37. Bölüm

37. Bölüm

Hacer Kübra Gümüş
hakugu

 

 

 

 

 

 

 

 

                                M P G

🔲🔲🔲

 

 

 

Derler ki; hiçbir ses kaybolmaz.

 

Yaşanıp bitti sanılan onca yaşam, söyledim gitti diye düşünülen nice naralar, fısıltı ile gizlice iletilen sırlar, kimse duymadı diye algılanan kehanetler ve daha binbir türlüsü. *Hilkat garibesiymiş gibi bu alemi sadece kendi için sanan insanoğlu herhangi bir sesin yitip gittiğini ve sonsuza dek yok olduğunu sanır ama öyle değildir. Hepsi uzayın derinliklerinde bir yerde depolanır. Kimi en yıldızlısından bir manzara bulur kendine, kimiyse kara deliklerle cebelleşir.

 

Ve yine denir ki; uzaya gönderilen sesin ritmi adedince yer verilir.

 

Hal böyle olunca kimsenin duymadığı sanılan her bir kelime, aşkla edilen onca nara, esefle çiziktirilen satırların sesle buluştuğu anlar dahil hepsi, hepsi kaydedilir. Günümüz ses kaydedicileri halt etmiş sayılır uzayın yanında. Orası bir hurdacı gibidir. İçinde nice virane anılar yaşar. Hani bazısı da tazeciktir, keşfedilmeyi bekler umutsuzca.

 

Sonra. Çok sonra. Çok ama çok sonra. Şayet bir gün ulaşılması mümkün olursa ya da ulaşılmak istenirse hepsi açığa çıkar. Tüm o sesler bir bir insanlığa hediye ya da birer azap olarak salıverilir.

 

Sevgiyle söylenmiş nameler, acıyla haykırılan feryatlar, özlemle kavrulan ritimler ve daha nicesi. Sanki özenle asılmış çamaşırlara takılan çeşit çeşit mandallar gibi kendini sergiler insanlığa. Uzayın renkli mandallarıdır onlar. Görünmez ama zamanı gelince en derinden işitilir.

 

Bu *darb-ı mesel insana çok huzur veriyor ancak öte yandan da çok korkutuyor.

 

Kaybettiğimiz sevdiklerimizin yankılarına ulaşabilecek olmak, özlemle kavrulan yürekler için büyük bir nimet gibi hissettirse de hemen sonrasında onca katliam, haset ve nefretin keskin sancılı çığlıkları da geliyor insanın aklına. Bir adım geri atıyor sonra.

 

"Duymasam daha iyi," diyor kendi kendine. "Onca feryadı işitmektense, hiç ulaşmamak daha iyi."

 

Dünya yaratıldıktan bu yana kim bilir hangi sesler kaydedilmiştir uzayda. Bir zenci çocuk çığlık attı belki de, çünkü az önce yeterince kahve toplamadığı için el ve ayağı kesildi. Ondan hemen sonra üç Filistinli genç sessizce idam edildi. Sessizce dedim ama uzaya çıktı onların da sessiz çığlıkları, kaydedildi adil bir şekilde.

 

Şimdilerde kulağıma doluyor böyle çığlıklar. Kimisi özenle ritim tutturulmuş, kimiyse ciğerimi söküp attıracak kadar közlü.

 

Kulak verin siz de. Çok iyi dinleyince çok uzakta olsa da işitiliyor tüm bu geçmişin tozlu defterleri.

 

Çok isteyince insan, kulaklara doluyor tüm kayıtlı sesler. Bir filmi yeniden izletircesine. Bir kitabı en başından okuturcasına ve bir hayatı tekrar tekrar yaşatırcasına...

 

"Evet karşı dairenize yeni taşınan komşuyum."

 

"Baba! Baba yapma!"

 

"İsmim Kayla."

 

"Elma şekeri yapmayı biliyorum gerçekten."

 

"Eğer suçunu itiraf edersen, bir şansın olabilir Semih."

 

"Kaç defa söyleyeceğim naneli lolipop yok!"

 

"Serseri!"

 

"Psikologların tek yaptığı şey dinlemek. Kimsenin yanan yangını söndürdüğü falan yok."

 

"Artık çilekli şeker verme."

 

"Benden ümidi bu kadar mı kestin Hande Kayla Emirgan!"

 

"Papatyalar da yalan söylüyor artık..."

 

"Annem ve babam Ay'dan bize bakıyorlar."

 

"Caps lock tuşunu açık unutmuşsun."

 

"Yoksa psiko Hande mi demeliydim?"

 

"Madem sen ölümü sevdin. Ben de ölümün fedaisi olurum."

 

🔲🔲🔲

 

1 SENE SONRA

KONYA / MERAM YETİŞTİRME YURDU

 

 

"Çoktan haketti bunu. Tüm kovayı boşalttığınızdan emin olun."

 

"İğrenç bir şey oldu ya."

 

"Gülme de devam et."

 

Uzun süre kullanıldığı için yavaşça griye dönen beyaz spor ayakkabının etrafına toplanan dört çocuk ellerindeki bir kova dolu kirli suyu ayakkabılara boşaltmaya çalışıyorlardı.

 

"İkisi de doldu mu?"

 

"Evet ama iğrenç kokuyorlar Özgür."

 

"Hangi klozetten doldurdun kovayı?"

 

"Tıkalı olan var ya ondan."

 

"İğrenç!"

 

"Neyse kovayı saklayın. Hadi ders başlayacak birazdan."

 

Boş koridorda uzaklaşan çocukların ayak sesleri nefretimsi bir yankı yaparken ayakkabıların sahibi geldi. Aslında uzaktan seyrediyordu onları. Habersiz değildi. Yine de engel olmadı. İzin verdi. Bunu istemsizce yapıyordu. Hayatının böylesine berbat bir döneme girmesi sanki aşinası olduğu bir durumdu.

 

Bir süre yerdeki kirli su damlalarına baktı hemen sonra da gerçekten de çok kötü kokan ayakkabılara. Pek bir ifade olmayan yüzündeki kahve gözlerini dolaba çevirdiğinde sağ eli ayakkabılara ulaştı ve yavaşça yere koydu. Islaktı, kokuyordu, zaten eskiydi ama artık pek giyilecek bir tarafı kalmamıştı. Yapılan bu şey çok kötüydü ama o alışmıştı. Kim bilir belki de alışmış gibi yapıyor ve eziyetle dolu bu yaşamında kuru bir yaprak gibi öylece sürükleniyordu. Her şeye rağmen giymemeliydi belki de. Yine de başka ayakkabısının olmaması çaresizce bunları giymeye mahkum etmişti.

 

Islanan çorapları, attığı her adımda etrafa yayılan lağım kokusu ve aldığı derin nefesin küçük bedenine keskin bir bıçak gibi saplanmasını dışarıya asla göstermiyordu. Esasen göstermesinde bir mana göremiyordu. Yüreğindeki yalnızlık hissi iyiden iyiye bir hastalık gibi yayılmıştı. Boş koridorda öylece yürürken ıslak ayaklarını dahi net bir şekilde hissetmediğini düşündü. Sadece arada kokusu geliyordu.

 

Sınıfa girdiğinde diğer çocuklar bilinçli bir şekilde burunlarını tutmaya başladı. Koku onlara ulaşmasa dahi bunun için anlaşmışlardı. Maksat bilinçli ruhsal ezme yoluydu. Eğer sıradan bir çocuğa bunu yapsalar belki başarılı da olurlardı lakin karşılarındaki kişi zaten hayatın en ağır sillesini yemiş ve kendi içinde bir derinliklere boğulmuş zavallı bir çocuktu.

 

"Iyy iğrenç bir koku geliyor."

 

"Lağım kokusu mu ne?"

 

En önde oturup arkadaşlarından birkaç kişinin yaptığı bu çirkin davranışı adı gibi bilen Ahu hızla ayağa kalktı.

 

"Özgür bu senin işin mi?"

 

Kendi sırasına geçmek için yavaşça yürüyen Umut, ıslak ayakkabıları içinde ıslanan ayaklarını önemsemeden yerine oturdu.

 

Ayakkabıya su dökmelerini isteyen Özgür oturduğu yerden bağırdı.

 

"Benim işimse ne yapacaksın Ahu? Bana babası belli olmayan bir pisliği savunmayacaksın herhalde. Lağımdan geldi ve lağım olmaya mahkum."

 

"Bu yaptığın çok yanlış."

 

"Onu savunuyorsun çünkü sen de onun gibisin değil mi? Hala daha annenden bahsetmedin."

 

Annesinden bahsedilince küçük kızın gözleri doldu. Annesi kanser hastası olduğu için istemeden de olsa Ahu'yu yetiştirme yurduna vermek zorunda kalmıştı. Babası o çok küçükken ölmüştü ve başka akrabası da yoktu. Ellerini yumruk yapıp iki yanında sıkan küçük kız tüm gücüyle bağırdı.

 

"Benim! Annem! Benim annem!"

 

Devamını getiremeden sicim gibi akan yaşları altında boğuldu. Yüreği taştan olan bu çocuğa bir çift laf etmesini bilirdi ama annesi söz konusu olunca çöp hassaslaşıyordu. Çok özlemişti ve biraz da kızıyordu. Neden? Ne kadar hasta olursa olsun yanından ayırmasını istemezdi Ahu. Neden onu bu yurda vermişti ki? Annesi eğer ölecekse de onunla birlikte tüm bu zorlu süreci atlatmak isterdi.

 

"He senin annen? Açıklama yapmadın yine. Bu lağım kokulununki gibi deli mi yoksa?"

 

Bu son raddeydi. Özgür gerçekten de fazla olmuştu. Önündeki kitaba eliyle vuran Umut ayağa kalktı ve koşarak Özgür'ün üstüne kapaklandı. Nereye gelirse vurmaya başlamıştı ancak bu sadece birkaç saniye sürdü. Özgür ve onun yakın arkadaşları Okan ile Deniz, Umut'a vurmaya başladı. Hep böyle olurdu zaten. Ne zaman sınıfta bir zorbalık yapılacak olsa Özgür tek başına yapmaz, mutlaka Okan ve Deniz'i de alırdı yanına. Esasen Özgür'ün de nasıl bir ailesi olduğu kimse tarafından bilinmiyordu ancak kimsenin bunu ona soracak cesareti yoktu.

 

Koşarak onları ayırmaya gelen Ahu ne kadar çabaladıysa da başarılı olamadı. Yaklaşık bir senedir zorbalık gören Umut, yine arkadaşlarının darbelerine maruz kalmıştı. Yerde büzüşüp gelen darbeler ile ezildikçe gözünün önüne kareler geliyordu.

 

Annesi ile markete gidişi...

 

Dayısı ile yemek yiyişi...

 

Hande ile parka gidişi...

 

Gelen her bir darbe onu daha çok sarsıyordu ancak o her zamanki gibi içine atmakla meşguldü. Duygularını önceden de yeterince göstermezdi ancak şimdilerde iyice içine kapanmıştı. Yaklaşık bir senedir bu yetimhaneye onu ziyaret için ne gelen vardı ne giden. Yalnızlığın zehir gibi olan kolları arasında sıkışıp kalmışken kimsenin onu kurtarmaya niyeti yok gibiydi.

 

Geceleri bazen ağlamış olarak uyanıyordu. Gündüzleri çoğunlukla bir noktaya dalıp duruyordu. Dayanacak bir şey bulamayınca insan böylece çöküyordu. Hele bu bir de küçük bir çocuğun minik omuzlarıysa...

 

"Durun! Ne yapıyorsunuz? Hey!"

 

"Öğretmenim!"

 

Ahu sınıfa gelen öğretmene feryatla bağırınca çocuklar durdu. Yeterince sinirini alamasa da sinsice sırasına oturan Özgür diğer ikisinin kalmasını istedi. Bu şaşılacak bir şey değildi. Büyükler nasıl bu şekilde insan kullanıyorsa aynı şey küçüklerde de geçerliydi.

 

"Kim yaptı bunu?"

 

Feride öğretmen hüzünle yerde yatan Umut'u kaldırdığında burnundan kan geldiğini gördü. Patlayan dudaklarından akan kan da çenesini hafifçe ıslatmıştı. Yüzü morluklar içerisindeydi ancak onda yine hiçbir ifade yoktu.

 

"Umut iyi misin?"

 

Bir şey demedi küçük çocuk. Demeyeceğini bile bile sormuştu Feride öğretmen. Oldukça genç olan bu öğretmen, açık kahve saçları ve saçlarıyla aynı renk olan gözleri çok güzel bir kadındı. Kendisinin de bu yetiştirme yurdundan mezun olması, yetim ve öksüzlüğün acısının yanında zorbalığın da ne demek olduğunu adı gibi iyi bilmesine sebep olmuştu.

 

"Ahu Umut'a revire kadar eşlik eder misin?"

 

Ahu hızla Umut'un koluna girdiğinde Baran da diğer koluna girdi.

 

Tüm sınıfta hepi topu birkaç kişi doğruluğun peşindeydi. Diğer bir bölümü sessizliği seçen, korkan ve belki de güçlünün yanında durma heveslisi olan taraftaydı.

 

Yürüyebildiği kadarıyla arkadaşlarına yük olmamaya çalışan Umut, boş koridorda öylece giderken derin bir nefes aldı.

 

Nedense birden aklına çalıkuşununun melodisi gelmişti. Hemen sonrasında Hande ve birlikte çıktıkları o yüksek ağaç. Küçük zihninin bir köşesinde arka fonda bu melodi sürekli tekrar ederken o gözünün önüne gelip duran anılarını hatırlamala meşguldü.

 

Hiçliğin ıssız sokaklarında kaybolurken bir anda nedensizce aklına gelen bu kare ile acısa da minik bir tebessüm kondurdu dudaklarına. Ve kimsenin duyamayacağı bir şekilde fısıldadı.

 

"Serseri."

 

Belki yüz, belki bin kez daha tekrar edebilirdi bu kelimeyi. Ne anlama geldiğinden çok, ne ifade ettiği ile ilgileniyordu. Küçük yüreğinde tatlı bir sancı olarak sürekli hissettiriyordu kendini.

 

Sonra aklına bir şey daha geldi ve ürkek tebessümü silinirken gözleri doldu. İkinci defa aldığı derin nefes dolan gözlerinden birkaç damla düşmesine neden olmuştu.

 

"Umut ağlıyor musun?"

 

Ahu hüzünle sorduğunda Baran da eğilip baktı.

 

"Çok mu canın yanıyor?"

 

Çok demek istedi Umut. Ama bedenimdeki darbelerden dolayı değil. Yüreğimdeki yaradan dolayı.

 

Susmaya devam etti. Konuşmanın pek bir işe yaramadığını biliyordu. Revire girene kadar sessizce ilerlediler. Sonrasında Baran ders için geri dönerken Ahu hemşirenin Umut'u tedavi etmesini izledi.

 

"Ah be yavrum ne yapmışlar böyle sana?"

 

Sıra ile dizili yedi demirden ranzanın üçüncüsünde oturan Umut, gözlerini odakladığı pencereye dalıp gitmişti. Yine bir şeyler düşünüyordu. Kim bilir belki sadece boşluğun o korkunç hiçliğinde kayboluyordu.

 

Ama hemşire dudağını temizlerken "Çok canı yanmış mıdır?" diye sordu birden bire.

 

Hem ayakta bekleyen Ahu hem hemşire durup gözleri belirsiz bir noktaya dalan Umut'a beklenti dolu gözlerle bakarken o devam etti.

 

"Beşinci kattan düşse bir insan..." Derin bir nefes aldı.

"Çok canı yanar mı?"

 

Hemşire ile Ahu birbirine baktılar. Ahu altın sarısı saçlarını kulağının arkasına sıkıştırıp mavi gözleri ile gözleri yaşaran Umut'a daha dikkatli baktı.

 

"Kim Umut? Kimden bahsediyorsun?"

 

Umut yine sessizleşti. Elmacık kemiklerine süzülen yaşa aldırmadan yutkunduğunda "Son görüşüm olduğunu bilmiyordum abla. Özür dilerim. Çok özlüyorum abla. Yine özür dilerim. Seni..." hıçkırıklara boğuldu. Hem hemşire hem Ahu tutamadıkları gözyaşları ile Umut'a bakarken öylece kalakalmışlardı.

 

Elinde kanlı pamukla gözyaşlarını silen hemşire sesli ağlamamak için revirden acele ile çıkarken Ahu karşı ranzaya oturdu.

 

Umut ağlıyordu. Çenesi titriyor, gözyaşları kuruyan kan izlerini yeniden alevlendiriyor ve o ağlamaya devam ediyordu. Üzerinden bir sene geçse de dağılmıştı tamamen. Ve toplanması imkansız gibi geliyordu.

 

Ahu eğilip Umut'un elini tuttu.

 

"Ağlama Umut. Ben de annemi çok özlüyorum ama ağlama. Yetim ve öksüz olmak bir suç değil. Canın yanıyorsa bilmem ama ağlama lütfen."

 

İlk defa gözleri Ahu'nun gözlerini buldu Umut'un. Sanki bir insanın varlığını ilk defa şişedeymiş gibi. Sanki ilk defa gerçekten nefes alırmış gibi.

 

Annem değil demek istedi. Canımı böylesine çok yakan kişi annem değil. Ama diyemedi her zamanki gibi. Sustu ve gözlerini bir kere daha odakladığı pencereye bakmaya devam etti.

 

🔲🔲🔲

 

"Ziyaret saati bitti beyefendi."

 

"Uzun sürmeyecek rica ederim. Çok işim vardı geç kaldım."

 

"Üzgünüm beyefendi."

 

"Sadece beş dakika o halde."

 

Saate baktı genç kadın. Sonra da karşısında adeta kıvranan genç adama. Başı belaya girebilirdi bu yüzden istemeye istemeye de olsa gözlerini tasdik için açıp kapattı.

 

"İsim soyismi alayım lütfen."

 

"Can Kutluay."

 

"Sadece beş dakika lütfen. Fazla olursa ben sıkıntıya girerim."

 

Mutlulukla gülümseyen Can sevinçle gözlerini kırptı. Minnetle dolu olan gözleri ışıldarken yerinde sevinçle kıpırdandı.

 

"Tamam çok çok çok teşekkür ederim. Neredeler şu anda?"

 

"Bahçe gezisine çıktılar."

 

Eli ile beş sayısını gösterip görevli genç kadına göz kırptı sonra da hastanenin kapısından içeri girdi. Düzenli olarak geldiği bu ruh sağlığı merkezi onun evi gibi olmuştu artık. Gözleri bahçeye kayıp orada da Banu'yu aradı. Son zamanlarda çok değişmişti. Buraya geldi geleli eski neşesi kalmasa da artık daha mantıklı davranmaya başlamıştı sanki. Can bu durumdan öyle çok memnundu ki bunu aldığı tedaviye bağlarken aynı zamanda onunla ilgilendiği için de olduğunu biliyordu.

 

"Bakar mısınız Banu Süheyl'i gördünüz mü?"

 

"Bazen yıldızlar ağlıyor biliyor musun? Hem de bayılarak. Sen ne biçim satıcısın? İndir biraz şunun fiyatını."

 

"Derya teyze Banu diyorum Banu."

 

"Banu kim? Benim kedim yok ki."

 

Mantıklı bir cevap alamayacağını bilse de her geldiğinde Dem diye kendi içinde kodladığı üç teyze ile konuşmadan içi rahat etmiyordu. Kısa boylu ve başında her zaman farklı bir eşarp olan Derya teyze. Yaz kış üstündeki mor mantosunu çıkarmayan Esra teyze ve genellikle her yerine çiçek, ot, çöp takan ama mavi gözleri ile çok tatlı gülümseyen Merdane teyze. Evet pek mantıklı anlaştıkları söylenemezdi ama sonuçta konuşuyorlardı. Hem Can onlarla konuşmaya başlamadan önce mutlaka kendi kendine "Dem bu demdir," diye mırıldanmaya başlıyordu

 

"A Can gelmiş. Ben sizin evin çatısında yüzdüm biliyor musun?"

 

"Evet Esra teyze. Sana sonuna kadar inanıyorum."

 

"Yo bana inanma. Valla ben büyü yapmadım. Hem kışın kar yağmıyorsa bu benim suçum değil anne."

 

"Haklısın. Kar yağdırmak Allah'ın işi."

 

"Allah'ı seviyor musun Can?"

 

"Evet Merdane teyze."

 

"Ama sana bir şey diyeyim mi ben var ya buradaki tüm insanların saçlarını uzattım. Hem de pasta kreması ile yastığımı süsledim."

 

Can gülümseyerek bahçede gezinmeye devam etti. Konya'nın Ankara'ya yakın bölümüne inşa edilmiş bu merkezin bahçesi bir botonik bahçesinden farksızdı. Mavi çamların sınırlarda yükseldiği, yeşil ve kahvenin muhteşem bir uyumla yan yana poz verdiği bir mekandı. Kemik taştan yollarının üstü yapraklarla kaplanmış, gülden ve envai çiçeklerden ne istersen bulabileceğin cennet gibi bir araziydi. Altı katlı binanın soluk gri rengine inat bahçe, insanda yaşama isteği uyandırıyordu.

 

Can büyük kavak ağaçlarını da geçtikten sonra az ileride üç salkım söğüdün altında duran Banu'yu gördü. Öylece duruyordu. Arkası dönüktü ama Can onu bir çırpıda tanımıştı.

 

Sessizce yanında gidip o da hemen sağ tarafında durdu. Tıpkı Banu gibi gözlerini kapattı ve derin bir nefes alarak ellerini önünde bağladı.

 

"Havadaki enfes huzuru hissediyor musun Can?"

 

Aniden gözlerini açan Can, hala gözleri kapalı olan Banu'ya şaşkınlıkla bakarken ellerini de çözmüştü.

 

"Beni gördün mü?"

 

Banu gözlerini açmamaya devam etti.

 

"Evet."

 

Cevabı verirken hafiften gülümsüyor olması Can'ı tıpkı bir çocuk gibi afallatmıştı.

 

"Ama gözlerin kapalı."

 

Banu gözlerini yavaşça açtı ve gözlerine tatlı bir şefkat yerleştirdi.

 

"Gönül gözüm her daim açık ama."

 

Can belli etmemeye çalıştığı şaşkınlıkla tatlıca gülümserken Banu'ya bakmaya devam ediyordu.

 

"Hem havanın ritmi değişti. Gül kokusuna senin kokun eklendi. Kalp atışındaki hazzı duydum ve böylece seni gördüm."

 

Can şaşkınlıkla Banu'yu dinlerken daha fazla gülümsemeden edememişti. Şaşırmaktan öte içinde gizli bir hayranlık duygusu büyüyordu yavaşça. Kendine engel olamıyordu bu düşüncelerden dolayı. Gözlerindeki şaşkınlığı silemeden "Gün geçtikçe," dedi ve durdu. Banu tamamladı Can'ın cümlesini.

 

"Değişiyorum. Hissediyorum ben de. Sanki," dedi omuzlarına örttüğü örtüye daha çok sığınarak.

"Yıllardır derin bir uyku içindeymişim de uyanıyormuşum gibi."

 

Can Banu'nun sözlerini başıyla tasdikleyerek dinledi ve her zamanki mizahi ses tonu ile seslendi.

 

"O halde günaydın değerli Banu."

 

Manidar bir şekilde gülümsedi Banu. Yeterince iyileşmese de eskisi gibi de değildi. Hala arada krizler gerçekleşiyordu ama artık düşünce biçimi tamamen değişmişti. Bilemiyordu meçhul bir memleketten bilgelik gibi bir hissiyat arız olmuştu. Kimden ya da neden dolayı olduğunu net bilemese de az çok tahmin ettiği şey ona hayatın ne kadar kıymetli olduğunu gösteren gencecik bir dimağdı.

 

"Umut'u görmene yine mi izin vermediler?"

 

Hüzünle başını salladı Can. Aynı hüznü Banu da hissetti. Kollarını birbirine dolayarak ağır adımlarla yürümeye başladı. Can da onu takip etmek adına yürüdü. Umut'la görüşmek neredeyse imkansız bir hale gelmişti. Hayatta kalan tek akrabaları ona ulaşamazken Can'ın ismi de bir cinayette şüpheli olarak geçiyordu. Elbette bilinçli bir şekilde ayarlanan bir kumpastı bu. Lakin acısını yalnızlığa mahkum edilmekle Umut çekiyordu.

 

Yapraklı yolda yan yana yürümeye başlamışlardı. Banu'nun kömür siyahı saçları omuzlarına aldığı gümüşi şalın üstünden sarkarken insanda bir leydiyi andıran görüntü oluşturuyordu. Çok güzeldi. Şimdilerde ise bu güzelliği zarif bir dokunuşu andırıyordu.

 

Can aynıydı. Yine siyah dar paça pantolon, hava soğuk olsa da beyaz bir tişört ve az çok soğuktan koruyan bir ceket, siyah çizmeler. Koskoca bir senede eğer Banu olmasa kendini yok edeceğini düşünüyordu. Öyle kasvetli günler gelip geçmişti ki, bir dert ortağı olarak Banu ona ilaçların en güzeli gib gelmişti.

 

"Batı'dan yeni bir haber var mı peki?"

 

Banu'nun sorusunu sıkıntılı bir nefes alırken cevapladı Can.

 

"Değişen bir şey yok. Aynı."

 

Sonra ümitsiz bir ritimle nefes aldı ikisi de.

 

"O halde güneş asla doğmayacak."

 

Kollarını arkasında bağlayarak Banu'nunun yürüyüşüne ayak uyduran Can da esefle başını salladı istemiyor olsa da.

 

"Çok yıprandılar değil mi?"

 

"Çok," dedi Can.

 

"Bazen," dedi Banu derin bir nefes alarak.

"Onu ilk görüşümü anımsıyorum."

 

Can'a bakarak gülümsedi. Can da ona karşılık verircesine bir tebessüm takındı dudaklarına.

 

"Telaşlı. Korkmuş ve oldukça gençti. Tek başına yardıma gelmiş. Aklı başında olmayan bir anne, erkenden büyümüş bir çocuk ve yaralı bir insan vardı karşısında. Ne kadar zorlanmıştır değil mi?"

 

Başını tasdik için salladı Can ve hastanenin yapraklarla kaplı olan bahçe yolunda yürümeye devam ettiler.

 

"Sonra başka hallerini de anımsıyorum. Bir keresinde yan yana uyumuştuk onunla. Gerçi o hiç uyumamıştı. Düşünmüştü gece boyu."

 

"Her şey çok zor oldu onun için değil mi?"

 

Can bunu sorduğunda Banu onu tasdik için başını salladı.

 

"Hande'yi anımsamamın en büyük nedeni, sanırım zorluklarla mücadele ederken bilmeden de olsa bu ağır mücadelesini bize hissettirdiği için. Yalnız olduğunu düşünse de bu kaosa onunla birlikte baş koyduğumuz için. Hem belki o bile farkında değildi böylesine derinden birbirimize bağlanacağımızdan. Ne büyük emek verdi ama değil mi?"

 

Sanki aldığı nefes yetmiyormuş gibi ağzından derin bir nefes aldı Can ve devam etti.

 

"Bunca zorlukla mücadele ettiğini bilseydim ona daha çok yardım ederdim. Yalnız bırakmazdım. Hepimiz ona mı güvendik ne? Bilemiyorum belki de Batı'nın ona verdiği değerden dolayı fazla karışmak istemedik. Sanki birbirlerinin mahremiymiş gibiydiler. Hem birbirilerine çok uzak hem de görüp görebileceğimiz en yakın mesafede duruyorlardı."

 

Yavaşça durdu Banu. Önünü Can'a döndü ve gülümseyerek gözlerinin içine baktı.

 

"Eğer bir şansım daha olsaydı, yani Hande ile geçirdiğimiz günlere geri dönebilseydim şayet, ondan tek bir şey isterdim."

 

Can dudaklarına yerleştirdiği tebessümü daha da büyüterek "Sanırım ben biliyorum," dedi.

 

Banu da Can'ın bildiğini biliyordu, bu yüzden bir şey demedi ve birlikte yürümeye devam ettiler. Konu çok farklı olsa da, bir insanın gencecikken gözlerinin önünde yaşlanışını seyretmeleri onlarda derin bir iz bırakmıştı. Üzerinden ne kadar geçerse geçsin asla anısı yok olmayacak bir izdi bu.

 

Can'ın bildiği şey Banu'nun uzun süredir kırmızı bir elma şekerinin özlemini çektiğiydi. Esasen her ikisi de aynı şeyin özlemini çekiyordu. Gerçek elma ya da şeker kullanılmadan saf sevgi ve şefkatle harmanlanmış bir elma şekeri. Aynı insan tarafından özenle yapılmış ve yiyende tüylerini diken diken edecek bir şefkati oluşturan bir elma şekeri. Dünyada eşine az rastlanan, belki de sadece bir tane bulunan, enfes bir elma şekeri.

 

🔲🔲🔲

 

*Hilkat garibesi (tuhaf, garip yaratık, yaratılışlı.)

*Darb-ı mesel (ata sözü, özdeyiş)

Bölüm : 04.02.2025 16:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...