36. Bölüm

36. Bölüm

Hacer Kübra Gümüş
hakugu

 

 

 

Lütfen oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. 🤍

 

İnstagram hakugu

 

 

Ö K F

🔲🔲🔲

 

 

Hayatta kalma savaşı nedir tam olarak? Ne ifade eder? Bir insanın omuzlarına yüklenen o savaşın esas manası nedir?

 

Hayatımın anlamı ne? Neden yaşıyorum? Bu dünyaya gönderiliş amacım ne? Neden varım? Varlığım ne ifade ediyor?

 

Zihnim bir kurmaca gibi binlerce soruya ev sahipliği yaparken son sürat ilerleyen taksinin içinde kendi kendimi yiyip bitiyordum. Mihenk de yanımda ağlıyor bir yandan da sürekli Batı'nın telefonunu aramaya çalışıyordu.

 

Sanki bakan, gören, duyan ben değilmişim gibi anlık şok hali ile öylece pencereden dışarı bakıyordum. Kulaklarımda çınlayan o cümleler beni halsiz ve hareketsiz bırakıyordu.

 

Yapma Batı.

 

Yapma güzel kalplim.

 

Senin varlığına ihtiyacı olan onca insan varken yapma.

 

"Sence ne olmuş olabilir?"

 

Mihenk telaşla bunu sorduğunda ne cevap vereceğimi bilemiyordum. Kekeleyip bir şeyler mırıldanmaya kalmadan sertçe bağırdı.

 

"Sen götürdün onu oraya! Hepsi senin suçun. Bir de çözüm bilmiyor musun yani?"

 

Bağırışı ve ağlayışı taksi şöförünün de dikiz aynasından bana bakmasına neden olmuştu. Neden? Neden hep böyle bir hüzne gark olmak zorundayım. Ağlayamıyorum da. Omca zaman ağladıktan sonra şimdi ağlayamıyordum da.

 

Derin bir nefes alıp parmaklarıma baktım. Bilmeden sıktığım parmaklarım kanıyordu. Tırnak izlerinden sızan ince kanı görünce çok az bir şaşkınlık yaşadım ancak yerini yine hissiz bir ifadeye bıraktı. Niye böyle olmuştum bilmiyorum ama esasen kendimi hiç de iyi hissetmiyordum.

 

Bu, tarif edilecek bir şey değildi.

 

Sadece yaşıyordum.

 

Sadece, yaşıyorum.

 

İş yerinin önüne geldiğimizde taksiden inip durdum. Şirket kaç katlıydı bilmiyorum ama çatıyı göremiyordum. Yüzlerce kişi toplanmış bir de koruma çadırı açılmıştı. Eğer bir ihtimal Batı düşecek olursa çadıra düşsün diye.

Onlara öylece bakarken kulağıma Mihenk'in sorusu doldu.

 

"Oraya nasıl çıkacağız?"

 

"Hım?"

 

Şaşkın ve girdiğim şok hali ile ona bakarken bana sert bir tokat indirdi. Tokatın sersemletici etkisi ile bir adım geri gittiğimde dudağımdan sıcak bir sıvının sızdığını hissettim.

 

Mihenk aradaki adımı da kapattı ve beni tüm gücüyle silkeledi.

 

"Kendine gel! Kendine gel Hande! Batı ölecek, kendine gel!"

 

Onun her sallayışında bulanan zihnim biraz daha açılıyor, biraz daha kendime geliyordum.

 

"Batı..."

 

Dudaklarımın arasından çıkan kelime ile gözlerim dolduğunda boğazıma bir yumru takıldı.

 

"Evet Batı! Şimdi kendine gel ve beni oraya götür!"

 

Bu son cümleydi kendime gelmem için sarf edilen. Titreyerek aklımı başıma aldığımda koşarak şirkete girdim. Peşimden gelen Mihenk'i de düşünerek tüm gücümle koşmaya başladım.

 

Dudaklarımdan akan kan yavaşça kururken ben dua etmeye başlamıştım bile. Benim böyle delice koştuğumu görenler de peşime takılıyor ya da beni durdurmaya çalışıyordu.

 

İkinci katta Tolga Bey ve beraberindekilerle karşılaştığımızda yine durmadık. Dolu olan asansörleri beklemekten de merdivenleri kullanıyorduk ve bir ordunun koşusunu andırıyordu bu koşuş. En önce ben kendimden geçmişçesine koşarken nefes nefese kalan Tolga Bey bağırdı.

 

"Sabaha karşı ağır bir kriz geçirmiş. Kimse ne olduğunu bilmiyor. Çatıya nasıl çıktı hiçbir fikrimiz yok."

 

Hüzünle gözlerimden akan yaşı silerken koşmaya devam ediyordum.

 

"Sen gittikten sonra keşke başında bir hemşire bıraksaydık. Aslında her şey güzeldi. Nasıl oldu böyle bilmiyorum ki."

 

Tolga Bey'de olan kulağım bir ümit güzel bir haberin bekçiliğini yapıyordu ama o güzel haber gelmek bilmiyordu. Nefis nefese kaldığım o anlarda bazıları durup dinleniyordu ama ben koşmaya devam ediyordum.

 

"Yapamazsın Batı. Beni bu dünyada bir başıma bırakamazsın. Bunca savaşı mağlup olarak bırakamazsın."

 

Koşmaya devam ederken yanımdaki stajyer arkadaş seslendi bu sefer de.

 

"Hande abla şanslıyız ki onu Semih Bey bulmuş."

 

Bu cümle ile ona baktığımda korku ile titremiştim. Koşmaya devam etsem de Semih'in ismini duymak bana yetip de artmıştı bile.

 

"Bu ana kadar o engellemiş atlamasını."

 

Yalan

 

"Eğer o olmasaydı çoktan atlardı muhtemelen."

 

Demek bunu da yaptın ha Semih?

 

Son kata geldiğimde nefes nefese kalmıştım. Alnımdan akan terler çeneme kadar süzülmüşken durmak bilmiyordum. Ne zaman ki ışığı görürsem o zaman duracaktım.

 

Peşimden gelen onca kişi de koşuyordu.

 

Hayır Batı. Sakın kimseye uyma. Hele Semih'e asla! Onun niyetini anlayıp kendini durdurmanı bekliyorum senden. Ama kriz geçirdiyse çok zor olur. O zaman aklı başında olmaz ki. Semih de bunu istiyordu zaten değil mi? Kriz geçirip aklının gitmesini ve kendi iradesi ile onu çatıya çıkarıp atlamasını sağlamasını.

 

"Onu asla yalnız bırakmamalıydım."

 

İnleyerek bunu söylediğimde ağlıyordum. Arkamdan koşan Mihenk da dinlenmek için durduğunda ben kanlı terler akıtacağımı bilsem bile kopmaya devam ediyordum.

 

Duramam!

 

Benim kalbim yukarıda acı çekerken ben dinlenmek için duramam.

 

Çatı katının kapısı görünür görünmez derin bir nefes aldım ve kendimi kapıdan hızla dışarı attım.

 

Betonun soğukluğu ile buluşan yanmış bedenim ağır bir hava değişimi yaşarken gözlerim onu arıyordu. Gözlerimi açmakta zorlanırken onu bir kere da olsun görmek için tüm gücümü kullanıyordum.

 

Gelmiştim nihayet.

 

Güneşin yoğunluğundan dolayı gözlerimi aldığı beton zeminde büyük bir boşluk vardı. O yoktu. Ama dur.

 

Gözlerimi kısarak baktığımda binanın duvarından aşağı doğru sarkıttığı bacakları ile öylece oturduğunu gördüm. Böyle yüksek bir binadan aşağı dizlerini sarkıtmak büyük cesaret isterdi ancak bu cesaret değildi. Bu, hayattan koptuğunun resmiydi. Kendinde değildi. Hayır Batı. Yerden destek alıp adeta süründürmesene ona doğru yürürken gözlerimden süzülen yaşlar görüntü kalitesini düşürüyordu. Çenem titriyor canım yanıyordu. Bu acıyı bize reva görenlere karşı içimdeki döndürdüğüm nefret yeniden alevleniyordu. Bu alev tüm bedenimi sardığında titriyordum delicesine. Kendimden geçirecek kadar beni böyle üzen insana, insan denilir miydi ki? Bu pislikleri yapan kişiye insan denilir miydi ki? Sahi bu kişilerin hayatta var olma amacı neydi ki?

 

Batı'ya doğru sessizce bir iki adım attığımda "Artık bir etkin olmayacak," dedi biri.

 

Bu sesin sahibi, nefretle bakacağım Semih'ten başkası değildi. Durup tüm nefretimi üzerine kusacağım o insan müsveddesine baktığımda gayet iyi görünüyordu. Gözleri... Gözleri almış olduğu bir hıncın etkisi ile parlarken adlında fena hırpalanmış olduğunu gördüm.

 

Bu pisliğin yaptığı şuydu; Batı'yı kendinden geçirircesine üstüne gitmek. Kriz geçirdikten sonra da onu buraya getirmek. Belki de o da intihar edeceğini tahmin edemiyordu ama en azından onu bir kukla gibi yönettiğini gösterip üzerinde hak iddia edecekti. Semih gibi insanların, diğerlerini bir bez parçası gibi görüp onlara paçavra muamelesi yapma kanlarında vardı. Bir parça merhamet olmuş olsa buna engel olurdu ama yoktu. Gözlerini kör eder hırs ve hasetleri onları bu hale getiriyordu işte.

 

Yaslandığı duvardan ayrılıp benim yanıma gelirken kolları göğsünde çapraz bir şekilde duruyordu. Sarı saçları kana bulanmış ama bundan memnunmuşçasına bir de düzeltmişti. Onda da aynı boş vermişlik hali varken hızla Batı'ya baktım.

 

"Batı! Sakın onun dediklerine inanma. Gel, ne olursun."

 

Benim sesimi duyunca başını yavaşça bana çevirdi. Batı... Ne olur kendine gel. Öyle tehlikeli bir yerdesin ki...

 

Daha önce hiç görmediğim şekliyle bana baktığında, gözlerimi sonuna kadar açıp şaşkınlık ve korkumu gizleyemedim.

 

Ona ne olmuştu böyle?

 

Gözaltıları simsiyahtı. Dudaklarında hiç kan yokmuşçasına bembeyaz, ten rengi sarıya dönüktü. Tıpkı bir ölüyü andırıyordu. Hayır belki de gerçekten ölüydü. Bir insan evladına bu yapılır mıydı? O an aklıma Batı'nın anlattığı eski ayakkabı hikayesi geldi. Onun da annesi babası yok diye, bize bir şey yapamaz diye mi bu hale getiriyorlardı. Ne günahı vardı bu masum insanın?

 

Kendimi tutamayarak ellerimle ağzımı kapattım hıçkırarak ağladım. Onu böyle tükenmiş olarak görmeyi kendime yedirememiştim. Canım öyle bir yanmıştı ki, ciğerimin parçalara ayrıldığını hissettim.

 

Gözlerinden giden fer anlamsız bakışlara sebebiyet verirken dudakları çok az kıpırdadı.

 

Ne oldu sana be güzel kalplim? Kim ne dedi, ne yaptı sana böyle? Ne bu hali güzel yüzünün?

 

İyi diyemeyeceğim bir gülümseme dudaklarına yayıldığında mırıldandı.

 

"Papatya?"

 

Hüzünle ona baktığımda şefkatle gözlerimi yumdum. Gözlerimden akan birer damla yaş elmacık kemiklerime süzülürken yeniden açtım gözlerimi.

 

"Papatya gelmiş."

 

Başımla tasdiklerken gülümsüyordum. Beyaz elbisem papatya desenliydi ama Batı kesinlikle kendinde değildi. Bana öyle bir bakıyordu ki daha önce hiç öyle bakmamıştı. Ben, beni hiç tanımıyordu. Yok olana kadar, içim dışıma çıkana kadar ağlamak istiyordum. Yine de onu cevapsız bırakmak istemedik ve karşılık verdim.

 

"Evet Batı. Papatyan geldi."

 

Semih hazmedemeyen bir ses tonu ile "Ne papatya ama," dedi.

 

Sert bir şekilde ona baktığımda "Bu işte kimse günahsız değil Hande, hiç bana öyle bakma," dedi. Yanına koşup ona tüm gücümle vurmamak için dişlerimi tüm gücümle sıktım.

 

O arada Tolga Bey araya girdi.

 

"Sen karışma Semih. Hande halletsin."

 

Kimsenin hiçbir şeyden haberi yoktu tabii. Semih'in ne pislikler yaptığından, Batı'nın neden bu durumda olduğundan...

 

Tolga Bey'in çıkışı Semih'in de işine gelmişti. Yüzüne pis bir sırıtış yerleştirdiğinde geri çekilerek ellerini iki yana açtı. Sanki tüm işleri bana devretmişçesine bana yol verdiğinde ölmesini dilemiştim. Ölüp, yok olmasını.

 

Yeniden Batı'ya baktığımda ona doğru bir adım attım.

 

"Batı bak, her şeyi açıklayabilirim. Hepsine tek tek neden bulabilirim. Bana güvenmen ve inanman için her şeyi yapabilirim, lütfen beni dinle."

 

Yüzüne acınası bir tebessüm yerleştirdiğinde "Neyi açıklayacaksın papatya?" diye sordu. Doğru bir soruydu. Neyi açıklayacaktım? Ne yapmam gerekiyordu şu an? Yanlış edeceğim bir çift kelime olayları çok kötü bir boyuta sürükleyebilirdi. Bu yüzden sustum.

 

Batı'nın kaşları daha da çaresiz bir hale bürünerek kalktığında "Asıl sen benim açıklamamı dinle, olur mu?" diye sordu.

 

Tek kelime etmeden onu dinlemeye başladım. Her ne derse kabullenip onu yumuşatarak krizi geçmese bile o yerden uzaklaştırmaya bakacaktım.

 

Neden olduğunu anlayamadığım kanlı parmaklarını bana gösterdi. Kanları kurumuştu ama parmakları yer yer mosmordu. Onunla tanıştığımdan beri hiç bu kadar perişan görmemiştim. Bu beni kahrediyordu. Sanki, onu hiç bulmamış olsam, hiç yardı etmemiş olsam çok daha iyi olacakmış gibi bir düşünceye sahip olmama neden oluyordu. İçsel düşüncelerle kendimi yiyip bitirirken devam etti.

 

"Bu eller," dedi gülümseyerek. Asla tatlı bir gülümseme değildi. Yok oluşun, yavaşça tükenişin aynada yansıyan aksiydi.

"Daha önce hiç bu kadar acımamıştı. Çok kanadılar. Çok yara aldılar. Çok derinlerini de gördüler ama..."

 

Hıçkırarak gözyaşlarına boğulmama engel olmadım bir kere daha.

 

"Ama daha önce hiç bu kadar acımamıştı papatya."

 

Onun da ağlaması ile koşup sarılmak ve kurtarmak için yalvardım.

 

"Batı...Yalvarırım."

 

Başımı hızla sağa sola sallarken gözyaşlarım etrafa saçılıyordu.

 

"Yapma bunu, yapma! Yalvarırım yapma!"

 

Tolga Bey bir adım öne geldiğinde "Batı Bey lütfen bizi dinleyin," diye rica etti. Ancak Batı onu tek eliyle durdurdu. Israr da edemiyorduk. Sadece o ne isterse onu yapmaya çalışıyorduk. Bu yüzden Tolga Bey da durdu ve bekledi.

 

"Asıl siz beni dinleyin. Tek bir soru soracağım," dedi Batı.

 

Hepimiz ona odaklandık. Soracağı soru da vereceğimiz cevap da çok önemliydi. Semih zaten her şeyi bilirmişçesine sinsi bir şekilde gülerken Batı sordu.

 

"Hande, size beni getireceğine dair söz verdi mi vermedi mi?"

 

Semih sinsi bir şekilde bir bana bir Tolga Bey'a bakarken Tolga Bey ne yapması gerektiğini bilemez halde başını yere eğdi. Eğer evet dese kötü olacaktı, hayır dese çok daha kötü olacaktı. Söylenecek tek bir yalan işleri berbat bir duruma sokabilirdi. Ama Tolga Bey benim gerçek niyetimi nereden bilebilirdi ki? O da aynı şeyi düşünüyordu en nihayetinde. Hande seni denek olarak kullanmamamız için kendini öne sürdü ve bu zamana kadar uğraş verdi demezdi ki. Diyemezdi.

 

Tolga Bey'den bir ses çıkmayınca ben atıldım öne.

 

"Hayır hayır hayır! Lütfen sadece beni dinle. Kimseye anlatamadım, kimseye güvenemedim."

 

Yeterli gelmiyordu benim sözlerim artık ona. Aynı acınası tebessümünü dudaklarına yerleştirdiğinde "Sen de yalan söyledin papatya," dedi.

 

"Söylemedim. Yemin ederim sana yalan söylemedim. Yalvarırım beni bir kere dinle."

 

Nefes alamıyormuşçasına ağzını açarak acı bir inleme sesi yayıldığında "Papatyalar da yalan söylüyor artık," dedi kapattığı gözlerinden yaşlar süzülürken.

 

"Aslında beni hiç sevmemiş."

 

"Sevdim!" diye bağırdım.

"Seni çok sevdim. Bu dünyadaki her şeyden, herkesten çok sevdim. Aklının alamayacağı kadar çok sevdim. Senin için her şeyi göze aldım."

 

Bu noktada herkes bana şaşkınlıkla bakarken Semih sinirden olduğu yerde deliriyordu.

 

Ben Batı için tüm bu sözleri sarf ediyordum ama o gözlerini yeniden açamadı. Sanırım bayılıyordu. Gözyaşları elmacık kemiklerinden çenesine süzülürken çok ağır bir sancısı varmışçasına inledi. Artık bu hayata daha fazla tahammül edemeyecekmişçesine haykırdı ve oturduğu yerde dengesi sarsılınca ona doğru koşmaya başladım.

 

Hayır! Gidemezsin.

 

Ne kadar bu kirli dünyada tertemiz olarak bunalsan da beni bir başıma yapayalnız bırakıp gidemezsin.

 

Seni yüreğimdeki en özel yere yerleştirdikten sonra böyle çekip gidemezsin.

 

Herkes korku ile çığlık attığında Semih'in de yerinden hareketlendiğini gördüm.

 

Batı bir kere daha kendine geldiğinde sanki nerede olduğunu kavrayamazmış gibi sağa sola baktı korku ile. Belinden kollarımla sardığımda kim olduğumu anlamak için bana baktı.

 

Kendine geldiğini belli eden bir tebessüm dudaklarına yayıldığında daha sıkı sarıldım.

 

"Batı..."

 

Gözlerinin içi dahi gülmeye başlamıştı. İşte benim Batı'm dönmüştü nihayet. Bir kere daha sarıldım ve "Batı," diye fısıldadım.

 

"Ben geldim. Senin için geldim. Sen de gel lütfen. Kendine gel lütfen."

 

Ellerini ellerimin üstüne koydu ve içimi ısıtan ses tonu ile adımı tekrarladı.

 

"Hande."

 

Dönmüştü. Benim Batı'm dönmüştü işte.

 

"Efendim. Papatyan geldi bak. Hiç bırakmayacağım seni. Hep yanında olacağım. Asla yalnız kalmayacaksın."

 

Yüzünü yüzüme yaslayıp derin bir nefes aldığında "Hadi gidelim buradan," dedim.

 

Kendine geldiği için eskisi gibi nazik bir hale bürünmüştü. Diğerleri aşağı inip Batı için odasını hazırlamaya gittiklerinde geride sadece üçümüz kalmıştık. Semih senile bize bakarken ben Batı'ya tüm gücümle sarılıyordum.

 

"Hadi odana gidelim."

 

Başı ile tasdiklediğinde ben de duvara çıktım. Onu kendime doğru çekmeye başladım. Elinden geldiği kadar dengesini sağlamaya çalıştı. Halsiz ve kendine olmayan bu durumu sendelemesine yol açınca ayağı kırılan tuğladan kaydı. Batı'nın tüm dengesi bir anda gidince benim gücüm de onu tutmaya yetmedi. Onunla birlikte benim de dengem sardığında her şey için çok geçti.

 

"Hande!"

 

Semih koşarak bize doğru geliyordu.

Aşağıdan yükselen çığlıklar, her yerde duyulan isimlerimiz ve bize doğru koşan arkadaşlarım çoktan geride kalmıştı. Kimsenin bizi tutmaya ne gücü ne de vakti olmamıştı.

 

Biz, çoktan düşmeye başlamıştık.

 

Batı'nın peşinden düşerken, gözlerime takıldı yeni yeni açan kiraz çiçekleri.

 

Bahar gelmişti sahiden de.

 

Kim derdi ki bu hikâyenin baharla son bulacağını? Kışın o en acı soğuğunda içimizi ısıtan bir masalın, ilk baharda böylesine yürekleri donduracağını kim bilebilirdi ki?

 

Veda etmek için ne güzel bir mevsimdi bahar...

 

Herkes dirilirken, bizim ölmemiz acıtsa da, güzeldi.

 

Yer çekimine kapılan bedenlerimiz yükseklikten hızla düşerken bir anda kendimi sakuralarla çevrili bir parkın ortasında gördüm. Her yer pembe çiçeklerle donatılmış, mis gibi kokularla bezenmiş, muhteşem bir görsel şölendi.

 

Her şeyin tam ortasındaydım.

 

Ve sen de...

 

Hemen karşımdaydın.

 

Beyaz bir gömlek giymiştin. Kumaş pantolonunun ütüsü mükemmeldi. Tıpkı özenle taranmış saçların gibi. Parlak bir gülümseme vardı yüzünde. Gözlerin ışıl ışıldı. Her zamanki gibi çok yakışıklıydın. Gözlerimi senden alamayacakmış gibi bakarken utançtan uzun süre bakamıyordum da.

 

Gözbebeklerinde kendimi görüyordum.

 

Dudaklarında ismim yankılanırken dünyanın en mutlu insanıydım.

 

Sana gülümserken iki elimi de tuttun.

 

Sıcacaktı ellerin...

 

Her zamanki gibi. Yüreğin gibi. Temiz kalbin gibi.

 

Hafifçe sıktım ellerini. Gerçek olup olmadığını anlamak adına yapmıştım bunu. Sahi gerçek miydin? Bu kısacık an içinde hayal görüyor olamazdım değil mi?

 

Ama sonra karardı her yer.

 

Gözlerimi açmakta zorlansam da düştüğümüzü fark etmiştim bir kere daha.

 

Sırtüstü düştüğüm için senin adına açılan platformu görebiliyordum. Gülümsedim mutlulukla.

 

Çok şükür, kurtulacaksın.

 

Çok şükür başına bir şey gelmeyecek.

 

Canın yanmayacak çok şükür.

 

Hemen sonrasında aşağıda oluşan telaşa baktım. Bana bakıyorlardı. Seninle birlikte düşüyor olmam değildi onları telaşa sürükleyen, benim altımda bir şeyin olmamasıydı. Beton zemin görünüyordu aşağıda. Benim düşeceğim de akıllarına gelmediği için bir şey açmamışlardı. Öyle bir telaş vardı ki aşağıda sanki cehennem gibi. Sen de görüyor musun Fedai?

 

Esasen ben seni tam olarak göremiyordum. Bir kere daha net bir şekilde görebilseydim keşke o temiz çehreni. Bir kere daha tutsaydım sıcak ellerini.

 

Senin rahatla yumuşak zemine düşüşünü seyrettiğim o anlarda aşağıda kopan çığlıkları net bir şekilde işitmiştim. Birçok yerden ismimi duyuyordum ama hiç böyle vahim olacağını düşünmemiştim.

 

O gün peşinden düştüğümde, beton zemine çakıldım Fedai.

 

Bu ne demek biliyor musun? Nasıl hissettirir, nasıl karşı koyulur, ne denir biliyor musun?

 

Esasen ben pek bir şey hissedemedim.

 

Önce büyük bir sarsıntı oldu.

 

Başımı sertçe çarptım sanırım. Dişlerim üst dudağımı kesti. İçimde bir şeylerin battığını hissettim. Yuvarlandığımı hissettim biraz da. Gökyüzü döndü defalarca.

 

Bulutların gözleri yaşlıydı o gün. Hüzünlüydüler nedense.

Neredeyse beni de ağlatacaklardı.

 

Son dönüşümde sana denk geldi gözlerim.

 

Kendinden geçmişçesine bağırıyor adımı tekrarlıyordun. Platformdan çıkmak için çabalıyordun ama dört beş kişi seni tutuyordu.

 

Saçların Fedai...

 

Dokunmaya kıyamadığım o saçlarını neden çekiyorlar senin?

 

Söyle çekmesinler.

 

Hem neden ağlıyorsun? Sana bakıyorum ben. Seni görüyorum.

 

Vurmayın ona! Vurmayın Fedai'me!

 

Dizlerine aldığın darbelerden sonra yere çöküyorsun. Seni bana göndermiyorlar. Yaklaşmanı dahi istemiyorlar. Ben yokum diye mi sana böyle yapıyorlar? Oysaki ben sana tek kelime laf bile ettirmezdim. Gözlerimden akan yaşların nedenini ben de bilmiyorum Fedai.

 

Sardı tüm bedenimi amansız bir sızı. Yanıyor ciğerlerim. Ağlama ne olursun. Uzanamıyor ellerim sana. Gözlerindeki yok oluş da neyin nesi? Bu hayatta senden daha değerlisi yok demedim mi sana? Ne bu hal Fedai? Dudaklarım Fedai. İsmini söylemek için aralanıyor. Yalnız nedense ses gelmiyor. Neden? Ne oluyor ki?

 

Ama sonra anladım her şeyi.

 

Senin neden kendinden geçmişçesine bana doğru gelmeye çalıştığını, insanların neden çığlık atarak bana bakamadıklarını, kimsenin neden yanıma yaklaşamadığını.

 

Hepsini anladım Fedai.

 

Ben, ölüyorum.

 

Kısa süre içinde kan gölüne dönen alanda duruyor bedenim. Kırmızıya boyandı bembeyaz elbisem. Oysaki senin için papatya olmak istemiştim bugün.

 

Papatyanı öldürdüler Fedai...

 

Bir titreme aldı beni. Neden her şey titriyor? Bedenim delicisine titrerken ağzımdan ve burnumdan tazyikli kan akıyor. Buna engel olamıyorum. Kan, gözlerime kadar doldu. Her yer kırmızı oldu bir anda.

 

O anda kulağıma doldu sesler.

 

"Acele edin! Ölüyor."

 

Ölüyor...

 

Ölüm.

 

Bu kelime nasıl bana yöneldi Fedai? Bu kelimenin sahibi sen değil miydin? O yüzden sevmedim mi ben ölümü? Sevdiğim için mi bana geldi?

 

"Nabzı atmıyor.

Nabzı atmıyor.

Nabzı atmıyor."

 

"Doktor bey, acele edin.

Acele edin."

 

"Üzgünüm yapacak bir şey yok.

Yapacak bir şey yok.

Üzgünüm."

 

"Hande...

Hande..."

 

Her şeyin tekrarlandığı o saniyelerde senin sesinden bir kere daha ismimi duydum ya, ölsem de gam yemem artık.

 

O karmaşanın arasında senin sesini tanıdığım için bana hastalıklı diyebilirsin belki de, ama ne yapayım tek arzuladığım ses seninki. Beklediğim, duymak istediğim, sevdiğim...

 

Ama gözlerim Fedai...

Onları kapatamıyorum.

Beni dinlemiyorlar. Neden? Ne oldu ki?

 

Bilmem ki Fedai, ölüm böyle bir şey mi? Ağzın açık ama nefes alamıyorsun. Gözlerin açık ama göremiyorsun. Göğsün hareketli gibi ama kalbin atmıyor. Bak ne güzel geçiyor bulutlar. Hava neden karardı birden bire?

 

Kapatamadım bir kere daha gözlerimi. Kulaklarıma doluyor acı çığlıkların. Seni yeniden dövüyorlar. Deli diyorlar.

 

"Geri zekalı."

 

"Akılsız."

 

"Hasta!"

 

"Hepsi senin yüzünden. Öl! Sen de öl!"

 

"Pis deli!"

 

Hırpalıyorlar bir kere daha. Oradan oraya savruluyorsun. Yeterince ezilen bedenin bir kere daha eziliyor. Onlar gitme dedikçe sen bana doğru koşuyorsun. Net olarak göremiyorum ama gözlerin bende, hissediyorum.

 

Akan kanda göl olan asfalt yola bakıyorsun. Şoka girmişsin bes belli.

 

Sen de yaşadın mı tüm bunları Fedai? Yoksa korkaklık edip ölümün adını ağzına bile alamadın mı? Ben bunları yaşadığını düşünerek korkusuzca yolumda yürümeye devam ediyordum oysaki. Ama ya yaşamadıysan? Ya ilk kez ben yaşayacaksam? Beni yalnız mı bırakacaksın Fedai?

 

Sahi bu hikayede asıl Fedai kim? Sen mi ben mi? Asıl kendini feda eden kim? Asıl ölümün köleliğini üstlenen kim?

 

Bedenimi kaldırıyorlar Fedai. Yüzümü örttüler. Artık hiç ışık yok. Ambulansın acı sirenini susturdular, çünkü doktorlar hüzünle başlarını sağa sola sallıyor. Ağlama, çığlık ve feryat sesleri dolduruyor kulakları.

 

Öldü diyemiyorlar. Bunu kimse diyemiyor. Ama artık ümit de yok. Ölüm Fedai, seni teğet geçti.

 

Ağlama artık. Bu hikaye bir bilmeceydi belki de. Ölümün gerçek Fedaisi'nin arandığı bir bilmece. Sence de cevap artık ortaya çıkmadı mı?

 

Herkes etrafta korkağı ararken, asıl fedai teslim oldu bile.

 

Çünkü ben...

 

Ölümün korkak fedaisiyim.1

 

 

 

      

⚜️SON⚜️

 

 

 

 

 

Bölüm : 20.01.2025 21:16 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...