17. Bölüm

17. Bölüm

Hacer Kübra Gümüş
hakugu

 

Binaların arasından görünen tepelerin hemen üstünde hafifçe bir ışıltı oluşmaya başladı. Bu ışıltı yavaş yavaş çoğalırken gelecek olan parlaklığın habercisiydi. Bugün ayın on beşiydi ve yeniden bir dolunay geliyordu. Onun parlaklığı sokak lambaları ve alışveriş merkezlerinin suni aydınlatmaları arasında kaybolsa da insanlar onun ay olduğunu biliyordu. Elektrikler kesilse dünyadaki tüm ışıltılar gitse bile ay kalırdı ve yıldızlar. Bir yerlerde sabit kalan o şeylere tutunuyordum ben de.

 

İş çıkışı durakta beklemeye başladım. Hava kararmıştı ve etraf da ıssızlaşmıştı. Aileler evlerine gitmiş, çocuklar okullarından çıkmış evlerine gitmiş, kediler ve köpekler bile evlerine gitmişti. Böyle sakinleşince her yer buruklaşıyordu içim. Yalnız olduğumu anlıyordum. Kendi kendime kaldığımda daha çok hüzün sarıyordu içimi. Buna engel olamıyordum ne yazık ki. Gidecek kimsem yoktu ve bana gelecek kimse de. Bir tane Liva var onun da annesi var. İstese koşup sarılabileceği biri var. Ben kime gideyim? Bazı zamanlar onlara gittiğim ve hatta kaldığımda oluyor ama benim annem değil yine de. Ben salonda beklerken onlar beraber yemek hazırlıyor. Yanlarına gidip beraber hazırlasak bile yine bir şekilde onların ikili paylaşacakları konular oluyor. Bunu ancak benim gibi kimsesi olmayanlar anlar. Herkeste bir eğreti olduğumu ve her şey için sonradan gelen olduğumu nasıl anlatayım ki?

 

Durakta beklerken yavaştan yağmur serpiştirmeye de başladı. Islanırım diye düşünürken otobüs geldi neyse ki. Hızla binip boş koltuklardan birine oturdum. Ben otobüse binince yağmur daha da şiddetlenmişti.

Otobüsün camına çarpan yağmurun şiddeti gittikçe artarken dışarıda kalanların iyi olması için dua ettim içimden. Hava çoktan kararmış, hafif de soğumuştu. Bahar olsa da kışın etkisi henüz yok olmamıştı. Doğum arada kendini hissettiriyordu. Ben buradayım henüz gitmedim diyordu sanki.

 

Haruki'yi bırakalı tam on saat olmuştu ve bu saate kadar çoktan bulunmuş olmalıydı. Orası işlek bir yerdi ve insanlar eksik olmuyordu. Hiç değilse kafeden çıkan kızlar onu görmüş olmalıydı. O da olmazsa çöpçüler çöp almaya geliyorlardı. Onlar görmüştür mutlaka. Bir şekilde kurtulmuştur. Özellikle benden uzaklaşması tam olarak kurtulma anlamına geliyordu. Ben bu kara düşüncelerimde ancak kendime zarar veriyorum. Bir de onu mu üzeceğim?

 

Böyle düşününce aklıma akşama kadar kapımın önünde beklediği de geldi. Ama o zaman ben beklemesini söylemiştim. Şimdi öyle bir şey demedim ki, hatta hiçbir şey demedim. Gitmesini istediğimi biliyordu. Bilmese bile ona açıkça dedim. Yük olma bana dedim. Kendi yükümü bile kaldıramıyorum dedim. Bak başının çaresine dedim. Evet tüm bunları dedim ve benden günah gitti.

 

Kendimi onun yerine koyduğumda gayet makul geliyordu aslında. Şayet annem ve babam da beni mecburiyetten bırakmış olsaydı belki daha iyi hissederdim. Bilmem hisseder miydim ki? Bırakılmak her zaman kötüdür. Üstelik istenilmediğini istemek ve terk edilmek...

 

"Dur bir saniye! Bir şey daha dedim ben ona."

 

Fısıltı ile söylendiğimde gözlerim açtım. Bela dedim. Ona başıma bela olduğunu söyledim. Tırnağımı ağzıma götürüp bu kelimenin ne kadar can acıttığını düşündüm. Ama o bir robot ki ne olacak? Belanın insanlar için olduğunu bilir herhalde. Bilemez mi yoksa?

 

Başımı otobüsün camına yasladığımdan beri bu düşünceler içine girmiştim. Ne zaman ki otobüs çakıl taşlı yola girdi işte o zaman başım topaç gibi üç dört defa sekti.

Her cama vuruşunda da farklı düşünceler geldi.

 

Ya yağmurdan ıslanırsa? Ya yağmur vidalarını gevşetirse? Ya yağmur boyalarını çıkarır onu zombi gibi bir hale getirirse? Ya onu çok beğenen insanlar ona kötü şeyler yaparsa? Sokaklar tehlikeli ve insanlar kötü kalpli. Asla güvenilmezler. Üstelik, üstelik Haruki çok saf kalpli.

 

"Aman Allah'ım! O tehlikede!"

 

Kendi kendime bunu söylediğimde kalabalık otobüsün içindekiler yine bana bakmıştı. Neyse ki her seferinde farklı kişiler bakıyordu bana, yoksa iyice deli diye ezberleyeceklerdi.

 

"Onu orada bırakmakla büyük hata ettim. Tehlike içinde bıraktım onu. En azından emniyete bırakmalıydım. Artık polisler ne yapacaksa yapsaydı. Niye sanki bir çöpmüş gibi tam da çöplerin olduğu yerde bıraktım ki?"

 

Kafedeki iş yerime yakın durağa gelmek üzereydik. Ya durup ona bakacaktım ya da eve gidecektim.

Dursam bile yerinde olmayabilirdi ki bence de olması saçmaydı. Yani ona dur dememiştim. Eve gitsem sıcak yatağıma uzanıp prensesler gibi uyurdum. Ama bakarsam da içim rahat ederdi ve bir sonraki otobüsle eve dönerdim. Evet bu daha mantıklıydı.

 

Birinci seçenek hem zahmetli hem çok çok çok küçük bir ihtimal, hem de gereksizdi.

 

O zaman, yani seçimimi yaparken benim aslında zor işlerin kızı olduğumu hatırladı . Rahat varken, gidip birinci şıkkı seçmiştim. Kemal amcanın bahsettiği şey de tam olarak bu olsa gerekti. Dönüp dolaşıp ona bakacağımı biliyordu. Geri döneceğimi anlamıştı. Nasıl oldu da bunu sadece gözlerimden anlayabilmişti ki?

 

Otobüsten iner inmez sıçana dönmüştüm. Şemsiyem yoktu ve yağmur öyle şiddetli yağıyordu ki koşsam bile bir şey ifade etmeyecekti. En iyisi temkinli bir şekilde yürümekti.

 

Yağmurdan dolayı etrafta kimsecikler yoktu. Kafenin önünden geçerken bağırdım.

 

"Haruki! Haruki!"

 

Aslında sesim yeterliydi eğer buralardaysa beni duyabilirdi. Sağa sola ve kafenin girişine kadar olan her yere bakındım. Özellikle çöp kutularının olduğu arka tarafa bile geçtim. Yağmur damlaları teneke kutulara çarpıp tıkırtılar oluştururken hiç durmadan yoğun sesler oluşturuyorlardı. Belki de beni duymuyordu. Daha yüksek sesle bağırmaya başladım.

 

"Haaruukiii! Haruuuki! Buradaysan ses ver! Harukiiii ben Hazan! Beni duyuyor musun? Çöp kutularının oradayım!"

 

Çokça bağırıyordum ama ses yoktu. Gitmişti büyük ihtimalle. Tam çöplerin atıldığı alana doğru yürüyordum ki biri kolumdan çekti. Hızla kolumu çeken kişiye döndüğümde yüzüme sert bir tokat yedim.

 

Acı ile inlediğimde aynı kişi çantama da yapıştı. Aylığımı yeni almıştım ve eğer alırsa okul harcım eksilirdi. Çantamı alan kişi gür siyah saçlı, menfur bakışlı bir adamdı. Oldukça iri olduğu için müdahale ya da itiraz edebileceğimi hiç sanmıyordum.

 

"Çanta benim anladın mı?"

Bir şey demedim.

 

"Ama sadece çanta yetmez, sen de benimsin."

 

Tokatın acısı hâlâ tazeyken, sadece belli belirsiz "Ne?" diyebildim. Titriyordum ve çok korkmuştum. Başıma ilk defa böyle bir şey geldiği için ne yapacağımı bilmiyordum. Tek istediğim eve gitmekti.

 

Kolumdan sıkıca tuttuğunda "Gel bakalım, benimle birlikte tam yedi kişiyiz. Herkes seni getirdiğime sevinecek," dedi. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Kendimi savunacak kadar gücüm yoktu. Bir kere sarsarsa yere yıkılırdım.

 

Yoğun yağmurdan sesini net bir şekilde duyamasam da bileğimden sertçe çekerek beni götürmeye başlamıştı bile. Ağırlığımı yere vererek ondan kurtulmaya çalıştım. Onu geri çekmek için elimden geleni yapıyordum ama çok güçlüydü. En son sert bir şekilde bacağına bir tekme attım.

 

Bana mısın demiyordu. Yediği tekme hafif sızı vermiş olacak ki attığı tokatın daha sertini de diğer yanağıma attı. Kurtulmaya çalıştıkça zarar gören ben olmuştum. Canım o kadar yanmıştı ki asla insanmışım gibi davranmıyordu. Sanki cansız bir mankenmişim ya da bir çuvalmışım gibi davranırdım. Bileğimi o kadar çok sıkıyordu ki canım yanıyor mu yanmıyor mu umrunda değildi. Kolumu çıkaracaktı neredeyse.

 

Ağlamaya başlamıştım. Ne yapacağımı bilemez durumdayken çığlık atamayı düşündüm. Tam bağırmak için ağzımı açtığımda "Sakın bağırma," dedi.

"Seni öldürürüm yoksa. Burada sessizce öldürsem seni, şu yağmurda kimse görmez de. Sabaha kadar yatarsın burada ve çöpçüler bulur cesedini."

 

Biraz sonra yaşayacağım şeyleri yaşamaktansa ölürdüm daha iyi zaten. Ölümü seçtim ve direnmekten vazgeçtim. Ama pişman olurdum karşı gelmezsem de.

 

Tam onu dinlemeyip çığlık atacaktım ki o da elini kaldırdı. Gözümü kapattım, ne yaparsa yapsın artık umurumda değildi. Ondan kurtulmak için tüm dayakları yemeye razıydım.

Bölüm : 14.12.2024 02:56 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...