerek düşüyormuş gibiydi.

Son kez eğildiğimde anahtarı alamadım ve pes ederek geri çekildim.

 

Merdiven basamaklarından birine oturduğumda derin bir nefes aldım.

 

Anahtarı muhatap aldım hayatımda ilk kez yapacağım şekliyle.

 

"Pekala, ben de çok zorlanıyorum tamam mı? Bu şekilde işleri daha da zorlaştırmak güzel mi oluyor sanıyorsun?"

 

Cevap vermedi. Öylece durdu yerde.

 

"Çarem yok anlıyor musun? Geriye yapacak tek bir şey bile kalmadı. Elimden gelen her şeyi yaptım. Her şeyi!"

 

Apartmanda yankılanan sesim geri bana geliyordu.

 

"Benim ne kadar acı çektiğim hiç mi umrunda değil? Ne kadar arada kaldığım, sıkıştığım, ezildiğim!"

 

Ağlamak istemiyordum ama gözlerim nemlenmişti.

 

"Ben de onun elinden tutup gitmek isterdim. Ben de alt etmek isterdim kötüleri. Ama ne yapayım, öyle bir çıkmazdayım ki, elimden gitmekten başka bir şey gelmiyor."

 

Kuruyan dudaklarımı ıslattığımda parmaklarıma bakıyordum. Çaresizlikten anahtarla konuşacak hale gelmek buydu demek ki.

 

İçimde kalan son nefesi de verip yerimden kalktım ve yerdeki anahtarı alarak kapıyı açtım. Kolime yönelmeden gözlerimdeki yaşı elimin tersi ile sildim. Eve girdiğimde buraya son kez giriyor olmak derin bir sızı oluşturmuştu ama devam ettim.

 

Önce trençkotumu çıkarıp yatak odama gittim.

 

Gardıroptan kıyafetlerimi tek tek çıkarıp valize doldurmaya başladım. Birkaç valiz giysi olunca, özel eşyalarımın olduğu masaya yöneldim. Onları da paketledim. Mutfağa girdim ve zaten az olan eşyalarımı paketledim. Bunların hepsini yaparken zihnimde tek bir cümle yankılanıyordu.

 

"Biz onunla ölene dek birbirimizin olacağına dair söz verdik."

 

Bu cümle her yankılandığında beynimde, ben daha sert hareket ediyordum. Tabaklar sert sesler çıkararak paketlendiğinde cam olanlardan biri kırıldı.

 

Kırık olan yanı elimi kestiğinde lavaboya koştum. Bir süre suya tuttum ama kan durmuyordu. Evde yara bandı da yoktu. Markete gidip yara bandı almak? Hangi market?

 

Batı'nın yanına gitmek için bahane aramaktan vazgeçmelisin artık. Aptal gibi davranma!

 

Kanı durdurmak için başka yoklar buldum. Evde bulunan temiz bir bezi yaranın üstüne sardığımda paketleme yapmaya devam ediyordum.

 

Zordu. Çok zordu. Katlanmak, ağlamamak, bir çift kelam edememek. Çok zordu.

 

Şimdi işi gücü bırakıp olduğum yere çökerek ağlamak istiyordum. Bunu defalarca yapmıştım ve bir işe yaramadığını anladığım için artık yapmak istemiyordum ama ara ara gözlerim nemleniyor, çenem titriyordu.

 

Mutfakta da işim bitince oturma odasına geçtim. Tüm evde benim paketleyeceğim şeyleri paketlediğimde kendimi yine ikili koltukta bulmuştum.

 

Televizyon açıktı bu sefer. Çizgi film seyrediyordum. Seyrediyordum ama ne izlediğimin kendim bile farkında değildim.

 

Giderken bir elveda bile demeyecek miyim?

 

Dizlerimi karnıma çektim.

 

Onları yüzüstü bırakmış gibi olmaz mıyım?

 

Onlar için ne ifade ediyorum ki?

 

Bana ihtiyaçları yok ki.

 

Mihenk benim yerimi gayet iyi dolduruyor.

 

Bakışlarımı bir kere daha parmaklarıma çevirdim ve izlemeye başladım.

 

Peki ya Batı? Ona bir söz vermiştim.

 

Ama o da bir söz vermiş.

 

Ölene dek!

 

Ben ölene dek onların yanında olacağım demedim ki...

 

Demedim değil mi?

 

Kendi kendime vicdan azabı duyarken telefonum çaldı. Arayan annemdi.

 

"Efendim anne."

 

"Nasılsın Hande?"

 

"İyiyim oturuyordum. Çizgi film izliyorum."

 

Annemin gülüş sesi anlık bende de tebessüm oluşturmuştu.

 

"Güzel güzel izle. Ne var ne yok?"

 

"Hiç, istifa ettim."

 

Şimdi karşıda bir telaş ses yükselmişti. Bunun olacağını bildiğim için fazla bir tedirgin olmadım ama mantıklı bir açıklama yapmak oldukça zor olacaktı şimdi.

 

"İstanbul'u özledim. Konya'da deniz yok biliyorsun. Ayrıca çok soğuk oluyor."

 

Elleri sıcacıktı. İlk kez elini tuttuğum günü hatırlıyorum.

 

"Hem çok insan var burada. Evet İstanbul'da da var ama Konya daha farklı."

 

Bunca insanın arasında yapayalnız kaldığını biliyorum. O yalnızlığına ilk kez beni ortak ettiğin günü hatırlıyorum.

 

"Hem burada sevdiğim hiçbir şey yok!"

 

Onu çok seviyorum.

Onu görmeyi, dinlemeyi, yanında olmayı, onunla ilgili her şeyi çok seviyorum.

 

Telefonda ağlamaya başladığımda annem susmuştu. Devamlı açıklama yapmaya devam ediyordum. İçimde yaptığım açıklamalara mukabil tepkiler geldikçe yenisini ekliyordum.

 

"Burada hiç arkadaşım yok."

 

Burada öyle biri var ki, kalbimde en büyük yere sahip.

 

"Hem bahar gelmek bilmiyor."

 

Görsen ne güzel bahar yaşadık birlikte.

 

"Her şeyden çok sıkılıyorum ayrıca."

 

Sadece bir market bile öyle çok eğlenceli ki.

 

"Korkuyorum. Beni koruyacak kimse yok biliyor musun?"

 

O gün beni nasıl kurtardı bir bilsen.

 

"Bu kadarı yeterli mi?"

 

Ağlamaya devam ederken annem bir sebebe ihtiyacım olmadığını, dilersem sebepsiz olarak da işi bırakabileceğimi söylüyordu. Ama bilmediği bir şey vardı ki, ben tüm bu açıklamaları kendime yapıyordum. Kendi kalbime. Ruhuma. Değer verdiğim benliğime.

 

Annem telefonu kapattığında hiç iyi olmadığımı anlamış olmalıydı. Ellerimi yüzüme kapatıp ağlamaya başladığımda ben de kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Öyle zordu ki.

 

Gitmek bileklerimi kesmek gibiydi, kalmaksa kesiklere tuz sürmek.

 

Her ikisinde de canım yanım yanacaktı. Her ikisi de bana acımayacaktı.

 

Başımı dizlerime yasladığımda telefonum bir kere daha çaldı. Ağlamaya devam ediyordum ama arayan kişi ağlayışıma ortak olsa sorun olmaz gibi geliyordu. Sessizce açtım.

 

"Hım?"

 

"Ağlıyor musun?"

 

Cevap vermedim.

 

"Seni geçirmek istedim. Gidiyormuşsun."

 

Bir süre sessizce bekledim. Can da bir şey demedi. Neden sonra derin bir nefes aldı ve "Ağlama," dedi.

 

"Bu süreçte en çok acı çeken sen oldun. Bunu Batı belki hiç anlayamayacak, hiç fark edemeyecek senin onun için verdiğin emekleri ama sen çok emek verdin Hande. Batı için de, Banu için de, Umut için de."

 

Yutkunduğumda gözlerimden sicim gibi yaşlar boşaldı. Anneme ağladığım bir şey değilmiş. Meğer Can daha çok dökecekmiş gözyaşlarımı. Onu dinledikçe ağlayasım geliyordu.

 

"Şöyle düşün Hande. Bir elma yiyorsun ama hemen fayda sağlamıyor. Ama hasta olduğunda alacağın enerji için katkı sağlıyor. Yorulduğunda vitamin oluyor. Kansızlığına kan oluyor. Yavaşça faydasını gösteriyor yani."

 

Gözyaşlarımı elimin tersi ile silip yenilerinin eklenmesine müsaade ederken Can'ı dinlemeye devam ediyordum.

 

"Sen de o aile için böyleydin işte. Senin onlara sağladığın katkıyı hemen göremeyecektirler. Bunu fark edemeyebilirler. Ama çok değiştiler, bunu sen de çok iyi biliyorsun. Onlara deva oldun. Yaralarını sardın. Biliyorsun değil mi tüm bunları?"

 

"Hım."

 

Konuşabilecek durumda olmadığım için sadece sesimle tasdikledim.

 

O devam etti.

 

Bana yaptığım güzellikleri bir bir anlattı. İyiliğim için yapıyordu bunu çok iyi biliyordum ama ben bunu istemiyordum ki. Ne yapmış olursam olayım şu an bulunduğum nokta benim başarılı olamadığımı gösteriyordu. Amacım Batı'yı kuruma gelmeye ikna etmekti. Amacım Batı'yı kurumun şahsi emellerinden kurtarmaktı. Şimdi neyi başarmıştım tam olarak?

 

Can'ın cümleleri de Mihenk'in cümleleri gibi zihnimde yankılanırken yanımda götüreceğim küçük valizi ve montumu aldım.

 

Gidiyordum.

 

Geri kalan diğer eşyalarımı kargo şirketi getirecekti.

 

Son kez çıktığım kapıya baktım. Ne büyük anılarım vardı onda da.

 

İlk geldiğim gün Batı'nın bağırdıklarını duyup bu kapı gözünden bakmıştım. Koşarak depoya inmiş Umut ve Banu ile tanışmıştım. Dün gibiydi.

 

Yavaşça kapattığım kapıya son kez arkamı döndüğümde Batı'ların evinin önüne hazırladığım bir diğer valizi koydum.

 

İçinde Umut ve Banu için kıyafetler vardı. Banu'nun seveceği hediyelikler, Umut'un ilgi duyacağı zeka oyunları. Hep onlara vermek istemiştim. Şimdi bırakıp gitmek çok daha iyi olacaktı.

 

Kapılarına son kes vurup elveda demeyi öyle çok isterdim ki. Akşam vakti tam da Batı'nın işten gelme saatiydi ama muhtemelen ondan önce varmış olurdum havaalanına.

 

Yavaş adımlarla merdivenlerden inerken bir anı daha canlandı gözümde.

 

Tüm bu pis işlerin Semih'in başının altından kalktığını öğrendiğimde kendimi kaybetmem ve kendime gelmem için Batı'nın bana verdiği kitap...

 

Tüm gün ağladıktan sonra dudağımda ufak bir tebessüm oluşturan bu anıyı anlık yaşarken o basamağın üstünden de basıp geçtim.

 

Merdivenlerden iniyordum.

 

Küf kokusu...

 

Örümcek şarkısı...

 

Yanıp sönen apartman lambası...

 

Bir bir canlanan anılar acınası bir tebessüme neden olurken binadan çıkmıştım bile.

 

Sokak lambalarının loş ışıkları ile süslenen bu yolda da bir ton anım vardı.

 

Naneli lolipop almak için Batı'nın peşine takıldığım o gün...

 

Beni serserilerden kurtardığı o gün...

 

Lunapark kazasından sonra sırtında taşıdığı o gün...

 

Yağmurda ıslandığında şemsiye tuttuğu o gün...

 

Üşüdüğüm için montunu verdiği o gün...

 

Aynı sokağı geçerken birbir aklıma gelen anılarla yürümeye devam ediyordum. Çoğusu tebessüm oluşturuyordu dudaklarımda. Kimisi acı bir anı. Kimisi baldan tatlı.

 

Taksi durağında geldiğimde o sokağa son kez baktım.

 

Kıstığım iki gözümün arasına sıkıştırdığım tüm anılarıma mekan olan o sokağa bir kere daha baktım.

 

İlk aşkımı bıraktığım, son kez doyasıya sevdiğim, özlemle kavrulduğum o sokağa son kez baktım.

 

Çünkü biliyordum ki eğer taksiye binersem bir daha asla bakamayacağım.

 

Çünkü biliyordum ki bu son.

 

Devamı olmayacak.

 

Ve öyle de oldu.

 

Taksiye bindiğimde kapılar kapandı. Hareket etti ve sokağım yavaşça arkada kaldı. Görmek için arkamı dönüp taksinin arka camından bakmaya çalıştım. Gidiyordu.

 

Esasen o değil ben gidiyordum.

 

Gözden kayboluncaya seyrettim.

 

Gözümden, gönlümden ve ruhumdan silininceye kadar seyretttim.

 

Önümü döndüğümde her şey bitmişti.

 

Şimdi son sürat hızla gidiyorduk. Öyle tuhaf hisler geliyordu ki, taksiciyi durdurup geri dönmek, bir kere daha denemek, Batı ile konuşmak, pişman olmayacağım şekilde veda etmek...

 

Hiçbirini dinlemedim. Ellerimi sıktım ve ağzımdan tek bir kelime çıkmamasını sağladım.

 

Çünkü biliyordum ki, ağzımı açarsam gidemeyeceğimi biliyordum. Ama gitmeliydim. Gitmeliyim. Başka çarem yok!

 

Havaalanına geldiğimizde ılık bir bahar rüzgarı saçlarımın arasından geçmişti tatlıca. Valizimi elime alıp içeri doğru yürürken Konya'nın o cam gibi havasını son kez içime çektim. Anneme söylediğim bir ton bahaneye ve yalana tezat olarak bu şehri seviyordum. Belki de içinde sevdiğim olduğu içindi bu sevgim bilemiyorum ama yine de seviyordum.

 

Güvenlik için bir türlü işlemden geçtikten sonra biletimi gösterdim. Uçağımın kalkmasına yarım saat vardı. Yarım saat sonra her şey bitecekti. İstanbul'a gittikten sonra çok iyi biliyordum ki annem asla beni geri göndermezdi. Zaten buraya da sırf Semih var diye göndermişti. Şimdi asla izin vermezdi. Zaten ben de istemezdim. Neden geleyim ki?

 

 

Yarım saati geçirmek için bir yere oturduğumda elimdeki bilete bakmaya başladım.

 

Sonra içime amansız bir sancı düştü.

 

Keşke...

 

Keşke ama keşke bir tane Batı'nın resmi olsaydı. Şimdi özledikçe bakardım.

 

Pişmanlıkla bunu düşünürken birden aklıma instagram hesabı geldi.

 

Büyük bir hevesle telefonumu açtım ve instagrama girdim.

 

Arama butonuna Batı'nın hesabını yazdım ve tıkladım.

 

Profil resmini değiştirmişti. Bir papatya koymuştu. Gülümseyerek hesabı açtığımda bomboş olduğunu gördüm. Tüm resimler, videolar, her şey her şey silinmişti.

 

Ağır bir darbe almışçasına halsiz kaldığımda çaresizce onu takip edenlere baktım. Belki onlarda Batı'nın hesabı vardır diye. Onlarca hesap geçmeme rağmen bir fotoğrafı bile kalmamıştı.

 

Hüzünle yere indirdiğim telefonumu kapattığımda şimşek çaktı. Uzun süredir yağmuru görmemiş gibi dikkatimi dışarıya verdiğimde yavaşça yerimden kalktım. Bunu uzun süredir arzuluyormuş gibi dışarıya doğru yürümeye başladım. Yeni geçtiğim güvenlik bölümlerinden bir kere daha geçme pahasına kendimi dışarı attığımda biraz daha ilerleyip ilk yağmur damlalarını aldım.

 

Islandıkça yürüdüm. Yürüdükçe ıslandım. Birkaç metre yürüdüğümde tamamen ıslanacak bir noktaya gelmiştim. Elimdeki bilet, valiz ve tamamen her şey hiç umrumda değildi.

 

Buna ihtiyacım vardı.

 

Bedenen olmasa da ruhen ihtiyacım vardı.

 

Kollarımı iki yana açıp daha fazla ıslanırken tüm sıkıntılarımın bir bir dökülüp bittiğini hayal ediyordum. Yıkanıyordum. Tüm kir, pas yavaşça dökülüyordu.

 

Kendi kendime ıslanmaya devam ederken biri seslendi.

 

"Kayla!"

 

Hızla gözlerimi açmamın nedeni sesin sahibinden ötürüydü.

 

Karşımda benden daha çok ıslanmış bir şekilde duran Batı nefes nefeseydi.

 

Şaşkınlıkla kollarımı indirdiğimde onun benim önüme kadar koşmasını bekledim.

 

Tam önümde durduğunda nefesini kontrol etmek için eğildi biraz. Tüm bedenim şok geçirmiş gibi kaskatı kesilmişken hayal kurup kurmadığımı düşünüyordum.

 

"S-sen!" dedi kesik kesik.

"Evimizin önüne neden o valizi bıraktın?"

 

Dik durup kaşlarını çattığında gerçek olduğunu anladım.

 

"B-ben gidiyorum."

 

Onun gibi kekelediğimde daha da çattı kaşlarını.

 

"Nereye?"

 

Yutkundum. Bunu bana sormaya hakkı var mıydı? Esasen biraz önceki şokum gitmiş ondan kıskançlık için intikam alma saatim başlamış gibiydi.

 

Aşk böyle bir şeydi işte.

 

"Sana nereye diye sordum!"

 

"Sana ne!"

 

Bağırdığımda ben de şaşırmıştım ama ne önemi var. İçimde yanan yangından haberi var mı ki?

 

"Sana son kez soruyorum, nereye gidiyorsun?"

 

Gözlerimden akan yağmurla karışık gözyaşını sildim.

 

"İstanbul'a."

 

"Hangi sebeple?"

 

"Bana bunları sorma hakkın yok."

 

"Var!"

 

Birbirimize bağırıyorduk nedensizce. Titriyorduk. Islanıyorduk. Hiçbiri umrumuzda değildi.

 

"Banu'yu bırakmayacağına söz vermiştin. Umut'u bırakmayacağına söz vermiştin."

 

"Ölene kadar yanlarında kalacağım demedim."

 

Sustu.

 

Kaşları hala çatıktı ve gözleri yüzümde geziniyordu.

 

"Evine yeni taşınmıştın. Evi bırakıp nereye gidiyorsun?"

 

Sorduğu soruyu düşünmek bile saçmaydı. O da bunun farkındaydı.

 

"Ev umrumda bile değil."

 

"Yardım ettiğin yaşlı dede ne olacak? Onun da haberini aldım ben!"

 

Yüksek sesi sanki sormak isteyip de soramadığı bir sorunun yankısı gibiydi.

 

Ben ondan daha çok bağırdım.

 

"Kimi bırakıp gittiğimden sana ne Batı? Onlardan sana ne?"

 

"Peki ben ne olacağım?"

 

Beni ve çevredeki herkesi korkutacak kadar çok bağırdı.

 

"Beni bırakıp nereye gidiyorsun?"

 

O da ben de şaşkınlık ve tuhaf duygular içindeydik. Nasıl bu noktaya gelmiştik bilmiyorum ama bağırmadan anlaşamıyor gibiydik. Esasen neden bağırdığımızı da bilmiyorduk.

 

Ağlayışım devam ederken "Senin bana ihtiyacın yok," dedim.

 

Sonra kıskançlığım ağır bastı ve bağırdım.

 

"Mihenk var!"

 

"Mihenk'le sen bir değilsiniz!"

 

Daha sakindi.

 

"Doğru," dedim elimdeki valizi sert bir şekilde yere atarak.

"Ona ölene kadar söz verdin değil mi?"

 

"Durum bildiğin gibi değil."

 

"Ne o zaman ne? Söyle!"

 

Sinirle bağırdı.

 

"Mihenk kanser hastası! Yakında ölecek!"

 

Bağırışından çok cümlenin anlamı ile sarsıldım.

Ben sarsılınca sesini yumuşattı.

 

"O ve ben, yetimhaneden beri tanışıyoruz. Karşılıksız bir aşk bizimkisi. Benden bir şey rica etti. Nişanlanmak istedi. Kıramadım. Ona karşı bir şey hissediyor değilim."

 

Bakışlarımı yere indirip yutkundum. O zaman?

 

"Şimdi sen benim sorumun cevabını ver. Beni bırakıp nereye gidiyorsun?"

 

Yeniden ona baktım.

Söylemeli miyim?

 

Seni çok seviyorum Batı.

 

Diyemedim. Öylece baktım. Aklıma kurum gelince sustum öylece.

 

"Gidiyorum işte."

 

Yerdeki valizimi alıp arkamı dönüyordum ki kolumdan tuttu.

 

"Cevap vermedin."

 

"Bırak beni."

 

"Cevap ver."

 

Sertçe kolumu çektim.

 

"Seni de bırakıp gidiyorum. Oldu mu? Var mı bir diyeceğin?"

 

İki adım atıp kolumdan tuttu ve elimdeki valizi alarak "Hiçbir yere gitmiyorsun," dedi.

 

Ters yöne doğru yürümeye başladığımızda ondan kurtulmaya çalışıyordum.

 

"Bırak beni! Geri dönmeyeceğim. Bırak!"

 

Bırakmıyordu. Birkaç adım gittikten sonra kolumu kurtarabildim.

 

"Anlasana gitmem lazım. Geri dönemem. Başka çarem yok."

 

Ağlıyordum ama bu ağlayış çok farklı duygular içeriyordu. Çok sevdiğiniz birinin elinde severek ölmek gibi bir şeydi.

 

Anla artık Batı. Sana kuruma gel diyemem şu saatten sonra. Amacımı tam anlayamazsın, yanlış anlaşılırım.

 

Son kez yerdeki valizimi alıp hava alanının kapalı bölümüne doğru yürüyordum ki arkamdan bağırdı.

 

"Benden umudu bu kadar mı kestin Hande Kayla Emirgan!"

 

Olduğum yere mıhlandım. Bir adım daha atamadım. Bunu bilerek söylemişçesine bana doğru yürüdü. Gidemeyeceğimi biliyordu.

 

Önüme geçip gözlerini gözlerime odaklandığında "Yoksa psiko Hande mi demeliydim?" diye sordu.

 

Nefes dahi almadan, yağmurun altında öylece ona bakarken ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Titreyerek gözlerine bakmaktan başka tek bir hareket gelmiyordu aklıma.

 

🔲

Bölüm : 20.01.2025 21:13 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...